Bu konuda çalışmaya nasıl başladın?

Benim İstanbul’daki sokak hayvanlarının hareketlerini takip etme, onların şehirdeki yaşamları üzerine düşünmeye yönelik çalışmam, birlikte yaşadığım kedim Fındık’ın 2009 yılında kaybolmasıyla başladı. O günden sonra, aylar boyunca yakın arkadaşlarımla beraber Fındık’ı sokak sokak, mahalleler boyunca aradık. Biz, bizim için biricik olmuş bir hayvanı aramaya devam ederken; sokaktaki hayvanların durumuna biraz daha yakından tanık olmaya başladım. Fındık’ı ararken yüzlerce kediyle ve köpekle karşılaştım. Bazılarının başına gelenleri yazmaya, kaydetmeye başladım. Yıllar içinde bu kayıtlar, İstanbul’daki sokak hayvanlarına yönelik hem koruyucu, yaşatmaya yönelik ve ihtimam dolu pratiklerin; hem de şiddet vakalarının kayıtlarına dönüştü. Benim İstanbul’un sokaklarına, sokak hayvanlarına açılmam Fındık’ın kaybolmasıyla, onu ararken başladı. Beni İstanbul’daki sokak hayvanlarının tarihini, bugün maruz kaldıkları ve yön verdikleri kent politikası üzerine düşünmeye ve araştırmaya sevk eden böylesi bir kayıp süreci oldu.

Sokak sokak gezdikçe tuttuğum notlar, tanık olduğum hikayeler birikiyordu. Hangi mahallede, kaç kedi kaç köpek var, onlara bakan var mı, yaralı hayvan var mı, hayvanlar mı toplatılmış, toplatılan köpekler nereye götürülmüş, belediye ekipleri kısırlaştırma, aşılama yapıyor mu, belediyenin götürdüğü hayvan geri getirilmiş mi? İlk başlarda tuttuğum notlar, hep bu tür sorulara cevap niteliğinde, sistematik olmaktan epey uzak, düzensiz, çoğu, yazıldığı anın duygu yoğunluğuyla kesilmiş kayıtlardı. Yıllar içinde bu kayıtlar birikti.

Ancak bütün bu tanıklıkları ve kayıtları daha sistematik hale getirebilmemi sağlayan, yakın arkadaşlarımla birlikte, 2012 yılında oluşturduğumuz Dört Ayaklı Şehir topluluğu oldu. Dört Ayaklı Şehir topluluğu ismini, Ekrem Işın’ın 1988 tarihli “Dört Ayaklı Belediye: İstanbul’un Sokak Köpekleri” makalesinden aldı. “Dört Ayaklı Belediye” tabiri, bir yandan 20. Yüzyıl başı İstanbul’unun altyapı sorunlarına, belediyeciliğinin kısıtlarına atıfta bulunurken, diğer yandan sokak köpeklerinin şehir yaşamındaki işlevlerine fonksiyonel bir tabir. Biz bu tabire nazire yaparak, biraz da ifadenin barındırdığı ama gizli “köpekli şehir” vurgusunu öne çıkararak “Dört ayaklı şehir” ifadesini kullandık.

Dört Ayaklı Şehir topluluğu, İstanbul’daki sokak hayvanlarının yaşamına dair kesitler oluşturmaya, tanıklıklar geliştirmeye, en çok da hayvanların maruz kaldığı hareketlerin tarihini yazma, şehrin hayvanlara yönelik faili meçhul suçlarının “sabıka kaydını” tutma amacıyla bir araya geldi. Şehir fiziksel değişirken, kurulu çevreler materyal olarak dönüşürken sokak hayvanlarına ne oluyor? Şehri derinden etkileyen süreçlerden hayvanlardan nasıl, ne şekillerde etkileniyor? Temel sorularımız bunlardı.

Radyo programları aracılığıyla, sosyal medya üzerinden ama en çok da bire bir temaslarımız sayesinde bazı mahallelerde örgütlenmeye başladık. İnsanlar mahallelerinden belediyeler eliyle toplanan köpekler için, zehirlenen kediler için, yerel yönetimlerin sunduğu veterinerlik hizmetlerinden yararlanmak için, soru sormaya, eğer hayvanların zarar gördüğü bir vakaysa hukuki mücadele yollarını aramak için bilgi edinmek için bize ulaşmaya başladılar.

Böyle böyle hikayeler, vaka kayıtları, tanıklıklar birikti. Hayvanların hayatlarını etkileyen vakalar içinde, ağırlıklı olarak biriken, en çok öne çıkanlar belediyelerin veterinerlik hizmetleri birimleri aracılığıyla gerçekleşen topluca yerinden edilme-toplanma ve terk vakaları oldu. Benim araştırmamın da, Dört Ayaklı Şehir’in faaliyetlerinin ana odaklarından biri, yerel yönetimler eliyle gerçekleştirilen sokak hayvanı, özellikle sokak köpeği tecrit, sürgün ve tehcirleri oldu.

İstanbul’un tarihinde, sokak hayvanlarının, özellikle köpeklerin sürgün edilmesinin özel bir yeri var. 1910’da yaşanan, 80.000’den fazla sokak köpeğinin ölümüne neden olan “Hayırsızada Vakası”, köpekli bir şehir olarak İstanbul’un tarihindeki en önemli kırılmalardan bir tanesi.

Ancak bu büyük katliam bile, insanları sokak hayvanlarına bakmaktan vazgeçirmedi. Süreklilik ve kopuşlar barındıran bir tarih bu. İstanbul bugün hâlâ köpekli bir şehir; köpeklerin şehirde yaşamaya direndiği bir şehir.

Benim araştırmamın temas ettiği, sokak hayvanı toplama, yerinden etme, sürgün ve tecrit etme hikayeleri ciddi bir tarihsel-toplumsal dönüşüme işaret ediyor: İstanbul köpeksizleşiyor. Bugün İstanbul’un köpekleri bugüne dek eşi benzeri görülmemiş bir felaketin eşiğindeler: İstanbul küresel bir şehir olarak yeniden inşa edilirken, köpekler sokaklardan koparılıp devasa tecrit merkezlerine kapatılıyorlar. Şehrin çeperlerine, birer şantiye alanına dönüşmekte olan ormanlara, sanayi havzalarını birbirine bağlayan, insan yerleşiminden uzak arazilere, ölüme terk ediliyorlar. Terk edildikleri yerlerde ise mekansal ayrışma ve dışlanmanın, yerinden edilme, mülksüzleşme ve şiddet sarmalının içine çekiliyorlar.

Şehrin köpeksizleşmesinin altında yatan dinamiklerin ve koşulların, çarpıcı mekânsal etkileri ve sonuçları da var: Tecrit bunlardan biri. Sokak köpeklerinin zorla yerlerinin değiştirilmesinin, yani zorunlu hayvan göçünün birden çok kez yaşandığı pek çok vakayı kaydetme ve üzerine çalışma şansım oldu. Hayvan sürgünü ve tecriti kendiliğinden vuku bulmuyor. Sürgün, adı konmamış ve yasal olmayan dolayısıyla hukuken yetki alanı dışında kalan ama tekrar tekrar yapılan, kendi içinde örüntüsü olan bir faaliyet.

Fakat tanık olduğunuz bir olayı, durumu, ilişkiler ağından bir kesiti “vakaya” dönüştüren, sanırım, o ilişkiler ağına dair sorduğunuz sorular, o sorular ışığında yapacağınız kavramsallaştırmalar, gruplandırmalar, tespit edebileceğiniz tekrarlar ve örüntüler. Benim takip ettiğim sokak hayvanı hareketlerini birer vakaya dönüştüren sorularım ise şunlardı: Toplanan köpekler nereye götürülüyor? Nasıl ve nerede bulabilirim yerlerinden edilmiş köpekleri?

Vakalar biriktikçe, mekansal yönelime dair sorularım daha karmaşık hale gelmeye başladı: Bir köpeğin şehirdeki mekansal-coğrafi aidiyeti nedir? Köpekler mekansal aidiyeti yüksek hayvanlar. Mahalleyi sahipleniyor. İnsanla birlikte evrimleşmiş hayvanlar. Hele İstanbul’un köpekleri yüzyıllardan beri şehirliler. Hal böyleyken, hayvanların mekânsal hareketleri üzerine düşünmek bize şehirle ilgili ne anlatabilir?

“‘Orman köpeği’ diye bir şey yok, ‘ormana atılmış köpek’ var.”

Orada bir yıldız atalım mı: Şehirli hayvan nedir? Çünkü orman onların yaşam alanı gibi davranılıyor, bütün hayvanlar orada yaşayabilir gibi.

Tabii ki, “orman köpeği” diye bir şey yok. Üstelik bu tabir, köpeklerin şehirden koparılıp ormana atılma, burada ölüme terk edilme süreçlerini de görünmez kılan, dolayısıyla politik ve ideolojik motivasyonu olan bir “hüsnü tabir.” Köpekler yüzyıllardır İstanbul’da yaşayan hayvanlar. Her biri, şehrin sosyokültürel ve fiziksel yapılarının geçirdiği kökten dönüşümlere rağmen, değişmeyen birer motif. Geleneksel olarak da korunan hayvanlar, her ne kadar bazı mezheplerde köpek mekruh sayılsa da modernleşme öncesi geleneksel Osmanlı başkentinde, özellikle Müslüman tebaanın yaşadığı mahallelerde yaygın olarak korunan, bakılan, hastalandığında destek verilen, beslenen bir hayvan.

