Aslı Odman: 13. Karaburun Bilim Kongresi’ndeki müşterekler oturumunda, sen “çocuğu” ve “çocuğun sağlıklı çevre hakkını”, etrafında müştereklerin örülebileceği bir alan olarak tanımladın. Bunu biraz daha açabilir misin? Hem doğabilimsel hem de siyasi olarak. 

Bülent Şık: Çocukları herkesçe paylaşılan bir varlık, bir değer olarak görüyorum ve bu bağlamda müşterek olarak tanımlayabilir miyiz, biraz bunun üzerinde düşünüyorum son zamanlarda. 

Müşterekler kavramsallaştırmasının vurguladığı herkese ait ve üzerinde mülkiyet kurulamayan varlıklar olarak düşünülebilir mi çocuklar? Toprak, su, hava, kent, gıda, tohum vb. gibi müştereklerimiz öyle hızlı bir biçimde tahrip ediliyor ki içinde olduğumuz yüzyılda yeryüzündeki hayatın devamlılığına dair büyük bir endişe yaratmış durumda.  

Çocukları neden bir müşterek varlık olarak görmek gerekli diye sordun. Bu üzerinde düşündüğüm bir konu ama henüz bir çerçeveye oturtamıyorum, çünkü müşterekler tartışması ile ilgili literatürü iyi bilmiyorum. Benimki bir önsezi sadece, buradan yol alabiliriz gibi geliyor. Çocuklar müştereklere yönelik her türlü yıkımın en önce ve en çok olumsuz etkilediği varlıklar. Yani müşterek olarak tarif ettiğimiz ortak varlıklarımızdaki yıkımın ilk mağduru çocuklar. Mağduriyet daha anne karnında iken başlıyor üstelik. Toprak, su, hava, gıda ve yaşanılan yerleşim yerleri ne kadar kirli ise sağlıkları daha anne karnında iken bozulmaya başlıyor çocukların. Üstelik bu mağduriyet sadece günümüz için değil, gelecekteki hayatları için de geçerli; çocukların yaşam hakkı gasp ediliyor ve gelecekleri ellerinden alınıyor bir taraftan da. Dolayısıyla müşterek varlıklardaki tahribin, kirlenmenin, işlemeyen bir hukuk sisteminin, devletin (kamu kurumlarının yani) aradan çekilmesinin ve bizi kural ya da yasa tanımaz ve kendi güvenliğini sağlama alma konusunda da epeyce donanımlı bir şirketler oligarşisi ile karşı karşıya bırakan siyasal atmosferin en çok mağdur ettiği kesimin çocuklar olduğu söylenebilir. Zenginlik, yoksulluk, sınıfsal konum, statü, din, dil ya da milliyet gibi birtakım aidiyetler ya da yaşadığımız çevre mevcut kötü gidişin çocuklar üzerindeki zarar verici etkisini ortadan kaldırmıyor. Ekonomik imkânlarınız şimdilik çocuğunuzu korusa da diyelim bir yirmi yıl ya da elli yıl sonra korumayacak. Ben kendi çocuğumu kurtarırım gerisinden banane gibi bir anlayış hiçbir işe yaramayacak yani. Çocukları bu nedenle bir müşterek varlık olarak görmek gerektiğini düşünüyorum. Bu sayede insanlara seslenecek bir dil oluşturabilmek, mevcut kötü gidişe karşı insanları harekete geçirecek, bir araya gelmelerini sağlayacak bir imkân yaratılabilir belki. 

Şu yanılsamadan ne kadar hızlı uyanırsak yeğdir: Çocuklarımızın sağlığına kasteden, geleceklerini ellerinden alan bir sistem var ve devlet bizim adımıza ve bizim yararımıza bu sorunları çözmeyecek. Aksine, zaman geçtikçe devletin ne kadar işlevsiz bir hâle geldiğini daha çok göreceğiz. Elbette bunlar benim mevcut duruma bakarak dile getirdiğim bazı öngörüler, gelecekte ne olacağını bilmek mümkün değil. Ama akademik doğruluk ve kesinlik adına bu tip öngörüleri dile getirmekten de kaçınmamak gerektiğine dair bir hissiyatım var; aksine, olabildiği kadar yüksek sesle ve cesaretle konuşmak gerekiyor. Karşılaşacağımız sorunların büyüklüğünü ve karmaşıklığını düşününce ister istemez böyle bir hissiyat oluşuyor bende. Bir mühendis olmamın da bunda rolü olabilir belki bilmiyorum; mühendislik bakışı diye bir şey var mıdır bilemiyorum ama en azından şunu söyleyebilirim: Bir imalat, yapım ya da üretim sürecinde karşımıza çıkan sorunları bir meydan okuma gibi algılarız biz mühendisler ve çözüm bulma adına yaptığımız çalışmalar epeyce heyecan vericidir. Ama düşüncem o ki belki de ilk kez karşımıza çıkan sorunları çözme konusunda derin ve aşılamaz bir çaresizlik yaşayacağız.

Şimdi bunları insanlara anlatmak zor gerçekten. Bu konularda sıklıkla tecrübe ettiğim iki önemli zorluk var. İlk zorluk yerele kilitlenmek ya da kendine odaklanmak dediğim bir zorluk. Birine sular kirleniyor dediğimizde ister istemez ilk gösterdiği refleks veya sorduğu ilk soru “peki içtiğimiz su iyi mi?” oluyor. Elbette gayet insani bir şey bu, insan sağlığına kasteden bir sorunu duyduğunda ister istemez aklına ilk gelen şey bana ya da bize ne oluyor acaba sorusu oluyor ama bir yandan da bizi yaşadığımız yere, yerelliklere ve o yerelliğe özgü sorunlara hapseden bir düşünme tarzı bu. 

Bir diğer zorluk bilgi aktarımı ile ilgili. İklim krizi, ormanlar ve sular gibi doğal varlıkların tahribi ya da gıdalardaki toksik kirlilik gibi sorunlardan söz ederken ister istemez çok teknik ve akademik bir dille konuşma gereğinden kaynaklanıyor bilgi aktarımındaki zorluklar. Ama bu, iletişimi çok zorlaştıran bir şey ve bu iletişim güçlüğünün varacağı nihai nokta sorunların çözümünü uzmanlara ya da uzman kurumlara bırakma davranışı oluyor. Sıklıkla dile getirilen “falanca ya da filanca mesele hakkında uzmanı olmayanlar konuşmasın” ya da “devlet kurumları bu soruna bir çare bulsun” söylemini hatırlayalım. Elbette iklim krizi, kimyasal kirlilik ya da daha spesifik bir örnek verelim çocuklarda hormonal ya da nöral sistem bozucu kimyasallar meselesi gibi içine daldığınızda epeyce uzmanlık bilgisi gerektiren sorunlar karşısında her insandan bir kimyacı ya da fizikçi olmasını ya da bir hekim olmasını bekleyemeyiz. Ee! O zaman ne yapacağız? Yapılacak ilk şey uzmanların işlevini başka bir şekilde tanımlamak.

