Melike Selin Durmaz Ekenler: Müşterekler kavramına ve hareketine nasıl temas ettiğini sormak isterim. Hem geçmişteki akademik ve pratik güzergâhını hem de yakın zamanda yeniden nasıl ilişkilenmeye başladığını anlatır mısın?  

Fırat Genç: Bu alandaki tartışmaların içine girmem, sistematik, adım adım oluşmuş bir yönelimden ziyade tesadüflerle, önümüze çıkan sorunları çözmek gibi daha pratik kaygılarla oldu. 2010’ların başında içinde yer aldığım mücadele alanlarına ilişkin pratik kaygılardan bahsediyorum. O zamanlar İstanbul’daki kentsel dönüşüm politikalarıyla ve genel olarak mutenalaşma meselesiyle ilgili akıl yürüten, bu konuda mücadele etmeye ve var olan mücadelelere destek olmaya çalışan bir grup arkadaşla beraber hareket etmeye çalışıyordum; İMECE: Toplumun Şehircilik Hareketi adında bir inisiyatifti. Bu benim şehircilik alanıyla ilişki kurmamın politik ayağı oldu. Doktora çalışmam da bu alandaydı. Bununla beraber İstanbul’da sayıları artan uluslararası göçmenlerin talepleriyle, ihtiyaçlarıyla, sorunlarıyla ilgili kamuoyu oluşturmaya çalışan Göçmen Dayanışma Ağı ve bunun gibi bir dizi oluşumun birbiriyle etkileşim içinde olduğu bir kültürel-sosyal ortamın içindeydim. Sadece doğrudan içinde yer aldığım değil, ama bütün bunların yan yana geldiği, Gezi öncesi dönemin o hareketli sosyal kültürel ortamını günbegün teneffüs ediyordum. Bu ortam bizlere hem politik hem entelektüel anlamda motivasyon kaynağı olurken, aynı zamanda önümüze çıkan yeni sorunlar üzerine de düşünme imkânı tanıyordu. Sonuçta politik mücadele böyle bir şey: Bir şeyleri deniyorsunuz, oluyor olmuyor, sonra başka bir sorunla karşılaşıyorsunuz, onu çözmek için başka şeyler yapmaya çalışıyorsunuz; tartışıyorsunuz, bir araya geliyorsunuz, ayrılıyorsunuz. Bütün bu yan yana gelmeye çalışan farklı mücadele kanallarını nasıl beraber ele alabiliriz diye düşünürken müşterekler tartışmasının içine daha çok girmiş oldum. 

Tabii ilk zamanlarda kocaman bir dünyanın bir ucundan bakmaya çalışıyordum. Sonuçta gördüğüm de o sıralardaki bakış açımla sınırlıydı. O vakitler temel gayemiz bu farklı mücadele hatlarını, farklı meseleleri yan yana getirmekti. Bütün bunları tamamıyla birbirinin içinde eritmek değil ama birlikte yürümelerini sağlamak nasıl mümkün olur, diye soruyorduk. Şüphesiz günlük pratik ihtiyaçlardan kaynaklanan bir arayış bu. Bu bağlamda müşterekler kavramsallaştırması bize bir kapı araladı çünkü nihayetinde bu çerçeve bize her şeyden önce üretim ve yeniden üretim alanlarında farklı sektörleri ve meseleleri güncel neoliberal pratik ve politikalar bağlamında bir arada ele almanın yollarını öneriyor. 

Neoliberal dönemde yani kapitalizmin son 30-40 senelik aşamasında öyle dramatik sermaye saldırılarıyla, devlet müdahaleleriyle karşılaşıyoruz ki, bunlar tamamen birbirine indirgenemeyecek olsa da, örneğin işçilerin deneyimlediği süreçlerle kentsel mekânın dönüşümü neticesinde tecrübe ettiğimiz süreçleri birlikte düşünmenin hem imkânı hem ihtiyacı çok daha belirgin biçimde ortaya çıkmış durumda. Müşterekler çerçevesi her şeyden önce buna yeni ve yaratıcı imkânlar sağladığı için ilgi çekiciydi bizim için. Sonra okudukça, yazdıkça, tartıştıkça, yaptıkça bu tartışma içerisine daha gömülmüş olduk ve böylece hem kimi özel alanlarda derinleşme hem de buradan daha geniş boyutlu politik hatlar tarif etme fırsatını yakaladık. Hep “biz” diyorum çünkü bu kolektif bir süreçti. Beraberce ilerletmeye çalıştığımız bir hikâyeydi bu. Uzun lafın kısası, sonra Gezi oldu. Gezi yapıp ettiklerimizin bir tür sınanmasıydı. Bu anlamda hem şevk edici bir sınamaydı ama hem de bir dolu başarısızlığın, yitirişin, kaybedişin ortaya çıktığı bir süreç de oldu. 

Nihayetinde bütün bu tartışmalara bir de o gözle, yani Gezi sonrasında elimizde kalanlarla bakmak gibi bir ihtiyaç hasıl oldu. Karaburun Bilim Kongresi’nde sizlerle birlikte düzenlediğimiz atölye çalışmasının öncesindeki hazırlık toplantılarında üzerinde durmaya çalıştığım nokta da biraz bununla, yani Gezi sonrasındaki manzarayla ilişkiliydi. Müşterekler tartışması hem ziyadesiyle teknik ve zor bir kavramsal tartışma alanı gibi algılanıyor hem de –belki de yarattığı imgeden– hayli popüler olmuş bir tartışma alanı bugün için. Bu popülerlik çok farklı politik ihtiyaçlara ve politik yönelimlere sahip farklı kesimleri de bu tartışma başlığı altında kendini ifade etmesi sonucunu doğurdu. Öyle bir durum oldu ki –bunu Ulaş Bayraktar çok sık söyler, ben de katılıyorum büyük ölçüde– neredeyse 80’lerde sivil toplum kavramının sahip olduğu konuma yerleşti bazı çevreler nezdinde müşterekler. 

Neydi o zamanki sorun sivil toplum kavramı etrafında?

Herkes kavramın içini zaten sahip olduğu düşünsel eğilimden getirdikleriyle dolduruyordu. Bir noktadan sonra kavramın kapsamının ne olduğu, dolayısıyla buradan çıkacak politik tartışmaların ve sonuçların ne olacağı belirsiz hâle gelmişti. Bunun bugün için müşterekler bahsinde bütünüyle böyle olduğunu söylemeye çalışmıyorum, yani bu kavramın açıklayıcılığını yitirdiğini iddia etmiyorum. Diğer yandan analitik açıdan bizleri zenginleştirici bir işlevi olacaksa köşelerinin biraz daha  sivriltilmesi gerekiyor. Bu kavramsal çerçeve dahilinde kimi epistemolojik ve metodolojik ayrımları daha net yapmamız gerektiğini düşünüyorum. 

