Didem Danış: Türkiye’de toplumsal dönüşümün en önemli kaynaklarından biri kuşkusuz göç. Ekonomiden kültüre, toplumsal ilişkilerden aileye, kentlerden siyasete toplumun tüm alanlarını etkileyen bir olgu. Siz de kent ve göç araştırmalarında Türkiye’deki en değerli isimlerden biri olarak, çalışmalarınızda göç ve mekân ilişkisini ele aldınız; göç sonrası ortaya çıkan kentsel tabakalaşma ve kentsel eşitsizlikler konularını, göç sürecinde siyasi aktörlerin rolünü, iskân politikalarını incelediniz. Göç en başta coğrafi bir yer değiştirme demek, ama göçmenler yeni yerlerine çırılçıplak gelmiyorlar; aksine, beraberlerinde sosyal işkiler, kültürel değerler, normlarla dolu ağır bir valiz getiriyorlar. Göçmenlerin yerleşme sürecinde mekânsal ve toplumsal olanın ilişkisi nasıl işliyor? Göçmenlerin yerleşme stratejileri bize kentin işleyişine dair neler söylüyor?
Sema Erder: Çok kapsamlı bir soru. Bir bakıma benim “yaşam boyu” yapmaya çalıştığım araştırmaların yorumlanmasını gerektiriyor. Becerebildiğim kadarıyla cevaplayayım bu sorunuzu. Toplumsal tabakalaşmanın mekâna yansıması, Şikago ekolünden bu yana şehirleri, toplum-mekân ilişkileri açısından anlamaya çalışanların ilgi odağında. Bu çalışmalardan, toplumsal değişme dinamiklerinin hem tabakalaşmayı hem de kentsel mekânı sürekli olarak değiştirdiğini izleyebiliyoruz. Kentsel ekolojistlerin çalışmalarına, Avrupalı sosyologların toplumsal güç ilişkilerini de dahil etmesiyle, kentteki bu çokyönlü değişimin izlerini daha kolay kavrayabiliyoruz. Benim “iskân” konusundaki çalışmam1 esas olarak “devlet-toplum-toprak” ilişkilerinin düzenlenmesini amaçlayan bu otoriter kurumun da toplumsal değişimin dinamiklerinden etkilenerek değişimini göstermeye dönüktü. Prekapitalist döneme ait bu zorba “iskân” kurumu “zorunlu göçle” insanları kimi zaman zorla yerleştirip, kimi zaman yerinden ederken kendisi de toplumsal değişimin etkilerinden azade kalamıyordu.
Bir anlamda, göçün kentlere etkisini her dönemin kendi dinamikleri ve güç ilişkilerinde anlamaya çalışmamız gerekir. Buradaki soru, göç edenlere odaklandığı için cevabı göç edenlerin “gücü” açısından vermeye çalışacağım. Genel olarak göçmenlerin güçsüzlüğü vurgulanır, ama bazı dönemlerde göçmenler de güce sahip olarak gelebiliyorlar. Benim çalışmalarım daha çok İstanbul üzerine yoğunlaşıyor, burada aktardığım gözlemler de bunlara dayanıyor, neyse ki İstanbul’un geçmişi bize sınırsız gözlem olanağı veriyor. Göç şehri olan İstanbul, sizin deyişinizle, farklı yüklerle dolu “valizleriyle” gelen göçmen gruplarını izleyebileceğimiz bir “kervansaray”. Burada sadece Cumhuriyet sonrasındaki iki farklı göç deneyimiyle kendimi sınırlayacağım. Bilindiği gibi, Cumhuriyet sonrasında İstanbul “yerleşik” elitini ve yönetim gücünü kaybetmişti. 