2016 yılında Muş’ta yapılan ÜNİDAP (DAP Üniversiteler Birliği) Bölgesel Kalkınma Konferansı’na katılan akademisyen bir ziraat mühendisine göre, Türkiye’de tarımda yerli tohumun yasak olduğu yönünde yanlış bir bilgi (“efsane”) mevcuttu. Oysa, “yerli tohum tabii ki yasak değildi; herkes kendi bahçesinde üretip kullanabilirdi ve buna kimse bir şey demiyordu ama bu tohumların ticaretinin yapılması yasaktı.” Mühendisin “yasak değil ama yasak” totolojisine dair gerekçelerinden bir tanesi oldukça ilginçti: Tohum üretmek için kendisi yedi yıl uğraşıyordu ve onun emeğinin korunması gerekiyordu.
Köylünün yüzlerce yıldan beri, her yıl yenilenerek oluşmuş geleneğinin ürünü olan tohum karşısında mühendisin, laboratuvarında ürettiği tohumu, kendi “emeğini” daha kıymetli görmesi bir ideolojinin yansımasıydı.
Söz konusu ideoloji, sanayileşmiş kapitalist ülkelere özgüdür. Bu modernist ideolojiye göre, eski ve geleneksel olan karşısında aslolan yeni ve modern olandı. Aydınlanma felsefesinin en dogmatik yorumu ve araçsal rasyonalite vesilesiyle pratikleri hayatın her alanına yayılan bu ideoloji, çeşitli ayrımlar üzerine kuruluydu. Bu ikili ayrımların anafikri, rasyonel düşünce ve irrasyonel düşünce arasındaki ayrımda ifadesini bulsa da, modernist ideoloji hem bunu içeren hem de aşan başka ayrımları da içinde barındırıyordu. Bu ayrımlar, aynı zamanda ayrışan taraflardan birinin üstünlüğünü esas alıyordu: Rasyonel, irrasyonelden; modern, geleneksel olandan; ileri geriden; seküler, dinselden; aydınlık karanlıktan üstündür. Modern hayat için “daha çok üretim” toplumun motorudur; kendini sürdürmeye dayalı “basit yeniden üretim” ise kabul edilemez bir eskimişliktir.
Sanayi toplumunun gelişmesi ve adeta mutlak bir doğru olarak görülmesiyle, kent ve geleneksel kır (köy) arasında da ikilik ve hiyerarşik bir ilişki ortaya çıktı. Kent modernliğin, aydınlığın, ileri olanın, üretimin mekanıyken köy, geride kalanın, karanlığın, bitmesi gereken bir tarzın mekanıydı. Merkezinde fabrikaların, rasyonalitenin olduğu kente karşı geleneğin, kocakarı ilaçlarının, hurafelerin olduğu köy kaybetmeye mahkumdu.
Ulusu yaratmak için başvurulan “gümüş derelerin, yemyeşil ovaların, altın sarısı başakların, gitmesek de görmesek de bizim olan köy”, “milletin efendisi köylü” güzellemeleri fiiliyatta bambaşka bir gerçekliği anlatıyordu. Köy dışkı kokan, az gelişmiş bir yer; köylü kentten gelen beyler karşısında ezilen, utanan, aşağılanan, kente geldiği zaman “yürümesini bilmeyen”, “kaba saba” bir insan türüydü. Köy ve köylü aslında arzulanan modern ulus imgesi için kompleks yaratan, kurtulmak zorunda olunan bir ayak bağıydı.
Hepsi aynı boyda olan gürbüz domatesler karşısında “köylü üretimi” eciş bücüş domatesler hızla değer kaybetti.
Gıdalarla ilgili de benzer duygular geliştirdik. Hepsi aynı boyda olan gürbüz domatesler karşısında “köylü üretimi” eciş bücüş domatesler hızla değer kaybetti. Kurtlu kirazlar karşısında her türlü hastalığa direnebilen kirazlar insanları fethetti. Bu kirazların ve domateslerin görünüşü daha cazibeliydi ve kimyasal katkılarla, dededen kalma usullere göre kolay üretiliyordu ve daha verimliydi. Yani her halükarda avantajlı görünen bir durum vardı. Bilimin ve sanayinin rehberliğinde sağlanan bu başarı, ideolojik üstünlüğün bir yaşam tarzından sofraya kadar uzanmasını sağlıyordu. İnsanlar pazarlarda, marketlerde “doğal” olarak ileri gıda sanayinin ürünlerini arıyorlardı.