Biraz daha üst ölçekte baktığımızda bugünkü tartışmalarda müştereklere ilişkin iki farklı anlama biçimi varmış gibi görünüyor: Bunlardan ilki müşterekleri toplumsal tahakküm ve sömürü ilişkileri bağlamında düşünüp, daha ayırıcı bir stratejik hat olarak ortaya koymak. Ayırıcıdan kastım şu: Bir toplumsal yapı içindeki kesimleri bir arada düşünmekten çok onlar arasındaki sömürü ve tahakküm ilişkilerinden çıkan çatışmaları ayrıştırmak, ortaya çıkarmak. Bu anlamda sınıf mücadelesi, feminist mücadele, postkolonyal mücadele gibi mücadele geleneklerinin çatışmacı, ayrıştırıcı, antagonistik karakterini ön plana çıkaran bir hat bu. Bir diğeri ise müşterekleri bugünün dünyasında, yani siyasal ve toplumsal olarak parçalanma eğilimlerinin giderek arttığı bir dünyada -şüphesiz Türkiye de buna dahil- böyle bir bağlamda, toplumsal alandaki uzlaşıları, bütünlükleri yeniden kurmanın bir aracı olarak düşünüyor. Yani yitip giden ve giderek sermaye baskısı altında, devlet baskısı altında ya da iyice çılgınlaşan siyasal yöneticilerin yapıp ettikleri karşısında çözülen toplum olma vasfını nasıl tekrardan kurarız meselesi üzerinden giden bir perspektif, bir düşünce hattı. Ben bunlardan ilkine daha yakın bulsam da kendimi, ikincisinin de büsbütün geçersiz olmadığı ortada. Zaten bu ikisini de analitik olarak ayırıyorum, illa birbirinin karşıtı olarak düşünmek pek mümkün değil, çoğu zaman pratikte iç içe geçen hatlar bunlar. 

Aslında orada “çatışma” dediğin şey bir yandan da “karşılaşmalar” değil mi? Yazılarında da bahsettiğin, o çatışma hatları, çatışma anları ya da tarafların karşılaşma pratikleri.

Bu, duyulduğundan daha zor bir soru benim açımdan. Altını biraz doldurmak gerekiyor cevaplayabilmek için. Karşılaşmalardan kasıt, diyelim ki bir metropolde yaşayan ama farklı toplumsal sınıflardan olan, farklı siyasal görüşlere sahip, farklı arkaplanlara sahip insanların o anlık, günlük karşılaşmalarda birbirlerinden kazanabilecekleri. Bu karşılaşmaların kendisi zenginleştirici bir potansiyel teşkil ediyor. Bu anlamda metropolün metropol olarak varlığını sürdürebilmesinin son derece önemli demokratikleştirici ve özgürleştirici bir yanı var. Fakat bu, gruplar arasındaki çatışmanın bütünüyle yok sayılması anlamına gelmiyor. Bugünün dünyasında, yani neoliberal şehircilik dediğimiz güncel kentsel rejim altında bu türden karşılaşma alanlarını ortadan kaldırmaya dönük sistematik müdahaleler sözkonusu. Kamusal mekânların özelleştirilmesi, kapatılması, polis zoruyla ya da tasarım araçlarıyla bu türden karşılaşmaların önünü kesecek biçimde düzenlenmesi, bu mekânların ehlileştirilmesi sözkonusu. İstanbul’da bu sürecin çok tipik örneklerini bulmak mümkün. 

Gezi Parkı. Fotoğraf: Kübra Emekçi
Ve sen bunları güçsüzleşme süreçleri olarak tanımlıyorsun, değil mi?

Evet, yani bu karşılaşma alanlarının ortadan kalkmış olması hem özellikle madun kesimler açısından yani ezilenler, sömürülenler açısından bir güçsüzleşme. Çünkü birbirleri gibi olanları bulma imkânının ortadan kalkması anlamına geliyor. Hem de bugünün dünyasında egemen olan politik yönelimlerin değil de, bunlara karşıt geliştirilecek politik iddiaların, vaatlerin üretim ve dolaşım koşullarının ortadan kalkması anlamına geliyor. Örneğin meydanların giderek bu kadar sınırlı ve denetimli alanlar hâline gelmesi kadınların, LGBT’lerin ya da işçilerin yan yana gelip fikirlerini çarpıştırmalarını, buradan birtakım anlamlar çıkarmalarını ve politik eyleme adım atmalarını engelleyen bir şey. Yani mesele sadece birtakım yerlerin daha temiz, güvenli alanlar hâline getirilmesi, düzenlenmesi değil. Daha soyut düzeyde de hepimizin ve dünyanın geleceğine dair yaratıcılık anlarının, hayal gücünün ketlenmesi anlamına geliyor. Ve bu anlamda bu karşılaşmaları önemli buluyorum ve bu karşılaşma anlarının açılması için mücadele etmek gerektiğini düşünüyorum. Ama diğer yandan –burada da müşterekler çerçevesi bize yeni düşünme kanalları açıyor– bu karşılaşma anları mevcut kentsel ortamda birtakım karşıtlıkların, çatışmaların, antagonizmaların olmayacağı anlamına da gelmiyor. Bu ikisi arasındaki diyalektiği düşünmek için müşterekler iyi bir yol. Dediğim gibi, teorik açıdan zor bir soru bu. Ben de buna tatmin edici doygunlukta bir yanıt veremediğimin farkındayım. Fakat müşterekler bahsinin kendisi bu gerilimli iki hattı bir arada tuttuğu için de verimli diye düşünüyorum.

Müşterekler çerçevesi, bu kavramsal terminoloji, kentsel alana dair bütün ilişkileri, sorunları ve ihtiyaçları çözmeye yetmez ama bunlar arasında daha önce başka kavramsal araçlarla kuramadığımız ilişkileri kurmaya yarar.

Müşterekler üzerine düşünmek buradaki ilişkileri okumayı görünür kılıyor diye anlıyorum senin aktarımından.

Açıkçası hiçbir kavramsal çerçeve bir olguyu ya da meseleyi daha önemli ya da önemsiz kılmaz. Kavramsal çerçeveler bunları işleme biçimlerine dair imkânlar açabilir ancak. Dolayısıyla bu meseleleri daha görünür kılmaktan ziyade belki aralarındaki o kadar açık olmayan ilişkilenme biçimleri, eklemlenme biçimleri üzerine yeni düşünme kanalları açtığı için bu kavramsal çerçeve değerli. Elbette müşterekler çerçevesi, bu kavramsal terminoloji, kentsel alana dair bütün ilişkileri, sorunları ve ihtiyaçları çözmeye yetmez ama bunlar arasında daha önce başka kavramsal araçlarla kuramadığımız ilişkileri kurmaya yarar. 

Bu anlamda müşterekler çerçevesinin, bilhassa mekânla politika arasındaki ilişkiyi düşünmek bakımından çok önemli katkılar sunduğu söylenebilir. Bunu biraz açalım. Neoliberal şehircilik diye uzun zamandır üzerine konuştuğumuz bir dolu uygulamanın ve pratiğin az çok ne türden sonuçlar ürettiğini biliyoruz. Özellikle işçi sınıfı veya başka tahakküm altındaki kesimler açısından ne türden menfi sonuçlar ürettiğini resmeden birçok çalışma var. Ama mesela bütün bunlar olurken, mahalleler yıkılırken, kamusal mekânlar işgal edilirken, birtakım alanlar ticarileştirilirken vs. ya da ekolojik zenginlikler ortadan kaldırılırken politik alanın kendisine ne olduğuna yeterince kafa yorduğumuz söylenemez. Halbuki neoliberal şehirciliğin bir o kadar önemli vasfı politikanın kendisini buharlaştırması, ortadan kaldırması. Yani bu basitçe bazı meselelerin kamusal politik tartışma alanından çıkarılması anlamına gelmiyor. Bunu da kapsıyor şüphesiz. Öyle meseleler var ki bunlar çok önemli olmalarına rağmen kamuoyu önünde tartışılmıyor, birtakım kapalı kapılar arkasında siyasetçiler, idareciler ya da uzmanlar tarafından karara bağlanıyor ve hayata geçiriliyor. Tamam, bu var, böyle bir teknokratikleşme boyutu var neoliberalizmin. Ama bunun da ötesinde politik olana dair bir kaybın yaşandığını da söylemek mümkün. Bunun birkaç boyutu var. Bir tanesi doğrudan politik mücadele içine girecek toplumsal kesimlerin kapasitesinin ortadan kalkması. Mesela mahallelerin yıkılması nedeniyle işçi sınıfının bir arada durma imkânlarının ortadan kalkması, bu mahallelerde tesis edilmiş olan sosyalizasyon ağlarının çözülmesi, dolayısıyla bu toplulukların bir arada düşünme ve eyleme imkânlarının ortadan kalkması, onların politik kapasitelerinin yitimi anlamına geliyor. 