1960 öncesinin bu yoksul, zarif ve kırılgan İstanbul’unu, Orhan Pamuk kitabında çok güzel anlatmıştı. Güçlü, varsıl yerlisini yitirdiği ve yönetim gücünü Ankara’ya bıraktığı bu dönemde İstanbul’a gelen göçmenler, (vatandaş olmaları ya da olma hakkına sahip olmaları kaydıyla), buraya dirençle karşılaşmadan kolaylıkla yerleşebildiler. Burada, Balkan göçmenlerinin, özellikle “mübadillerin kentsoylu olanlarının” ayrıcalıklı konumda olduklarını hatırlamamız gerekir. Yeni İstanbul’un ve kentteki yeni kentsel tabakalaşmanın kurulmasına ise, 1960 sonrasında başlayan Anadolu kitlesel göçü öncülük etti. 1999 yılında İstanbul Dergisi’nde çıkan “Yerlisi Yok, Sahibi Çok İstanbul” başlıklı yazımda2 güçlü bir yerleşik eliti olmayan İstanbul’un, sermayeleri ve güçleriyle gelen “taşralı elit”e gönülsüz de olsa teslim olduğunu ve yeni gelen “taşralı elit”in ise kolaylıkla “yeni İstanbullu” kimliğini benimsemelerini anlatmaya çalışmıştım. Kitle göçünün yoksulları ve güçsüzleri içinse kente yerleşmek de “İstanbullu olmak” da o kadar kolay olmadı.
Kısaca şunu söylemek istiyorum, göçün etkisini anlamak için göçmenlerin “valizleriyle” getirdikleri kadar, göç edilen yerdeki “yerlilerin” güçlerinin de bilinmesinde yarar var. Kentteki değişimi esas olarak bu etkileşim ve güç dengesi belirliyor.
1990’ların başında, sosyologlar arasında “İstanbul küresel kent olabilir mi?” sorusu tartışılıyordu. Siz o dönem yazdığınız bir makalede3 “İstanbul belki uluslararası sermaye piyasasının yerleşmek istediği bir mekân olabilir. Ama acaba, İstanbul kentinin kendisi yerel ve ulusal dinamikleri itibariyle böyle bir mekân olmaya aday mı, ya da hazır mı?” diye sormuştunuz. Aynı makalede “Küreselleşmeye yerel düzlemden bakıldığında, kent hukukunun geçerli olduğu alanlarla geçerli olmadığı alanların dinamiklerinin farklı olduğunu” söyledikten sonra, formelliğin hâkim olduğu kent merkeziyle, enformelliğin ve esnekliğin hâkim olduğu kent çeperlerini ayrıştırmıştınız. Eskiden enformel yerleşim yeri olarak tanınan ve içgöçle gelenlerin mekânları olan gecekondu mahalleleri bugün kentsel dönüşümle formel sisteme entegre ediliyor. Diğer yandan son yıllarda gelen yabancı göçmenlerin ille de çeperlerde yaşamadığını görüyoruz. Bu yeni olguları da göz önüne alırsak, yaklaşık yirmi beş yıl önce bahsettiğiniz ikili dinamik bugünün İstanbul’u için de geçerli midir?
Bu da çok kapsamlı ve cevaplanması zor bir soru… Öncelikle, küreselleşme dinamiklerine bağlı olarak değişen analizlerden söz etmek gerekir. Bahsettiğiniz makalenin yazıldığı dönemde küreselleşmenin her yerelde aynı nitelikte bir değişime neden olacağı gibi bir anlayış hâkimdi. Ben ise “küyerel” bir bakışa daha yatkın olduğumu anlatmak için bu yazıyı yazmıştım. Küreselleşmenin New York, Paris, Hong Kong gibi kentlerdeki etkisiyle İstanbul gibi “enformel” ilişkilerin hâkim olduğu kentlerdeki etkisinin çok farklı olacağını ifade etmek istemiştim. Neyse ki, Çağlar Keyder İstanbul: Küresel ve Yerel Arasında adlı kitapta gerekli bazı yasal/kurumsal düzenlemelerin yapılmaması durumunda, İstanbul’un enformel küreselleşmenin yoğunlaştığı bir küresel kent olacağını öngören çok önemli bir yazıyla, benim sorduğum sorunun cevabını vermiş oldu. Nitekim, İstanbul’da kentin enformel alanlarında yaşayarak varsıllaşanlar daha sonra enformel küreselleşmenin önemli aktörleri olarak iş hayatında ve siyasette sahne aldılar. İstanbul bugün, enformel küreselleşmenin yoğunlaştığı bir küresel kent durumunda.