İstanbul’da, genel olarak Türkiye’de “evcil hayvan bakımı” pratiği, geleneksel sokak köpeğine bakma kültürüne kıyasla son derece yakın tarihli bir olgu. İstanbul’da köpek, geleneksel olarak da bugün de evcil hayvan olarak üzerine mülkiyet ilişkisi, sahiplik ilişkisi kurulan bir hayvan değil. Burada bir not daha düşmek gerekiyor: Hayvanların sahipli ve sahipsiz hayvanlar olarak ayrılmasına, bu ayrımın kanunen korunmasına da karşı çıkmak gerekiyor.. İstanbul’un sokak köpekleri bu anlamda kamusal aidiyetleri yüksek hayvanlar. Sokakta yaşadığı için bugün yasadaki karşılığı “sahipsiz hayvan” ama onlar sahipsiz değil. Onların sahibi aynı anda hem hepimiziz hem hiçbirimiz değiliz. Bu paradoksal ve üretken bir ilişki aslında şehir için. İstanbul’un köpekleri aynı anda hepimize ait; şehir alanı, şehrin kamusal alanları da onlara ait.

İstanbul’da kent tarihinin en önemli noktalarından biri sokakta hayvan bakmak. Şehir, hayvanların birincil ve doğal yaşam alanı. Bugün özellikle belediyeler ormanlara köpek yığdıkça “orman köpekleri” diye bir kavram çıktı. Benim son derece karşı olduğum ve çok tehlikeli bulduğum bir kavram. Orman, köpeklerin yaşam alanı değil. “Orman köpeği” diye bir şey yok, “ormana atılmış köpek” var. Sokaktan koparılmış, şehrin kamusal alanından koparılıp ormana atılmış köpek var. Mahalleli köpekler var geleneksel olarak İstanbul’da. Mahalleyi koruyan köpekler var. Onların bir tanıma ilişkisi var. Onların da kafaları çok karışmış durumda. İstanbul korkunç bir büyüme içinde ama köpekler çok teritoryal hayvanlar; kendi alanını bilen, sürüsünü oluşturan. Bu sürünün bir yerine insanı da dahil etmiş. Ekseriyetle saldırgan değiller. Temel bir açlık problemleri yok. Evde hayvan bakmak ise kent burjuvasının oluşmasıyla birlikte türeyen bir ilişki biçimi. Ama nerede en çok sokak hayvanına yemek koyuluyor diye ölçsek, muhtemelen yine şehrin çeperlerindeki Kurtköy’ü göreceğiz, Tuzla’nın gecekondularını, Sarıyer’in gecekondularını göreceğiz. Sonuçta hayvanların bu tür bir mutenalaştırma sürecinden kaçabildiği yerleri göreceğiz.

İnsanla hayvan arasındaki ilişkide şunu not etmeli: Hiçbir zaman hayvanın tamamen serbest ve özgür olduğu bir ilişkiden bahsetmiyoruz. Benim önemli bulduğum şeylerden bir tanesi bu dengenin hayvanların aleyhine bozulmuş olduğu. Hayvanların yok edilmek için tecrit edildiği, şehirden sürgün edildiği, dengenin olumsuz tarafa doğru bozulmuş olduğu. Tabi ki şöyle bir hikaye değil bu: “İstanbul’un hayvanları çok özgürdü, çok mutluydu ama son 5 yıldır çok kötü durumdalar”. Kentsel dönüşümle birlikte bütün veçhelerini daha yıkıcı bir şekilde gördüğümüz başka bir hikaye artık sistematik bir şekilde örülüyor. Türkiye’de inşaatın mesela bir sistematiği var ama toplumu koruyan sistematiği sakat kalmış durumda. Ya da ekoloji tamamen yıkılmış durumda. Yani kalkınma ve yıkım ilişkisi iç içe geçmiş durumda. Dolayısıyla hayvanlar bunu gösteren varlıklardan bir tanesi aslında şehir içinde.

Bu çalışma bana şu bakımdan çok ilginç geldi: Kentsel dönüşüm mevzusuna hayvanlar tarafından bakmak. Mesela kullanılan bazı kavramlar var; “yerinden edilme” diyoruz. Burada insanı çıkarıp yerine hayvanı koyduğumuzda, bu sistemin nasıl döndüğünü görüyoruz. Bir yandan da mesela hep kır-kent diye ayırdığımız o çeper mevzusuna çok bambaşka bir yerden bakabiliyoruz.

Önce söylediğin şeye ek olarak; ben de o kısmı çok önemli buluyorum. Kentsel dönüşüme hep fiziksel yapı, materyal ölçümler perspektifinden bakılır. Biz de sosyal bilimci olarak insanı katmaya çalışırız: İnsana ne oldu? Nasıl yerinden edildi? İnsan topluluklarına ne oldu? Hayvanla birlikte bakmak, kentsel dönüşüme açtığımız o farklı bakış açısını biraz daha genişleten bir şey. İnsanın yaşadığı hikayeyi dışlamak için değil; aksine şöyle bir iddiası var bu çalışmanın: İnsan üzerinden baktığımızda kentsel dönüşüm denen dönüşümler bütününün bir kısmını göremiyor olabiliriz. Hayvan açısından baktığınızda başka bir takım şeyler de görebiliyorsunuz. Neden hayvan bize görmediğimiz ya da göremeyebileceğimiz bazı şeyleri göstersin? Ya da ne gösterebilir? Bütün çalışma aslında onu anlatma derdinde. İnsan merkezci lensi bozmak aslında bu. Ama hayvanlar kendilerini anlatamıyorlar, onlar kendilerini temsil edemiyorlar. Dolayısıyla bu hikayeyi öyle bir şekilde anlatmaya çalışmalıyız ki, hayvanların yaşadıkları da yer bulabilsin. Dolayısıyla şehirde hem dilsel hem mekansal olarak o yeri açmak çok önemli. Şöyle bir romantizm yok, en azından akademik olarak: “Hayvanlar anlatıyor”, “hayvanların gözünden bakıyoruz”. Ama hayvanların tecrübesini bilmiyoruz, o yıkımı bilmiyoruz. Ama o yıkımı öyle bir anlatmalıyız ki, o bütünselliği ve ilişkiselliği içinde hayvan da orada görünür olsun. Aslında hayvanı görünür kılmak oradaki temel dert.

“Kamyonun damperi açılarak üst üste atılıyorlar. İnşaat toprağını nasıl döküyorsan, o şekilde atıyorlar.”

Peki şehrin merkezinden koparılan sokak hayvanlarına ne oluyor?

Birincisi; bu hayvanlar yerinden ediliyorlar. Oranın hayvanı değiller, ormanda yaşamayı bilmiyorlar, şehirliler. Bir keresinde benim elimde bir leblebi paketi vardı, leblebi almışım yanıma sabah çok erken saatte Bolluca’ya gidiyorum. Ve o kese kağıdı yırtıldı, leblebiler saçıldı. Oradaki köpekler ona koşuyorlar, kuru mama zannediyorlar onu. Kuru mama yemeye alışmış hayvanlardan söz ediyoruz, bunu alıp ormana atıyorsunuz. Benim bu manzarayla ilk karşılaşmam, Kuzey Ormanları Havzası dediğim yerde Kısırkaya Barınağı’nın inşa edildiği alanda oldu. Oradaki hayvanları görmeye başlıyorsunuz, tanık olmaya başlıyorsunuz. O vakaların kayıtlarını buluyordum. Genelde iş saatleri dışında, gece atılıyorlar. Kimin attığını bilmiyorsunuz tabi. Bu sefer pusuya yatıp bekliyorsunuz. Sağlık ekipleri, veteriner eşliğinde, araçları getirip hayvanları atıyor. Siz yığılma anına tanık oluyorsunuz. Peki bu hayvanlar nereden geldi buraya? Binlerce hayvandan söz ediyorum. Bir hayvanı bir yerden alıp bir yere atma işi zaten hayatına ciddi bir müdahale. Yasal olarak bunun, veteriner eşliğinde yapılması gerekiyor. İBB bunu taşerona yaptırıyor. Sağlık işçileri yapıyor; sağlık teknisyeni ya da veteriner hekim yapmıyor bunu. Hayvanların büyük bir kısmı zaten o kamyon içinde ölüyorlar. Kamyonun damperi açılarak üst üste atılıyorlar. İnşaat toprağını nasıl döküyorsan, o şekilde atıyorlar. Atıldıkları yerde hayatta kalanlar yaşamaya çalışıyorlar. Hiçliğin ve olmayan bir yerin ortasına atılmış hayvanlar. Ve binlerce hayvandan söz ediyorum. 2010 yılında oralar ormandı, şimdi 3. Köprü bağlantı yolları inşaatı var. Önce hayvanlar atıldı, daha sonra inşaat başladı bu alanlarda. Dolayısıyla alan, aradan yolların, inşaat kamyonlarının geçtiği küçük küçük kırsal arazilere dönüştü artık.

