Şöyle bir soruyla başlayalım: Bugün müşterekler kavramı Türkiye’nin entelektüel camiasında neden heyecan uyandırıyor? Müşterekler kavramının üzerine kurulu olan iki önemli pozisyonun da yaşadığımız gerçeklik ile başa çıkmamız, tepkimizi dile getirmemiz ve harekete geçmemiz için fırsat sunuyor olması, sorunun yanıtını oluşturuyor olsa gerek. İster Türkiye toplumunun çözülmekte olduğunu ve bu çözülüşün tüm toplumu enkaz altında bırakarak gerçekleşeceğini düşünüp kendimize toplumun başat iki bileşeni olan piyasa ve devlet dışında bir normatif zenginlik alanı yaratmaya çalışalım, istersek de yeni bir politik bütünün oluşturulması için temel bir ilke arayışı içinde olalım müşterekler/müşterek mefhumunun bize söylediği bir şeyler var. 

Neoliberalizm: Gerçek Tahakkümün Kuruluşu

Müşterekler kavramının değerinin sadece ülkemizde yaşanan problemlerle alakalı olmadığı, asıl gücünü sayısız varyasyona sahip olan neoliberal saldırılara karşı koyan insanların direnişlerinde bulduğu gerçeğini hatırlatarak başlayalım. Bahsedilen saldırılar sadece doğal ve kentsel ortak zenginliklerimize değil. Sermayenin birikimi için elzem olan her toplumsal uzam bu saldırıdan nasibini alıyor. Çeşitlenen veçheleriyle emek süreci, toplumsal yeniden üretim alanı, gündelik yaşam, kültürel üretim ve politika bu yaratıcı yıkım makinesi tarafından yeniden düzenleniyor. Yeni birikim stratejisinin önüne çıkabilecek tüm kolektiviteler ise gerek doğrudan sermayenin hücumu ile gerekse yeniden düzenlenen devletin iştiraki yoluyla yerle bir ediliyor. Sermaye kârlılığını sağlamak için el koyacağı değer miktarını maksimize etmek amacıyla mekân ve zaman üzerindeki egemenliğini mutlaklaştırma mücadelesi veriyor. Ve son 30 küsur yıllık tabloya baktığımızda küresel çapta kendi hanesine müspet sonuçlar yazdırıyor. Her birimizi ekolojik çöküş, gıda krizi, kitlesel göç ve politik çatışmaların alacakaranlığına fırlatıyor.

Yokoluşa doğru şafak sayan biz faniler için de durum, her bir yanımızı sıkı sıkıya saran ideolojik kozanın içindeyken bile pek konforlu değil son zamanlarda. Sermayenin zaman ve mekân üzerinde kurmaya çalıştığı mutlak hakimiyetin yolu, her birimizin zihnini ve bedenini bir savaş alanına çevirerek zapt etmesinden geçiyor olsa gerek ki, birer sermaye birikim otomatına dönüşmemizi dikte eden yaşam karşısında daralıp duruyoruz. Baki kalacağı gün geçtikçe aşikâr olan bu efkârın temelinde ak sakallı kapitalizm gurusu Karl Marx’ın gerçek tahakküm adını verdiği koşullar yatıyor.

Marx’ın bize anlattığı biçimiyle gerçek tahakküm; kapitalistlerin daha fazla artıdeğere el koyarak daha yüksek kâr elde edebilmek adına emekgücünün verimliliğini artırmak için yaptıkları yatırımlar sonucunda gelişir.

Kapitalist üretim sürecinin makineleşmesini sağlayarak sömürü oranını artırma yoluna gider. Bu süreç içinde toplumun bilgi birikimi, Marx’ın ifadesiyle genel zekâ, üretim süreci içerisinde kapitaliste ait bir unsur olarak içerilerek işçinin makinenin bir parçası hâline getirilmesi sağlanır. Böylece sermaye ile ücretli emek arasındaki boyunduruk ilişkisi formel olmaktan çıkıp gerçek biçimini alır.1

Tahmin edilebileceği gibi bu yalnızca üretim süreci üzerinde etkileri olan bir dönüşüm değil. Zira emekgücü dediğimiz şey dalda yetişmediği gibi yerde kendiliğinden bitmiyor. Bu nesne/kişilerin doğmaları, büyümeleri, sevilmeleri, eğitilmeleri ve kendilerine biçilen payeyi benimsemeleri gerekiyor. Üretim sürecine entegre edilen makineleri kullanabilen, onların diliyle hemhâl olmuş ve kendisini işine adamış biri olarak üretilmesi ve zamanı geldiğinde yerine konulacak olanın (yeniden) üretilmesi bu nedenle yaşam süresince gerçekleşen, verili zaman ve mekânda sürekli devam eden iktidar ilişkilerinin konusunu oluşturuyor. Sermayenin bu mücadelenin kazananı olması, kendisi bir homosapiens evladı olan emekgücü sahibinin fiziksel ve zihinsel yetilerinin kontrolünü kaybedip tüm bu yeteneklerin sermayenin çıkarları uğruna en etkili biçimde seferber edilmesi ile mümkün. Son zamanların ayıplı kelimesini kullanacak olursak proleterin “yabancılaşması”, üretim faaliyeti ve toplumla olan ilişkilerinin kendi kontrolünden çıkarılırken bir yandan da değer üretiminin en verimli nesnesi hâline getirilmesi ile sözkonusu oluyor.