Kentteki gecekonduların ne kadarının tasfiye olduğu hakkında bir envanter bilgim yok. Ama yapılan çalışmalardan izlediğim kadarıyla mülkiyet sorununun tam anlamıyla çözülmediği gecekondu alanları halen yerli yerinde duruyor. Yıkımlar daha çok kentin değer kazanan bölgelerinde. Kaldı ki bu bölgelerde yapılan yıkımlar, burada yaşayanların kente entegrasyonu anlamına da gelmiyor. Bu yıkımlardan bir kısmı belki burada yaşayanların varsıllaşmasına neden olmuş olabilir, ama yapılan araştırmalar bu yıkımların daha çok kent yoksullarının yerinden edilmesi ve kent çeperlerine itilmesi anlamına geldiğine işaret ediyor. Kentteki enformel yaşam ise aynı canlılığıyla devam ediyor. Yabancı göçmenlerin yerleşme stratejileri ise bambaşka bir hikâye…
Toplumsal değerler ve yasal/kurumsal kurallar açısından kimlerin “yabancı” kabul edildiği konusunun ayrıca düşünülmesi gerekiyor. İstanbul çok farklı “yabancı” gruplarını geçici olarak barındıran, küçük bir kesimini ise gönülsüz olarak “misafir” eden bir kent. Uzun süreli yerleşme hakkı olmayan yabancıları formel “göçmen” olarak tanımlamamız mümkün değil. Yıkılan “Demir Perde” sonrası İstanbul’a gelen, turist olmayan “yabancı”larla ilgili yaptığımız bir araştırma sırasındaki gözlemlerimi Orhan Esen’in Self Service City: İstanbul kitabı için yazdığım “Eski Merkezin Çevreleşmesi” başlıklı bir yazıda toparlamaya çalışmıştım.4 Yasal olarak yerleşme hakkı olmayan, burada kısa süreli kalmak durumunda kalan, mekik göçmenleri, bavul tüccarları, transit göçmenler gibi farklı amaçla gelen yabancıların geçici konaklama ya da barınma alanlarını gezmiştik. Yabancıların kaldıkları yerlerin, daha çok, yerleşik nüfusunu kaybetmiş, kentin çöküntü alanı haline dönüşmüş, turizm hareketleri sayesinde yabancıya aşina olanların olduğu ve dolayısıyla yabancıları yadırgamayan eski merkezde (tarihi yarımada Eminönü, Fatih ve Beyoğlu) yoğunlaştığını gözlemlemiştik. Bugün de eski merkezin aynı işlevi sürdürdüğünü gözlemlemek mümkün.
Son dönemlerde gelen Suriyelilerin ise çok farklı konumda olduklarını belirtmek gerekir. Diğer “yabancıların” gelişlerinden çok farklı olarak Suriyeliler, devletin himayesi altında Türkiye’ye geldiler, bir kesimi “vatandaşlık” alarak “göçmen”, bir kesimi ise oturma izniyle “misafir” olabildiler. Dolayısıyla, diğer “yabancılardan” farklı olarak Suriyelilerin, sınırlı da olsa “yerleşme stratejisi” geliştirme olanağı var ve kentin bütününe yayılabildiler. Çoğu zaman Suriyelilerin etnik/dinsel köken, sosyal tabakalaşma, göç etme nedeni, yerleşme ya da göç etme beklentisi açısından homojen olduklarını zannediyoruz. Bu doğru değil. Doğrusu ben de Suriyelilerden hangilerinin, hangi nedenle, nasıl, kentin nerelerine yerleşebildiklerini merak ediyorum. Diğer taraftan, çok politikleşmiş bir konu haline gelen Suriyeliler hakkında bugünlerde anlamlı analizler yapabileceğimiz bilgiyi edinmemiz ve üretmemiz neredeyse imkânsız.