Halkı ilgilendiren sorunlarda bir uzmanın görevi halk adına o sorunlara çözüm bulmak değil, uzmanlık alanları içine hapsolmuş meselelerin kamusal bir tartışma yaratacak şekilde düzenlenmesi olabilir.

Yani meselelerin kamusal tartışmalara olanak sağlayacak biçimde basitleştirilmesini, anlaşılır bir dile tercümesini ve genele aktarılmasını kastediyorum. 

Sorunların çözümünün ancak halkın da o sorunlar hakkında yeterli bilgiye sahip olması ve tartışmalara el koymasının sağlanmasının mümkün kılınması hâlinde olanaklı olabileceğini düşünüyorum. “Bilmek bir şeyleri değiştirmez” şeklinde bir inanış var ama o inanış ortada yeterli bilgi varmış ve herkes bilgiye erişebiliyormuş gibi bir varsayıma yaslanıyor. Oysa bunun doğru olmadığını düşünüyorum ve kendi alanımdan bakarak şunu söyleyebilirim: Gıdalarda toksik kimyasal kalıntıları ve bunun hayatı, çocuklarımızı ne ölçüde etkilediğine dair kamusal alana aktarılması gereken daha yığınla bilgi var. Elbette kamusal alan dediğimiz şey çok tahrip edildi. Devlet, şirketler –akademi ve medyayı da eklemeli- bu alandaki tartışmaları mümkün kılan zemini çok tahrip etti, hatta gaspetti. Ama öyleyse o zemini yeniden oluşturmaya çabalamak, insanları kamusal alandaki tartışmalara dahil edecek ortak bir dil bulmaya çalışmak gerekli değil midir? Çocukları bir müşterek varlık olarak tarif ederek ortak bir dil oluşturmak mümkün görünüyor bana. Meselenin sadece kendi çocuğu değil, diğer çocuklar da olduğunu, sadece kendi çocuğunu kurtarmaya odaklanmış bir bakış açısının gerçekte körlük olduğunu, bireysel bir kurtuluş olmadığını anlatabilmenin o ortak dili oluşturmanın yollarından biri olduğunu düşünüyorum. Sizin de içinde olduğunuz “Çocuklar Zehirlenmesin İnisiyatifi” böyle bir kaygıyla ortaya çıkmıştı örneğin.

“95 cm: Mega Kentin Mini Yurttaşları” belgeselinden bir kare
Çok yakın bir zamanda, 2011-16 seneleri arasında Sağlık Bakanlığı’nın yedi üniversiteden pek çok akademisyenin katılımıyla hayata geçirdiği, şimdiye kadar yapılmış en kapsamlı araştırma olarak nitelendirdiğin “Kocaeli, Antalya, Tekirdağ, Edirne, Kırklareli İllerinde Çevresel Faktörlerin ve Sağlık Üzerine Etkilerinin Değerlendirmesi” adlı araştırmasının vahim ön sonuçlarını tek açıklayan bilim insanı olarak hakkında dava açıldı. Buralardaki hava, su ve toprağın ölümcül içerikleriyle ilgili sonuçlar üzerine bir adım attığına dair bir bilgimiz bulunmayan Sağlık Bakanlığı, bu acil durumda halkı uyarma görevini yerine getiren senin “devlet sırlarını açığa çıkarmak” maddesi ile cezalandırılmanı sağlamaya çalışıyor. Dediğin gibi, bu davanın etrafında örülen kampanyanın şiarı ise, #ÇocuklarZehirlenmesin oldu. Biraz daha açar mısın, neden “çocuklar zehirlenmesin!” dedik?

Sağlık Bakanlığı’nın yaptığı araştırma 16 farklı araştırma projesinden oluşuyor ve bu projeler yan yana geldiğinde müşterekler çatısı altında toplanan neredeyse her şeyin araştırmanın kapsamı içinde yer aldığını söylemek mümkün. Ergene Havzası’nda yer alan iller olan Edirne, Kırklareli ve Tekirdağ illeri ile Kocaeli ve Antalya illerinde toprak, su, hava ve gıda gibi müştereklerin tamamında kansere yol açan kimyasal maddelerin kalıntısı araştırıldı. Bir diğer deyişle müşterek varlıklara verilen zararın ne boyutta olduğu ve bu zararın insan sağlığını nasıl etkilediği detaylı bir şekilde araştırıldı. Ama bütün bu çalışmaların odağında çocuk sağlığının yer aldığını söyleyebilirim. Araştırmada pestisitler, ağır metaller, poliaromatik hidrokarbon kalıntıları gibi bebek ve çocuklarda hormonal ve nöral sistem üzerinde olumsuz etki gösteren toksik kimyasalların büyük bir çoğunluğu çalışıldı. Örneğin çocuklarda hormonal sistem üzerinde bozucu etki gösteren kimyasalların tamamı araştırıldı. 

Araştırmadan elde edilen sonuçların çocuk sağlığı açısından ciddi sorunlara işaret ettiğini dava duruşmasında dile getirmiştim. Toprak, su, hava, gıdalar kirletiliyor. Bu kirliliğe devlet göz yumuyor. Medya ve akademi bu kirlenmeye yol açan failleri görmezden geliyor. Bunlar kamuya yansıyacak bir tartışmada ele alınabilir ve alındı da. Ama bütün bu olan bitenin neye yol açtığını ve en çok kimlere zarar verdiği sorusunu hiç atlamamalıyız. En çok çocuklar zarar görüyor. Toksik kimyasallarla toprağı, suları, havası ve gıdaları kirletilmiş bir bölgede yaşayan çocukların ileri yaşlarda onulmaz hastalıklara yakalanma riski çok artıyor. Bu risk yaş küçüldükçe büyüyor; bir başka deyişle toksik ya da kanser yapıcı kimyasallara yaşamınızın ne kadar erken safhalarında maruz kalırsanız risk de o ölçüde artıyor. Yetişkinler de etkileniyor elbette ama anne karnındaki bir bebekte ya da yaşamının ilk yaşlarındaki bir çocuktaki zarar çok daha büyük. Dolayısıyla toprak, su, hava ve gıdalar gibi müşterek varlıklarımızın kirletilmesini, doğal hayatın o kirlilik nedeniyle tahrip edilmesini mesele yapmak gerekir elbette ve bu meseleleri insanlara anlatmanın en kolay ve anlaşılır yollarından biridir “çocuklarımız zehirleniyor” demek. E, bu durumda yapacağımız şey de çocuklar zehirlenmesin üzerinden kurgulanabilir. 