İkincisi; insanla hayvan arasındaki ilişki bozuluyor. Bir alana 20 hayvan attığınızda hayvanlar hayatta kalmak için saldırganlaşıyor. Hayvanın da hayatı dönüşüyor, oradaki köylünün de hayatı dönüşüyor. Yemek bulabilmek için oradaki köylünün horozuna, tavuğuna saldırıyorlar. Bu hayvanı önce yerinden ediyorsun sonra zorla bir yere yerleştiriyorsun. O hayvan orada aidiyet kuramıyor. Bunun en önemli nedenlerinden biri istenmeyen hayvanlar olmaları. Benim saha çalışmamda mülakatlarda sürekli tekrar eden cümle şu: “Başka yerin köpeği bu, başka yerden getirildi”. Peki nereden geldi bu hayvanlar? Bir hayvanla tanışıyorsunuz, ilgileniyorsunuz, bilmek istiyorsunuz nereden geldiğini. Tabi tek tek kurtaramıyorsunuz o hayvanları bir hayvansever olarak. Bu sefer örüntüleri takip etmeye başlıyorsunuz. Birincisi; kim getirdi? Faili kim? İkincisi; neden getirildi? Nereden getirildi? Nerenin hayvanları bunlar?

Bunun izini nasıl sürdün?

Sorulara cevap bulabilmek için yakaladığım ipucu, köpeklerin kulaklarındaki küpeler oldu. Her ilçe belediyesinin kendi küpe rengi var. Mesela Bakırköy’ün yuvarlak ve pembe. Bunların bir de numarası var. Bu sefer ben bu hayvanları ve vakaları saymaya başladım. O yığılmaları takip etmeye başlıyorsunuz. Sarıyer’in en kuzeyindeki ormanlık alanda Beyoğlu Belediyesi’ne ait 50 tane küpeli köpek bulduğunuzda şunu anlıyorsunuz: Bu hayvan, hayatının bir döneminde Beyoğlu Belediyesi sınırlarından geçmiş. Hem de bu, hayatının öyle bir dönemi ki bu belediye sınırları içerisinde küpelenmiş. Yani kısırlaştırılmış ve temel aşıları yapılmış. Bu köpeği Sarıyer’e atan Beyoğlu Belediyesi olmayabilir ama Beyoğlu Belediyesi’nin bir noktada müdahil olduğu bir süreç bu. Böylece eleyebiliyorsunuz failleri. Bütün belediyeler üstü bir mekanizma da var: İBB. Özellikle 2015 yılında 7–8 belediyenin imzaladığı bir protokolle birlikte alana müdahale edebiliyor. Çalışmanın erken aşamalarında tuttuğum kayıtları haritaya işaretlemeye başladım. Hayvanları tek tek saymak bir süre sonra benim boyumu aştı, binlercesinden bahsediyoruz ama hikayeleri ve ihbarları dinliyorsunuz. Bir barakada yaşayan köylü amca görmüş, bize ulaşıyor bir gece yarısı, “20 tane köpeği getirdiler” diyor. O 20 köpek zaten oracıkta kalıyor; köpekler her ne kadar hareket etse de, bir alana terk edildiklerinde şok içinde oluyorlar, hemen savrulup gitmiyorlar, uzaklaşmıyorlar.

Harita üzerine işaretlemeye başladıkça bazı bağlantılar da arttı, en önemlisi özellikle merkez yani Beşiktaş, Beyoğlu, Kadıköy, Bakırköy, Maltepe, Tuzla bütün o hattaki hayvanların hareket ettirildiğini gördük. Onları harita üzerinde incelediğinizde zaten merkezden çepere doğru bir hareket görüyorsunuz. Kendi vaka tanımımı şu şekilde sınırladım: En az 20 köpeğin hayatını etkileyecek hareketler.

Bu hayvanlar atılıyor ormana, merkezden çevreye hareketi görüyoruz peki çevredeki köpeklerin durumuna odaklandığınızda bu hayvanlara ne oluyor? Oralarda neler yaşıyor? 2010–2014 orman ve mera kanunundaki değişikliklerle ormanların yavaş yavaş parçalandığı, beton ve çimento üretimine açıldığı yıllar. 3. Köprü ve 3. Havalimanı inşaatlarıyla birlikte İstanbul’un Kuzey Ormanlarında ciddi bir ormansızlaşma başladı. Bu hayvanlar atıldıkları yerde, hem yerleri değiştirilmiş oldular hem ciddi bir inşaat havzasının içine düşmüş oldular.

“Önce hayvanların gezindiği bir kent coğrafyası yaratıldı. Sonra iki büyük barınağın inşa edileceği ‘müjdesi verildi’”

Kuzey Ormanlarında süren inşaatlar hayvanlar açısından nasıl bir dezavantaj yaratıyor?

Hayvanın yaşayacağı alan bitiyor. Hayvanlar hem şehirden tecrit edildi hem de yığıldıkları yerde de bir takım mikro kapatma alanları oluşmaya başladı. 3. Havalimanı inşaat sahasında 1800 tane hafriyat kamyonu çalışıyor her gün. Orman; çimento, su ve enerji üretimine açılmış durumda. Bir parantez açalım: Beykoz ormanlarında bir köpeğin kuyuya düşmesi gündem olmuştu. Beykoz ormanlarında neden kuyu var çünkü su aranıyor orada. Yer üstünde de zaten inşaat var. Birincisi; köprü ve yol inşaatları bu alanı böldü zaten. İkinci bölen şey, İBB’ye ait katı atık depolama tesisleri, İSTOÇ’lar. 6,6 milyon metrekarelik alandan söz ediyoruz. Bütün bu alanlar insansız faaliyet alanları. Hayvanın da yaşama imkanı bu alanlarda sıfır. İnsanlar şöyle düşünüyor; “atıyoruz ormana en azından sincap yer, kurbağa yer”. Ormanlarda yaban hayatı var elbette ama köpek sincap falan yemiyor. Bunlar şehirli hayvan, yabani köpek değiller. O hayvan aç, susuz kalıyor. Hikayenin, hayvanların atılmasından sonraki kısmı asıl karanlık olan.

Köprü inşaatı nedeniyle bölünmüş orman

Bu atılma, yığılma vakalarının geçtiği alanları coğrafi olarak işaretlemeye başladım. Sonunda bir alan ortaya çıktı. Burada önemli olan, benim havza olarak işaretlediğim, yani belediyenin köpek yığdığı yerlerde İBB’nin 2015 yılında iki tane dev barınak inşa edeceğini haber vermesiydi. Önce hayvanların gezindiği bir kent coğrafyası yaratıldı. Sonra iki büyük barınağın inşa edileceği “müjdesi verildi”. Bir tanesi, 3. Havalimanı inşaat alanına yalnızca 1 km uzaklıkta, İstanbul’un en uç köyü, Kısırkaya’da. Diğeri Kurtköy, Bolluca’da. Bu iki barınağın her birinin 20 bin hayvan kapasiteli olduğu, böylelikle İstanbul’daki köpek sorunun temelli çözüleceği söyleniyordu. Projeler aslında benim takip etmeye çalıştığım tüm hareketin somutlaştığı, somut mekansal formlarını bulduğu tecrit mekânları oldu.

Kısırkaya Hayvan Barınağı

Önce barınak yapılıp, tecrit merkezi inşa edilip oraya yığılmadı bu hayvanlar. Kapatma coğrafyaları literatüründe, önce istenmeyen bedenleri kapattığınız bir mekanın yaratılmasından bahsedilir. Fakat hayvanlar bu literatüre meydan okuyorlar hem de genişletmemize fayda sağlıyorlar. Çünkü önce o coğrafya yaratıldı; hayvanın hareketiyle şekillenen bir tecrit coğrafyası yaratıldı. Şehrin içerisinde ama tecrit edilmiş durumdalar, çok zor bir şey bunu düşünmek. Çünkü tecrit dediğimiz mekânsal olarak sınırlanmış, duvarları olan, sabit, öyle sabit ki yüksek güvenlikli, sınırları çok ciddi denetlenen yapılar olur. Burada ilk önce o coğrafya oluştu. Köpekleri o alanlara attıklarında da o coğrafya yavaş yavaş kriminalize oldu. Hayvanların yoğun olarak atıldığı yerlerde bir süre sonra istismar, dayak, işkence ve tecavüz vakaları toplamaya başladık. Gidiyorsunuz mesela 5 köpeğe tecavüz edildiğini görüyorsunuz, hayvanları buluyorsunuz o halde. Dolayısıyla o coğrafya içerisinde hayvanlar hareket ediyorlar. Sabit değiller, ormanın kendisi zaten bir hareketten geçiyor. Dinamik bir alana koyuyorsunuz. Hayvan da hareket ediyor. Fakat her hareket ettiğinde, sürüler halinde bir köye gittiğinde, köylü tarafından dövülüyor, tecavüz ediliyor, işkence görüyor, istenmiyor, kovuluyor. Her bir hayvanın zorunlu olarak yaptığı her hareket, şiddeti biriktirmeye başlıyor. Birincisinde değilse de ikincisinde ölüyor bu hayvanlar. Kimsenin sahip çıkmadığı, kimsenin istemediği, saldırganlaşmış, yaşam alanını ve ortaklıklarını kaybetmiş hayvanlar. Tecavüz meselesi tabi çok zor… Bütün bu hikaye içerisinde en az konuşulan mevzu.

“Hayvanların yaşadığı sistematik kıyımın insan siyasetindeki karşılığı soykırım.”

Bu hikayenin hukuki arka planı nedir?

Biz inşaatı 2014 yılı Ocak ayında duyduk, 6 ay sonra Kadir Topbaş projenin tamamlandığını açıkladı. Tahsis amacı değiştirilmiş bir mera alanı Kısırkaya ve bir nokta çok önemli: Ne Türkiye’de ne de dünyada o çapta, o boyutta bir barınak yok. İnsanlığın 20 bin hayvanı tecrit etme gibi bir tecrübesi yok. Kurulmaya başladıktan sonra hukuki mücadeleye girişildi. İBB de hakkında açılan davayı kaybetti ve bugün Kısırkaya hakkında yürütmeyi durdurma kararı çıktı. Ancak yürütme durmadı. Bugün zaten hukuksuz bir şekilde faaliyetine devam eden bir yer. Giderek gönüllülerin erişimine de kapatılıyor. Kaç hayvanın ne şekilde yaşadığını bilmediğimiz bir yer.