1995’te Toplum ve Bilim dergisinde yayımlanan “Yeni kentliler ve kentin yeni yoksulları”5 makaleniz benim hâlâ derslerde kullandığım çok değerli bir çalışmadır. Orada göç süreçleri ve İstanbul’a tutunma stratejileri arasında bir ilişki kuruyor ve kentsel tabakalaşmadan bahsederek “yükselenler”, “içe kapananlar” ve “yoksullaşanlar” diye üç grup tanımlıyorsunuz. Kentsel tabakalaşmayı açıklarken kente yeni gelenlerin sahip olduğu veya sonradan geliştirdiği sosyal ilişki ağlarına ek olarak, kente entegrasyon aracı olarak gecekondunun önemine işaret ediyorsunuz. Bugün “gecekondunun bittiği” bir dönemde yeni göçmenlerin kente entegrasyonunda konutun etkisi nasıl olacaktır?
1990’larda yaptığım araştırmalarda, kente göç edenlerin toplumsal tabakalaşma sistemine dahil olma stratejilerini araştırırken iş piyasası ile konut piyasası ilişkisini ele almıştım. Bu araştırmalar sırasında gecekondu alanlarının kente sadece emeklerini sunmak için gelen yoksullar açısından önemli bir tutunma alanı olduğunu gözlemlemiştim. Ama o dönemde bile bir gecekondunun kullanım hakkına ulaşabilmenin, tüm yoksullar için mümkün olmadığını anlamıştım. Buralarda kullanım hakkına ulaşabilenler, ancak, enformel ilişki ağlarını aktif olarak kullanarak kentte göreli olarak başarılı olanlardı. Nitekim bu gruplar belki de bu başarıları nedeniyle kendilerini “orta-sınıf” olarak kabul ediyorlardı. Bu nedenle, başarılı olan ve kurdukları ilişki ağlarıyla iş piyasasında varsıllaşanları “yükselenler”, enformel ilişki ağlarını etkin olarak kullanamayan, iş piyasasında da devingenlik olanağı bulamayan gecekondu kiracılarını “kentin yeni yoksulları” olarak tanımlamıştım. Gecekondulaşma yoluyla konut edinen ve varsıllaşan “yükselen haneler” muhtemelen gecekondulaşmanın sona ermesinden sonra da hızla büyüyen inşaat sektörünün ve bu sektörün kolaylaştırıcıları olan yerel siyasetin aktörleri oldular. Enformel iş piyasasının güvene dayalı kurallarını bilen “yükselen haneler” mensupları, muhtemelen, son dönemlerdeki kuralsızlık ortamında da yaşamlarını sürdürebilmişlerdir.
Gecekondulaşmanın, esas olarak kitlesel içgöçün yoğun olduğu dönemde gerçekleştiğine dikkati çekmek istiyorum. Gecekondulaşmanın sona ermesinin, kır-kent göçünün azaldığı; hem kentte hem kırsal alanlardaki toprakta kapitalist anlamda özel mülkiyetin yaygınlaştığı döneme rastlaması tesadüf değil. İskân ile ilgili çalışmamda Türkiye’de toprakta özel mülkiyetin kurulma sürecini de ele almaya çalıştım. Burada, esas olarak, gecekondulaşmanın geleneksel mülkiyet/kullanım haklarının kentlerde geçici ve kırılgan olarak yeniden üretilmesi anlamına geldiğini söylemek istiyorum. Mübeccel Kıray’ın kavramsallaştırmasıyla gecekonduyu geçici süre için oluşan bir “ara form” olarak kabul etmek mümkün.