Ama burada bir ifşada bulunmadan edemeyeceğim. Mesele sadece çocuklar da değil. Sağlık Bakanlığı’nın çalışmasında uçucu böceklerin sağlığını yakından ilgilendiren veriler var. Arılar, kelebekler vb. uçucu böceklerin soyu tükeniyor biliyorsunuz ve dünya genelinde yaşanan bir sorun bu. Biyolojik çeşitlilik kaybı kapsamında değerlendirilen bir sorun bu ve bu soruna kimyasal kirlenmenin ama özellikle de tarımda kullanılan bazı toksik kimyasalların yol açtığı düşünülüyor. Uçucu böceklerin kaybı gıda üretimine büyük darbe vuruyor. Ürettiğimiz gıdaların üçte birini uçucu böcekler vasıtasıyla elde ediyoruz. Dolayısıyla uçucu böceklerin soyunun tükenmesi bir felakettir. Sağlık Bakanlığı’nın çalışmasında uçucu böceklerin yok oluşuna neden olan toksik kimyasalların tamamı araştırıldı. Üstelik beş farklı kentte ve 1300’den fazla örnekte bu çalışmanın yapıldığı düşünülürse Bakanlık araştırmasının ülkemizde uçucu böcek ölümlerine ve özellikle de arıların ölmesine yol açan pestisitlerin doğadaki yaygınlığı hakkında yapılmış en kapsamlı araştırma olduğunu söyleyebilirim. 

Dava devam ettiği için sadece şu kadarını söyleyeyim: Arı ölümlerine yol açan neonikotinoid grubu toksik kimyasalların tamamı araştırıldı bakanlık çalışmasında. Araştırma esnasında oluşturduğumuz analiz yöntemine ülkemizde kullanılan neonikotinoidlerin hepsini dahil ettik çünkü. Çalışmayı planlarken mademki böyle bir iş yapılacak ülkemizdeki mevzuat gereği kullanılmasına müsaade edilen bütün neonikotinoidleri de araştıralım böylece hem insan hem de uçucu böceklere verdiğimiz zararı görme şansımız olur diye düşünmüştüm. Elde mevcut veriler uçucu böcek kayıplarının gözlendiği bölgelerle neonikotinoid kalıntılarının çok çıktığı bölgeler arasında bir ilişki var mı sorusuna yanıt olabilir ve evet özellikle Antalya’da epeyce yaygın bir neonikotinoid kirliliği var. Yani meseleye “arılar zehirlenmesin” gibi bir perspektif açmak da mümkün. 

Ama kritik soru şu: Bu bilgilerle ne yapacağız? Arıları yok ederek gıda üretimimizin sürekliliğini de mahveden, çocuklara anne karnındayken zarar veren toksik kimyasalların belli yerleşim bölgelerinde bu kadar yaygın olması karşısında hangi önlemleri alacağız? Bu sorunları çözmekle mükellef kamu kurumları adı var, kendi yok kurumlar hâline dönüşmüşse hayatımızı, geleceğimizi yakından ilgilendiren bu sorunlara nasıl çözüm bulacağız? Bu soruları sadece üzerinde düşünelim diye dile getiriyorum, yoksa benim de öyle takır takır verebileceğim yanıtlarım yok. Sadece sezgimi dile getirebilirim ve o da şu: Yaşadığımız sorunların somut olarak nelere yol açabileceğini, kimlerin ve ne şekilde bu sorunlardan etkilendiğini ve bu sorunlara kimlerin neden olduğunu yani sorunlara yol açan failleri net bir şekilde ortaya koymalıyız. İnsanlara üzerinde düşünebilecekleri ve eyleme geçebilecekleri ya da geçebileceğimiz somut bir çerçeve sunmalıyız. O nedenle çocuklar zehirlenmesin demek önemli ama bunu yaparken meseleyi olabildiğince somutlaştırarak, net bir şekilde kamusal dile aktarmak da önemli. 

Gıda; sınıfsallığı, toplumsal cinsiyeti, siyaseti, mekânsallığının yarattığı faklılaşmalara rağmen veya tam da onun sayesinde mi “müşterek” sence? 

Gıda maddesi dediğimiz her şey en nihayetinde bir canlı türüdür. Bazılarının doğadaki varlığı insandan da eskiye gider. Onların da biz insanlar gibi hayatta kalmak için belli gereksinimleri vardır. İşte, ne bileyim, belli bir nem ve sıcaklık şartları gibi şeylere ihtiyaç duyarlar. Gıdaların beslenme ihtiyacımızı karşılayan maddeler olması gerçeğini bir yana bırakırsak onları bizi yeryüzünün durumu ile ilişkiye sokan bir arayüz gibi de düşünebiliriz. Yani yeryüzündeki olumsuz değişimler gıdaların yapısında da değişimlere yol açacaktır. 

Bir örnek vererek söylediklerime açıklık getirebilirim. İklim krizi nedeniyle yeryüzünün ortalama sıcaklığındaki artış çeşitli gıdalardaki örneğin buğdaydaki protein, B vitaminleri, demir ya da çinko gibi besleyici öğelerin miktarında azalışa yol açıyor. Bu azalış insan merkezci bir bakış açısıyla değişen –ve olumsuz- şartların buğdayda yol açtığı bir sağlık sorunu olarak da görülebilir. Oysa gıda maddelerinin de birer canlı olduğunu ve hayatta kalmak ve varlıklarını sürdürebilmek için biz insanlar gibi belirli koşullara ihtiyaç duyduğunu düşünürsek bu azalışı başka türlü yorumlamak gerekeceği, en azından bir şeylerin yolunda gitmediğine dair bir uyarı olarak görülmesi gerekeceği açıktır. Ama biz aksini yaparız genellikle ve bu sorunun kökündeki nedene inmeyiz. Yani gıdaların besin içeriklerindeki azalmanın, yeryüzünün hayata elverişsiz bir hâl alıyor olmasından kaynaklanması meselesine değil de, gıdaların besin öğelerindeki azalışı hangi teknik yöntemlerle ya da yeniliklerle gideririz meselesine dikkat kesiliriz. Koşullandırılmış bir dikkat kesilme hâli ama bu. Şunu söylemeye çabalıyorum. Sadece tek bir olaya odaklanarak bile içinde olduğumuz ve birbirinden bağımsızmış gibi görünen meseleleri birbirine bağlamak mümkün ve gıda bir müşterek olarak toplumsal cinsiyet başta olmak üzere (çünkü gıda maddelerinin üretimi ve mutfakta hazırlanması ile ilgili ve çok hayati bilgilerin geçmişten günümüze taşıyıcısı kadınlardır, ama bu faaliyet alanı iktisadi ilişkilerin asli bir konusu olarak görülmemiştir) ekolojik sorunlar, dünya genelinde gözlenen biyoçeşitlilik kaybı, insanların doğal yaşam alanlarını sürekli dönüştürmesi yani doğada yaşayan diğer canlı türlerinin habitatlarının kaybı gibi mekânsal ilişkilerin odağına yerleştirebileceğimiz konuların tamamının kesişim kümesinde gıdaların yer aldığını söyleyebilirim. Ve haddim olmayarak bu kesişimin fen bilimleri alanından çok sosyal bilimler alanında bir mesele olarak ele alındığını da söylemeliyim ve bunu çok önemli ve pırıltılı buluyorum.  