Müşterekler vs. Neoliberalizm

Adına neoliberalizm denen kapitalizm versiyonunu bu bağlamda, küresel çapta emekgücünü gerçek tahakküm altına almaya –insanları birer özsermaye otomatı hâline getirecek şekilde yabancılaştırmaya yönelik sermaye açısından gerçekleştirilmiş bir yaşam atılımı olarak okumayı öneriyorum. Küreselleşme çağının 90’lı yıllar boyunca süren ve 2000’lere yayılan döneminde yerellikler üzerinden icat edilen direniş mekânizmaları ile ortaya çıkan müşterekler hareketi ise tam da bu saldırıya karşı olay bazlı bir enternasyonelleşmenin nüvelerini barındırıyordu. Her yerel mücadele mekânsal açıdan ya da tematik olarak içerdiği sonluluk ile birlikte farklı mekânda ve zamanda ortaya çıkan hareketlerle rezonans içine giriyordu.2 Bu direnişler küresel çapta -sosyal forum vb. girişimlerin geri çekildiğini düşünürsek- kurumları inşa eden bir toplumsal harekete dönüşmediyse de sermayenin doğaya ve insanlara biçtiği senaryoyu krize sokmayı başardı. Sermayenin dayattığı ekolojik-toplumsal bileşimin karşısına geçmesi gerekenleri ayırdı, bir araya gelmesi gerekenler için de birlik oluşturulabileceğini kanıtladı. Müşterekler siyasetinin bu potansiyeline 2008 krizi sonrasında ortaya çıkan ikinci yükseliş evresinde bir kez daha tanık olduk.3 Ekonomik kriz sonrası küreselleşmenin vaat ettiği yeryüzü cennetinden kovulan ve işçi sınıfının bir parçası olduğu gerçeğiyle yüzleşen “yeni orta sınıfın” başını çektiği isyan dalgası bu kez kent müştereklerinin savunması ya da işgali biçiminde gerçekleşti. Bu dönemin neoliberalizmin hem ideolojik hegemonyasının hem de ekonomik/politik programının meşruiyetini yitirmesi ile sonuçlandığı görüşü dile getirilmektedir.4 Ancak sözkonusu darbeyi indiren müşterekler hareketinin yeniden geri çekilişi ile bambaşka bir konjonktüre girdiğimizi söylemek mümkün.

Bu noktada, bugüne dair şöyle bir değerlendirme yapabiliriz: Sermaye, 1970’li yıllarda ortaya çıkan krizi aşmak için piyasanın başatlığını kabul ettirmişti, en azından teoride devletin müdahalesi olmadan, yeni mekân ya da toplumsal ilişki katmanlarına nüfuz ederek kârlılık sağlıyordu. Buna karşı sözkonusu alanları savunmaya yönelik akut görevi müşterekler hareketi yerine getirdi. Bunu gerek müşterekler siyasetini gerçekleştiren kesimlerin sahip olduğu minör politika anlayışı aracılığıyla gerekse de maddi zorunluluklar nedeniyle daima bir dışta kalma düsturuyla, tekil alanlarda konumlanan farklılıkların kamusallığını örgütleyerek gerçekleştirdi. Bu durumun müşterekler siyasetinin toplumsal açıdan kök salmasını sağlayan güçlü yanı olduğu gibi aynı zamanda daimi bir marjinallik durumu yarattığı için yumuşak karnı olduğu görüşünü savunacağım. Özden’in ifade ettiği gibi, her iki tarihsel dalgada da önemli sonuçlar aldıktan sonra geri çekilmiş olmasının da bununla alakalı olduğunu düşünüyorum. İçinde bulunduğumuz konjonktürde sermaye ile devletler arasında kurulan otoriter rejim ortaklıklarının, önceki döneme hâkim olan tanıyarak yok sayma politikalarından farklılaştığını da göz önünde bulundurmalıyız. Bize, dolayısıyla herkese ait olanın ne olduğu ve bunun nasıl bir dönüştürücü güce sahip olduğunu yeniden düşünmeliyiz. Bunu yaparken de Jodi Dean ile Dardot ve Laval’in önerdiği gibi müşterekleri işlenebilen/el konulabilen varlıklar listesi olarak düşünme zorunluluğumuzun olmadığı fikrinden hareket etmek faydalı olacak.5

Müşterekler (Commons) ve Müşterek (The Common)

İşte tam bu noktada incelememizin odağını müştereklerden müşterek mefhumuna kaydırmak istiyorum. Buradaki amacım müşterekler siyasetinden öğrendiklerimizi/deneyimlediklerimizi toplumu yeniden kuran ama aynı zamanda yeni bir toplum kuran pratik olarak düşünmek üzere tartışmaya açmak. Siyaseti piyasa ve devlet dışında, sonsuz bir farklılıklar dizisi olarak düşünmeyen, bunların içinde ve bunlara karşı hareket etmeyi mümkün kılarak gündelik yaşamı dönüştüren bir toplumsal hareketi tartışmak. İçinde yaşadığımız toplumu özgürlükçü ve eşitlikçi bir doğrultuda dönüştürecek bir güce ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Sözkonusu dönüştürücü gücü oluşturacak olanlar elbette insanlar; ancak günümüzde bir araya gelmek, örgütlenmek ve eylemlilik üretmek açısından sahip olduğumuz kolektif beceri düzeyini (ya da beceriksizlik düzeyini mi demeliyiz?) düşündüğümüzde müşterek (the common) mefhumunun bu gücün oluşumunda önemli bir yapıtaşı olabileceğine inanıyorum. Bu nedenle müşterek kavramının anlamını tartışacak ve müşterekler meselesini bu kavram etrafında düşünmemiz gerektiğini savunacağım.

