Bahar Bayhan: Depremi kentte bir risk hâline getiren şeyin kentin fiziki ve toplumsal koşulları olduğunu söylüyorsunuz. Bu koşulların risk olgusuna etkisi tam olarak nedir? “Depreme dayanıklı şehirler” oluşturma hedefi bağlamında bu koşulları nasıl ele almak lazım? Kısacası; adına “deprem riski” denilen şeyi nasıl anlamalıyız ve ona nasıl bir tepki/yanıt vermeliyiz?
Savaş Karabulut: Deprem, doğal bir tehlikedir ancak risk değildir. Gerçekten düşünülmesi gereken, bu tehlikenin hasara neden olmaması için alınması gereken önlemlerdir. Yani her kar yağdığında çığ düşmüyor, her yağmur yağdığında sele dönüşmüyor ve can kaybına, yaralanmaya veya yıkıma neden olmuyorsa; depremi sadece bir tehlike olarak görebiliriz. Tehlike dışında şiddet kavramı da hasarın ölçüsünü mekânsal olarak belirleyen bir unsurdur. Yaşanan kayıplar ve yıkımın bir ölçüsü olan şiddet kavramının büyüklüğü ise afetin oluşup oluşmadığı ile ilgilidir. Buradaki temel konu önlem alma, koruma ve hasar azaltma çalışmalarının planlanması ve/veya hazırlanan planların uygulanmasıdır.
Yani depreme dayanıklı şehirler kurmak, alt-üst yapıyı hazırlamış, depremin neden olacağı ikincil tehlikeleri bertaraf edecek önlemleri almış bir yönetim erki ile ilişkilidir. Bu nedenle ısrarla üzerinde durduğumuz konu, deprem ve diğer tüm doğal tehlikeleri yönetecek iradenin ortaya çıkmamasıdır. Doğal tehlikeler konusunda gücü elinde bulunduran iktidarların ise özellikle bu dönemde beton mezarlığına dönüştürülmüş şehirler yaratmadaki ısrarının yanı sıra bunun ekonomik, politik kazanımlarından ise kent emekçileri değil, “soyluları” nasiplenmektedir. Sonuçları itibarıyla depremlerden etkilenen ve hasarın büyük bölümünün gerçekleştiği alanlar ise mekânsal adaletin kurulmadığı yerlere karşılık gelmektedir. Bu nedenle deprem tehlikesinin, riske ya da afete dönüşmesinin temel nedeni; sınıfsal konumlar, yönetici erkinin sermaye kazanım politikalarını merkeze almış olması ve irade ortaya koyamamasıdır.
Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğundan hareketle yurt sathında her yerde aynı şekilde tecrübe edildiğini varsayan ve dolayısıyla ona karşı yapılması gereken hazırlığı da milli seferberliğin konusu gibi görebilen bakış var. AFAD gibi oluşumlarda, Afet Yasası gibi kanunların çıkarılmasında bu bakışın izlerini görebiliyoruz. Siz depremin milliliğine dair bu bakışı ve onun afet politikalarına yansımasını nasıl değerlendirirsiniz?
Deprem doğası itibariyle kaynağından başlayarak hareket eden küresel harmonik dalgalar şeklinde, suya taş attığımızda oluşan dalgalar gibi hareket eder. Yani bir deprem yerküre içinde defalarca dolaşarak hareket edebilir. Yani ortada bir milli mesele değil, aksine küresel ölçekte bir durum sözkonusudur. 30 Kasım 2020 Sisam Adası Depremi’nin milli sınırlar dışında oluşup, ülkemiz topraklarında yarattığı yıkımın sonuçları da bu konuya iyi bir örnektir. Ancak “Yeni Osmanlıcılık” şiarıyla yedi cihana nam salan, yardımlar götüren ve imzaladıkları anlaşmalarla yeni alanlar kazanmayı asli görevi gören imparatorluğun içeride meydana gelecek büyük bir depremde (özellikle Marmara Denizi) çökeceği aşikârdır. Tabii buradaki sorun imparatorluğun yıkılması değil, yaşanacak “büyük kıyametin” (1509 Depremi “küçük kıyamet”ti) yaratacağı yıkımdır. Ülkede deprem konusunu denetimle özelleştiren, çıkardığı kanunları uygulamayan, topladığı vergileri deprem dışındaki alanlarda kullanan, imar barışıyla kaçak yapılara ruhsat verip mühendisliği ayaklar altına alan, deprem sonrasında algı yönetiminden öteye gidemeyen büyük irade(sizlik) ise her deprem sonrası yenilenmiş olarak kendini göstermektedir.