Dünyanın “ileri” ülkelerinde ortaya çıkan süreç Türkiye’de de yaşanıyordu. Hükümetlerin tarım girdileri ve ürünlerine ilişkin fiyat politikalarıyla, modernleşmenin “beklenen” sonucu olarak insanlar köyleri boşaltmaya başladı, kentteki hayatın köyden “üstün” olduğu zihinlere kazındı. Sorun, köylülerin azalması değil; gelişmişlikti. Zaten “ileri” ülkelerde tarımsal üretim meselesi hallolmuştu; ABD’de köy nüfusu yüzde 1’e, Avrupa’da yüzde 10’un altına düşmüştü ve bu ülkeler çok az tarımcıyla koskoca nüfusu doyurabiliyorlardı.
Gıdanın Durumu
Kalkınmacılık ideolojisine uyumlu bir şekilde, 80 milyonluk memleketin dörtte birini aynı şehre doldurup, dikine yükselen binaların rasyonelliğini savunan mantık gıda konusunda da hakimdi. Bunca insanı beslemek için bol böcek ilacı, suni gübre, hibrid tohumla yapılan bir tarım ve ona bağlı “gıda sanayi”nin olması, “kutsal sanayi”nin gıda da üretmesi kaçınılmazdı.
Böylesine hegemonik bir ideolojik ortamda gıdanın “doğal” olması çok mümkün değildi. Mesela kentlerdeki çocuklar “yerli mallar” haftasını kutlarken, evlerinden getirdiklerine göre sınıfta kendilerine bir yer edindiler. Akrabaların köyden gönderdikleri peksimet ve peynirler, getirenleri “az gelişmiş” kategorisine sokarken kentle daha çok hemhal olanlar, getirdikleri süpermarket ürünleriyle sınıfta havalarını attılar. Köyde de benzer bir durum vardı: Kasabadan getirilen “pamuk gibi yumuşacık beyaz ekmek”, yüzyıllardır bahçedeki fırınlarda pişen ekmeğin pabucunu dama attı.
Kalkınmacılığın köye ve gıda sanayine uzanan ideolojik üstünlüğünü somut örneklerle inceleyebiliriz. Araştırmamızın1 bulguları, bu ideolojik üstünlüğün daha çok hissedildiği ve buna karşı direncin sürdüğü konulara ilişkin gözlemler sunmaktadır. Buradan “yeni” ve “ileri” olarak tahayyül edilenin üstünlüğüne karşı gelişen “yeni” eğilimleri anlamaya çalışabiliriz.
Metalaşma
Metalaşma, hanelerin eskiden kendilerinin yaptığı/ürettiği malları artık pazardan satın almalarıdır. Örneğin, kır hanelerinin %34,9’u ekmeklerini kendileri yaparken %40,7’si satın almakta ve %24,5’i de hem yapmakta hem de satın almaktadır. Evde yapılma oranı en yüksek gıdalar turşu, salça ve tarhanadır. Bunlar aynı zamanda başkaları ile en çok paylaşılan ürünlerdir. Süt ise satılma oranı en yüksek üründür.
Tablo 1. Hanede gıda üretimi yapılması ve/veya satın alınması (N: 1222) hane, %)
Kır hanelerinin daha çok kendi tüketimleri için yaptıkları gıda üretimleri gerilemektedir. Bunun nedenleri şöyledir:
-Hanelerin küçülmesiyle toplam tüketimin azalması,
-Bireylerin başka işlerde çalışmasıyla gıda üretimine zaman ayrılamaması, ayırmak istenmemesi,
-Hanede ürünü yapacak birey olmaması,
-Fabrika, imalathane üretimi ürünlerin ucuz olması,
-Gıda üretimi bilgisinin kaybolması,
-Sütün tüketilmeyip, peynir, tereyağı yapılmayıp gelir elde etmek için satılması,
-Ürünü birlikte yapmaya, tüketmeye ve paylaşmaya temel oluşturan aile ve akraba ilişkilerinin zayıflaması,
-Yerel girişimcilerin yöresel gıdaları imal etmeleri ve bunların ucuz olması.
Sağlıklı Gıda
Kırsalın ideolojik yenilgisine ve domatesin kokusunun kaybolmasına karşın, hem köylerde hem de şehirlerde yaşayanlar, doğal, sağlıklı ve lezzetli olduğu bilgisiyle, geleneksel gıdalara yöneldi. Böylece geleneksel gıdaların kırlarda üretilip, hegemonik kapitalist pazar ilişkilerinin dışında yollarla şehirlere taşınması arttı.