Hayvan tecrit coğrafyasının üzerine iki tane mekan kuruldu. Bir tanesi kurulma aşamasında; Kurtköy’deki hikaye başka. Ama Kısırkaya kuruldu, bitti, çalışan tesis. İçeride ne olup bittiğini bilmiyoruz. Ve tek bildiğimiz bugün yaklaşık 3 bin hayvanın tutulduğu ve tutulan köpekler hasta değil; gayet genç ve sağlıklı köpekler. Yasada aslında böyle bir yetki yok. Bugün mevcut 5199 sayılı Hayvan Hakları Kanunu belediyeye şunu diyor: Hayvanı aşılayıp, kısırlaştırıp aldığı yere bırakmak kaydıyla toplayabilir.

Bu mekan sizin gönüllü olarak elinizi kolunuzu sallayarak giremediğiniz, orada ne olup bittiğini bilmediğiniz bir yer. Barınaklar giderek gönüllü erişimine kapatıldı. Kapatılarak yok ediliyor hayvanlar. Kısırkaya’da sınırları tanımlı belli bir merkez var fakat Kurtköy’deki inşaat bitmiyor. 20 bin hayvan kapasiteli bir alan yaratmaya çalışıyorsunuz. Ömerli Barajı’nın güneyinde ama baraj havzası içerisinde bir alan. 2001 yılından beri büyük sermaye atılımlarının ve akışının olduğu bir alan, dolayısıyla bölünmüş bir ormanlık alandan bahsediyoruz. Nasıl bölündü bu alan? Ormanlık alan kesilerek, hakkındaki bütün ÇED raporlarına ve davalara rağmen dev bir alışveriş kompleksi kuruldu. 17–18 tane büyük konut projesi var. Teknopark projesi var. 50 bin yeni istihdam için yapılan siteler var. Pendik’in geçirdiği bir kentsel dönüşüm var. Yaklaşık 12 mahallenin 4’ünde yoğun olarak polis ile çatışmanın olduğu, gecekondulaşmanın yüksek olduğu, ekseriyetle de Alevi mahalleleri. Hemen bu alan bittikten sonra başlayan Kurtköy kırsalları var, inşaat yatırımları ile bölünmüş bir alan. Kurtköy’deki durum her açıdan farklı. En önemli farkı şu: Bu hayvanlar kapalı bir alana atılmadılar. Barınak inşaatı bitmedi ama hayvan atma ve terk etme devam etti. Tam olarak hala nasıl tanımlayacağımı bilmiyorum ama, kapalı bir tecrit değil; şehir içerisinde tecridi düşünmek çok zor. En önemli şeylerden birisi insan yerleşimiyle fiziksel erişim kopmuş durumda. Terk edildiği anda amansız bir şiddet sarmalının içine düşüyor. Sonuçta İstanbul’un köpeksizleşmesi, hayvansızlaşması; kentsel dönüşümün görünmeyen ama çok kuvvetli bir veçhesi.

Kısırkaya ve Kurtköy’de hayvanların bulunduğu koşullardan bahsedebilir misin biraz?

Kısırkaya’da içeriden görüntü almanıza artık izin vermiyorlar. Görebildiğimiz kadarıyla Kısırkaya’da yaklaşık 500 baraka var. Her birinin 200 hayvanı tutabilme kapasitesi var. Buna İBB yaşam alanı diyor! Kısırkaya’da her biri 500 metrekarelik barakalarda 200 tane hayvan yaşıyor. Yeşil alan yok. Zaten uçurum kenarında bir tesis burası. Toplu taşıma ile ulaşım yok, arabanızla bile gitseniz ulaşmakta zorlanacağınız bir alan. Orada tam anlamıyla bir tecrit var. Arazi yeşillendirmeye uygun değil, sel baskını riski var, toprak bitki ve ağaç tutmuyor. Hayvanların birbiriyle teması yok, güneş gördükleri bir alan yok. Bağlı bir şekilde kafeste tutuluyor bu hayvanlar. Güneş görmüyorlar. Soğuk betonun üzerinde duruyor hayvanlar. Toplama kampı analojisi problemli bir analoji, kabul ediyorum. Ama hayvan hakları ihlalinde yeri olan bir analoji. Çünkü hayvanların yaşadığı sistematik kıyımın insan siyasetindeki karşılığı soykırım.

Kısırkaya Hayvan Barınağı

Kurtköy’deki durum ise yarı açık. İnsan erişimi var, gidip köpekleri sevebilirsiniz, görebilirsiniz besleyebilirsiniz ama o köpeklerin sizinle iletişim kurma durumu kalmamış gibi. Yaşam koşulları çok kötü. Çok fazla köpek var. Yaşam süreleri çok kısa ormana atıldıktan sonra. Ciddi bir şiddet görüyorlar. Şehrin başka yerlerinden, özellikle de kentsel dönüşüm ve yenilenme süreçleriyle ranta açılmış yerlerinde Kurtköy’e atılmış, binlerce köpek var. Bu köpekler, İstanbul Büyükşehir Belediyesine ve ilçe belediyelerine bağlı veterinerlik hizmetleri eliyle zorla yeri değiştirilmiş, yaşadığı mahalleden, parktan, sokaktan koparılmış, tecrit edilmiş hayvanlar. Bu hayvanlar cinsel saldırı ve şiddete maruz kalıyorlar. Kurtköy’de tanık olması en zor görüntülerden biri, bu hayvanların hiçbir sabıka kaydına, tarih yazımına dahil olmayan, maruz kaldıkları korkunç kötülükler: Yol kenarında av tüfekleriyle, saçmayla, bazen de silahla vurulmuş köpekleri buluyorsunuz. Köyde kadınların büyük bir kısmı akşam dışarı çıkmaya korkuyor. Korkuyu köpekle ifade ediyor köylü, “köpekler var saldırıyorlar korkuyoruz” diyor ama benim araştırmam süresince, son 7 yıldır, köpeklerin insanlara saldırdığı hiçbir yaralama, fiziksel zarar verme vakası olmadı.. İnsan korkuyor, evet, ama zaman içinde insanların aslında köpeklerin kendisinden değil, onların başına gelen kötülüklerden, köpeklerin başına gelen Ballıca köylüsü teyzelerin sık sık kullandığı ifadeyle “ağza alınmayacak fenalıklardan” korkuyorlar.

“Sokaktaki köpeğin sahibi sensin, benim, hepimiziz.”

Bu, sahadan çıkmış bir araştırma ve meselesi de aslında saha olan bir çalışma ve kıymetini buradan alıyor bana kalırsa. Bu doktora tezi bir yerde bitecek ve o zaman sizin mücadeleniz nereye evrilecek?

Birincisi, belediyelerin toplama, zorla yer değiştirme ve sürgün uygulaması bittiği zaman sorun çözülmese de artması duracak. Bizim için en önemli gündem bu, belediyenin bunu sonlandırması. İkincisi; bu hayvanları nasıl kurtaracağız? Bu çok ciddi bir sorun. O hayvanların şehirde hakkı var, geri getirilmesi lazım, önce ciddi bir tedaviden geçtikten sonra.

Sahadan çıkmış olsa da teorik, düşünsel ve siyasal anlamda bağlantılarının kurulmuş olması gerekiyor. Biz nasıl kent mekanları ve kamusal alanlar istiyoruz? Bu yalnızca Kurtköy’de yürütülmeyecek bir proje. Şehrin diğer alanlarında bu hayvanlara yer açmak topyekün bir iş aslında. Kamusal alanda bu hayvanları nasıl bir yeri olacak? Kentte böyle mekanlarımız var mı? Buradaki barınaklara mı tıkacağız hayvanları. Bir tecritten diğerini mi tercih edeceğiz?

Hayvan ceza almadan öldürülebilir olduğu sürece, bu durumda adaleti nasıl tanımlıyorsun? Mekanda adalet nasıl tanımlanacak? Ağaç ve ormanların hikayesi bambaşka, hayvanların da bambaşka çünkü bizim dokunabildiğimiz ve hissedebilen varlıklar. Acı çekiyorlar. Bir ağaca tecavüz etmekle hayvana tecavüz etmek arasındaki sosyal patoloji çok farklı. Hayvana tecavüz etmek bugün Kabahatler Kanunu’nda gece yarısı korna çalmakla eşit. Dolayısıyla ceza kanununa girmesi lazım. Gündemimizde hayvana yönelik şiddetin kabahatler kanunundan ceza kanununa girmesi var. Hayvan yasada ya mal olarak ya da sahipsiz olup hakkı olmayan olarak yer alıyor. Mala verilen zararın bir cezası var ama sokak hayvanlarına işlenen suçta bir ceza yok. Savcı takipsizlik veriyor, buna belediyenin işlediği suç da dahil. Caydırıcı ceza ve Türkiye’de hayvana yönelik suç işleyenin sabıkasına işlenmesi bizim için en büyük ütopyalardan biri ve hiç de zor değil aslında. Hayvanlar belli mülkiyet ilişkisi içinde korunuyorlar ama hiçbirimizin sahibi olmadığı bir hayvanı da koruyabilmeliyiz. Sokaktaki köpeğin sahibi sensin, benim, hepimiziz.