Gıda konularının piyasa ekonomisinin makbul paydaşı “tüketici” açısından bakılmasının sansüre tabi tutulmadığını, bilakis teşvik edildiğini görüyoruz. Yaşam koçluğu literatürünün bir kısmı da bireysel gıdanın getirdiği bireysel esenlik ve diğerlerinden farklılaşma vurgusu üzerinden işliyor. Senin bianet’teki köşende parça parça pişip, sonra kitaba dönüşen Mutfaktaki Kimyacı yaklaşımın ise, bu bireysel veya ailevi esenlik yaklaşımını elinden tutup gıdanın üretilmesi, kamunun gıdanın üretildiği süreçlere müdahalesi ve şirketlerin konumlarına doğru nazikçe itiveriyor. Buna rağmen kitabının gördüğü ilgiyi nasıl açıklıyorsun? Gıda konusu özünde mi bir “doğal müşterek” var yoksa?

Bizi giderek bir yok oluşa doğru sürükleyen “şirket-devlet-üniversite-medya” işbirliği karşısında ve hâliyle içimize giderek daha çok kök salan politik çaresizlik ortamı karşısında ne yapmalıyız sorusuna yanıtlar üretmek her zamankinden daha elzem. Kitapta yer alan yazılarda bu soru hep aklımın bir köşesindeydi. Yazılarda elimden geldiğince de bu soruya yanıtlar aradığımı söyleyebilirim. 

Ama yanıtları ararken en başında doğru soruları sormak gerekiyor. Gıdalar ya da beslenme ile yaşadığımız ve medyada hemen her gün kendine yer bulan sorunların büyük bir kısmı müşterekler olarak nitelediğimiz toprak, su, hava gibi hayata zemin oluşturan varlıkların tahribi, yıkımı ya da kirletilmesi ile ilgili. Gerek medya gerekse akademik yayınlarda bu sorunların bireysel sorunlarmış gibi ele alınması ve çözümün bireysel tercihlerin değiştirilmesi noktasında aranması eğiliminin çok yaygın olduğu söylenebilir. Düpedüz yanlış bir tavırdır bu. Sorunların nedenleriyle değil de, etkenlerle ilgilenmeyi öne çıkaran ve böylece gerçek sorunları tartışma konusu kılmaktan uzaklaştıran bir tavırdır. Ele aldığımız bir meselenin birden fazla nedeni vardır genellikle. Nedensel bağlantılar bir çerçeve oluşturur. Bir konu hakkındaki çerçeveyi daraltıp birbiri ile ilişkili nedensel öğelerin sayısını azaltarak konuşmak çoğu zaman bir zorunluluktur. Ancak çerçeveyi aşırı daralttığımızda nedenlerden değil, etkenlerden konuşur hâle geliriz ve bu meselenin gerçek faillerini gizlediği için kaçınılması gereken bir durumdur. 

Söylediklerime şöyle açıklık getirebilirim: Verem hastalığının nedeni verem mikrobu değil, verem hastalığına yol açan sağlıksız koşullardır. Verem mikrobu neden değil, etkendir ve sadece verem mikrobunu konuşmak neden-sonuç ilişkilerini karartabilir. Bir gıda maddesinde bulunan zararlı bir madde (etken) hakkındaki konuşmalarda, tartışmalarda o gıdayı yemememiz gerektiği dile getiriliyor. Peki ne yapacağız? Başka şeyler yiyeceğiz. Daha sağlıklı şeyler. O sağlıklı şeyler de duruma göre ekolojik ürünler ya da işlenmemiş gıdalar olabiliyor. Devletin sağlıksız ürünler için önlem alması, kontrol ve denetimleri daha sık yapması gerektiği de dile getirilerek (sonuç) konu kapatılıyor. Sonra bir başka zararlı etken, ya da gıda maddesi için aynı konuşmaları yine dinliyoruz, okuyoruz. Ve daha sonra doğal olarak şu soruyu sorarken buluyoruz kendimizi: “Onu yeme, bunu yeme; peki ne yiyeceğiz?” Nedenler ve sonuçlar arasında bağlantılar kurabilmek için gıda ve beslenme ile ilgili meselelere dair bakış açımızı genişletmek, farklı perspektifler eklemek bir gerekliliktir. Kanaatimce bir uzmanın asli görevi de budur: Meselelerin nedenlerini kamusal dile tercüme ederek, kamusal ortamlarda tartışılabilir kılmak. Ama bu genellikle yapılmıyor ve sorunların çözümüne dair öneriler bireysel tercihlerin düzenlenmesi ve devletin önlem alması gereğini vurgulamaktan öteye gitmiyor. Oysa gıdalar ve beslenme ile ilgili sorunların gerçek nedenleri çoğunlukla içinde olduğumuz ekolojik sorunlarla ve nasıl bir toplumsal hayatın içinde yaşadığımızla ilgilidir. Örneğin gıdalarda bulunan toksik maddelerin miktarını azaltmak ya da sonlandırmak için bireysel olarak yapabileceklerimiz çok sınırlıdır. Bunu sağlamak ancak kamusal politikalarla mümkündür. Dolayısıyla besin tercihlerini değiştirmek, falanca gıdanın yerine filanca gıdayı satın almak değil de gıdalar ve beslenme ile ilgili politikalara müdahil olmanın yollarını bulmak gereklidir. İyi beslenme bireysel tercihlerle değil, toplumsal politikalarla mümkün kılınabilir ancak. Dolayısıyla bizim ne yediğimiz kadar başkalarının neleri yiyemediğini de dert edinmeden “sağlıklı” bir çıkış yolu bulabilmek olanaksızdır.