Gecekondulaşmanın sona erdiği son on yılda tüm Türkiye’ye ve özellikle İstanbul’a damgasını vuran inşaata dayalı ekonomi, esas olarak kentleşme yoluyla kentte yaratılmış rantın paylaşımı anlamına gelmekteydi. Post kentleşme olarak tanımladığım bu dönemde, inşaat faaliyetlerinin ve kitlesel konut üretiminin kentteki servet dağılımını yeniden kurduğu açık. Bu dönemde hangi grupların varsıllaştığını, hangi grupların yoksullaştığını tam olarak bilmiyoruz. Ancak, gecekonduda yaşayanlar arasında yükselen hanelerin göreli olarak avantajlı olduğunu ileri sürmemiz mümkün. Kent yoksulları içinse gecekondunun kiracısı olmaktan, kentin çeperlerinde üretilmiş olan niteliksiz çokkatlı konutların kiracısı olmaya doğru geçişten başka bir seçenek kalmadı. Bu yeni konut alanlarının kentteki toplumsal kutuplaşmayı açıkça yansıtacağını söyleyebiliriz. Ancak, bu kutuplaşmış ve ayrımlaşmış konut alanlarının sadece sınıfsal konumları mı, yoksa aynı zamanda etnik/dinsel dışlanmayı mı belirginleştireceğini henüz bilmiyoruz. Bu yeni toplu konut alanlarından en niteliksiz ve en düşük değere sahip olanlarının Fransa’daki yoksul konut alanları olan “banliyö”ler haline dönüşmesi de ihtimal dahilindedir.
1996’da ilk baskısını yapan Ümraniye çalışmanızdan6 başlayarak enformel ilişki ağlarının önemine değindiniz. Ancak bu ağlar göçmenlere imkân ve fırsatlar açtığı kadar, sömürü ve haksızlıklar da ortaya çıkarıyor. Benim çok sevdiğim göç ve kent romanlarından biri olan Orhan Kemal’in Gurbet Kuşları büyük kentte insanlar arasındaki güvensizlik ve şüphe duygusuna dair çarpıcı tespitlerle doludur. Bugünün metropollerinde göçün ve göçmenlerin çok daha çeşitlendiği, dil, kültür, yaşam tarzı olarak farklılaştığı bir tabloda, yeni göçmenler için enformel ilişki ağları ne tür bir rol oynar?
Enformel ilişki ağları da oldukça önemli ve kapsamlı bir konu. Yaygın olarak kullanılan “Nerelisin Hemşerim?” sorusu bile tek başına bu ilişki ağlarının yaşamsal anlamını bize ifade edebiliyor. Enformel ilişki ağlarını hem iç hem de dışgöçle ilgili yapmış olduğum araştırmalarda gözlemleme fırsatına sahip oldum. Selmin Kaşka ile birlikte yaptığımız “Kadın Ticareti” araştırmasında7 bu ilişki ağlarının kimi zaman kurtarıcı kimi zaman da yok edici etkiler yapabildiğini gördük. Örneğin, bu güvene dayanan ilişki Ukrayna’nın köyünde yaşayan bir kız çocuğunu geri dönemeyeceği bir felakete sürükleyebiliyordu. Diğer taraftan, Ermenistan’dan gelen bazı kadınlar için İstanbul’daki Ermeni cemaatinin varlığı kurtarıcı olabiliyordu. Bu nedenle güvene dayalı ilişkileri, kestirme bir şekilde göçmen karşıtı ya da yanlısı olarak tanımlamak doğru değil. Bu ilişkiler, kimi zaman iş bulmada, belli bir hizmete ulaşmada göçmen gruplara yardımcı olabildiği gibi, kimi zaman güç ilişkilerine dönüşerek sömürü aracı olabiliyor. Jenny White’ın “Para ile Akraba” araştırması8 bu ilişki ağlarının, yoksul kadınlar için nasıl bir sömürü aracı haline dönüştüğünü çok etraflı anlatıyor. Enformel ekonominin yaygın olduğu toplumlarda, bu güç ilişkisi kolaylıkla “mafya tipi” örgütlenmelere de dönüşebilmektedir. Nitekim, henüz elimizde doğru dürüst bir araştırma olmasa da, İstanbul’da kuralsızlığa ve güce dayanan mafya tipi hemşeri ilişkilerinin capcanlı olduğunu gündelik yaşamımızda bile gözlemleyebiliyoruz.