Bir diğer boyutu ise bugünden farklı bir hayatın üzerine inşa edilebileceği vaatlerin ortadan kalkmış olması. Bu bence bugün karşı karşıya olduğumuz en yakıcı problemlerden bir tanesi; vaadin ortadan kalkması, katı bir gerçekçiliğe mahkûm kalmış olmak. Elbette ki geçmişte farklı ülkelerde, farklı zamanlarda, farklı bağlamlarda çok çetin şartlar altında yaşadı insanlar. Sömürü hep vardı, tahakküm hep vardı. Ama belki de vaadin –bu özgürlük olabilir, eşitlik, kardeşlik, dayanışma olabilir, her nasıl adlandıracak olursanız artık– bu denli topyekûn ortadan kalktığı bir zaman belki zor bulunur. Bugünün neoliberal kapitalizmini tanımlayan temel dinamiklerden bir tanesi de bu. Bu iki boyutun -ben bunu genel olarak politikanın ortadan kalkması, politik alanın buharlaşması olarak tarif etme taraftarıyım- mekânsal olarak nasıl açımlandığını göstermesi anlamında müşterekler bize çok şey söylüyor. Onun dışında bir sürü şeyi açıklamayabilir. Ama bunu açıklaması bu alanın kıymetli özelliklerinden bir tanesi. 

Begüm Özden Fırat’la olan yazınızda1 “özgüçlenme”den ve “somut ütopik uğraklar”dan bahsediyorsunuz. Buradaki somutu aslında mekâna vurgu yapan deneyimler olarak düşünebilir miyiz? Şöyle iki hat var anladığım: biz kentsel müşterekleri savunurken eyleyişler hâlindeyiz; korumak istiyoruz, geri almak istiyoruz. Bir yandan da yaşadığımız alanları, ihtiyaçlarımızı örgütlüyoruz. Kimi yerde herkes kendi yaşam alanıyla ilgili birtakım kolektif icat pratikleri geliştiriyor. Ama kimi zaman da senin tabirinle “adacıklar”2 ortaya çıkıyor. Birbirinin içine geçen bu pratikleri doğuran toplumsal koşullar ne? 

Bu soruya neoliberal şehircilik bağlamında sosyalizasyon biçimlerine odaklanarak yanıt verilebilir. Sosyalizasyon ağları, çok kabaca, yeniden üretim alanındaki kimi faaliyetlerin piyasa dışı koşullarla örgütlenmesi anlamına geliyor. Jamie Gough kapitalizmin sosyalizasyon biçimlerinin kapitalizmin her döneminde varlığını sürdürdüğünü iddia eder. Çünkü piyasa dışı koşullar içerisinde birtakım alanların örgütlenmesi, aynı zamanda kapitalizmin kendi varlığını sürdürebilmesi açısından bir ihtiyacı da. Hem aşağıdan gelen tepkilere verdiği bir yanıt, kendi meşruiyetini sürdürebilmek için, hem de bu türden piyasa dışı alanların varlığı sistemin devamlılığı açısından da bir ihtiyaç. Gough diyor ki, bu sosyalizasyon ağları yalnızca sol değerlerle anlaşılabilecek bir şey olmak zorunda da değildir. Mesela Avrupa’da 1950-60’larda kurulan refah devleti içerisindeki kimi sosyalizasyon biçimleri apaçık muhafazakâr ve patriarkal niteliklere sahipti. Almanya’daki refah devleti sisteminin kadınları daha çok evde oturtup çocuk bakmakla yükümlü kılan anlayışı gibi. 

Bugünün dünyasına geldiğimizde güncel kapitalizm koşulları altında sosyalizasyon ağlarının en azından 1980 öncesinde var oldukları biçimleriyle varlıklarını sürdüremediklerini, bu alanların giderek piyasaya açıldığını gözlüyoruz. Bu piyasaya açılma süreci bir taraftan az önce konuştuğumuz gibi özellikle madun kesim açısından, işçi sınıfı açısından bir güçsüzleşme anlamına geliyor. Dolayısıyla bugün ortaya çıkan tepkinin bir kısmını insanların güçsüzleştiklerini hissettikleri alanda kayba karşı koydukları bir tür savunu tepkisi olarak düşünmek mümkün. Mahallenin kendisini savunmak gibi, mahalle elinden kayarken yakalamaya çalışmak gibi. Ama bununla eşzamanlı olarak yeni sosyalizasyon ağlarının kurulması, yani bizim terminolojimizi kullanacak olursak müşterekleştirme edimleri yoluyla yeni alanların açılması da sözkonusu (Bir de yukarıdan aşağıya doğru tesis edilmekte olan yeni sosyalizasyon formları var elbette, ama onları şu an için bir kenara bırakalım). Bunlar hiçbir zaman net şekilde birbirinden ayrılabilecek olgular da değil. Birbirinin içinden doğuyorlar. Bir taraftan müştereklerin savunusu ve geri kazanılması, bir taraftan da müştereklerin yeniden kurulması, icat edilmesi derken çoğu pratikte içi içe geçen iki ayrı süreci kastediyoruz. 

Şüphesiz her birinin ayrı ayrı gözüktüğü birtakım örnekler de tespit edilebilir, Gezi Direnişi gibi. Gezi bir boyutuyla bir parkın, yani bir sosyo-ekolojik zenginliğin geri kazanılması mücadelesiydi. Bir tarafıyla metropolle farklı türden ilişki kurmaya dönük bir kurucu eylemdi. Kendinden farklı olanla yan yana gelme, az önce bahsettiğimiz türden karşılaşmaları mümkün kılan bir ortamı yaratma mücadelesiydi. Üçüncü bir boyutuyla ise gündelik hayattaki pratiklerin farklı biçimlerde ve dayanışma ya da karşılıklılık gibi farklı değerler üzerinden örgütlenebileceğini gösterme, bunun mümkün olduğunu ortaya koyma çabasıydı. Gezi bunların üçünü de aynı anda görebildiğimiz zengin bir deneyimdi, o yüzden bugün hâlâ üzerinde uzun uzun konuşuyoruz. Her zaman bu kadar net ortaya çıkmayabilir ama her ölçekte ve farklı önem derecelerinde bu ayrı türden pratiklerin iç içe geçebildiğini akılda tutmak gerekir. Bugün herhangi bir gecekondu mahallesine gitseniz de benzer şeyleri bulmaya devam edeceksiniz. 