Aslı Odman: 13. Karaburun Bilim Kongresi’ndeki müşterekler oturumunda, sen “çocuğu” ve “çocuğun sağlıklı çevre hakkını”, etrafında müştereklerin örülebileceği bir alan olarak tanımladın. Bunu biraz daha açabilir misin? Hem doğabilimsel hem de siyasi olarak. 

Bülent Şık: Çocukları herkesçe paylaşılan bir varlık, bir değer olarak görüyorum ve bu bağlamda müşterek olarak tanımlayabilir miyiz, biraz bunun üzerinde düşünüyorum son zamanlarda. 

Müşterekler kavramsallaştırmasının vurguladığı herkese ait ve üzerinde mülkiyet kurulamayan varlıklar olarak düşünülebilir mi çocuklar? Toprak, su, hava, kent, gıda, tohum vb. gibi müştereklerimiz öyle hızlı bir biçimde tahrip ediliyor ki içinde olduğumuz yüzyılda yeryüzündeki hayatın devamlılığına dair büyük bir endişe yaratmış durumda.  

Çocukları neden bir müşterek varlık olarak görmek gerekli diye sordun. Bu üzerinde düşündüğüm bir konu ama henüz bir çerçeveye oturtamıyorum, çünkü müşterekler tartışması ile ilgili literatürü iyi bilmiyorum. Benimki bir önsezi sadece, buradan yol alabiliriz gibi geliyor. Çocuklar müştereklere yönelik her türlü yıkımın en önce ve en çok olumsuz etkilediği varlıklar. Yani müşterek olarak tarif ettiğimiz ortak varlıklarımızdaki yıkımın ilk mağduru çocuklar. Mağduriyet daha anne karnında iken başlıyor üstelik. Toprak, su, hava, gıda ve yaşanılan yerleşim yerleri ne kadar kirli ise sağlıkları daha anne karnında iken bozulmaya başlıyor çocukların. Üstelik bu mağduriyet sadece günümüz için değil, gelecekteki hayatları için de geçerli; çocukların yaşam hakkı gasp ediliyor ve gelecekleri ellerinden alınıyor bir taraftan da. Dolayısıyla müşterek varlıklardaki tahribin, kirlenmenin, işlemeyen bir hukuk sisteminin, devletin (kamu kurumlarının yani) aradan çekilmesinin ve bizi kural ya da yasa tanımaz ve kendi güvenliğini sağlama alma konusunda da epeyce donanımlı bir şirketler oligarşisi ile karşı karşıya bırakan siyasal atmosferin en çok mağdur ettiği kesimin çocuklar olduğu söylenebilir. Zenginlik, yoksulluk, sınıfsal konum, statü, din, dil ya da milliyet gibi birtakım aidiyetler ya da yaşadığımız çevre mevcut kötü gidişin çocuklar üzerindeki zarar verici etkisini ortadan kaldırmıyor. Ekonomik imkânlarınız şimdilik çocuğunuzu korusa da diyelim bir yirmi yıl ya da elli yıl sonra korumayacak. Ben kendi çocuğumu kurtarırım gerisinden banane gibi bir anlayış hiçbir işe yaramayacak yani. Çocukları bu nedenle bir müşterek varlık olarak görmek gerektiğini düşünüyorum. Bu sayede insanlara seslenecek bir dil oluşturabilmek, mevcut kötü gidişe karşı insanları harekete geçirecek, bir araya gelmelerini sağlayacak bir imkân yaratılabilir belki. 

Şu yanılsamadan ne kadar hızlı uyanırsak yeğdir: Çocuklarımızın sağlığına kasteden, geleceklerini ellerinden alan bir sistem var ve devlet bizim adımıza ve bizim yararımıza bu sorunları çözmeyecek. Aksine, zaman geçtikçe devletin ne kadar işlevsiz bir hâle geldiğini daha çok göreceğiz. Elbette bunlar benim mevcut duruma bakarak dile getirdiğim bazı öngörüler, gelecekte ne olacağını bilmek mümkün değil. Ama akademik doğruluk ve kesinlik adına bu tip öngörüleri dile getirmekten de kaçınmamak gerektiğine dair bir hissiyatım var; aksine, olabildiği kadar yüksek sesle ve cesaretle konuşmak gerekiyor. Karşılaşacağımız sorunların büyüklüğünü ve karmaşıklığını düşününce ister istemez böyle bir hissiyat oluşuyor bende. Bir mühendis olmamın da bunda rolü olabilir belki bilmiyorum; mühendislik bakışı diye bir şey var mıdır bilemiyorum ama en azından şunu söyleyebilirim: Bir imalat, yapım ya da üretim sürecinde karşımıza çıkan sorunları bir meydan okuma gibi algılarız biz mühendisler ve çözüm bulma adına yaptığımız çalışmalar epeyce heyecan vericidir. Ama düşüncem o ki belki de ilk kez karşımıza çıkan sorunları çözme konusunda derin ve aşılamaz bir çaresizlik yaşayacağız.

Şimdi bunları insanlara anlatmak zor gerçekten. Bu konularda sıklıkla tecrübe ettiğim iki önemli zorluk var. İlk zorluk yerele kilitlenmek ya da kendine odaklanmak dediğim bir zorluk. Birine sular kirleniyor dediğimizde ister istemez ilk gösterdiği refleks veya sorduğu ilk soru “peki içtiğimiz su iyi mi?” oluyor. Elbette gayet insani bir şey bu, insan sağlığına kasteden bir sorunu duyduğunda ister istemez aklına ilk gelen şey bana ya da bize ne oluyor acaba sorusu oluyor ama bir yandan da bizi yaşadığımız yere, yerelliklere ve o yerelliğe özgü sorunlara hapseden bir düşünme tarzı bu. 

Bir diğer zorluk bilgi aktarımı ile ilgili. İklim krizi, ormanlar ve sular gibi doğal varlıkların tahribi ya da gıdalardaki toksik kirlilik gibi sorunlardan söz ederken ister istemez çok teknik ve akademik bir dille konuşma gereğinden kaynaklanıyor bilgi aktarımındaki zorluklar. Ama bu, iletişimi çok zorlaştıran bir şey ve bu iletişim güçlüğünün varacağı nihai nokta sorunların çözümünü uzmanlara ya da uzman kurumlara bırakma davranışı oluyor. Sıklıkla dile getirilen “falanca ya da filanca mesele hakkında uzmanı olmayanlar konuşmasın” ya da “devlet kurumları bu soruna bir çare bulsun” söylemini hatırlayalım. Elbette iklim krizi, kimyasal kirlilik ya da daha spesifik bir örnek verelim çocuklarda hormonal ya da nöral sistem bozucu kimyasallar meselesi gibi içine daldığınızda epeyce uzmanlık bilgisi gerektiren sorunlar karşısında her insandan bir kimyacı ya da fizikçi olmasını ya da bir hekim olmasını bekleyemeyiz. Ee! O zaman ne yapacağız? Yapılacak ilk şey uzmanların işlevini başka bir şekilde tanımlamak.