Kapitalizme ilişkin ortaya koyduğumuz gerçek tahakküm ajandası ve bunların öznelliklerimiz üzerindeki yabancılaştırıcı etkisi düşünüldüğünde farklar inşa etme üzerine kurulu olan stratejinin direnişler örgütlemek konusunda başarılı olduğu ancak kapitalizmi ortadan kaldırma konusunda yetersiz kaldığı açık. Oysa her iki husus bir arada düşünüldüğünde karşımızdaki tahakküm projesinin evrensellik iddiasına sahip olduğu, herhangi bir birlikte yaşam projesine uzun vadede yanaşmayacağı ve tüm bu nedenlerle ortadan kaldırılması gerektiği görülüyor. Kapitalizmin varlığını sürdürmek için kurmak zorunda olduğu gerçek tahakkümün anlamı, sermayenin ilksel birikim stratejisi olan ortak zenginlikleri çitlemenin/el koymanın sürdürülmesine dayanıyor. Bu durum çitlenen/el konan şeyin bir kez el konulmasıyla tamamlanan bir süreç değil. Çünkü tahakkümün konusu olan “şey”, yani emekgücü doğal ve kentsel varlıklar olmanın ötesinde doğayı dönüştürme yeteneğine sahip toplumsal bir varlık. Dolayısıyla insanın emekgücü denilen metaya dönüştürülmesi onun bu faaliyet kapasitesinin ve onu bir özne olarak inşa eden toplumsal dolayımın çitlenmesi/el konulması ile mümkün.

Bu anlamda kapitalizmin iki temel alametifarikası olan piyasa ve devlet, insanın iki temel özelliği olan emeğin ve kamusallığın sürekli olarak zapturapt altına alınması ile mümkün. Dolayısıyla bizlere, hepimize ait olanın dışında değil, tam da bunlara hükmedebildiği ölçüde var olabiliyor.

İşte bu nedenle yabancılaşmamızın motoru olan bu el koyma sürecine karşı koyarak öz faaliyetimizi örgütleyebileceğimiz bir ilkenin bileşenlerini oluşturuyorlar. Bugünün eleştirisi ve yarının bugünden kurulması, tüm bu nedenlerle emek ve kamusallık boyutlarıyla inşa etmemiz gereken müşterek ilkesinin etrafında kuracağımız ilişkiler ve bunlar üzerinden örgütleyeceğimiz toplumsal pratik sonucunda mümkün.

Emek ve Kamusallık Üzerinden Müştereği Düşünmek

Emeğin müşterek ile ilişkisine dair Dario Azzellini’nin görüşlerini benimsiyorum. Söz konusu görüşleri daha önce ele aldığım için bunları kısaca özetleyip kamusallık üzerinde durmak istiyorum. Geçmiş kuşaklarca üretilmiş bilgi ve becerilere, bunların korunması ve aktarılması için icat edilmiş sistemlere, başkalarıyla işbirliği yapmaya ve bireylerin toplumsal yeniden üretimine dayanan emek, toplumsal bir kapasite ve etkinliktir.6 Dolayısıyla emeğin boyunduruk altına alınması bu toplumsal kapasitenin, toplumsal ortaklığın boyunduruk altına alınması anlamına gelir. O yüzden, eğer yeniden bir araya gelmeyi, yeni bir topluluk ve de yeni bir dünya kurmayı düşlüyorsak bizi bir araya getirecek olan ilkenin içeriğini emeğin ortaklığını içerecek şekilde belirlememiz; ücretli emek formunu ortadan kaldıracak bir eylemlilik içinde olmamız gerekir.

Müştereğin bir diğer kurucu unsurunu kamusallık oluşturur. Günümüzde, Hannah Arendt’e ilişkin yapılan okumaların etkisiyle, emeğin ve kamusallığın birbirine zıt unsurlar olduğu, birbirini dışlayan hatta kısa devreye uğratan ilişki biçimleri olduğu görüşü yaygın. Bu ikisinin birlikte düşünülmesinin toplumsal ilişkiler bütününe ekonominin belirleyiciliğini dayattığı düşüncesi kabul görüyor. Siyaseti teknik bir meseleye indirgeyen, mevcut temsil mekânizmalarına dahi tahammülü olmayan bir yönetim pratiği olarak neoliberalizm için bu eleştiri kuşkusuz geçerli. Bununla birlikte, totalitarizm paradigmasının yarattığı kafa karışıklığıyla üretimin ve bölüşümün antagonistik bir yapıya sahip olduğu kapitalist toplumların ötesine geçmeye çalışan eşitlikçi ve özgürlükçü ortaklaşma projelerinin karşısına bu ezberin dayatılıyor olmasını haklı gösterecek herhangi bir dayanak olmadığı kanaatindeyim. Bir topluluğun varlığını, onu meydana getirenlerin doğa ile kurdukları ilişki çerçevesinde bir araya gelişlerini, mümkün kılan üretim faaliyetinin bu ilişkilerin yönetimi için kurulan öznellikten ayrı olduğunu/olması gerektiğini düşünmenin kime ne faydası olduğunu sorgulamak gerekiyor. “Siz yapısal ekonomik eşitsizlikten her bahsettiğinizde kamusal alanda gezinen bir özgürlük kelebeği can veriyor!” biçimindeki anaakım kabul özgürleşmeci siyasetler üzerindeki otoritesini yıkmak ve kamusallık ile emeği birlikte düşünmek gerekiyor. Tıpkı bir zamanlar Alexander Kluge ve Oskar Negt’in yapmış olduğu gibi.