Diğer yandan mesele belki de bu “yeniden kurma” faaliyetlerinin ve güçlenme çabalarının, özgüçlenme pratiklerinin, bazı bağlamlarda kendi içine kapanacak sonuçlar da üretmesi. Dolayısıyla paradoksal olarak da ayrıştırıcı olması. Az önce andığın yazıda benim yapmaya çalıştığım şey, Kadıköy örneği üzerinden, Kadıköy’ün Gezi sonrası dönemde bu şehirdeki belirli türden siyasal aktivizme ev sahipliği yapmaya başladığı aşamada nasıl bu adacıkları üretir hâle geldiğini ortaya koymaya çalışmaktı. Öyle bir konjonktür içindeyiz ki güçlendirici pratikler bazen tersi sonuçlar da yaratabiliyor. Bu türden deneyler, içerisinde yer alan insanlar için moral ve fiziki bir güçlenme yaratıyor, ama bir diğer yanıyla da şehirde var olan ayrışmanın, adacıklara bölünmenin ve mekânın homojenleşmesinin pekişmesi anlamına da geliyor. Şimdi, bu bir çelişki dediğim gibi. Buradan çıkacak sonuç tabii ki bu türden deneylerden kaçınmak da değil. 

Başka bir yapma biçimi belki de…

Belki daha önemli olan bu. Bunun bu türden beklenmedik sonuçlar yaratmaya açık olduğunu gözeterek yapmaya devam etmek, yani yaparken düşünmek, yaparken sorgulamak. Zapatista’ların vaktiyle söylediği gibi, “sorgulayarak yürümek”. 

Yapabilme hissinden bahsediyorsun, yapabilirlik hissi. O hissi önce, yakaladığımız kolektif üretimlerde bulunuyoruz, fakat ardından bunları yapmaya başlayan topluluklar, adacıklar ortaya çıkarıyor. 

İlk bakışta iki karşıt kutup varmış gibi görünüyor. Bir tarafta daha mikro deneyimler var, tartıştığımız türden güçsüzleşme hâlini telafi etmeye, yaraları sarmaya dönük, o alanlarda yer almış az sayıda insanı güçlendirmeye dönük, yapabilirliği artıracak cinsten faaliyetler. Mesela gıda kolektifleri, bostanlar, kolektif mutfak deneyimleri, takas ağları hatta birtakım spor birliktelikleri vs. Bir tarafta da siyaseti ya da radikal siyaseti, eleştirel siyaseti daha yukarıdan, makro zaviyeden gören ve bütün bu pratiklere çok da ehemmiyet vermeyen, yukarıdan makro gündemlere dönük müdahaleler geliştirmeye çalışan bir siyaset tarzı var. Dikkat edersen bu iki siyaset tarzı, Gezi’nin hemen sonrasında bu açıklıkta ve birbirlerinden de hayli uzaklaşmış olarak karşımıza çıktı. Bir kutba yakın olanlar, çok kabalaştırırsam, “kendi pratiklerimiz içinde alternatif hayatlar kurmalıyız” diyordu. Bunun karşısında ise “önemli olan siyasal özneyi oluşturmak ve dolayısıyla bütün dağınık unsurlara, aşağıdan hareket etmek isteyen unsurlara yol göstermeye çalışmak, onlara bir program strateji önermektir” diyenler vardı. Benim az önce anlatmaya çalıştığım çelişkili hâl, bu ikisinin de ortasına yerleşmeyi gerektiriyor. İkisini de çöpe atmadan, ama ikisinin de potansiyellerini ve de kısıtlarını gözeterek bir arada düşünmeye çalışmak. Ümit Akçay bir yazısında “gri alana yerleşmeyi göze almak” gibi bir ifade kullanıyor. Hakikaten de göze almak. Bir dolu sorunu ve meşakkatli işi beraberinde getirecek ve başarısızlıkları da üretmesi muhtemel bir yol bu. Yine de denemeye değer gibi görünüyor. Müşterekler çerçevesi ayağımızı bu iki yere aynı anda basmayı mümkün kılacak çerçeve olduğu için de sadece entelektüel olarak değil, aynı zamanda politik olarak da anlamlı bir stratejik yönelim türetmeye imkân veriyor. En başta da konuştuk, müşterekler tartışmasını hiçbir zaman salt akademik bir tartışma alanı olarak görmemek gerektiği kanısındayım. Bu daha ziyade politik alanla beslenen ve bütün yaratıcılığını da buralardan çıkaran bir okuma biçimi. Elbette ki en nihayetinde entelektüel bir tartışma alanından bahsediyoruz ama zenginliği politikayla kurduğu bu ilişki biçiminden kaynaklanıyor. 

Müşterekler etrafındaki tartışmaların genişlediğini izleyebiliyoruz. Senin gözlemlerin nedir bu konuda?

Müşterekler etrafındaki tartışma çeşitlenerek büyümeye devam ediyor. O anlamda hem popülerlik kazanıyor hem altı daha fazla doluyor. Böylelikle farklı pozisyonlar da giderek daha seçilir hâle geliyor. Bu memnuniyet verici bir şey. Yeni sorular sormanın, yeni eleştiriler getirmenin, yeni açılımlar yapmanın zamanı geldi, çünkü bu yeni adımları atacak denli bir birikim oluştu. Türkçede çok sayıda kitap, makale, söyleşi yayımlanıyor. Herhalde yapılması gereken şey bir taraftan kendini bu tartışmaya angaje eden insanları daha fazla yan yana getirmenin kanallarını yaratmak. Ortak seminerler düzenlemek, konferanslar düzenlemek, çalışma gruplarının sayısını artırmak örneğin. Diğer yandan bu mecralarda aralarındaki farkları ön plana çıkarmak, yani köşeleri sivriltmek. 

Melezlikleri artırmak bir yandan da. Özellikle işin pratiği anlamında geçişlilikleri artırmak gerekiyor sanki. 

Her şeyden önce bütün bu deneyimleri artırmamız lazım. Burası kocaman bir ülke, kocaman bir şehir. Orada üç tane kolektifin, burada beş tane bostan deneyiminin olması bize yeterli gelmemeli. Sayılarını artırmak, ulaştıkları alanları açmak ve belki daha önemlisi şu ana kadar büyük ölçüde temas ettikleri toplumsal kesimlerin ötesine geçmek gerekir. İstanbul’da belirli bir toplumsal kesime hitap eden deneyimler olmanın ötesine taşımak yani. Az çok da yapılıyor zaten. Bunları sadece Kadıköy’de, Beşiktaş’ta, Taksim’de yapılıyormuş gibi varsaymamak lazım. Her şeyden önce bütün bu deneyimlerin çoğaltılması ve bütün bu diyalog kanallarının açılması gerektiği kanısındayım. Şüphesiz yapıp etme biçimleri, deneyler birbirinden farklı olacaktır, kimi zaman birbirlerini kıyasıya eleştireceklerdir, kimi zaman aralarındaki farkları daha fazla öne çıkaracaklardır. Ama mesele zaten bunların altını çizerken birlikte yürümeye devam edebilmek. 


1-  Fırat, B. Ö. ve F. Genç (2015), “Strateji Tartışmasına Katkı: Müşterekler Politikasının Güncelliği”, Başlangıç, 3, s.137-47.