1980’lerde İsveç’te yaşayan Türkler üzerine yaptığınız saha araştırmasından sonra, buradaki durumu gettolaşma olarak tanımlamış ve bunu ortaya çıkaran iki ana mekanizmaya işaret etmiştiniz: bir yanda ayrımcı politikalar ve uygulamalar, diğer yanda göçmenlerin içe kapanma eğilimi.9 Bu araştırmada göçmenlerin yaşamını kolaylaştırmaya yönelik kurumların evsahibi toplumla bütünleşmeyi engellediğini söylemiştiniz. Oysa Şikago Ekolü sosyologları yüzyıl kadar önce, bunların tampon mekanizmalar olduğunu ve entegrasyon önünde engel değil, kolaylaştırıcı bir rol oynadıklarını söylemişti.10 Getto tartışmalarına dair ne söylersiniz? Bugün yoğun göç alan İstanbul gibi kentlerde de bir gettolaşma eğilimi gözlemliyor musunuz?
Gettolar, bir toplumda yaşayan şiddetli ve açık bir biçimde dışlanmış grupların yaşamlarını sürdürdükleri mekânlar olarak tanımlanıyor. Diğer yandan, buralarda yaşayanlar için bu mekânların yaşamlarını kolaylaştıran bir barınak olduğu da açık. Ancak bu mekânların varlığının bu grupların içinde yaşadıkları toplumla ilişkilerini azalttığı da bir başka gerçeklik. Getto araştırmalarını başlatan kentsel ekolojistlerin “gönüllü/zorunlu getto” ayrımı yaptıklarını ve Şikago’da merkezin çevresindeki çöküntü alanlarında kendiliğinden oluşan gettoların, Avrupa’daki zorunlu Yahudi gettolarına göre daha esnek olduğunu gözlemlediklerini biliyorum. Sizin sözünü ettiğiniz saptama bu karşılaştırmanın ortaya çıkardığı görelilikten kaynaklanıyor.
Benim İsveç’te araştırma yaptığım Rinkeby ise hem Amerikan kentlerindeki gettolardan hem de Avrupa’daki eski Yahudi gettolarından çok farklı özellikler taşıyordu. Şimdi bu araştırmayı uzun uzun anlatmak istemiyorum, ama gettoların önemli bir özelliği orada yaşayanların açıkça ifade edilmiş bazı kurallara tabi olmaları ve bazı özel kurumları kullanmaları. Benim gözlemlediğim yerleşmede yaşayanlar hiçbir açık zorlama olmadan orada yaşamayı isteyerek seçenlerden oluşuyordu. Kiraların ucuz olması, buradaki bazı hizmetlerin onlara bazı kolaylıklar sağlaması, kendilerine bazı özel hizmetlerin sağlanması, kendi yaşam tarzlarına benzeyenlerin burada yaşaması gibi özellikler bu alanları onlar için avantajlı hale getiriyordu. Bu bağlamda ben daha çok, “entegrasyon” konusunda çok âlicenap görünen demokrat İsveç’te göçmenlerin bu hizmetlerle daha çok dışlanma ihtimalleri olduğunu gündeme getirmek istemiştim. O dönemde yapılan “çokkültürlülük” tartışmalarına da bir eleştiriydi bu tez. Nitekim çok tepki çekti, Avrupa’da katıldığım birçok konferansta “getto” kavramını kullanmamam istendi, böylece oralarda da bazı tabuların olduğunu anladım. Getto kavramı Avrupa’da Yahudi soykırımını anımsatan çokyönlü yükü olan bir kavram. Ancak çok yakınlarda yeni yeni onların da bu kavramı kullanmaya başladıklarını gözlemliyorum. Loïc Wacquant da onlardan biri. İstanbul’da ise hiçbir hakkı olmayan bazı yabancıların getto oluşturma olanaklarının bile olmadığını düşünüyorum. Bunu oluşturmak için bazı haklara sahip olmak, en azından yerleşme hakkına sahip olmak ve özel düzenlemelerin olması gerekir. İstanbul’da ileri derecede dışlanmış grupların gettolaşmalarını belki daha çok yerleşik gruplar arasında aramak gerekir. Yüzyıllardır yaşadıkları Sulukule’den kovulan Çingeneleri düşündükçe yerleşme hakkının ne kadar önemli bir hak olduğunu çok daha iyi fark ediyorum.