Geleneksel gıdalar şehirli tüketicilerce şu yollarla ulaşır:
-Köydeki aile veya akrabalar yaptıkları gıdaları şehirdekilerle paylaşır,
-Tatilde, bayramda köye gidilir, gıda hazırlanır, köydekilerle paylaşılır veya satın alınır,
-Köydeki üreticiler ürünlerini doğrudan şehirdeki hemşerilerine satar,
-Şehirli tüketici köydekilere ürün yaptırtabilir veya üretilmiş ürünü satın alır,
-Üretici, şehirdekilerin siparişi üzerine üretir,
-Mahalli pazardan temin edilebilir,
-Yol üstü satıcılarından temin edilebilir,
-Üreticiler ürünlerini doğrudan veya internetten şehirdekilere pazarlar,
-Üreticilerin ürünleri tüketim kooperatifleri aracılığı ile satılır,
-Köylüler ürünlerini şehirlerdeki marketlere, bakkallara tanıdıklık veya akrabalık aracılığıyla satarlar,
-Şehirdeki bir akraba ve tanıdık vasıtasıyla tüketicilere ulaşılabilir,
-Köyden şehre hediye olarak gelir,
-Köyden şehre aile bireylerine destek amacıyla gelir.
Kır hanelerinde yapılan gıdalar en çok aile bireyleri ve çocuklarla sonra da eş, dost ve akrabalarla paylaşılır. Bu iki grup, yakın bağlara sahip ve birbirleriyle pek çok şeyi paylaşarak, dayanışarak yaşayan insanları temsil eder. Gıda paylaşımı yapılan üçüncü grup ise komşular, köylü ve arkadaşlardır.
Tablo 2. Geleneksel Gıda Ürünlerinin Paylaşımı (N: 1222, %)
Bir Müşterek Olarak Gıda
Gıda yapanlar ve yapamayanlar birlikte düşünüldüğünde, gıda aynı zamanda olanın olmayanla, yapanın yapamayanla ve çoğunlukla da varlıklının yoksulla gıdasını paylaşması anlamını taşımaktadır. Yüksek oranlarda olmasa da, köylerde bu ilişkilerin devam etmesi anlamlıdır. Diğer yandan geleneksel gıdalara yönelik artan talep, kent ve kır insanları arasındaki ilişkileri güçlendirmekte ve kırın geleneksel özelliğini, eski-yeni karışımı toplumsal ilişki ağları içinde, yeni üretim, satış ve paylaşım yöntemleri ile geliştirmektedir.
Gıda sadece bir tüketim aracı değildir; aynı zamanda toplumsal kültürün bir parçasıdır ve lezzeti, ürüne ve üretime dair bilginin paylaşımı, aktarım nesnesi, aidiyetin sembolü olarak toplumun müşterek zenginliğinin parçalarıdır. Meta ilişkilerinin artışıyla köyde yaşayanların da ekmeği, yoğurdu, sütü satın aldığı göz önünde bulundurulduğunda geleneksel gıdanın üretimi ve dayanışma, yardımlaşma temelinde paylaşımı önemli bir ayrışma ve yeniden bütünleşmenin de işaretidir.
Bin yıllardır kendi ürettikleriyle yaşamış toplumların, yaşamak için değil, satmak için üretmesi, üretimin sanayi ve bilimin bilgisine tabi olması, dolayısıyla kırdaki zayıf tarımcıların tarımı sürdürememesi yoksulluğu beslemektedir. Dünyanın yoksul “Güney”inde yoksulların %70’i kırlarda yaşamakta, yoksulluk ve açlık artışı kol kola gitmektedir. Ancak, müşterekler ve domatesin kokusunun birlikte geri dönmesinin, gıda adaleti ve geleneksel gıda üretimini yeniden düşünmenin önünde engel bulunmamaktadır.
Şehirden Bakınca Gıda Üretimi ve Temini
Kırdan kente gıda desteği gelmesi, şehirdeki yoksulların hayatlarını sürdürebilme biçimlerinden biri olmuştur. Aşağıdaki tablo kente göç etmiş hanelerin gıda yapmaları ve gıdayı temin biçimleri hakkında bilgi vermektedir. Kentteki hanelerin %2’si geleneksel gıdalarını kendileri üretmekte, %7’si köyden temin etmekte ve %89’u tümüyle satın almaktadır. Bu rakamlar köyden kente çok fazla gıda hareketi olmadığını göstermektedir. Köy ile kent arasındaki gıda hareketi sadece düşük gelirli haneler için geçerli değildir. Yukarıda değindiğimiz gibi, “geleneksel lezzet” yeniden değerli hale geldikçe bu gıdalar, en azından bazı kesimler için tek alternatif olmuştur. Suni gıdaların riskine karşı doğal gıdalarla beslenmenin bir çare olarak görülmesiyle geleneksel gıdanın şehirdeki tüketicileri çoğalmıştır. Aynı zamanda köyde gıda üretiminin gerilemesi, köyden şehre gıda transferini de azaltmaktadır.