Bu konuda çalışmaya nasıl başladın?

Benim İstanbul’daki sokak hayvanlarının hareketlerini takip etme, onların şehirdeki yaşamları üzerine düşünmeye yönelik çalışmam, birlikte yaşadığım kedim Fındık’ın 2009 yılında kaybolmasıyla başladı. O günden sonra, aylar boyunca yakın arkadaşlarımla beraber Fındık’ı sokak sokak, mahalleler boyunca aradık. Biz, bizim için biricik olmuş bir hayvanı aramaya devam ederken; sokaktaki hayvanların durumuna biraz daha yakından tanık olmaya başladım. Fındık’ı ararken yüzlerce kediyle ve köpekle karşılaştım. Bazılarının başına gelenleri yazmaya, kaydetmeye başladım. Yıllar içinde bu kayıtlar, İstanbul’daki sokak hayvanlarına yönelik hem koruyucu, yaşatmaya yönelik ve ihtimam dolu pratiklerin; hem de şiddet vakalarının kayıtlarına dönüştü. Benim İstanbul’un sokaklarına, sokak hayvanlarına açılmam Fındık’ın kaybolmasıyla, onu ararken başladı. Beni İstanbul’daki sokak hayvanlarının tarihini, bugün maruz kaldıkları ve yön verdikleri kent politikası üzerine düşünmeye ve araştırmaya sevk eden böylesi bir kayıp süreci oldu.

Sokak sokak gezdikçe tuttuğum notlar, tanık olduğum hikayeler birikiyordu. Hangi mahallede, kaç kedi kaç köpek var, onlara bakan var mı, yaralı hayvan var mı, hayvanlar mı toplatılmış, toplatılan köpekler nereye götürülmüş, belediye ekipleri kısırlaştırma, aşılama yapıyor mu, belediyenin götürdüğü hayvan geri getirilmiş mi? İlk başlarda tuttuğum notlar, hep bu tür sorulara cevap niteliğinde, sistematik olmaktan epey uzak, düzensiz, çoğu, yazıldığı anın duygu yoğunluğuyla kesilmiş kayıtlardı. Yıllar içinde bu kayıtlar birikti.

Ancak bütün bu tanıklıkları ve kayıtları daha sistematik hale getirebilmemi sağlayan, yakın arkadaşlarımla birlikte, 2012 yılında oluşturduğumuz Dört Ayaklı Şehir topluluğu oldu. Dört Ayaklı Şehir topluluğu ismini, Ekrem Işın’ın 1988 tarihli “Dört Ayaklı Belediye: İstanbul’un Sokak Köpekleri” makalesinden aldı. “Dört Ayaklı Belediye” tabiri, bir yandan 20. Yüzyıl başı İstanbul’unun altyapı sorunlarına, belediyeciliğinin kısıtlarına atıfta bulunurken, diğer yandan sokak köpeklerinin şehir yaşamındaki işlevlerine fonksiyonel bir tabir. Biz bu tabire nazire yaparak, biraz da ifadenin barındırdığı ama gizli “köpekli şehir” vurgusunu öne çıkararak “Dört ayaklı şehir” ifadesini kullandık.

Dört Ayaklı Şehir topluluğu, İstanbul’daki sokak hayvanlarının yaşamına dair kesitler oluşturmaya, tanıklıklar geliştirmeye, en çok da hayvanların maruz kaldığı hareketlerin tarihini yazma, şehrin hayvanlara yönelik faili meçhul suçlarının “sabıka kaydını” tutma amacıyla bir araya geldi. Şehir fiziksel değişirken, kurulu çevreler materyal olarak dönüşürken sokak hayvanlarına ne oluyor? Şehri derinden etkileyen süreçlerden hayvanlardan nasıl, ne şekillerde etkileniyor? Temel sorularımız bunlardı.

Radyo programları aracılığıyla, sosyal medya üzerinden ama en çok da bire bir temaslarımız sayesinde bazı mahallelerde örgütlenmeye başladık. İnsanlar mahallelerinden belediyeler eliyle toplanan köpekler için, zehirlenen kediler için, yerel yönetimlerin sunduğu veterinerlik hizmetlerinden yararlanmak için, soru sormaya, eğer hayvanların zarar gördüğü bir vakaysa hukuki mücadele yollarını aramak için bilgi edinmek için bize ulaşmaya başladılar.

Böyle böyle hikayeler, vaka kayıtları, tanıklıklar birikti. Hayvanların hayatlarını etkileyen vakalar içinde, ağırlıklı olarak biriken, en çok öne çıkanlar belediyelerin veterinerlik hizmetleri birimleri aracılığıyla gerçekleşen topluca yerinden edilme-toplanma ve terk vakaları oldu. Benim araştırmamın da, Dört Ayaklı Şehir’in faaliyetlerinin ana odaklarından biri, yerel yönetimler eliyle gerçekleştirilen sokak hayvanı, özellikle sokak köpeği tecrit, sürgün ve tehcirleri oldu.

İstanbul’un tarihinde, sokak hayvanlarının, özellikle köpeklerin sürgün edilmesinin özel bir yeri var. 1910’da yaşanan, 80.000’den fazla sokak köpeğinin ölümüne neden olan “Hayırsızada Vakası”, köpekli bir şehir olarak İstanbul’un tarihindeki en önemli kırılmalardan bir tanesi.

Ancak bu büyük katliam bile, insanları sokak hayvanlarına bakmaktan vazgeçirmedi. Süreklilik ve kopuşlar barındıran bir tarih bu. İstanbul bugün hâlâ köpekli bir şehir; köpeklerin şehirde yaşamaya direndiği bir şehir.

Benim araştırmamın temas ettiği, sokak hayvanı toplama, yerinden etme, sürgün ve tecrit etme hikayeleri ciddi bir tarihsel-toplumsal dönüşüme işaret ediyor: İstanbul köpeksizleşiyor. Bugün İstanbul’un köpekleri bugüne dek eşi benzeri görülmemiş bir felaketin eşiğindeler: İstanbul küresel bir şehir olarak yeniden inşa edilirken, köpekler sokaklardan koparılıp devasa tecrit merkezlerine kapatılıyorlar. Şehrin çeperlerine, birer şantiye alanına dönüşmekte olan ormanlara, sanayi havzalarını birbirine bağlayan, insan yerleşiminden uzak arazilere, ölüme terk ediliyorlar. Terk edildikleri yerlerde ise mekansal ayrışma ve dışlanmanın, yerinden edilme, mülksüzleşme ve şiddet sarmalının içine çekiliyorlar.

Şehrin köpeksizleşmesinin altında yatan dinamiklerin ve koşulların, çarpıcı mekânsal etkileri ve sonuçları da var: Tecrit bunlardan biri. Sokak köpeklerinin zorla yerlerinin değiştirilmesinin, yani zorunlu hayvan göçünün birden çok kez yaşandığı pek çok vakayı kaydetme ve üzerine çalışma şansım oldu. Hayvan sürgünü ve tecriti kendiliğinden vuku bulmuyor. Sürgün, adı konmamış ve yasal olmayan dolayısıyla hukuken yetki alanı dışında kalan ama tekrar tekrar yapılan, kendi içinde örüntüsü olan bir faaliyet.

Fakat tanık olduğunuz bir olayı, durumu, ilişkiler ağından bir kesiti “vakaya” dönüştüren, sanırım, o ilişkiler ağına dair sorduğunuz sorular, o sorular ışığında yapacağınız kavramsallaştırmalar, gruplandırmalar, tespit edebileceğiniz tekrarlar ve örüntüler. Benim takip ettiğim sokak hayvanı hareketlerini birer vakaya dönüştüren sorularım ise şunlardı: Toplanan köpekler nereye götürülüyor? Nasıl ve nerede bulabilirim yerlerinden edilmiş köpekleri?

Vakalar biriktikçe, mekansal yönelime dair sorularım daha karmaşık hale gelmeye başladı: Bir köpeğin şehirdeki mekansal-coğrafi aidiyeti nedir? Köpekler mekansal aidiyeti yüksek hayvanlar. Mahalleyi sahipleniyor. İnsanla birlikte evrimleşmiş hayvanlar. Hele İstanbul’un köpekleri yüzyıllardan beri şehirliler. Hal böyleyken, hayvanların mekânsal hareketleri üzerine düşünmek bize şehirle ilgili ne anlatabilir?

“‘Orman köpeği’ diye bir şey yok, ‘ormana atılmış köpek’ var.”

Orada bir yıldız atalım mı: Şehirli hayvan nedir? Çünkü orman onların yaşam alanı gibi davranılıyor, bütün hayvanlar orada yaşayabilir gibi.

Tabii ki, “orman köpeği” diye bir şey yok. Üstelik bu tabir, köpeklerin şehirden koparılıp ormana atılma, burada ölüme terk edilme süreçlerini de görünmez kılan, dolayısıyla politik ve ideolojik motivasyonu olan bir “hüsnü tabir.” Köpekler yüzyıllardır İstanbul’da yaşayan hayvanlar. Her biri, şehrin sosyokültürel ve fiziksel yapılarının geçirdiği kökten dönüşümlere rağmen, değişmeyen birer motif. Geleneksel olarak da korunan hayvanlar, her ne kadar bazı mezheplerde köpek mekruh sayılsa da modernleşme öncesi geleneksel Osmanlı başkentinde, özellikle Müslüman tebaanın yaşadığı mahallelerde yaygın olarak korunan, bakılan, hastalandığında destek verilen, beslenen bir hayvan.