Gene öncü çalışmalarınızdan birinde, 2000 yılında yayımlanan bir makalenizde Türkiye’yi yabancı göçmenler için bir “bekleme odası” olarak tanımlamıştınız.11 Bugün beş milyondan fazla, farklı yasal statülerde kayıtlı yabancının olduğu Türkiye’nin göç yollarındaki konumunu tanımlamak için aynı metafor geçerli mi?
Türkiye’ye gelen turist olmayan yabancı sayısını tam olarak bilemiyorum. Bir zamanlar turizm planlama kurumunda çalışmış biri olarak yabancı giriş çıkışları ve konaklama ile ilgili sayısal verilere aşina idim. 1960 sonrası dönemde, turizm politikasının döviz getirici olanaklarını destekleyen yönetimler sınır geçişlerinin kolaylaştırılmasına da öncelik vermişlerdi. O dönemden bu yana kısa süreli kalışlar için açık sınır politikası izlendi ve çevre ülkelerde yaşayanlar turist olmasalar da kolaylıkla sınır geçişi yaparak Türkiye’ye geldiler. Çevre ülkelerle ilişkide bu sınır geçişleri çevre ülkeleriyle ilişkiyi, küçük ölçekli bavul ticareti ya da kısa süreli çalışma olanaklarını da artırdı. Mekik göçü diye adlandırılan bu kısa süreli iş amaçlı ziyaretler, “Demir Perde”nin yıkılmasıyla gözle görünür büyüklüğe ulaştı. Türkiye’nin bu açık sınır politikası, bir süre sonra çevre ülkelerden ekonomik ya da siyasal gerekçelerle Avrupa’ya göç etmek isteyenlerin de transit geçiş yolu olmasına neden oldu. Ancak AB’nin Schengen ortak sınır politikası bu geçişleri zorlaştırdı ve Avrupa Kalesi’nin bekçisi haline gelen İstanbul, küresel insan kaçakçılığı sektörünün de bir halkası oldu. “Bekleme odası” tabirini ben özellikle bu grup için kullandım; Türkiye’de kalmayı amaçlamayan yabancı grubu için Suriye’den gelen “misafir”lerin ise ne kadarının buraya yerleşmek istediklerini, ne kadarının ülkelerine dönmek istediklerini, ne kadarının nihai olarak Batı ülkelerine göç etmek istediklerini bilmiyorum. Ama her gün basından izlediğimiz botla kaçanların yaşadıkları facialardan bunların sayısının çok az olmadığını da tahmin etmek mümkün. Özellikle son dönemlerdeki ekonomik daralma, artan Suriyeli göçmen karşıtlığı ve Suriye’deki belirsizliğin sürmesi bu niyeti olanların sayısını artırmış olabilir.