Kluge ve Negt, Kamusallık ve Tecrübe isimli çalışmalarında söz konusu dışlayıcılığın burjuva kamusallığının temel özelliği olduğunu gösterirler: “… işçiler, kadınlar ve hizmetliler gibi temel toplumsal grupların olduğu kadar; üretim ve yeniden üretim, cinsellik ve çocuk bakımı gibi hayati toplumsal meselelerin de; yani, asimile edilemeyen, rasyonalleştirilemeyen ve kapsanamayan her türlü farklılığın dışlanması sözkonusudur.”7 Kapitalist değer yaratımı sürecine konu olamayan hiçbir toplumsal ilişki bu kamusallığın bir parçası olamadığı gibi, kapsama işleminin tamamı toplumsal ilişkilerin şeyleştirilmesi üzerinden gerçek

leşir. Burjuva kamusallığını oluşturan şey, yabancılaşmış ilişkilerin, bu ilişkileri tecrübe eden öznelerinin kamusal ifade ve temsiliyet şebekelerinden izole edilmesiyle ortaya çıkan ifadeleridir.8

Burjuva kamusallığının iktidarını kırmak, Kluge ve Negt’e göre, politika kavramının içeriğini üretim ile yeniden üretimin tüm toplumsal alanlarını kapsayacak şekilde genişletmekten geçer. Böylece, bir karşıt-kamusallığın inşası ve burjuva kamusal alanının dışladığı toplumsal tecrübenin kamusal ifadesini geliştirmek mümkün olur. Kluge ve Negt’in anladığı biçimiyle tecrübe “geçmişi hatırlama ve başka bir geleceği hayal edebilme yeteneğine” dayanır. Bu yeteneklerin “endüstrileşme, kentleşme ve modern tüketim kültürünün saldırısı altında tarihsel olarak parçalanmasına ve dönüşümüne” karşı bu “tarihsel parçalanmanın, kaybın, kopuşun ve değişmenin etkilerini kaydedebilme ve bunlarla baş edebilme”yi ifade eder.9 Karşıt-kamusal alanın oluşumu Kluge ve Negt’e göre burada tanımlanan tecrübenin kamusal örgütlenmesi ile gerçekleşecektir. Burada sözkonusu olan proleter tecrübe etrafında örülü olan bir ilişkiselliğin kurulmasıdır. Birbirinden koparılan yaşam alanlarının ve ayrıştırılan zamansallıkların bu kayba uğrayan insanların katılımıyla bir araya getirilmesidir.10 Diğer bir ifadeyle müşterekleştirilmesidir.

Sonuç

Bu noktada, filmi geriye doğru sararak müşterek ilkesine yönelik bir formülasyona varabiliriz. Üretim ve yeniden üretime dair tecrübeye dayalı ilişkiselliğin örgütlenmesi ve bunu mümkün kılan emek etkinliğinin ortaklığı üzerine inşa edeceğimiz özgürlükçü ve eşitlikçi topluluğun ilkesini müşterek olarak adlandırmayı öneriyorum. Bu tür bir ilke tasavvuruna sahip olmak her an her yerde geçerli olan bir formül tanımlamayı değil; işyerinde, mahallede vs. tahakkümü göğüsleyen insanlara birbirleriyle karşılıklı ilişki içine girebilecekleri, güç ve ihtiyaçlarını kolektif olarak tespit edip kolektif olarak karşılayacakları, zenginliği ve sorumluluğu ortaklaştırdıkları hareket içindeki tekillikler yaratma perspektifi sunmak anlamına gelir. Katılımcıların somut öznellikleri ile nihai hedef arasındaki dolayımı kendilerince keşif ve inşa etmelerine yol gösterecek; tahakküme karşı gösterilen direncin örgütlenme ve özgüçlenme sürecinin inşasına evrilmesine katkıda bulunacak politik bir ilkeye uzun zamandır ihtiyacımız var. Dayanışmayı, otoriter rejimlerin dayattığı biçimlerin karşısına, dönüştürücü politik bir güç olarak çıkarmak, geleneksel biçimleri tercüme etmek ve gün geçtikçe daralan manevra alanı içinde yenilerini keşfetmek açısından da müştereğe ihtiyacımız var. Yarını bugünden kurabilmek için burada ve şu anda olma yükümlülüğümüz var; ancak müşterekleşebilmek için illa dere ya da park gibi önceden verili bir müşterek varlık keşfetmemize gerek yok. Gündelik yaşamın içinde, iş faaliyetimizde ve yerel ya da ulusal politik varoluşumuzda sürekli olarak yeniden bizden ayrıştırılmış biçimiyle emeğimiz ve kamusallığımız olarak müşterek mevcut. Asıl soru ise onu beklemeye devam mı edeceğiz yoksa ufkun öte yakasına geçmeye cesaret gösterecek miyiz?


1- Marx, K. (2016) Makine Üzerine Fragmanlar, İstanbul: Sub Yayınları.

2- Fırat, B. Ö. (2018, 7 Aralık ) “Küresel Hareket Döngüleri ve Müşterekleştirme Hareketleri”, https://musterekler.sehak.org/2018/12/07/kuresel-hareket-donguleri-ve-mustereklestirme-hareketleri-begum-ozden-firat/ (Erişim tarihi: 1 Mart 2019).

3- A.g.y.

4- Dumenil, G. (2013) The Crisis of Neoliberalism, Cambridge: Harvard University Press; Saad-Filho, A. (2011) “Crisis in Neoliberalism or Crisis of Neoliberalism?”, Socialist Register, s.242-259.

5- Dean, J. (2014) Komünist Ufuk, çev. N. Elhüseyni, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları; Dardot, P. ve Laval, C. (2018) Müşterek: 21. Yüzyılda Devrim Üzerine Deneme, çev. E. Sarıkartal ve F. Taylan, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

6- Azzellini’den aktaran Göymen, A. Y. (2018) Devrim Fikri Üzerine, İstanbul: Habitus.

7- Hansen, M. (2018) “Yirmi Yılın Ardından Negt ve Kluge’nin ‘Kamusal Alan ve Tecrübe’si: Değişen Karışımlar ve Genişlemiş Alanlar”, Kamusallık ve Tecrübe: Burjuva ve Proleter Kamusallığın Analizine Doğru içinde, çev. M. Atala, İstanbul: NotaBene, s. 17-63.

8- A.g.y., s. 49-50.

9- A.g.y., s. 29.

10- A.g.y., s. 52-53.