2- Genç, F. (2018, 10 Eylül), “İçe Kapanma İle Direniş Arasında; Bir İhtimal Olarak Şehir”, bir+bir forum, https://birartibir.org/kent-hakki/133-bir-ihtimal-olarak-sehir

Melike Selin Durmaz Ekenler: Müşterekler kavramına ve hareketine nasıl temas ettiğini sormak isterim. Hem geçmişteki akademik ve pratik güzergâhını hem de yakın zamanda yeniden nasıl ilişkilenmeye başladığını anlatır mısın?  

Fırat Genç: Bu alandaki tartışmaların içine girmem, sistematik, adım adım oluşmuş bir yönelimden ziyade tesadüflerle, önümüze çıkan sorunları çözmek gibi daha pratik kaygılarla oldu. 2010’ların başında içinde yer aldığım mücadele alanlarına ilişkin pratik kaygılardan bahsediyorum. O zamanlar İstanbul’daki kentsel dönüşüm politikalarıyla ve genel olarak mutenalaşma meselesiyle ilgili akıl yürüten, bu konuda mücadele etmeye ve var olan mücadelelere destek olmaya çalışan bir grup arkadaşla beraber hareket etmeye çalışıyordum; İMECE: Toplumun Şehircilik Hareketi adında bir inisiyatifti. Bu benim şehircilik alanıyla ilişki kurmamın politik ayağı oldu. Doktora çalışmam da bu alandaydı. Bununla beraber İstanbul’da sayıları artan uluslararası göçmenlerin talepleriyle, ihtiyaçlarıyla, sorunlarıyla ilgili kamuoyu oluşturmaya çalışan Göçmen Dayanışma Ağı ve bunun gibi bir dizi oluşumun birbiriyle etkileşim içinde olduğu bir kültürel-sosyal ortamın içindeydim. Sadece doğrudan içinde yer aldığım değil, ama bütün bunların yan yana geldiği, Gezi öncesi dönemin o hareketli sosyal kültürel ortamını günbegün teneffüs ediyordum. Bu ortam bizlere hem politik hem entelektüel anlamda motivasyon kaynağı olurken, aynı zamanda önümüze çıkan yeni sorunlar üzerine de düşünme imkânı tanıyordu. Sonuçta politik mücadele böyle bir şey: Bir şeyleri deniyorsunuz, oluyor olmuyor, sonra başka bir sorunla karşılaşıyorsunuz, onu çözmek için başka şeyler yapmaya çalışıyorsunuz; tartışıyorsunuz, bir araya geliyorsunuz, ayrılıyorsunuz. Bütün bu yan yana gelmeye çalışan farklı mücadele kanallarını nasıl beraber ele alabiliriz diye düşünürken müşterekler tartışmasının içine daha çok girmiş oldum. 

Tabii ilk zamanlarda kocaman bir dünyanın bir ucundan bakmaya çalışıyordum. Sonuçta gördüğüm de o sıralardaki bakış açımla sınırlıydı. O vakitler temel gayemiz bu farklı mücadele hatlarını, farklı meseleleri yan yana getirmekti. Bütün bunları tamamıyla birbirinin içinde eritmek değil ama birlikte yürümelerini sağlamak nasıl mümkün olur, diye soruyorduk. Şüphesiz günlük pratik ihtiyaçlardan kaynaklanan bir arayış bu. Bu bağlamda müşterekler kavramsallaştırması bize bir kapı araladı çünkü nihayetinde bu çerçeve bize her şeyden önce üretim ve yeniden üretim alanlarında farklı sektörleri ve meseleleri güncel neoliberal pratik ve politikalar bağlamında bir arada ele almanın yollarını öneriyor. 

Neoliberal dönemde yani kapitalizmin son 30-40 senelik aşamasında öyle dramatik sermaye saldırılarıyla, devlet müdahaleleriyle karşılaşıyoruz ki, bunlar tamamen birbirine indirgenemeyecek olsa da, örneğin işçilerin deneyimlediği süreçlerle kentsel mekânın dönüşümü neticesinde tecrübe ettiğimiz süreçleri birlikte düşünmenin hem imkânı hem ihtiyacı çok daha belirgin biçimde ortaya çıkmış durumda. Müşterekler çerçevesi her şeyden önce buna yeni ve yaratıcı imkânlar sağladığı için ilgi çekiciydi bizim için. Sonra okudukça, yazdıkça, tartıştıkça, yaptıkça bu tartışma içerisine daha gömülmüş olduk ve böylece hem kimi özel alanlarda derinleşme hem de buradan daha geniş boyutlu politik hatlar tarif etme fırsatını yakaladık. Hep “biz” diyorum çünkü bu kolektif bir süreçti. Beraberce ilerletmeye çalıştığımız bir hikâyeydi bu. Uzun lafın kısası, sonra Gezi oldu. Gezi yapıp ettiklerimizin bir tür sınanmasıydı. Bu anlamda hem şevk edici bir sınamaydı ama hem de bir dolu başarısızlığın, yitirişin, kaybedişin ortaya çıktığı bir süreç de oldu. 

Nihayetinde bütün bu tartışmalara bir de o gözle, yani Gezi sonrasında elimizde kalanlarla bakmak gibi bir ihtiyaç hasıl oldu. Karaburun Bilim Kongresi’nde sizlerle birlikte düzenlediğimiz atölye çalışmasının öncesindeki hazırlık toplantılarında üzerinde durmaya çalıştığım nokta da biraz bununla, yani Gezi sonrasındaki manzarayla ilişkiliydi. Müşterekler tartışması hem ziyadesiyle teknik ve zor bir kavramsal tartışma alanı gibi algılanıyor hem de –belki de yarattığı imgeden– hayli popüler olmuş bir tartışma alanı bugün için. Bu popülerlik çok farklı politik ihtiyaçlara ve politik yönelimlere sahip farklı kesimleri de bu tartışma başlığı altında kendini ifade etmesi sonucunu doğurdu. Öyle bir durum oldu ki –bunu Ulaş Bayraktar çok sık söyler, ben de katılıyorum büyük ölçüde– neredeyse 80’lerde sivil toplum kavramının sahip olduğu konuma yerleşti bazı çevreler nezdinde müşterekler. 

Neydi o zamanki sorun sivil toplum kavramı etrafında?

Herkes kavramın içini zaten sahip olduğu düşünsel eğilimden getirdikleriyle dolduruyordu. Bir noktadan sonra kavramın kapsamının ne olduğu, dolayısıyla buradan çıkacak politik tartışmaların ve sonuçların ne olacağı belirsiz hâle gelmişti. Bunun bugün için müşterekler bahsinde bütünüyle böyle olduğunu söylemeye çalışmıyorum, yani bu kavramın açıklayıcılığını yitirdiğini iddia etmiyorum. Diğer yandan analitik açıdan bizleri zenginleştirici bir işlevi olacaksa köşelerinin biraz daha  sivriltilmesi gerekiyor. Bu kavramsal çerçeve dahilinde kimi epistemolojik ve metodolojik ayrımları daha net yapmamız gerektiğini düşünüyorum. 