Tablo 3. Şehirdeki Hanelerin Gıda Temin Biçimleri (N: 410*, %)
Sonuç Yerine:
İdeolojik Yenilgi Tersine Döner mi?
Zygmunt Bauman, Yasakoyucular ve Yorumcular adlı kitabında modern toplumdaki dönüşümü anlatmak için “Avlak Bekçileri”nden “Bahçıvanlar”a dönüşüm metaforunu kullanır. Avlakların varlığını sürdürebilmesi için, buraları koruyan, dolayısıyla neredeyse kutsal bir görev gibi tabiatın kendisini yenileyebilmesini gözeten bekçiler modern zamanlarda yerlerini bahçıvanlara bırakmıştır. Bahçıvanlar, tabiatın kendisini yeniden üretebilmesinin aracısı değil; tabiat üzerinde mutlak bir kontrolü tesis etmeye çalışan bir tür kibirli mühendislerdir. Bahçıvanlar uzun sürmüş bir mücadele döneminin sonunda galip gelseler de, tasarladıkları “kontrol edilmiş tabiat” kader değildir. Basit olarak, modernizm tarafından “bittiği” ilan edilen pek çok toplumsal tezahür -mesela din- güçlü sosyal hareketler halinde “geri dönmüştür”. Modernizmin iddia ettiği “sona erişler”, “yasa” değildir; daha ziyade yeni toplumsal aktörler ve onların değerleri yepyeni ideolojileri ve karşı hegemonyaları beslemektedir.
Günümüzde sadece “doğallığın” izlediği güzergahlara baktığımızda bile, toplumsal aktörlerin ürettiği anlamlardaki değişimi görebiliriz. Örneğin, eskiden ürünler kuşkusuz doğaldı; ancak bu “doğallığın” pazarlama değeri yoktu çünkü zaten her şey “doğal”dı. Modernleştiğimizde ise gıda ürünlerinin “doğallığı” değil; ambalajları ve fiyakalı sunumu cezbedici oldu. İşte modern ulus-devletin, araçsal rasyonalitenin, kalkınmacı ideolojinin tartışıldığı ve krize girdiği bir zamanda, gıdanın da bir zamanlar doğal olduğunu ve o doğallığı kaybetmekte olduğumuzun farkına vardık. Belki de bu yüzden “Tokat’ın asma yaprağı”, “Tekirdağ’ın kirazı”, “Malatya’nın kayısısı” diye övünen şehirlerin girişlerine meyve ve sebze heykelleri dikildi. Ancak bu meyvelerin sadece adının olduğunu, başka coğrafyaların meyvelerinden farkının olmadığını, üstelik heykellerin ucubeliğini de geç fark ettik.
Modern ulus-devletin, iklim koşullarını ve kültürü yansıtan evleri, dilleri ve renkleri yok ettiğini, tümüyle homojen bir toplum yarattığını fark ettik. O zaman farklı anlatılar, yerel hafızalar kamusal alanda kendilerine yer edinmeye başladı. Safranbolu evlerine sahip çıkıp, Hasankeyf’e ağladığımız zaman, Şangay’dan Edirne’ye kadar aynı kokusuz domatesleri yediğimizin farkına vardık ve gerçek domatesin kokusunu hatırladık.
Bu hatırlamada, kuşkusuz “bitmekte” olan köy imajının büyük etkisi oldu. Bitmekte olan, paradoksal bir şekilde, azalırken “değer” kazandı. Başka bir paradoksallık içinde “değer”, özellikle köyde değil, modernleşen kentte ve orta sınıf kentliler arasında yükseldi. İşte köylünün kente getirdiği değer, bugün kentliler tarafından tabiata ve gıdaya verilen değer olarak geri dönüyor. Bu, gıdanın hem insan-doğa; hem de insan-insan arasında aynı anda gerçekleşen bir değiş tokuş ve denge gerektirdiğini hatırlatıyor. Dolayısıyla artık köy–kent ayrımı yerine, köylülerin kentlileşme ve kentlilerin köylüleşme eğiliminin ortasında belirginleşen bir köy, kırsal alan, gıda veya “gıda güvenliği” gibi alanlarda yeni küresel anlamlar söz konusudur. Halen dünyanın toplam gıda ihtiyacının yaklaşık %80’ini köylü tarımcıların ürettiği de düşünülürse, bu eğilim ideolojik yenilgiyi tersine çevirebilecek bir kapasiteye sahip görünüyor.
1- “Kır mekanının sosyo-ekonomik ve kültürel dönüşümü: Geleneksel mekan ve anlamların modernleşmesi ve kaybolması” adlı 114K145 numaralı TÜBİTAK destekli araştırma projesi.