Aralık 2015’te Kayseri’de birlikte katıldığımız bir toplantıda küreselleşme ile beraber artan göç hareketlerinin seyrine dair iki olası senaryodan bahsetmiştiniz. İyimser ve ütopik senaryoya göre, insan haklarının yurttaşlık haklarından önce geldiği, göçmenlerin gittikleri ülkelerde oranın yurttaşlarıyla eşit haklara sahip bireyler olabildiği, göçün bir sorun olarak görülmediği bir olasılık tasvir etmiştiniz. Karamsar senaryoda ise, mevcut sistemin çökeceği bir felâket senaryosu çizmiştiniz. Yurttaşların da yurttaşlık hakkını kaybettiği, herkesin prekarya olduğu, yabancı düşmanlığının ve küresel faşizmin yükseldiği bir karanlık tablo. Bugün geldiğimiz noktada hangi senaryo gerçekleşti sizce?
Bu iki senaryo aslında küreselleşmenin gideceği yönle ilgili. Bugünlerde her iki senaryonun aktörlerine dünyanın hemen her ülkesinde rastlamak mümkün. Henüz süreç tam anlamıyla tamamlanmış değil. Bu bağlamda konu uluslararası göç olduğunda mevcut kurumsal düzenlemelerin yetersiz olduğu gerçeğini herkes kabul etmiş durumda. Artık, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (BMMYK) 2. Dünya Savaşı sonrası Avrupa merkezli “mülteci” politikasıyla küresel ölçekte artan göçün düzenlenmesi olanağının olmadığını hemen bütün ülke uzmanları teslim ediyor. Son dönemlerde artan küresel göçlerin önemli bir kesiminin artık ekonomik temelli olduğu kadar, “hak” arayışından kaynaklandığını da gözlemliyoruz. Buna direnen sağ popülist yönetimler şu günlerde yönetimde, ancak bu yönetimlere karşı olan muhalefetin gücünü de küçümsememek gerekir. Bu dönemde, bu sürece katkıda bulunabilmek için hak yanlısı araştırmacıların da daha yaratıcı ve dinamik olmaları gerekiyor. Türkiye’nin küresel göç ağları içindeki özel konumunun farkına varılması halinde bugünkü bilgi birikiminin insancıl yeni politikalar geliştirilmesine katkı sunacağı kanısındayım.
1- Erder, S. (2018) Zorla Yerleştirmeden Yerinden Etmeye: Türkiye’de Değişen İskân Politikaları, İstanbul: İletişim.
2- Erder, S. (2015) İstanbul Bir Kervansaray (mı?): Göç Yazıları, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, s. 235-45.
3- Köksal, S. (1993) “Küresel Düzlemde Yeni Eğilimler”, İstanbul Dergisi, 7: 50-55, İstanbul: Tarih Vakfı.
4- Erder, S. (2015) a.g.y., s. 265-72.
5- Erder, S. (1995) “Yeni kentliler ve kentin yeni yoksulları”, Toplum ve Bilim, 66(2): 106-19.
6- Erder, S. (2013) İstanbul’a Bir Kent Kondu: Ümraniye, İstanbul: İletişim, (ilk baskı: 1996).
7- Erder, S. ve S. Kaşka (2003) Irregular Migration and Trafficking in Women: The Case of Turkey, Cenevre: International Organization for Migration.
8- White, J. B. (1999) Para ile Akraba: Kentsel Türkiye’de Kadın Emeği, çev. A. Bora, İstanbul: İletişim.
9- Erder, S. (2006) Refah Toplumunda Getto, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, (ilk baskı: 1986).
10- Getto üzerine kapsamlı bir okuma yapmak isteyenler için: Wacquant, L. J. (2011) Kent Paryaları: İleri Marjinalliğin Karşılaştırmalı Sosyolojisi, çev. M. Doğan, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi.
11- Erder, S. (2000) “Uluslararası Göçte Yeni Eğilimler: Türkiye ‘Göç Alan’ Ülke mi?”, Mübeccel Kıray İçin Yazılar içinde, haz. H. Kurtuluş ve F. Atacan, İstanbul: Bağlam, s. 235-59.