Halkı ilgilendiren sorunlarda bir uzmanın görevi halk adına o sorunlara çözüm bulmak değil, uzmanlık alanları içine hapsolmuş meselelerin kamusal bir tartışma yaratacak şekilde düzenlenmesi olabilir.

Yani meselelerin kamusal tartışmalara olanak sağlayacak biçimde basitleştirilmesini, anlaşılır bir dile tercümesini ve genele aktarılmasını kastediyorum. 

Sorunların çözümünün ancak halkın da o sorunlar hakkında yeterli bilgiye sahip olması ve tartışmalara el koymasının sağlanmasının mümkün kılınması hâlinde olanaklı olabileceğini düşünüyorum. “Bilmek bir şeyleri değiştirmez” şeklinde bir inanış var ama o inanış ortada yeterli bilgi varmış ve herkes bilgiye erişebiliyormuş gibi bir varsayıma yaslanıyor. Oysa bunun doğru olmadığını düşünüyorum ve kendi alanımdan bakarak şunu söyleyebilirim: Gıdalarda toksik kimyasal kalıntıları ve bunun hayatı, çocuklarımızı ne ölçüde etkilediğine dair kamusal alana aktarılması gereken daha yığınla bilgi var. Elbette kamusal alan dediğimiz şey çok tahrip edildi. Devlet, şirketler –akademi ve medyayı da eklemeli- bu alandaki tartışmaları mümkün kılan zemini çok tahrip etti, hatta gaspetti. Ama öyleyse o zemini yeniden oluşturmaya çabalamak, insanları kamusal alandaki tartışmalara dahil edecek ortak bir dil bulmaya çalışmak gerekli değil midir? Çocukları bir müşterek varlık olarak tarif ederek ortak bir dil oluşturmak mümkün görünüyor bana. Meselenin sadece kendi çocuğu değil, diğer çocuklar da olduğunu, sadece kendi çocuğunu kurtarmaya odaklanmış bir bakış açısının gerçekte körlük olduğunu, bireysel bir kurtuluş olmadığını anlatabilmenin o ortak dili oluşturmanın yollarından biri olduğunu düşünüyorum. Sizin de içinde olduğunuz “Çocuklar Zehirlenmesin İnisiyatifi” böyle bir kaygıyla ortaya çıkmıştı örneğin.

“95 cm: Mega Kentin Mini Yurttaşları” belgeselinden bir kare
Çok yakın bir zamanda, 2011-16 seneleri arasında Sağlık Bakanlığı’nın yedi üniversiteden pek çok akademisyenin katılımıyla hayata geçirdiği, şimdiye kadar yapılmış en kapsamlı araştırma olarak nitelendirdiğin “Kocaeli, Antalya, Tekirdağ, Edirne, Kırklareli İllerinde Çevresel Faktörlerin ve Sağlık Üzerine Etkilerinin Değerlendirmesi” adlı araştırmasının vahim ön sonuçlarını tek açıklayan bilim insanı olarak hakkında dava açıldı. Buralardaki hava, su ve toprağın ölümcül içerikleriyle ilgili sonuçlar üzerine bir adım attığına dair bir bilgimiz bulunmayan Sağlık Bakanlığı, bu acil durumda halkı uyarma görevini yerine getiren senin “devlet sırlarını açığa çıkarmak” maddesi ile cezalandırılmanı sağlamaya çalışıyor. Dediğin gibi, bu davanın etrafında örülen kampanyanın şiarı ise, #ÇocuklarZehirlenmesin oldu. Biraz daha açar mısın, neden “çocuklar zehirlenmesin!” dedik?

Sağlık Bakanlığı’nın yaptığı araştırma 16 farklı araştırma projesinden oluşuyor ve bu projeler yan yana geldiğinde müşterekler çatısı altında toplanan neredeyse her şeyin araştırmanın kapsamı içinde yer aldığını söylemek mümkün. Ergene Havzası’nda yer alan iller olan Edirne, Kırklareli ve Tekirdağ illeri ile Kocaeli ve Antalya illerinde toprak, su, hava ve gıda gibi müştereklerin tamamında kansere yol açan kimyasal maddelerin kalıntısı araştırıldı. Bir diğer deyişle müşterek varlıklara verilen zararın ne boyutta olduğu ve bu zararın insan sağlığını nasıl etkilediği detaylı bir şekilde araştırıldı. Ama bütün bu çalışmaların odağında çocuk sağlığının yer aldığını söyleyebilirim. Araştırmada pestisitler, ağır metaller, poliaromatik hidrokarbon kalıntıları gibi bebek ve çocuklarda hormonal ve nöral sistem üzerinde olumsuz etki gösteren toksik kimyasalların büyük bir çoğunluğu çalışıldı. Örneğin çocuklarda hormonal sistem üzerinde bozucu etki gösteren kimyasalların tamamı araştırıldı. 

Araştırmadan elde edilen sonuçların çocuk sağlığı açısından ciddi sorunlara işaret ettiğini dava duruşmasında dile getirmiştim. Toprak, su, hava, gıdalar kirletiliyor. Bu kirliliğe devlet göz yumuyor. Medya ve akademi bu kirlenmeye yol açan failleri görmezden geliyor. Bunlar kamuya yansıyacak bir tartışmada ele alınabilir ve alındı da. Ama bütün bu olan bitenin neye yol açtığını ve en çok kimlere zarar verdiği sorusunu hiç atlamamalıyız. En çok çocuklar zarar görüyor. Toksik kimyasallarla toprağı, suları, havası ve gıdaları kirletilmiş bir bölgede yaşayan çocukların ileri yaşlarda onulmaz hastalıklara yakalanma riski çok artıyor. Bu risk yaş küçüldükçe büyüyor; bir başka deyişle toksik ya da kanser yapıcı kimyasallara yaşamınızın ne kadar erken safhalarında maruz kalırsanız risk de o ölçüde artıyor. Yetişkinler de etkileniyor elbette ama anne karnındaki bir bebekte ya da yaşamının ilk yaşlarındaki bir çocuktaki zarar çok daha büyük. Dolayısıyla toprak, su, hava ve gıdalar gibi müşterek varlıklarımızın kirletilmesini, doğal hayatın o kirlilik nedeniyle tahrip edilmesini mesele yapmak gerekir elbette ve bu meseleleri insanlara anlatmanın en kolay ve anlaşılır yollarından biridir “çocuklarımız zehirleniyor” demek. E, bu durumda yapacağımız şey de çocuklar zehirlenmesin üzerinden kurgulanabilir. 