Şöyle bir soruyla başlayalım: Bugün müşterekler kavramı Türkiye’nin entelektüel camiasında neden heyecan uyandırıyor? Müşterekler kavramının üzerine kurulu olan iki önemli pozisyonun da yaşadığımız gerçeklik ile başa çıkmamız, tepkimizi dile getirmemiz ve harekete geçmemiz için fırsat sunuyor olması, sorunun yanıtını oluşturuyor olsa gerek. İster Türkiye toplumunun çözülmekte olduğunu ve bu çözülüşün tüm toplumu enkaz altında bırakarak gerçekleşeceğini düşünüp kendimize toplumun başat iki bileşeni olan piyasa ve devlet dışında bir normatif zenginlik alanı yaratmaya çalışalım, istersek de yeni bir politik bütünün oluşturulması için temel bir ilke arayışı içinde olalım müşterekler/müşterek mefhumunun bize söylediği bir şeyler var. 

Neoliberalizm: Gerçek Tahakkümün Kuruluşu

Müşterekler kavramının değerinin sadece ülkemizde yaşanan problemlerle alakalı olmadığı, asıl gücünü sayısız varyasyona sahip olan neoliberal saldırılara karşı koyan insanların direnişlerinde bulduğu gerçeğini hatırlatarak başlayalım. Bahsedilen saldırılar sadece doğal ve kentsel ortak zenginliklerimize değil. Sermayenin birikimi için elzem olan her toplumsal uzam bu saldırıdan nasibini alıyor. Çeşitlenen veçheleriyle emek süreci, toplumsal yeniden üretim alanı, gündelik yaşam, kültürel üretim ve politika bu yaratıcı yıkım makinesi tarafından yeniden düzenleniyor. Yeni birikim stratejisinin önüne çıkabilecek tüm kolektiviteler ise gerek doğrudan sermayenin hücumu ile gerekse yeniden düzenlenen devletin iştiraki yoluyla yerle bir ediliyor. Sermaye kârlılığını sağlamak için el koyacağı değer miktarını maksimize etmek amacıyla mekân ve zaman üzerindeki egemenliğini mutlaklaştırma mücadelesi veriyor. Ve son 30 küsur yıllık tabloya baktığımızda küresel çapta kendi hanesine müspet sonuçlar yazdırıyor. Her birimizi ekolojik çöküş, gıda krizi, kitlesel göç ve politik çatışmaların alacakaranlığına fırlatıyor.

Yokoluşa doğru şafak sayan biz faniler için de durum, her bir yanımızı sıkı sıkıya saran ideolojik kozanın içindeyken bile pek konforlu değil son zamanlarda. Sermayenin zaman ve mekân üzerinde kurmaya çalıştığı mutlak hakimiyetin yolu, her birimizin zihnini ve bedenini bir savaş alanına çevirerek zapt etmesinden geçiyor olsa gerek ki, birer sermaye birikim otomatına dönüşmemizi dikte eden yaşam karşısında daralıp duruyoruz. Baki kalacağı gün geçtikçe aşikâr olan bu efkârın temelinde ak sakallı kapitalizm gurusu Karl Marx’ın gerçek tahakküm adını verdiği koşullar yatıyor.

Marx’ın bize anlattığı biçimiyle gerçek tahakküm; kapitalistlerin daha fazla artıdeğere el koyarak daha yüksek kâr elde edebilmek adına emekgücünün verimliliğini artırmak için yaptıkları yatırımlar sonucunda gelişir.

Kapitalist üretim sürecinin makineleşmesini sağlayarak sömürü oranını artırma yoluna gider. Bu süreç içinde toplumun bilgi birikimi, Marx’ın ifadesiyle genel zekâ, üretim süreci içerisinde kapitaliste ait bir unsur olarak içerilerek işçinin makinenin bir parçası hâline getirilmesi sağlanır. Böylece sermaye ile ücretli emek arasındaki boyunduruk ilişkisi formel olmaktan çıkıp gerçek biçimini alır.1

Tahmin edilebileceği gibi bu yalnızca üretim süreci üzerinde etkileri olan bir dönüşüm değil. Zira emekgücü dediğimiz şey dalda yetişmediği gibi yerde kendiliğinden bitmiyor. Bu nesne/kişilerin doğmaları, büyümeleri, sevilmeleri, eğitilmeleri ve kendilerine biçilen payeyi benimsemeleri gerekiyor. Üretim sürecine entegre edilen makineleri kullanabilen, onların diliyle hemhâl olmuş ve kendisini işine adamış biri olarak üretilmesi ve zamanı geldiğinde yerine konulacak olanın (yeniden) üretilmesi bu nedenle yaşam süresince gerçekleşen, verili zaman ve mekânda sürekli devam eden iktidar ilişkilerinin konusunu oluşturuyor. Sermayenin bu mücadelenin kazananı olması, kendisi bir homosapiens evladı olan emekgücü sahibinin fiziksel ve zihinsel yetilerinin kontrolünü kaybedip tüm bu yeteneklerin sermayenin çıkarları uğruna en etkili biçimde seferber edilmesi ile mümkün. Son zamanların ayıplı kelimesini kullanacak olursak proleterin “yabancılaşması”, üretim faaliyeti ve toplumla olan ilişkilerinin kendi kontrolünden çıkarılırken bir yandan da değer üretiminin en verimli nesnesi hâline getirilmesi ile sözkonusu oluyor.