İstanbul’da, genel olarak Türkiye’de “evcil hayvan bakımı” pratiği, geleneksel sokak köpeğine bakma kültürüne kıyasla son derece yakın tarihli bir olgu. İstanbul’da köpek, geleneksel olarak da bugün de evcil hayvan olarak üzerine mülkiyet ilişkisi, sahiplik ilişkisi kurulan bir hayvan değil. Burada bir not daha düşmek gerekiyor: Hayvanların sahipli ve sahipsiz hayvanlar olarak ayrılmasına, bu ayrımın kanunen korunmasına da karşı çıkmak gerekiyor.. İstanbul’un sokak köpekleri bu anlamda kamusal aidiyetleri yüksek hayvanlar. Sokakta yaşadığı için bugün yasadaki karşılığı “sahipsiz hayvan” ama onlar sahipsiz değil. Onların sahibi aynı anda hem hepimiziz hem hiçbirimiz değiliz. Bu paradoksal ve üretken bir ilişki aslında şehir için. İstanbul’un köpekleri aynı anda hepimize ait; şehir alanı, şehrin kamusal alanları da onlara ait.

İstanbul’da kent tarihinin en önemli noktalarından biri sokakta hayvan bakmak. Şehir, hayvanların birincil ve doğal yaşam alanı. Bugün özellikle belediyeler ormanlara köpek yığdıkça “orman köpekleri” diye bir kavram çıktı. Benim son derece karşı olduğum ve çok tehlikeli bulduğum bir kavram. Orman, köpeklerin yaşam alanı değil. “Orman köpeği” diye bir şey yok, “ormana atılmış köpek” var. Sokaktan koparılmış, şehrin kamusal alanından koparılıp ormana atılmış köpek var. Mahalleli köpekler var geleneksel olarak İstanbul’da. Mahalleyi koruyan köpekler var. Onların bir tanıma ilişkisi var. Onların da kafaları çok karışmış durumda. İstanbul korkunç bir büyüme içinde ama köpekler çok teritoryal hayvanlar; kendi alanını bilen, sürüsünü oluşturan. Bu sürünün bir yerine insanı da dahil etmiş. Ekseriyetle saldırgan değiller. Temel bir açlık problemleri yok. Evde hayvan bakmak ise kent burjuvasının oluşmasıyla birlikte türeyen bir ilişki biçimi. Ama nerede en çok sokak hayvanına yemek koyuluyor diye ölçsek, muhtemelen yine şehrin çeperlerindeki Kurtköy’ü göreceğiz, Tuzla’nın gecekondularını, Sarıyer’in gecekondularını göreceğiz. Sonuçta hayvanların bu tür bir mutenalaştırma sürecinden kaçabildiği yerleri göreceğiz.

İnsanla hayvan arasındaki ilişkide şunu not etmeli: Hiçbir zaman hayvanın tamamen serbest ve özgür olduğu bir ilişkiden bahsetmiyoruz. Benim önemli bulduğum şeylerden bir tanesi bu dengenin hayvanların aleyhine bozulmuş olduğu. Hayvanların yok edilmek için tecrit edildiği, şehirden sürgün edildiği, dengenin olumsuz tarafa doğru bozulmuş olduğu. Tabi ki şöyle bir hikaye değil bu: “İstanbul’un hayvanları çok özgürdü, çok mutluydu ama son 5 yıldır çok kötü durumdalar”. Kentsel dönüşümle birlikte bütün veçhelerini daha yıkıcı bir şekilde gördüğümüz başka bir hikaye artık sistematik bir şekilde örülüyor. Türkiye’de inşaatın mesela bir sistematiği var ama toplumu koruyan sistematiği sakat kalmış durumda. Ya da ekoloji tamamen yıkılmış durumda. Yani kalkınma ve yıkım ilişkisi iç içe geçmiş durumda. Dolayısıyla hayvanlar bunu gösteren varlıklardan bir tanesi aslında şehir içinde.

Bu çalışma bana şu bakımdan çok ilginç geldi: Kentsel dönüşüm mevzusuna hayvanlar tarafından bakmak. Mesela kullanılan bazı kavramlar var; “yerinden edilme” diyoruz. Burada insanı çıkarıp yerine hayvanı koyduğumuzda, bu sistemin nasıl döndüğünü görüyoruz. Bir yandan da mesela hep kır-kent diye ayırdığımız o çeper mevzusuna çok bambaşka bir yerden bakabiliyoruz.

Önce söylediğin şeye ek olarak; ben de o kısmı çok önemli buluyorum. Kentsel dönüşüme hep fiziksel yapı, materyal ölçümler perspektifinden bakılır. Biz de sosyal bilimci olarak insanı katmaya çalışırız: İnsana ne oldu? Nasıl yerinden edildi? İnsan topluluklarına ne oldu? Hayvanla birlikte bakmak, kentsel dönüşüme açtığımız o farklı bakış açısını biraz daha genişleten bir şey. İnsanın yaşadığı hikayeyi dışlamak için değil; aksine şöyle bir iddiası var bu çalışmanın: İnsan üzerinden baktığımızda kentsel dönüşüm denen dönüşümler bütününün bir kısmını göremiyor olabiliriz. Hayvan açısından baktığınızda başka bir takım şeyler de görebiliyorsunuz. Neden hayvan bize görmediğimiz ya da göremeyebileceğimiz bazı şeyleri göstersin? Ya da ne gösterebilir? Bütün çalışma aslında onu anlatma derdinde. İnsan merkezci lensi bozmak aslında bu. Ama hayvanlar kendilerini anlatamıyorlar, onlar kendilerini temsil edemiyorlar. Dolayısıyla bu hikayeyi öyle bir şekilde anlatmaya çalışmalıyız ki, hayvanların yaşadıkları da yer bulabilsin. Dolayısıyla şehirde hem dilsel hem mekansal olarak o yeri açmak çok önemli. Şöyle bir romantizm yok, en azından akademik olarak: “Hayvanlar anlatıyor”, “hayvanların gözünden bakıyoruz”. Ama hayvanların tecrübesini bilmiyoruz, o yıkımı bilmiyoruz. Ama o yıkımı öyle bir anlatmalıyız ki, o bütünselliği ve ilişkiselliği içinde hayvan da orada görünür olsun. Aslında hayvanı görünür kılmak oradaki temel dert.

“Kamyonun damperi açılarak üst üste atılıyorlar. İnşaat toprağını nasıl döküyorsan, o şekilde atıyorlar.”

Peki şehrin merkezinden koparılan sokak hayvanlarına ne oluyor?

Birincisi; bu hayvanlar yerinden ediliyorlar. Oranın hayvanı değiller, ormanda yaşamayı bilmiyorlar, şehirliler. Bir keresinde benim elimde bir leblebi paketi vardı, leblebi almışım yanıma sabah çok erken saatte Bolluca’ya gidiyorum. Ve o kese kağıdı yırtıldı, leblebiler saçıldı. Oradaki köpekler ona koşuyorlar, kuru mama zannediyorlar onu. Kuru mama yemeye alışmış hayvanlardan söz ediyoruz, bunu alıp ormana atıyorsunuz. Benim bu manzarayla ilk karşılaşmam, Kuzey Ormanları Havzası dediğim yerde Kısırkaya Barınağı’nın inşa edildiği alanda oldu. Oradaki hayvanları görmeye başlıyorsunuz, tanık olmaya başlıyorsunuz. O vakaların kayıtlarını buluyordum. Genelde iş saatleri dışında, gece atılıyorlar. Kimin attığını bilmiyorsunuz tabi. Bu sefer pusuya yatıp bekliyorsunuz. Sağlık ekipleri, veteriner eşliğinde, araçları getirip hayvanları atıyor. Siz yığılma anına tanık oluyorsunuz. Peki bu hayvanlar nereden geldi buraya? Binlerce hayvandan söz ediyorum. Bir hayvanı bir yerden alıp bir yere atma işi zaten hayatına ciddi bir müdahale. Yasal olarak bunun, veteriner eşliğinde yapılması gerekiyor. İBB bunu taşerona yaptırıyor. Sağlık işçileri yapıyor; sağlık teknisyeni ya da veteriner hekim yapmıyor bunu. Hayvanların büyük bir kısmı zaten o kamyon içinde ölüyorlar. Kamyonun damperi açılarak üst üste atılıyorlar. İnşaat toprağını nasıl döküyorsan, o şekilde atıyorlar. Atıldıkları yerde hayatta kalanlar yaşamaya çalışıyorlar. Hiçliğin ve olmayan bir yerin ortasına atılmış hayvanlar. Ve binlerce hayvandan söz ediyorum. 2010 yılında oralar ormandı, şimdi 3. Köprü bağlantı yolları inşaatı var. Önce hayvanlar atıldı, daha sonra inşaat başladı bu alanlarda. Dolayısıyla alan, aradan yolların, inşaat kamyonlarının geçtiği küçük küçük kırsal arazilere dönüştü artık.