İstanbul’da beklenen deprem tehlikesinin boyutlarını öğrenebilir miyiz ve bu tehlikenin tarihsel depremlerle karşılaştırmasını yapabilir misiniz?
Marmara Denizi’nde, 1912 Şarköy-Mürefte Depremi ve 1999 İzmit Depremi sonrası istatistiksel olarak moment büyüklüğü 7.1-7.5 arasında depremlerin olması ihtimali %75’ler üzerindedir. Depremin boyutları açısından Kuzey Anadolu Fay Zonu’nun Marmara Denizi içinden geçtiği ve kırılması muhtemel iki ana kırığın (Marmara Ereğlisi-Yeşilköy, Yeşilköy-Yalova açıkları) arka arkaya kırılacağı bir durumla da karşı karşıyayız.
1509 depremini küçük kıyamete dönüştüren, 1766 depremleri (Mayıs, Kasım aylarında ardı ardına yaşanan 7’den büyük iki deprem) sonrasında 1894 Adalar Depremi dışında büyük/önemli bir depremin olmadığı Marmara Denizi’nin odağında ise İstanbul şehri bulunmaktadır. İstanbul’da her yüz kişiden en az 31 kişinin hayatını kaybedeceği beklenmektedir. O hâlde, yüz binlece yurttaşının hayatını kaybedeceği bir durum apaçık ortadayken, yönetenlerin çözümü kent emekçilerinden beklemesi ise iktidarın hangi sınıfın sözcüsü olduğunu bir kez daha göstermektedir. Bu bilinçli, taksirli bir katliama karşılık geleceği için de hukuksal olarak bir mücadele hattının şimdiden inşasını gerektirmektedir.
Yakın geçmişte en büyük deprem 1999 yılındaki İzmit Depremi’ydi. Sizce o günden bugüne afet yönetimi konusunda yol kat edildi mi? İBB’nin son zamanlarda hız verdiği depreme hazırlık çalışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
1999 depremini sözde milat kabul eden anlayış, ülkenin diğer tüm alanlarında olduğu gibi bu konuda da denetimi özelleştirme, yeni vergiler sağlama, sermayeye yeni rant alanları yaratma ve çözümü emekçilerin sırtına yükleme gibi uygulamalara gitti. Ancak rahatlıkla söyleyebilirim ki depreme hazırlık için temel olarak yapılması gerekenler birçok toplantıyla kararlaştırıldı. “Ne yapmalıyız” konusu daha sonra uygulanmak üzere tozlu raflarda yerini aldı. Alınacak önlemlere finans sağlanmadı, sağlanmak istenmedi. Mega projelere yatırım yapan iktidarın deprem konusunu son olarak Kanal İstanbul özelinde “Yeni şehir kurarak çözeceğiz” iddiasının da, deprem konusunun rant yaratma aracı olarak görmekten öteye gidemeyen egemen anlayışın son ürünü olduğunu bir kez daha hatırlatmak isterim.
İBB yönetiminin düzenlediği çalıştaylar ve 2018’de yayınlanan yeni deprem yönetmeliğine göre ilçe ilçe kayıp tahmini yapmış olması elbette önemli. Ya da AKP’li kadroların İBB’yi yönettiği dönemde İstanbul’un deprem açısından çalışılmayan alanlarının çalışılıyor olması da önemli. Ancak zamana karşı yarışta önde olmadığımızı da belirterek; hasar tahmininde sunulan “hayatını kaybedecekler, yaralanacaklar ve yıkılacak bina sayıları” kesinlikle gerçeği yansıtmamaktadır. İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin kısa bir süre önce kamuoyuna duyurduğu deprem-zemin laboratuvarları gibi uygulamaları hâlâ ilçe ilçe hayata geçirememiş bir İstanbul’da, tüm yapıların/zeminlerin durumu bire bir çalışılmadan gerçek kayıpların oranı çıkarılamayacaktır. Bu nedenle her çalışmayı iyi niyetli olarak görüyorum ancak mevcut İBB yönetiminin deprem konusunda bir enkazı devraldığını da kendilerine bir kez daha hatırlatmak isterim.