Müşterekler vs. Neoliberalizm

Adına neoliberalizm denen kapitalizm versiyonunu bu bağlamda, küresel çapta emekgücünü gerçek tahakküm altına almaya –insanları birer özsermaye otomatı hâline getirecek şekilde yabancılaştırmaya yönelik sermaye açısından gerçekleştirilmiş bir yaşam atılımı olarak okumayı öneriyorum. Küreselleşme çağının 90’lı yıllar boyunca süren ve 2000’lere yayılan döneminde yerellikler üzerinden icat edilen direniş mekânizmaları ile ortaya çıkan müşterekler hareketi ise tam da bu saldırıya karşı olay bazlı bir enternasyonelleşmenin nüvelerini barındırıyordu. Her yerel mücadele mekânsal açıdan ya da tematik olarak içerdiği sonluluk ile birlikte farklı mekânda ve zamanda ortaya çıkan hareketlerle rezonans içine giriyordu.2 Bu direnişler küresel çapta -sosyal forum vb. girişimlerin geri çekildiğini düşünürsek- kurumları inşa eden bir toplumsal harekete dönüşmediyse de sermayenin doğaya ve insanlara biçtiği senaryoyu krize sokmayı başardı. Sermayenin dayattığı ekolojik-toplumsal bileşimin karşısına geçmesi gerekenleri ayırdı, bir araya gelmesi gerekenler için de birlik oluşturulabileceğini kanıtladı. Müşterekler siyasetinin bu potansiyeline 2008 krizi sonrasında ortaya çıkan ikinci yükseliş evresinde bir kez daha tanık olduk.3 Ekonomik kriz sonrası küreselleşmenin vaat ettiği yeryüzü cennetinden kovulan ve işçi sınıfının bir parçası olduğu gerçeğiyle yüzleşen “yeni orta sınıfın” başını çektiği isyan dalgası bu kez kent müştereklerinin savunması ya da işgali biçiminde gerçekleşti. Bu dönemin neoliberalizmin hem ideolojik hegemonyasının hem de ekonomik/politik programının meşruiyetini yitirmesi ile sonuçlandığı görüşü dile getirilmektedir.4 Ancak sözkonusu darbeyi indiren müşterekler hareketinin yeniden geri çekilişi ile bambaşka bir konjonktüre girdiğimizi söylemek mümkün.

Bu noktada, bugüne dair şöyle bir değerlendirme yapabiliriz: Sermaye, 1970’li yıllarda ortaya çıkan krizi aşmak için piyasanın başatlığını kabul ettirmişti, en azından teoride devletin müdahalesi olmadan, yeni mekân ya da toplumsal ilişki katmanlarına nüfuz ederek kârlılık sağlıyordu. Buna karşı sözkonusu alanları savunmaya yönelik akut görevi müşterekler hareketi yerine getirdi. Bunu gerek müşterekler siyasetini gerçekleştiren kesimlerin sahip olduğu minör politika anlayışı aracılığıyla gerekse de maddi zorunluluklar nedeniyle daima bir dışta kalma düsturuyla, tekil alanlarda konumlanan farklılıkların kamusallığını örgütleyerek gerçekleştirdi. Bu durumun müşterekler siyasetinin toplumsal açıdan kök salmasını sağlayan güçlü yanı olduğu gibi aynı zamanda daimi bir marjinallik durumu yarattığı için yumuşak karnı olduğu görüşünü savunacağım. Özden’in ifade ettiği gibi, her iki tarihsel dalgada da önemli sonuçlar aldıktan sonra geri çekilmiş olmasının da bununla alakalı olduğunu düşünüyorum. İçinde bulunduğumuz konjonktürde sermaye ile devletler arasında kurulan otoriter rejim ortaklıklarının, önceki döneme hâkim olan tanıyarak yok sayma politikalarından farklılaştığını da göz önünde bulundurmalıyız. Bize, dolayısıyla herkese ait olanın ne olduğu ve bunun nasıl bir dönüştürücü güce sahip olduğunu yeniden düşünmeliyiz. Bunu yaparken de Jodi Dean ile Dardot ve Laval’in önerdiği gibi müşterekleri işlenebilen/el konulabilen varlıklar listesi olarak düşünme zorunluluğumuzun olmadığı fikrinden hareket etmek faydalı olacak.5

Müşterekler (Commons) ve Müşterek (The Common)

İşte tam bu noktada incelememizin odağını müştereklerden müşterek mefhumuna kaydırmak istiyorum. Buradaki amacım müşterekler siyasetinden öğrendiklerimizi/deneyimlediklerimizi toplumu yeniden kuran ama aynı zamanda yeni bir toplum kuran pratik olarak düşünmek üzere tartışmaya açmak. Siyaseti piyasa ve devlet dışında, sonsuz bir farklılıklar dizisi olarak düşünmeyen, bunların içinde ve bunlara karşı hareket etmeyi mümkün kılarak gündelik yaşamı dönüştüren bir toplumsal hareketi tartışmak. İçinde yaşadığımız toplumu özgürlükçü ve eşitlikçi bir doğrultuda dönüştürecek bir güce ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Sözkonusu dönüştürücü gücü oluşturacak olanlar elbette insanlar; ancak günümüzde bir araya gelmek, örgütlenmek ve eylemlilik üretmek açısından sahip olduğumuz kolektif beceri düzeyini (ya da beceriksizlik düzeyini mi demeliyiz?) düşündüğümüzde müşterek (the common) mefhumunun bu gücün oluşumunda önemli bir yapıtaşı olabileceğine inanıyorum. Bu nedenle müşterek kavramının anlamını tartışacak ve müşterekler meselesini bu kavram etrafında düşünmemiz gerektiğini savunacağım.