İkincisi; insanla hayvan arasındaki ilişki bozuluyor. Bir alana 20 hayvan attığınızda hayvanlar hayatta kalmak için saldırganlaşıyor. Hayvanın da hayatı dönüşüyor, oradaki köylünün de hayatı dönüşüyor. Yemek bulabilmek için oradaki köylünün horozuna, tavuğuna saldırıyorlar. Bu hayvanı önce yerinden ediyorsun sonra zorla bir yere yerleştiriyorsun. O hayvan orada aidiyet kuramıyor. Bunun en önemli nedenlerinden biri istenmeyen hayvanlar olmaları. Benim saha çalışmamda mülakatlarda sürekli tekrar eden cümle şu: “Başka yerin köpeği bu, başka yerden getirildi”. Peki nereden geldi bu hayvanlar? Bir hayvanla tanışıyorsunuz, ilgileniyorsunuz, bilmek istiyorsunuz nereden geldiğini. Tabi tek tek kurtaramıyorsunuz o hayvanları bir hayvansever olarak. Bu sefer örüntüleri takip etmeye başlıyorsunuz. Birincisi; kim getirdi? Faili kim? İkincisi; neden getirildi? Nereden getirildi? Nerenin hayvanları bunlar?

Bunun izini nasıl sürdün?

Sorulara cevap bulabilmek için yakaladığım ipucu, köpeklerin kulaklarındaki küpeler oldu. Her ilçe belediyesinin kendi küpe rengi var. Mesela Bakırköy’ün yuvarlak ve pembe. Bunların bir de numarası var. Bu sefer ben bu hayvanları ve vakaları saymaya başladım. O yığılmaları takip etmeye başlıyorsunuz. Sarıyer’in en kuzeyindeki ormanlık alanda Beyoğlu Belediyesi’ne ait 50 tane küpeli köpek bulduğunuzda şunu anlıyorsunuz: Bu hayvan, hayatının bir döneminde Beyoğlu Belediyesi sınırlarından geçmiş. Hem de bu, hayatının öyle bir dönemi ki bu belediye sınırları içerisinde küpelenmiş. Yani kısırlaştırılmış ve temel aşıları yapılmış. Bu köpeği Sarıyer’e atan Beyoğlu Belediyesi olmayabilir ama Beyoğlu Belediyesi’nin bir noktada müdahil olduğu bir süreç bu. Böylece eleyebiliyorsunuz failleri. Bütün belediyeler üstü bir mekanizma da var: İBB. Özellikle 2015 yılında 7–8 belediyenin imzaladığı bir protokolle birlikte alana müdahale edebiliyor. Çalışmanın erken aşamalarında tuttuğum kayıtları haritaya işaretlemeye başladım. Hayvanları tek tek saymak bir süre sonra benim boyumu aştı, binlercesinden bahsediyoruz ama hikayeleri ve ihbarları dinliyorsunuz. Bir barakada yaşayan köylü amca görmüş, bize ulaşıyor bir gece yarısı, “20 tane köpeği getirdiler” diyor. O 20 köpek zaten oracıkta kalıyor; köpekler her ne kadar hareket etse de, bir alana terk edildiklerinde şok içinde oluyorlar, hemen savrulup gitmiyorlar, uzaklaşmıyorlar.

Harita üzerine işaretlemeye başladıkça bazı bağlantılar da arttı, en önemlisi özellikle merkez yani Beşiktaş, Beyoğlu, Kadıköy, Bakırköy, Maltepe, Tuzla bütün o hattaki hayvanların hareket ettirildiğini gördük. Onları harita üzerinde incelediğinizde zaten merkezden çepere doğru bir hareket görüyorsunuz. Kendi vaka tanımımı şu şekilde sınırladım: En az 20 köpeğin hayatını etkileyecek hareketler.

Bu hayvanlar atılıyor ormana, merkezden çevreye hareketi görüyoruz peki çevredeki köpeklerin durumuna odaklandığınızda bu hayvanlara ne oluyor? Oralarda neler yaşıyor? 2010–2014 orman ve mera kanunundaki değişikliklerle ormanların yavaş yavaş parçalandığı, beton ve çimento üretimine açıldığı yıllar. 3. Köprü ve 3. Havalimanı inşaatlarıyla birlikte İstanbul’un Kuzey Ormanlarında ciddi bir ormansızlaşma başladı. Bu hayvanlar atıldıkları yerde, hem yerleri değiştirilmiş oldular hem ciddi bir inşaat havzasının içine düşmüş oldular.

“Önce hayvanların gezindiği bir kent coğrafyası yaratıldı. Sonra iki büyük barınağın inşa edileceği ‘müjdesi verildi’”

Kuzey Ormanlarında süren inşaatlar hayvanlar açısından nasıl bir dezavantaj yaratıyor?

Hayvanın yaşayacağı alan bitiyor. Hayvanlar hem şehirden tecrit edildi hem de yığıldıkları yerde de bir takım mikro kapatma alanları oluşmaya başladı. 3. Havalimanı inşaat sahasında 1800 tane hafriyat kamyonu çalışıyor her gün. Orman; çimento, su ve enerji üretimine açılmış durumda. Bir parantez açalım: Beykoz ormanlarında bir köpeğin kuyuya düşmesi gündem olmuştu. Beykoz ormanlarında neden kuyu var çünkü su aranıyor orada. Yer üstünde de zaten inşaat var. Birincisi; köprü ve yol inşaatları bu alanı böldü zaten. İkinci bölen şey, İBB’ye ait katı atık depolama tesisleri, İSTOÇ’lar. 6,6 milyon metrekarelik alandan söz ediyoruz. Bütün bu alanlar insansız faaliyet alanları. Hayvanın da yaşama imkanı bu alanlarda sıfır. İnsanlar şöyle düşünüyor; “atıyoruz ormana en azından sincap yer, kurbağa yer”. Ormanlarda yaban hayatı var elbette ama köpek sincap falan yemiyor. Bunlar şehirli hayvan, yabani köpek değiller. O hayvan aç, susuz kalıyor. Hikayenin, hayvanların atılmasından sonraki kısmı asıl karanlık olan.

Köprü inşaatı nedeniyle bölünmüş orman

Bu atılma, yığılma vakalarının geçtiği alanları coğrafi olarak işaretlemeye başladım. Sonunda bir alan ortaya çıktı. Burada önemli olan, benim havza olarak işaretlediğim, yani belediyenin köpek yığdığı yerlerde İBB’nin 2015 yılında iki tane dev barınak inşa edeceğini haber vermesiydi. Önce hayvanların gezindiği bir kent coğrafyası yaratıldı. Sonra iki büyük barınağın inşa edileceği “müjdesi verildi”. Bir tanesi, 3. Havalimanı inşaat alanına yalnızca 1 km uzaklıkta, İstanbul’un en uç köyü, Kısırkaya’da. Diğeri Kurtköy, Bolluca’da. Bu iki barınağın her birinin 20 bin hayvan kapasiteli olduğu, böylelikle İstanbul’daki köpek sorunun temelli çözüleceği söyleniyordu. Projeler aslında benim takip etmeye çalıştığım tüm hareketin somutlaştığı, somut mekansal formlarını bulduğu tecrit mekânları oldu.

Kısırkaya Hayvan Barınağı

Önce barınak yapılıp, tecrit merkezi inşa edilip oraya yığılmadı bu hayvanlar. Kapatma coğrafyaları literatüründe, önce istenmeyen bedenleri kapattığınız bir mekanın yaratılmasından bahsedilir. Fakat hayvanlar bu literatüre meydan okuyorlar hem de genişletmemize fayda sağlıyorlar. Çünkü önce o coğrafya yaratıldı; hayvanın hareketiyle şekillenen bir tecrit coğrafyası yaratıldı. Şehrin içerisinde ama tecrit edilmiş durumdalar, çok zor bir şey bunu düşünmek. Çünkü tecrit dediğimiz mekânsal olarak sınırlanmış, duvarları olan, sabit, öyle sabit ki yüksek güvenlikli, sınırları çok ciddi denetlenen yapılar olur. Burada ilk önce o coğrafya oluştu. Köpekleri o alanlara attıklarında da o coğrafya yavaş yavaş kriminalize oldu. Hayvanların yoğun olarak atıldığı yerlerde bir süre sonra istismar, dayak, işkence ve tecavüz vakaları toplamaya başladık. Gidiyorsunuz mesela 5 köpeğe tecavüz edildiğini görüyorsunuz, hayvanları buluyorsunuz o halde. Dolayısıyla o coğrafya içerisinde hayvanlar hareket ediyorlar. Sabit değiller, ormanın kendisi zaten bir hareketten geçiyor. Dinamik bir alana koyuyorsunuz. Hayvan da hareket ediyor. Fakat her hareket ettiğinde, sürüler halinde bir köye gittiğinde, köylü tarafından dövülüyor, tecavüz ediliyor, işkence görüyor, istenmiyor, kovuluyor. Her bir hayvanın zorunlu olarak yaptığı her hareket, şiddeti biriktirmeye başlıyor. Birincisinde değilse de ikincisinde ölüyor bu hayvanlar. Kimsenin sahip çıkmadığı, kimsenin istemediği, saldırganlaşmış, yaşam alanını ve ortaklıklarını kaybetmiş hayvanlar. Tecavüz meselesi tabi çok zor… Bütün bu hikaye içerisinde en az konuşulan mevzu.

“Hayvanların yaşadığı sistematik kıyımın insan siyasetindeki karşılığı soykırım.”

Bu hikayenin hukuki arka planı nedir?

Biz inşaatı 2014 yılı Ocak ayında duyduk, 6 ay sonra Kadir Topbaş projenin tamamlandığını açıkladı. Tahsis amacı değiştirilmiş bir mera alanı Kısırkaya ve bir nokta çok önemli: Ne Türkiye’de ne de dünyada o çapta, o boyutta bir barınak yok. İnsanlığın 20 bin hayvanı tecrit etme gibi bir tecrübesi yok. Kurulmaya başladıktan sonra hukuki mücadeleye girişildi. İBB de hakkında açılan davayı kaybetti ve bugün Kısırkaya hakkında yürütmeyi durdurma kararı çıktı. Ancak yürütme durmadı. Bugün zaten hukuksuz bir şekilde faaliyetine devam eden bir yer. Giderek gönüllülerin erişimine de kapatılıyor. Kaç hayvanın ne şekilde yaşadığını bilmediğimiz bir yer.