Biraz daha üst ölçekte baktığımızda bugünkü tartışmalarda müştereklere ilişkin iki farklı anlama biçimi varmış gibi görünüyor: Bunlardan ilki müşterekleri toplumsal tahakküm ve sömürü ilişkileri bağlamında düşünüp, daha ayırıcı bir stratejik hat olarak ortaya koymak. Ayırıcıdan kastım şu: Bir toplumsal yapı içindeki kesimleri bir arada düşünmekten çok onlar arasındaki sömürü ve tahakküm ilişkilerinden çıkan çatışmaları ayrıştırmak, ortaya çıkarmak. Bu anlamda sınıf mücadelesi, feminist mücadele, postkolonyal mücadele gibi mücadele geleneklerinin çatışmacı, ayrıştırıcı, antagonistik karakterini ön plana çıkaran bir hat bu. Bir diğeri ise müşterekleri bugünün dünyasında, yani siyasal ve toplumsal olarak parçalanma eğilimlerinin giderek arttığı bir dünyada -şüphesiz Türkiye de buna dahil- böyle bir bağlamda, toplumsal alandaki uzlaşıları, bütünlükleri yeniden kurmanın bir aracı olarak düşünüyor. Yani yitip giden ve giderek sermaye baskısı altında, devlet baskısı altında ya da iyice çılgınlaşan siyasal yöneticilerin yapıp ettikleri karşısında çözülen toplum olma vasfını nasıl tekrardan kurarız meselesi üzerinden giden bir perspektif, bir düşünce hattı. Ben bunlardan ilkine daha yakın bulsam da kendimi, ikincisinin de büsbütün geçersiz olmadığı ortada. Zaten bu ikisini de analitik olarak ayırıyorum, illa birbirinin karşıtı olarak düşünmek pek mümkün değil, çoğu zaman pratikte iç içe geçen hatlar bunlar. 

Aslında orada “çatışma” dediğin şey bir yandan da “karşılaşmalar” değil mi? Yazılarında da bahsettiğin, o çatışma hatları, çatışma anları ya da tarafların karşılaşma pratikleri.

Bu, duyulduğundan daha zor bir soru benim açımdan. Altını biraz doldurmak gerekiyor cevaplayabilmek için. Karşılaşmalardan kasıt, diyelim ki bir metropolde yaşayan ama farklı toplumsal sınıflardan olan, farklı siyasal görüşlere sahip, farklı arkaplanlara sahip insanların o anlık, günlük karşılaşmalarda birbirlerinden kazanabilecekleri. Bu karşılaşmaların kendisi zenginleştirici bir potansiyel teşkil ediyor. Bu anlamda metropolün metropol olarak varlığını sürdürebilmesinin son derece önemli demokratikleştirici ve özgürleştirici bir yanı var. Fakat bu, gruplar arasındaki çatışmanın bütünüyle yok sayılması anlamına gelmiyor. Bugünün dünyasında, yani neoliberal şehircilik dediğimiz güncel kentsel rejim altında bu türden karşılaşma alanlarını ortadan kaldırmaya dönük sistematik müdahaleler sözkonusu. Kamusal mekânların özelleştirilmesi, kapatılması, polis zoruyla ya da tasarım araçlarıyla bu türden karşılaşmaların önünü kesecek biçimde düzenlenmesi, bu mekânların ehlileştirilmesi sözkonusu. İstanbul’da bu sürecin çok tipik örneklerini bulmak mümkün. 

Gezi Parkı. Fotoğraf: Kübra Emekçi
Ve sen bunları güçsüzleşme süreçleri olarak tanımlıyorsun, değil mi?

Evet, yani bu karşılaşma alanlarının ortadan kalkmış olması hem özellikle madun kesimler açısından yani ezilenler, sömürülenler açısından bir güçsüzleşme. Çünkü birbirleri gibi olanları bulma imkânının ortadan kalkması anlamına geliyor. Hem de bugünün dünyasında egemen olan politik yönelimlerin değil de, bunlara karşıt geliştirilecek politik iddiaların, vaatlerin üretim ve dolaşım koşullarının ortadan kalkması anlamına geliyor. Örneğin meydanların giderek bu kadar sınırlı ve denetimli alanlar hâline gelmesi kadınların, LGBT’lerin ya da işçilerin yan yana gelip fikirlerini çarpıştırmalarını, buradan birtakım anlamlar çıkarmalarını ve politik eyleme adım atmalarını engelleyen bir şey. Yani mesele sadece birtakım yerlerin daha temiz, güvenli alanlar hâline getirilmesi, düzenlenmesi değil. Daha soyut düzeyde de hepimizin ve dünyanın geleceğine dair yaratıcılık anlarının, hayal gücünün ketlenmesi anlamına geliyor. Ve bu anlamda bu karşılaşmaları önemli buluyorum ve bu karşılaşma anlarının açılması için mücadele etmek gerektiğini düşünüyorum. Ama diğer yandan –burada da müşterekler çerçevesi bize yeni düşünme kanalları açıyor– bu karşılaşma anları mevcut kentsel ortamda birtakım karşıtlıkların, çatışmaların, antagonizmaların olmayacağı anlamına da gelmiyor. Bu ikisi arasındaki diyalektiği düşünmek için müşterekler iyi bir yol. Dediğim gibi, teorik açıdan zor bir soru bu. Ben de buna tatmin edici doygunlukta bir yanıt veremediğimin farkındayım. Fakat müşterekler bahsinin kendisi bu gerilimli iki hattı bir arada tuttuğu için de verimli diye düşünüyorum.

Müşterekler çerçevesi, bu kavramsal terminoloji, kentsel alana dair bütün ilişkileri, sorunları ve ihtiyaçları çözmeye yetmez ama bunlar arasında daha önce başka kavramsal araçlarla kuramadığımız ilişkileri kurmaya yarar.

Müşterekler üzerine düşünmek buradaki ilişkileri okumayı görünür kılıyor diye anlıyorum senin aktarımından.

Açıkçası hiçbir kavramsal çerçeve bir olguyu ya da meseleyi daha önemli ya da önemsiz kılmaz. Kavramsal çerçeveler bunları işleme biçimlerine dair imkânlar açabilir ancak. Dolayısıyla bu meseleleri daha görünür kılmaktan ziyade belki aralarındaki o kadar açık olmayan ilişkilenme biçimleri, eklemlenme biçimleri üzerine yeni düşünme kanalları açtığı için bu kavramsal çerçeve değerli. Elbette müşterekler çerçevesi, bu kavramsal terminoloji, kentsel alana dair bütün ilişkileri, sorunları ve ihtiyaçları çözmeye yetmez ama bunlar arasında daha önce başka kavramsal araçlarla kuramadığımız ilişkileri kurmaya yarar. 

Bu anlamda müşterekler çerçevesinin, bilhassa mekânla politika arasındaki ilişkiyi düşünmek bakımından çok önemli katkılar sunduğu söylenebilir. Bunu biraz açalım. Neoliberal şehircilik diye uzun zamandır üzerine konuştuğumuz bir dolu uygulamanın ve pratiğin az çok ne türden sonuçlar ürettiğini biliyoruz. Özellikle işçi sınıfı veya başka tahakküm altındaki kesimler açısından ne türden menfi sonuçlar ürettiğini resmeden birçok çalışma var. Ama mesela bütün bunlar olurken, mahalleler yıkılırken, kamusal mekânlar işgal edilirken, birtakım alanlar ticarileştirilirken vs. ya da ekolojik zenginlikler ortadan kaldırılırken politik alanın kendisine ne olduğuna yeterince kafa yorduğumuz söylenemez. Halbuki neoliberal şehirciliğin bir o kadar önemli vasfı politikanın kendisini buharlaştırması, ortadan kaldırması. Yani bu basitçe bazı meselelerin kamusal politik tartışma alanından çıkarılması anlamına gelmiyor. Bunu da kapsıyor şüphesiz. Öyle meseleler var ki bunlar çok önemli olmalarına rağmen kamuoyu önünde tartışılmıyor, birtakım kapalı kapılar arkasında siyasetçiler, idareciler ya da uzmanlar tarafından karara bağlanıyor ve hayata geçiriliyor. Tamam, bu var, böyle bir teknokratikleşme boyutu var neoliberalizmin. Ama bunun da ötesinde politik olana dair bir kaybın yaşandığını da söylemek mümkün. Bunun birkaç boyutu var. Bir tanesi doğrudan politik mücadele içine girecek toplumsal kesimlerin kapasitesinin ortadan kalkması. Mesela mahallelerin yıkılması nedeniyle işçi sınıfının bir arada durma imkânlarının ortadan kalkması, bu mahallelerde tesis edilmiş olan sosyalizasyon ağlarının çözülmesi, dolayısıyla bu toplulukların bir arada düşünme ve eyleme imkânlarının ortadan kalkması, onların politik kapasitelerinin yitimi anlamına geliyor. 