Kapitalizme ilişkin ortaya koyduğumuz gerçek tahakküm ajandası ve bunların öznelliklerimiz üzerindeki yabancılaştırıcı etkisi düşünüldüğünde farklar inşa etme üzerine kurulu olan stratejinin direnişler örgütlemek konusunda başarılı olduğu ancak kapitalizmi ortadan kaldırma konusunda yetersiz kaldığı açık. Oysa her iki husus bir arada düşünüldüğünde karşımızdaki tahakküm projesinin evrensellik iddiasına sahip olduğu, herhangi bir birlikte yaşam projesine uzun vadede yanaşmayacağı ve tüm bu nedenlerle ortadan kaldırılması gerektiği görülüyor. Kapitalizmin varlığını sürdürmek için kurmak zorunda olduğu gerçek tahakkümün anlamı, sermayenin ilksel birikim stratejisi olan ortak zenginlikleri çitlemenin/el koymanın sürdürülmesine dayanıyor. Bu durum çitlenen/el konan şeyin bir kez el konulmasıyla tamamlanan bir süreç değil. Çünkü tahakkümün konusu olan “şey”, yani emekgücü doğal ve kentsel varlıklar olmanın ötesinde doğayı dönüştürme yeteneğine sahip toplumsal bir varlık. Dolayısıyla insanın emekgücü denilen metaya dönüştürülmesi onun bu faaliyet kapasitesinin ve onu bir özne olarak inşa eden toplumsal dolayımın çitlenmesi/el konulması ile mümkün.

Bu anlamda kapitalizmin iki temel alametifarikası olan piyasa ve devlet, insanın iki temel özelliği olan emeğin ve kamusallığın sürekli olarak zapturapt altına alınması ile mümkün. Dolayısıyla bizlere, hepimize ait olanın dışında değil, tam da bunlara hükmedebildiği ölçüde var olabiliyor.

İşte bu nedenle yabancılaşmamızın motoru olan bu el koyma sürecine karşı koyarak öz faaliyetimizi örgütleyebileceğimiz bir ilkenin bileşenlerini oluşturuyorlar. Bugünün eleştirisi ve yarının bugünden kurulması, tüm bu nedenlerle emek ve kamusallık boyutlarıyla inşa etmemiz gereken müşterek ilkesinin etrafında kuracağımız ilişkiler ve bunlar üzerinden örgütleyeceğimiz toplumsal pratik sonucunda mümkün.

Emek ve Kamusallık Üzerinden Müştereği Düşünmek

Emeğin müşterek ile ilişkisine dair Dario Azzellini’nin görüşlerini benimsiyorum. Söz konusu görüşleri daha önce ele aldığım için bunları kısaca özetleyip kamusallık üzerinde durmak istiyorum. Geçmiş kuşaklarca üretilmiş bilgi ve becerilere, bunların korunması ve aktarılması için icat edilmiş sistemlere, başkalarıyla işbirliği yapmaya ve bireylerin toplumsal yeniden üretimine dayanan emek, toplumsal bir kapasite ve etkinliktir.6 Dolayısıyla emeğin boyunduruk altına alınması bu toplumsal kapasitenin, toplumsal ortaklığın boyunduruk altına alınması anlamına gelir. O yüzden, eğer yeniden bir araya gelmeyi, yeni bir topluluk ve de yeni bir dünya kurmayı düşlüyorsak bizi bir araya getirecek olan ilkenin içeriğini emeğin ortaklığını içerecek şekilde belirlememiz; ücretli emek formunu ortadan kaldıracak bir eylemlilik içinde olmamız gerekir.

Müştereğin bir diğer kurucu unsurunu kamusallık oluşturur. Günümüzde, Hannah Arendt’e ilişkin yapılan okumaların etkisiyle, emeğin ve kamusallığın birbirine zıt unsurlar olduğu, birbirini dışlayan hatta kısa devreye uğratan ilişki biçimleri olduğu görüşü yaygın. Bu ikisinin birlikte düşünülmesinin toplumsal ilişkiler bütününe ekonominin belirleyiciliğini dayattığı düşüncesi kabul görüyor. Siyaseti teknik bir meseleye indirgeyen, mevcut temsil mekânizmalarına dahi tahammülü olmayan bir yönetim pratiği olarak neoliberalizm için bu eleştiri kuşkusuz geçerli. Bununla birlikte, totalitarizm paradigmasının yarattığı kafa karışıklığıyla üretimin ve bölüşümün antagonistik bir yapıya sahip olduğu kapitalist toplumların ötesine geçmeye çalışan eşitlikçi ve özgürlükçü ortaklaşma projelerinin karşısına bu ezberin dayatılıyor olmasını haklı gösterecek herhangi bir dayanak olmadığı kanaatindeyim. Bir topluluğun varlığını, onu meydana getirenlerin doğa ile kurdukları ilişki çerçevesinde bir araya gelişlerini, mümkün kılan üretim faaliyetinin bu ilişkilerin yönetimi için kurulan öznellikten ayrı olduğunu/olması gerektiğini düşünmenin kime ne faydası olduğunu sorgulamak gerekiyor. “Siz yapısal ekonomik eşitsizlikten her bahsettiğinizde kamusal alanda gezinen bir özgürlük kelebeği can veriyor!” biçimindeki anaakım kabul özgürleşmeci siyasetler üzerindeki otoritesini yıkmak ve kamusallık ile emeği birlikte düşünmek gerekiyor. Tıpkı bir zamanlar Alexander Kluge ve Oskar Negt’in yapmış olduğu gibi.