Ama burada bir ifşada bulunmadan edemeyeceğim. Mesele sadece çocuklar da değil. Sağlık Bakanlığı’nın çalışmasında uçucu böceklerin sağlığını yakından ilgilendiren veriler var. Arılar, kelebekler vb. uçucu böceklerin soyu tükeniyor biliyorsunuz ve dünya genelinde yaşanan bir sorun bu. Biyolojik çeşitlilik kaybı kapsamında değerlendirilen bir sorun bu ve bu soruna kimyasal kirlenmenin ama özellikle de tarımda kullanılan bazı toksik kimyasalların yol açtığı düşünülüyor. Uçucu böceklerin kaybı gıda üretimine büyük darbe vuruyor. Ürettiğimiz gıdaların üçte birini uçucu böcekler vasıtasıyla elde ediyoruz. Dolayısıyla uçucu böceklerin soyunun tükenmesi bir felakettir. Sağlık Bakanlığı’nın çalışmasında uçucu böceklerin yok oluşuna neden olan toksik kimyasalların tamamı araştırıldı. Üstelik beş farklı kentte ve 1300’den fazla örnekte bu çalışmanın yapıldığı düşünülürse Bakanlık araştırmasının ülkemizde uçucu böcek ölümlerine ve özellikle de arıların ölmesine yol açan pestisitlerin doğadaki yaygınlığı hakkında yapılmış en kapsamlı araştırma olduğunu söyleyebilirim. 

Dava devam ettiği için sadece şu kadarını söyleyeyim: Arı ölümlerine yol açan neonikotinoid grubu toksik kimyasalların tamamı araştırıldı bakanlık çalışmasında. Araştırma esnasında oluşturduğumuz analiz yöntemine ülkemizde kullanılan neonikotinoidlerin hepsini dahil ettik çünkü. Çalışmayı planlarken mademki böyle bir iş yapılacak ülkemizdeki mevzuat gereği kullanılmasına müsaade edilen bütün neonikotinoidleri de araştıralım böylece hem insan hem de uçucu böceklere verdiğimiz zararı görme şansımız olur diye düşünmüştüm. Elde mevcut veriler uçucu böcek kayıplarının gözlendiği bölgelerle neonikotinoid kalıntılarının çok çıktığı bölgeler arasında bir ilişki var mı sorusuna yanıt olabilir ve evet özellikle Antalya’da epeyce yaygın bir neonikotinoid kirliliği var. Yani meseleye “arılar zehirlenmesin” gibi bir perspektif açmak da mümkün. 

Ama kritik soru şu: Bu bilgilerle ne yapacağız? Arıları yok ederek gıda üretimimizin sürekliliğini de mahveden, çocuklara anne karnındayken zarar veren toksik kimyasalların belli yerleşim bölgelerinde bu kadar yaygın olması karşısında hangi önlemleri alacağız? Bu sorunları çözmekle mükellef kamu kurumları adı var, kendi yok kurumlar hâline dönüşmüşse hayatımızı, geleceğimizi yakından ilgilendiren bu sorunlara nasıl çözüm bulacağız? Bu soruları sadece üzerinde düşünelim diye dile getiriyorum, yoksa benim de öyle takır takır verebileceğim yanıtlarım yok. Sadece sezgimi dile getirebilirim ve o da şu: Yaşadığımız sorunların somut olarak nelere yol açabileceğini, kimlerin ve ne şekilde bu sorunlardan etkilendiğini ve bu sorunlara kimlerin neden olduğunu yani sorunlara yol açan failleri net bir şekilde ortaya koymalıyız. İnsanlara üzerinde düşünebilecekleri ve eyleme geçebilecekleri ya da geçebileceğimiz somut bir çerçeve sunmalıyız. O nedenle çocuklar zehirlenmesin demek önemli ama bunu yaparken meseleyi olabildiğince somutlaştırarak, net bir şekilde kamusal dile aktarmak da önemli. 

Gıda; sınıfsallığı, toplumsal cinsiyeti, siyaseti, mekânsallığının yarattığı faklılaşmalara rağmen veya tam da onun sayesinde mi “müşterek” sence? 

Gıda maddesi dediğimiz her şey en nihayetinde bir canlı türüdür. Bazılarının doğadaki varlığı insandan da eskiye gider. Onların da biz insanlar gibi hayatta kalmak için belli gereksinimleri vardır. İşte, ne bileyim, belli bir nem ve sıcaklık şartları gibi şeylere ihtiyaç duyarlar. Gıdaların beslenme ihtiyacımızı karşılayan maddeler olması gerçeğini bir yana bırakırsak onları bizi yeryüzünün durumu ile ilişkiye sokan bir arayüz gibi de düşünebiliriz. Yani yeryüzündeki olumsuz değişimler gıdaların yapısında da değişimlere yol açacaktır. 

Bir örnek vererek söylediklerime açıklık getirebilirim. İklim krizi nedeniyle yeryüzünün ortalama sıcaklığındaki artış çeşitli gıdalardaki örneğin buğdaydaki protein, B vitaminleri, demir ya da çinko gibi besleyici öğelerin miktarında azalışa yol açıyor. Bu azalış insan merkezci bir bakış açısıyla değişen –ve olumsuz- şartların buğdayda yol açtığı bir sağlık sorunu olarak da görülebilir. Oysa gıda maddelerinin de birer canlı olduğunu ve hayatta kalmak ve varlıklarını sürdürebilmek için biz insanlar gibi belirli koşullara ihtiyaç duyduğunu düşünürsek bu azalışı başka türlü yorumlamak gerekeceği, en azından bir şeylerin yolunda gitmediğine dair bir uyarı olarak görülmesi gerekeceği açıktır. Ama biz aksini yaparız genellikle ve bu sorunun kökündeki nedene inmeyiz. Yani gıdaların besin içeriklerindeki azalmanın, yeryüzünün hayata elverişsiz bir hâl alıyor olmasından kaynaklanması meselesine değil de, gıdaların besin öğelerindeki azalışı hangi teknik yöntemlerle ya da yeniliklerle gideririz meselesine dikkat kesiliriz. Koşullandırılmış bir dikkat kesilme hâli ama bu. Şunu söylemeye çabalıyorum. Sadece tek bir olaya odaklanarak bile içinde olduğumuz ve birbirinden bağımsızmış gibi görünen meseleleri birbirine bağlamak mümkün ve gıda bir müşterek olarak toplumsal cinsiyet başta olmak üzere (çünkü gıda maddelerinin üretimi ve mutfakta hazırlanması ile ilgili ve çok hayati bilgilerin geçmişten günümüze taşıyıcısı kadınlardır, ama bu faaliyet alanı iktisadi ilişkilerin asli bir konusu olarak görülmemiştir) ekolojik sorunlar, dünya genelinde gözlenen biyoçeşitlilik kaybı, insanların doğal yaşam alanlarını sürekli dönüştürmesi yani doğada yaşayan diğer canlı türlerinin habitatlarının kaybı gibi mekânsal ilişkilerin odağına yerleştirebileceğimiz konuların tamamının kesişim kümesinde gıdaların yer aldığını söyleyebilirim. Ve haddim olmayarak bu kesişimin fen bilimleri alanından çok sosyal bilimler alanında bir mesele olarak ele alındığını da söylemeliyim ve bunu çok önemli ve pırıltılı buluyorum.  