Bir diğer boyutu ise bugünden farklı bir hayatın üzerine inşa edilebileceği vaatlerin ortadan kalkmış olması. Bu bence bugün karşı karşıya olduğumuz en yakıcı problemlerden bir tanesi; vaadin ortadan kalkması, katı bir gerçekçiliğe mahkûm kalmış olmak. Elbette ki geçmişte farklı ülkelerde, farklı zamanlarda, farklı bağlamlarda çok çetin şartlar altında yaşadı insanlar. Sömürü hep vardı, tahakküm hep vardı. Ama belki de vaadin –bu özgürlük olabilir, eşitlik, kardeşlik, dayanışma olabilir, her nasıl adlandıracak olursanız artık– bu denli topyekûn ortadan kalktığı bir zaman belki zor bulunur. Bugünün neoliberal kapitalizmini tanımlayan temel dinamiklerden bir tanesi de bu. Bu iki boyutun -ben bunu genel olarak politikanın ortadan kalkması, politik alanın buharlaşması olarak tarif etme taraftarıyım- mekânsal olarak nasıl açımlandığını göstermesi anlamında müşterekler bize çok şey söylüyor. Onun dışında bir sürü şeyi açıklamayabilir. Ama bunu açıklaması bu alanın kıymetli özelliklerinden bir tanesi. 

Begüm Özden Fırat’la olan yazınızda1 “özgüçlenme”den ve “somut ütopik uğraklar”dan bahsediyorsunuz. Buradaki somutu aslında mekâna vurgu yapan deneyimler olarak düşünebilir miyiz? Şöyle iki hat var anladığım: biz kentsel müşterekleri savunurken eyleyişler hâlindeyiz; korumak istiyoruz, geri almak istiyoruz. Bir yandan da yaşadığımız alanları, ihtiyaçlarımızı örgütlüyoruz. Kimi yerde herkes kendi yaşam alanıyla ilgili birtakım kolektif icat pratikleri geliştiriyor. Ama kimi zaman da senin tabirinle “adacıklar”2 ortaya çıkıyor. Birbirinin içine geçen bu pratikleri doğuran toplumsal koşullar ne? 

Bu soruya neoliberal şehircilik bağlamında sosyalizasyon biçimlerine odaklanarak yanıt verilebilir. Sosyalizasyon ağları, çok kabaca, yeniden üretim alanındaki kimi faaliyetlerin piyasa dışı koşullarla örgütlenmesi anlamına geliyor. Jamie Gough kapitalizmin sosyalizasyon biçimlerinin kapitalizmin her döneminde varlığını sürdürdüğünü iddia eder. Çünkü piyasa dışı koşullar içerisinde birtakım alanların örgütlenmesi, aynı zamanda kapitalizmin kendi varlığını sürdürebilmesi açısından bir ihtiyacı da. Hem aşağıdan gelen tepkilere verdiği bir yanıt, kendi meşruiyetini sürdürebilmek için, hem de bu türden piyasa dışı alanların varlığı sistemin devamlılığı açısından da bir ihtiyaç. Gough diyor ki, bu sosyalizasyon ağları yalnızca sol değerlerle anlaşılabilecek bir şey olmak zorunda da değildir. Mesela Avrupa’da 1950-60’larda kurulan refah devleti içerisindeki kimi sosyalizasyon biçimleri apaçık muhafazakâr ve patriarkal niteliklere sahipti. Almanya’daki refah devleti sisteminin kadınları daha çok evde oturtup çocuk bakmakla yükümlü kılan anlayışı gibi. 

Bugünün dünyasına geldiğimizde güncel kapitalizm koşulları altında sosyalizasyon ağlarının en azından 1980 öncesinde var oldukları biçimleriyle varlıklarını sürdüremediklerini, bu alanların giderek piyasaya açıldığını gözlüyoruz. Bu piyasaya açılma süreci bir taraftan az önce konuştuğumuz gibi özellikle madun kesim açısından, işçi sınıfı açısından bir güçsüzleşme anlamına geliyor. Dolayısıyla bugün ortaya çıkan tepkinin bir kısmını insanların güçsüzleştiklerini hissettikleri alanda kayba karşı koydukları bir tür savunu tepkisi olarak düşünmek mümkün. Mahallenin kendisini savunmak gibi, mahalle elinden kayarken yakalamaya çalışmak gibi. Ama bununla eşzamanlı olarak yeni sosyalizasyon ağlarının kurulması, yani bizim terminolojimizi kullanacak olursak müşterekleştirme edimleri yoluyla yeni alanların açılması da sözkonusu (Bir de yukarıdan aşağıya doğru tesis edilmekte olan yeni sosyalizasyon formları var elbette, ama onları şu an için bir kenara bırakalım). Bunlar hiçbir zaman net şekilde birbirinden ayrılabilecek olgular da değil. Birbirinin içinden doğuyorlar. Bir taraftan müştereklerin savunusu ve geri kazanılması, bir taraftan da müştereklerin yeniden kurulması, icat edilmesi derken çoğu pratikte içi içe geçen iki ayrı süreci kastediyoruz. 

Şüphesiz her birinin ayrı ayrı gözüktüğü birtakım örnekler de tespit edilebilir, Gezi Direnişi gibi. Gezi bir boyutuyla bir parkın, yani bir sosyo-ekolojik zenginliğin geri kazanılması mücadelesiydi. Bir tarafıyla metropolle farklı türden ilişki kurmaya dönük bir kurucu eylemdi. Kendinden farklı olanla yan yana gelme, az önce bahsettiğimiz türden karşılaşmaları mümkün kılan bir ortamı yaratma mücadelesiydi. Üçüncü bir boyutuyla ise gündelik hayattaki pratiklerin farklı biçimlerde ve dayanışma ya da karşılıklılık gibi farklı değerler üzerinden örgütlenebileceğini gösterme, bunun mümkün olduğunu ortaya koyma çabasıydı. Gezi bunların üçünü de aynı anda görebildiğimiz zengin bir deneyimdi, o yüzden bugün hâlâ üzerinde uzun uzun konuşuyoruz. Her zaman bu kadar net ortaya çıkmayabilir ama her ölçekte ve farklı önem derecelerinde bu ayrı türden pratiklerin iç içe geçebildiğini akılda tutmak gerekir. Bugün herhangi bir gecekondu mahallesine gitseniz de benzer şeyleri bulmaya devam edeceksiniz. 