Kluge ve Negt, Kamusallık ve Tecrübe isimli çalışmalarında söz konusu dışlayıcılığın burjuva kamusallığının temel özelliği olduğunu gösterirler: “… işçiler, kadınlar ve hizmetliler gibi temel toplumsal grupların olduğu kadar; üretim ve yeniden üretim, cinsellik ve çocuk bakımı gibi hayati toplumsal meselelerin de; yani, asimile edilemeyen, rasyonalleştirilemeyen ve kapsanamayan her türlü farklılığın dışlanması sözkonusudur.”7 Kapitalist değer yaratımı sürecine konu olamayan hiçbir toplumsal ilişki bu kamusallığın bir parçası olamadığı gibi, kapsama işleminin tamamı toplumsal ilişkilerin şeyleştirilmesi üzerinden gerçek

leşir. Burjuva kamusallığını oluşturan şey, yabancılaşmış ilişkilerin, bu ilişkileri tecrübe eden öznelerinin kamusal ifade ve temsiliyet şebekelerinden izole edilmesiyle ortaya çıkan ifadeleridir.8

Burjuva kamusallığının iktidarını kırmak, Kluge ve Negt’e göre, politika kavramının içeriğini üretim ile yeniden üretimin tüm toplumsal alanlarını kapsayacak şekilde genişletmekten geçer. Böylece, bir karşıt-kamusallığın inşası ve burjuva kamusal alanının dışladığı toplumsal tecrübenin kamusal ifadesini geliştirmek mümkün olur. Kluge ve Negt’in anladığı biçimiyle tecrübe “geçmişi hatırlama ve başka bir geleceği hayal edebilme yeteneğine” dayanır. Bu yeteneklerin “endüstrileşme, kentleşme ve modern tüketim kültürünün saldırısı altında tarihsel olarak parçalanmasına ve dönüşümüne” karşı bu “tarihsel parçalanmanın, kaybın, kopuşun ve değişmenin etkilerini kaydedebilme ve bunlarla baş edebilme”yi ifade eder.9 Karşıt-kamusal alanın oluşumu Kluge ve Negt’e göre burada tanımlanan tecrübenin kamusal örgütlenmesi ile gerçekleşecektir. Burada sözkonusu olan proleter tecrübe etrafında örülü olan bir ilişkiselliğin kurulmasıdır. Birbirinden koparılan yaşam alanlarının ve ayrıştırılan zamansallıkların bu kayba uğrayan insanların katılımıyla bir araya getirilmesidir.10 Diğer bir ifadeyle müşterekleştirilmesidir.

Sonuç

Bu noktada, filmi geriye doğru sararak müşterek ilkesine yönelik bir formülasyona varabiliriz. Üretim ve yeniden üretime dair tecrübeye dayalı ilişkiselliğin örgütlenmesi ve bunu mümkün kılan emek etkinliğinin ortaklığı üzerine inşa edeceğimiz özgürlükçü ve eşitlikçi topluluğun ilkesini müşterek olarak adlandırmayı öneriyorum. Bu tür bir ilke tasavvuruna sahip olmak her an her yerde geçerli olan bir formül tanımlamayı değil; işyerinde, mahallede vs. tahakkümü göğüsleyen insanlara birbirleriyle karşılıklı ilişki içine girebilecekleri, güç ve ihtiyaçlarını kolektif olarak tespit edip kolektif olarak karşılayacakları, zenginliği ve sorumluluğu ortaklaştırdıkları hareket içindeki tekillikler yaratma perspektifi sunmak anlamına gelir. Katılımcıların somut öznellikleri ile nihai hedef arasındaki dolayımı kendilerince keşif ve inşa etmelerine yol gösterecek; tahakküme karşı gösterilen direncin örgütlenme ve özgüçlenme sürecinin inşasına evrilmesine katkıda bulunacak politik bir ilkeye uzun zamandır ihtiyacımız var. Dayanışmayı, otoriter rejimlerin dayattığı biçimlerin karşısına, dönüştürücü politik bir güç olarak çıkarmak, geleneksel biçimleri tercüme etmek ve gün geçtikçe daralan manevra alanı içinde yenilerini keşfetmek açısından da müştereğe ihtiyacımız var. Yarını bugünden kurabilmek için burada ve şu anda olma yükümlülüğümüz var; ancak müşterekleşebilmek için illa dere ya da park gibi önceden verili bir müşterek varlık keşfetmemize gerek yok. Gündelik yaşamın içinde, iş faaliyetimizde ve yerel ya da ulusal politik varoluşumuzda sürekli olarak yeniden bizden ayrıştırılmış biçimiyle emeğimiz ve kamusallığımız olarak müşterek mevcut. Asıl soru ise onu beklemeye devam mı edeceğiz yoksa ufkun öte yakasına geçmeye cesaret gösterecek miyiz?


1- Marx, K. (2016) Makine Üzerine Fragmanlar, İstanbul: Sub Yayınları.

2- Fırat, B. Ö. (2018, 7 Aralık ) “Küresel Hareket Döngüleri ve Müşterekleştirme Hareketleri”, https://musterekler.sehak.org/2018/12/07/kuresel-hareket-donguleri-ve-mustereklestirme-hareketleri-begum-ozden-firat/ (Erişim tarihi: 1 Mart 2019).

3- A.g.y.

4- Dumenil, G. (2013) The Crisis of Neoliberalism, Cambridge: Harvard University Press; Saad-Filho, A. (2011) “Crisis in Neoliberalism or Crisis of Neoliberalism?”, Socialist Register, s.242-259.

5- Dean, J. (2014) Komünist Ufuk, çev. N. Elhüseyni, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları; Dardot, P. ve Laval, C. (2018) Müşterek: 21. Yüzyılda Devrim Üzerine Deneme, çev. E. Sarıkartal ve F. Taylan, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

6- Azzellini’den aktaran Göymen, A. Y. (2018) Devrim Fikri Üzerine, İstanbul: Habitus.

7- Hansen, M. (2018) “Yirmi Yılın Ardından Negt ve Kluge’nin ‘Kamusal Alan ve Tecrübe’si: Değişen Karışımlar ve Genişlemiş Alanlar”, Kamusallık ve Tecrübe: Burjuva ve Proleter Kamusallığın Analizine Doğru içinde, çev. M. Atala, İstanbul: NotaBene, s. 17-63.

8- A.g.y., s. 49-50.

9- A.g.y., s. 29.

10- A.g.y., s. 52-53.

DÖN