Depreme hazırlık konusunda, öncesi-sırası- sonrası süreçlerde yapılması gerekenlere dair sizce toplumun her kesimi yeterince bilgi sahibi mi? Bilgiye erişimdeki eşitsizliği gidermek ve kırılgan grupları afetlere karşı dayanıklı kılmak adına neler yapılması gerekir?
Depreme hazırlığın aşamalarını toplumda duymayan olmamıştır. Ancak temel ilköğretim çağından başlayarak, kamu spotlarıyla eğitimin sürekli yenilenmesi gerekir. Hâlâ tatbikatların gerçekleştirildiği bir ülke konumunda olmadığımızdan önümüzün pek de aydınlık olmadığını söylemek istiyorum. Şunu özellikle belirtmek isterim ki, beklenen deprem dünya ölçeğinde yaşanan hiçbir kent depremine benzemeyecektir. 72 saat (3 gün) kuralı Marmara Denizi Depremi’nde belki de 3 haftaya karşılık gelecektir. Toplumla doğru bilgiyi paylaşmanın ve ona göre “hayalperest” çözüm arayışlarını terk etmesi gereken zaman gelip geçmiştir. Bugüne kadar depreme hazırlık konusunda ekonomik ve politik irade gaspına karşı durulmadığında son yaşanan İzmir Depremi’nde açıkta kalan kent emekçilerine benzer manzaraları yaşayacağımız kesindir. Toplumun depreme hazırlık konusunda örgütlenmesine ihtiyaç olduğunu, bu örgütlenmenin müdahale sırasında kendini göstereceğini unutmamak gerekir.
Depreme hazırlık politikası ve/veya pratiğinin adaletli olmasının belli başlı özellikleri sizce nelerdir?
Depreme hazırlık sürecinin adaletli olması için öncelikle gelir adaleti sağlanmalıdır. Yani kent emekçilerinin ürettiklerinin karşılığını aldığı ve yaşam alanlarını güvenli kılacak iradeyi kendi bütçeleriyle gerçekleştirecekleri bir yaşam formu kurulmalıdır. Ya da kent emekçilerinin iktidar olduğu ve her yurttaşın eşit bir şekilde güvenli barınma, sağlık, eğitim, ulaşım ve güvenlik hakkına sahip olduğu bir yaşamı örgütlemek gerekmektedir. İstanbul’da kenarda bekleyen tüm boş konutların ivedilikle kamulaştırılması gerekmektedir. Eksiksiz bir şekilde tüm yapıların zemin etütleri yapılmalı, tüm binalar kamu kaynaklarıyla ücretsiz bir şekilde incelenmeli ve güçlendirilmelidir (yenilenmelidir). Deprem toplanma/barınma alanlarının tüm alt-üst yapıları hazırlanmalı, ulaşım yolları her an deprem olacakmış gibi açık olmalıdır. Yangın, su baskını, heyelanlar deprem anında yaşanacak en önemli problemlerdir. Bu ikincil tehlikeleri acilen çözüme kavuşturacak önlemler alınmalıdır. Toplanan deprem vergileri, imar barışı bütçeleri ve zorunlu DASK bütçeleri halka ihtiyacı oranında dağıtılmalı ve bu bütçenin kamusal denetimiyle yapıların güvenliği sağlanmalıdır. Depremler sırasında hurafelere değil, bilime ve mühendisliğe inanacak bilinçli insanlar topluluğunu yaratmak için eğitimler verilmelidir. Deprem sırasında güvenliği sağlayacak kolluk güçleri (asker, jandarma, vd.) sınırlarımız dışındaki savaşlar yerine, içerideki depreme hazırlık, müdahale ve yeniden inşa etme sürecine dair eğitilmeli ve içerdeki barış ortamını sağlayacak uygulamalar hayata geçirilmelidir.