Diğer yandan mesele belki de bu “yeniden kurma” faaliyetlerinin ve güçlenme çabalarının, özgüçlenme pratiklerinin, bazı bağlamlarda kendi içine kapanacak sonuçlar da üretmesi. Dolayısıyla paradoksal olarak da ayrıştırıcı olması. Az önce andığın yazıda benim yapmaya çalıştığım şey, Kadıköy örneği üzerinden, Kadıköy’ün Gezi sonrası dönemde bu şehirdeki belirli türden siyasal aktivizme ev sahipliği yapmaya başladığı aşamada nasıl bu adacıkları üretir hâle geldiğini ortaya koymaya çalışmaktı. Öyle bir konjonktür içindeyiz ki güçlendirici pratikler bazen tersi sonuçlar da yaratabiliyor. Bu türden deneyler, içerisinde yer alan insanlar için moral ve fiziki bir güçlenme yaratıyor, ama bir diğer yanıyla da şehirde var olan ayrışmanın, adacıklara bölünmenin ve mekânın homojenleşmesinin pekişmesi anlamına da geliyor. Şimdi, bu bir çelişki dediğim gibi. Buradan çıkacak sonuç tabii ki bu türden deneylerden kaçınmak da değil. 

Başka bir yapma biçimi belki de…

Belki daha önemli olan bu. Bunun bu türden beklenmedik sonuçlar yaratmaya açık olduğunu gözeterek yapmaya devam etmek, yani yaparken düşünmek, yaparken sorgulamak. Zapatista’ların vaktiyle söylediği gibi, “sorgulayarak yürümek”. 

Yapabilme hissinden bahsediyorsun, yapabilirlik hissi. O hissi önce, yakaladığımız kolektif üretimlerde bulunuyoruz, fakat ardından bunları yapmaya başlayan topluluklar, adacıklar ortaya çıkarıyor. 

İlk bakışta iki karşıt kutup varmış gibi görünüyor. Bir tarafta daha mikro deneyimler var, tartıştığımız türden güçsüzleşme hâlini telafi etmeye, yaraları sarmaya dönük, o alanlarda yer almış az sayıda insanı güçlendirmeye dönük, yapabilirliği artıracak cinsten faaliyetler. Mesela gıda kolektifleri, bostanlar, kolektif mutfak deneyimleri, takas ağları hatta birtakım spor birliktelikleri vs. Bir tarafta da siyaseti ya da radikal siyaseti, eleştirel siyaseti daha yukarıdan, makro zaviyeden gören ve bütün bu pratiklere çok da ehemmiyet vermeyen, yukarıdan makro gündemlere dönük müdahaleler geliştirmeye çalışan bir siyaset tarzı var. Dikkat edersen bu iki siyaset tarzı, Gezi’nin hemen sonrasında bu açıklıkta ve birbirlerinden de hayli uzaklaşmış olarak karşımıza çıktı. Bir kutba yakın olanlar, çok kabalaştırırsam, “kendi pratiklerimiz içinde alternatif hayatlar kurmalıyız” diyordu. Bunun karşısında ise “önemli olan siyasal özneyi oluşturmak ve dolayısıyla bütün dağınık unsurlara, aşağıdan hareket etmek isteyen unsurlara yol göstermeye çalışmak, onlara bir program strateji önermektir” diyenler vardı. Benim az önce anlatmaya çalıştığım çelişkili hâl, bu ikisinin de ortasına yerleşmeyi gerektiriyor. İkisini de çöpe atmadan, ama ikisinin de potansiyellerini ve de kısıtlarını gözeterek bir arada düşünmeye çalışmak. Ümit Akçay bir yazısında “gri alana yerleşmeyi göze almak” gibi bir ifade kullanıyor. Hakikaten de göze almak. Bir dolu sorunu ve meşakkatli işi beraberinde getirecek ve başarısızlıkları da üretmesi muhtemel bir yol bu. Yine de denemeye değer gibi görünüyor. Müşterekler çerçevesi ayağımızı bu iki yere aynı anda basmayı mümkün kılacak çerçeve olduğu için de sadece entelektüel olarak değil, aynı zamanda politik olarak da anlamlı bir stratejik yönelim türetmeye imkân veriyor. En başta da konuştuk, müşterekler tartışmasını hiçbir zaman salt akademik bir tartışma alanı olarak görmemek gerektiği kanısındayım. Bu daha ziyade politik alanla beslenen ve bütün yaratıcılığını da buralardan çıkaran bir okuma biçimi. Elbette ki en nihayetinde entelektüel bir tartışma alanından bahsediyoruz ama zenginliği politikayla kurduğu bu ilişki biçiminden kaynaklanıyor. 

Müşterekler etrafındaki tartışmaların genişlediğini izleyebiliyoruz. Senin gözlemlerin nedir bu konuda?

Müşterekler etrafındaki tartışma çeşitlenerek büyümeye devam ediyor. O anlamda hem popülerlik kazanıyor hem altı daha fazla doluyor. Böylelikle farklı pozisyonlar da giderek daha seçilir hâle geliyor. Bu memnuniyet verici bir şey. Yeni sorular sormanın, yeni eleştiriler getirmenin, yeni açılımlar yapmanın zamanı geldi, çünkü bu yeni adımları atacak denli bir birikim oluştu. Türkçede çok sayıda kitap, makale, söyleşi yayımlanıyor. Herhalde yapılması gereken şey bir taraftan kendini bu tartışmaya angaje eden insanları daha fazla yan yana getirmenin kanallarını yaratmak. Ortak seminerler düzenlemek, konferanslar düzenlemek, çalışma gruplarının sayısını artırmak örneğin. Diğer yandan bu mecralarda aralarındaki farkları ön plana çıkarmak, yani köşeleri sivriltmek. 

Melezlikleri artırmak bir yandan da. Özellikle işin pratiği anlamında geçişlilikleri artırmak gerekiyor sanki. 

Her şeyden önce bütün bu deneyimleri artırmamız lazım. Burası kocaman bir ülke, kocaman bir şehir. Orada üç tane kolektifin, burada beş tane bostan deneyiminin olması bize yeterli gelmemeli. Sayılarını artırmak, ulaştıkları alanları açmak ve belki daha önemlisi şu ana kadar büyük ölçüde temas ettikleri toplumsal kesimlerin ötesine geçmek gerekir. İstanbul’da belirli bir toplumsal kesime hitap eden deneyimler olmanın ötesine taşımak yani. Az çok da yapılıyor zaten. Bunları sadece Kadıköy’de, Beşiktaş’ta, Taksim’de yapılıyormuş gibi varsaymamak lazım. Her şeyden önce bütün bu deneyimlerin çoğaltılması ve bütün bu diyalog kanallarının açılması gerektiği kanısındayım. Şüphesiz yapıp etme biçimleri, deneyler birbirinden farklı olacaktır, kimi zaman birbirlerini kıyasıya eleştireceklerdir, kimi zaman aralarındaki farkları daha fazla öne çıkaracaklardır. Ama mesele zaten bunların altını çizerken birlikte yürümeye devam edebilmek. 


1-  Fırat, B. Ö. ve F. Genç (2015), “Strateji Tartışmasına Katkı: Müşterekler Politikasının Güncelliği”, Başlangıç, 3, s.137-47.

2- Genç, F. (2018, 10 Eylül), “İçe Kapanma İle Direniş Arasında; Bir İhtimal Olarak Şehir”, bir+bir forum, https://birartibir.org/kent-hakki/133-bir-ihtimal-olarak-sehir

DÖN