Hayvan tecrit coğrafyasının üzerine iki tane mekan kuruldu. Bir tanesi kurulma aşamasında; Kurtköy’deki hikaye başka. Ama Kısırkaya kuruldu, bitti, çalışan tesis. İçeride ne olup bittiğini bilmiyoruz. Ve tek bildiğimiz bugün yaklaşık 3 bin hayvanın tutulduğu ve tutulan köpekler hasta değil; gayet genç ve sağlıklı köpekler. Yasada aslında böyle bir yetki yok. Bugün mevcut 5199 sayılı Hayvan Hakları Kanunu belediyeye şunu diyor: Hayvanı aşılayıp, kısırlaştırıp aldığı yere bırakmak kaydıyla toplayabilir.

Bu mekan sizin gönüllü olarak elinizi kolunuzu sallayarak giremediğiniz, orada ne olup bittiğini bilmediğiniz bir yer. Barınaklar giderek gönüllü erişimine kapatıldı. Kapatılarak yok ediliyor hayvanlar. Kısırkaya’da sınırları tanımlı belli bir merkez var fakat Kurtköy’deki inşaat bitmiyor. 20 bin hayvan kapasiteli bir alan yaratmaya çalışıyorsunuz. Ömerli Barajı’nın güneyinde ama baraj havzası içerisinde bir alan. 2001 yılından beri büyük sermaye atılımlarının ve akışının olduğu bir alan, dolayısıyla bölünmüş bir ormanlık alandan bahsediyoruz. Nasıl bölündü bu alan? Ormanlık alan kesilerek, hakkındaki bütün ÇED raporlarına ve davalara rağmen dev bir alışveriş kompleksi kuruldu. 17–18 tane büyük konut projesi var. Teknopark projesi var. 50 bin yeni istihdam için yapılan siteler var. Pendik’in geçirdiği bir kentsel dönüşüm var. Yaklaşık 12 mahallenin 4’ünde yoğun olarak polis ile çatışmanın olduğu, gecekondulaşmanın yüksek olduğu, ekseriyetle de Alevi mahalleleri. Hemen bu alan bittikten sonra başlayan Kurtköy kırsalları var, inşaat yatırımları ile bölünmüş bir alan. Kurtköy’deki durum her açıdan farklı. En önemli farkı şu: Bu hayvanlar kapalı bir alana atılmadılar. Barınak inşaatı bitmedi ama hayvan atma ve terk etme devam etti. Tam olarak hala nasıl tanımlayacağımı bilmiyorum ama, kapalı bir tecrit değil; şehir içerisinde tecridi düşünmek çok zor. En önemli şeylerden birisi insan yerleşimiyle fiziksel erişim kopmuş durumda. Terk edildiği anda amansız bir şiddet sarmalının içine düşüyor. Sonuçta İstanbul’un köpeksizleşmesi, hayvansızlaşması; kentsel dönüşümün görünmeyen ama çok kuvvetli bir veçhesi.

Kısırkaya ve Kurtköy’de hayvanların bulunduğu koşullardan bahsedebilir misin biraz?

Kısırkaya’da içeriden görüntü almanıza artık izin vermiyorlar. Görebildiğimiz kadarıyla Kısırkaya’da yaklaşık 500 baraka var. Her birinin 200 hayvanı tutabilme kapasitesi var. Buna İBB yaşam alanı diyor! Kısırkaya’da her biri 500 metrekarelik barakalarda 200 tane hayvan yaşıyor. Yeşil alan yok. Zaten uçurum kenarında bir tesis burası. Toplu taşıma ile ulaşım yok, arabanızla bile gitseniz ulaşmakta zorlanacağınız bir alan. Orada tam anlamıyla bir tecrit var. Arazi yeşillendirmeye uygun değil, sel baskını riski var, toprak bitki ve ağaç tutmuyor. Hayvanların birbiriyle teması yok, güneş gördükleri bir alan yok. Bağlı bir şekilde kafeste tutuluyor bu hayvanlar. Güneş görmüyorlar. Soğuk betonun üzerinde duruyor hayvanlar. Toplama kampı analojisi problemli bir analoji, kabul ediyorum. Ama hayvan hakları ihlalinde yeri olan bir analoji. Çünkü hayvanların yaşadığı sistematik kıyımın insan siyasetindeki karşılığı soykırım.

Kısırkaya Hayvan Barınağı

Kurtköy’deki durum ise yarı açık. İnsan erişimi var, gidip köpekleri sevebilirsiniz, görebilirsiniz besleyebilirsiniz ama o köpeklerin sizinle iletişim kurma durumu kalmamış gibi. Yaşam koşulları çok kötü. Çok fazla köpek var. Yaşam süreleri çok kısa ormana atıldıktan sonra. Ciddi bir şiddet görüyorlar. Şehrin başka yerlerinden, özellikle de kentsel dönüşüm ve yenilenme süreçleriyle ranta açılmış yerlerinde Kurtköy’e atılmış, binlerce köpek var. Bu köpekler, İstanbul Büyükşehir Belediyesine ve ilçe belediyelerine bağlı veterinerlik hizmetleri eliyle zorla yeri değiştirilmiş, yaşadığı mahalleden, parktan, sokaktan koparılmış, tecrit edilmiş hayvanlar. Bu hayvanlar cinsel saldırı ve şiddete maruz kalıyorlar. Kurtköy’de tanık olması en zor görüntülerden biri, bu hayvanların hiçbir sabıka kaydına, tarih yazımına dahil olmayan, maruz kaldıkları korkunç kötülükler: Yol kenarında av tüfekleriyle, saçmayla, bazen de silahla vurulmuş köpekleri buluyorsunuz. Köyde kadınların büyük bir kısmı akşam dışarı çıkmaya korkuyor. Korkuyu köpekle ifade ediyor köylü, “köpekler var saldırıyorlar korkuyoruz” diyor ama benim araştırmam süresince, son 7 yıldır, köpeklerin insanlara saldırdığı hiçbir yaralama, fiziksel zarar verme vakası olmadı.. İnsan korkuyor, evet, ama zaman içinde insanların aslında köpeklerin kendisinden değil, onların başına gelen kötülüklerden, köpeklerin başına gelen Ballıca köylüsü teyzelerin sık sık kullandığı ifadeyle “ağza alınmayacak fenalıklardan” korkuyorlar.

“Sokaktaki köpeğin sahibi sensin, benim, hepimiziz.”

Bu, sahadan çıkmış bir araştırma ve meselesi de aslında saha olan bir çalışma ve kıymetini buradan alıyor bana kalırsa. Bu doktora tezi bir yerde bitecek ve o zaman sizin mücadeleniz nereye evrilecek?

Birincisi, belediyelerin toplama, zorla yer değiştirme ve sürgün uygulaması bittiği zaman sorun çözülmese de artması duracak. Bizim için en önemli gündem bu, belediyenin bunu sonlandırması. İkincisi; bu hayvanları nasıl kurtaracağız? Bu çok ciddi bir sorun. O hayvanların şehirde hakkı var, geri getirilmesi lazım, önce ciddi bir tedaviden geçtikten sonra.

Sahadan çıkmış olsa da teorik, düşünsel ve siyasal anlamda bağlantılarının kurulmuş olması gerekiyor. Biz nasıl kent mekanları ve kamusal alanlar istiyoruz? Bu yalnızca Kurtköy’de yürütülmeyecek bir proje. Şehrin diğer alanlarında bu hayvanlara yer açmak topyekün bir iş aslında. Kamusal alanda bu hayvanları nasıl bir yeri olacak? Kentte böyle mekanlarımız var mı? Buradaki barınaklara mı tıkacağız hayvanları. Bir tecritten diğerini mi tercih edeceğiz?

Hayvan ceza almadan öldürülebilir olduğu sürece, bu durumda adaleti nasıl tanımlıyorsun? Mekanda adalet nasıl tanımlanacak? Ağaç ve ormanların hikayesi bambaşka, hayvanların da bambaşka çünkü bizim dokunabildiğimiz ve hissedebilen varlıklar. Acı çekiyorlar. Bir ağaca tecavüz etmekle hayvana tecavüz etmek arasındaki sosyal patoloji çok farklı. Hayvana tecavüz etmek bugün Kabahatler Kanunu’nda gece yarısı korna çalmakla eşit. Dolayısıyla ceza kanununa girmesi lazım. Gündemimizde hayvana yönelik şiddetin kabahatler kanunundan ceza kanununa girmesi var. Hayvan yasada ya mal olarak ya da sahipsiz olup hakkı olmayan olarak yer alıyor. Mala verilen zararın bir cezası var ama sokak hayvanlarına işlenen suçta bir ceza yok. Savcı takipsizlik veriyor, buna belediyenin işlediği suç da dahil. Caydırıcı ceza ve Türkiye’de hayvana yönelik suç işleyenin sabıkasına işlenmesi bizim için en büyük ütopyalardan biri ve hiç de zor değil aslında. Hayvanlar belli mülkiyet ilişkisi içinde korunuyorlar ama hiçbirimizin sahibi olmadığı bir hayvanı da koruyabilmeliyiz. Sokaktaki köpeğin sahibi sensin, benim, hepimiziz.

DÖN