Gıda konularının piyasa ekonomisinin makbul paydaşı “tüketici” açısından bakılmasının sansüre tabi tutulmadığını, bilakis teşvik edildiğini görüyoruz. Yaşam koçluğu literatürünün bir kısmı da bireysel gıdanın getirdiği bireysel esenlik ve diğerlerinden farklılaşma vurgusu üzerinden işliyor. Senin bianet’teki köşende parça parça pişip, sonra kitaba dönüşen Mutfaktaki Kimyacı yaklaşımın ise, bu bireysel veya ailevi esenlik yaklaşımını elinden tutup gıdanın üretilmesi, kamunun gıdanın üretildiği süreçlere müdahalesi ve şirketlerin konumlarına doğru nazikçe itiveriyor. Buna rağmen kitabının gördüğü ilgiyi nasıl açıklıyorsun? Gıda konusu özünde mi bir “doğal müşterek” var yoksa?

Bizi giderek bir yok oluşa doğru sürükleyen “şirket-devlet-üniversite-medya” işbirliği karşısında ve hâliyle içimize giderek daha çok kök salan politik çaresizlik ortamı karşısında ne yapmalıyız sorusuna yanıtlar üretmek her zamankinden daha elzem. Kitapta yer alan yazılarda bu soru hep aklımın bir köşesindeydi. Yazılarda elimden geldiğince de bu soruya yanıtlar aradığımı söyleyebilirim. 

Ama yanıtları ararken en başında doğru soruları sormak gerekiyor. Gıdalar ya da beslenme ile yaşadığımız ve medyada hemen her gün kendine yer bulan sorunların büyük bir kısmı müşterekler olarak nitelediğimiz toprak, su, hava gibi hayata zemin oluşturan varlıkların tahribi, yıkımı ya da kirletilmesi ile ilgili. Gerek medya gerekse akademik yayınlarda bu sorunların bireysel sorunlarmış gibi ele alınması ve çözümün bireysel tercihlerin değiştirilmesi noktasında aranması eğiliminin çok yaygın olduğu söylenebilir. Düpedüz yanlış bir tavırdır bu. Sorunların nedenleriyle değil de, etkenlerle ilgilenmeyi öne çıkaran ve böylece gerçek sorunları tartışma konusu kılmaktan uzaklaştıran bir tavırdır. Ele aldığımız bir meselenin birden fazla nedeni vardır genellikle. Nedensel bağlantılar bir çerçeve oluşturur. Bir konu hakkındaki çerçeveyi daraltıp birbiri ile ilişkili nedensel öğelerin sayısını azaltarak konuşmak çoğu zaman bir zorunluluktur. Ancak çerçeveyi aşırı daralttığımızda nedenlerden değil, etkenlerden konuşur hâle geliriz ve bu meselenin gerçek faillerini gizlediği için kaçınılması gereken bir durumdur. 

Söylediklerime şöyle açıklık getirebilirim: Verem hastalığının nedeni verem mikrobu değil, verem hastalığına yol açan sağlıksız koşullardır. Verem mikrobu neden değil, etkendir ve sadece verem mikrobunu konuşmak neden-sonuç ilişkilerini karartabilir. Bir gıda maddesinde bulunan zararlı bir madde (etken) hakkındaki konuşmalarda, tartışmalarda o gıdayı yemememiz gerektiği dile getiriliyor. Peki ne yapacağız? Başka şeyler yiyeceğiz. Daha sağlıklı şeyler. O sağlıklı şeyler de duruma göre ekolojik ürünler ya da işlenmemiş gıdalar olabiliyor. Devletin sağlıksız ürünler için önlem alması, kontrol ve denetimleri daha sık yapması gerektiği de dile getirilerek (sonuç) konu kapatılıyor. Sonra bir başka zararlı etken, ya da gıda maddesi için aynı konuşmaları yine dinliyoruz, okuyoruz. Ve daha sonra doğal olarak şu soruyu sorarken buluyoruz kendimizi: “Onu yeme, bunu yeme; peki ne yiyeceğiz?” Nedenler ve sonuçlar arasında bağlantılar kurabilmek için gıda ve beslenme ile ilgili meselelere dair bakış açımızı genişletmek, farklı perspektifler eklemek bir gerekliliktir. Kanaatimce bir uzmanın asli görevi de budur: Meselelerin nedenlerini kamusal dile tercüme ederek, kamusal ortamlarda tartışılabilir kılmak. Ama bu genellikle yapılmıyor ve sorunların çözümüne dair öneriler bireysel tercihlerin düzenlenmesi ve devletin önlem alması gereğini vurgulamaktan öteye gitmiyor. Oysa gıdalar ve beslenme ile ilgili sorunların gerçek nedenleri çoğunlukla içinde olduğumuz ekolojik sorunlarla ve nasıl bir toplumsal hayatın içinde yaşadığımızla ilgilidir. Örneğin gıdalarda bulunan toksik maddelerin miktarını azaltmak ya da sonlandırmak için bireysel olarak yapabileceklerimiz çok sınırlıdır. Bunu sağlamak ancak kamusal politikalarla mümkündür. Dolayısıyla besin tercihlerini değiştirmek, falanca gıdanın yerine filanca gıdayı satın almak değil de gıdalar ve beslenme ile ilgili politikalara müdahil olmanın yollarını bulmak gereklidir. İyi beslenme bireysel tercihlerle değil, toplumsal politikalarla mümkün kılınabilir ancak. Dolayısıyla bizim ne yediğimiz kadar başkalarının neleri yiyemediğini de dert edinmeden “sağlıklı” bir çıkış yolu bulabilmek olanaksızdır.

DÖN