Bu yazıda temel muradımız bir örgütlenme deneyiminin ne kadar “müşterek” olduğunu ele alabileceğimiz bir çerçeve önerebilmek. Böylece, müşterek örgütlenme deneyimini herkes için kullanılabilir bir bilgiye çevirmenin taşlarını döşemek. Eğer ki müştereklik hususuna kendi-içinde pozitif bir anlam yüklüyor isek, örgütlenme deneyiminin kendisini de mülkleştirme karşısında bir müşterekleştirme pratiği olarak kurmamız elzemdir. İşte bu sebeple, müşterekçiler için bir örgütlenmeyi kavramanın yolu, onun devinimi içinde ne türden bir müştereklik kurduğunu kavramakla mümkün.

Yalnız örgütlenme deneyimi katı, sert ve değişmez olmadığı için onun varlığını ve yapısını takip edeceğimiz katı analitik bir alet kutusu tarif etmek mümkün olmayacaktır. Bir örgütlenme deneyimi insan ilişkilerine dayandığından, toplumsalın yapısal eşitsizliklerini, her türden iktidar ilişkisini, dolayısıyla mücadeleyi içinde barındıracaktır. Tam da bu değişen-dönüşen ve karşılıklı olarak yeniden ve yeniden kurulan ilişkiler alanını takip edebileceğimiz bir çerçeve kurmak, bir müştereklik deneyimini kavramak için elzem olacaktır. 

Bir Sosyo-Politik Alan Olarak Çarşaf

Gerili büyük bir çarşaf metaforu bu hususta uygun bir benzetme sunabilir. Bu çarşafın gerili kalabilmesi için birilerinin uçlarından tutup çekiştirmesi gerekir. Tuttukları sürece birbirlerinin katılımını ve hareketini hissedebilir, birbirlerine karşılıklı tepki verebilirler. Her birinin ne kadar süre tutacağı ve ne kadar çekiştireceği ortaya çıkan alandan ne umduğuna ve denemelerinin karşılığını nasıl aldığına göre değişir. Bu esnada çatışmalar çıkabilir, ittifaklar kurulabilir, kimileri sürekli kazanmayı güvence altına alabilir. Fakat herkes aradaki alanın herkesin eşit katılımını gerektirdiği sağduyusuna sahiptir. Kimse bir defa çekip diğerlerini tümüyle yenemez; yenen taraf yenme işini sürekli yapmak zorundadır. Kimse tutmazsa da çarşaf var olmaya devam edecektir, ama gerili olmayacaktır.

Fotoğraf: Selçuk Alp

İnsanların tutup çekiştirdiği bu alan (gerili çarşaf), tıpkı bir kürek kömür, bir kap su, bir şehir meydanı veya bir arkadaşlık ilişkisi gibi, çevresindeki topluluk tarafından “üretilmiştir.” Çarşaf, (kolektif) bir üretim alanı, bir ekonomik alan oluşturur. Bir açıdan da zaten mevcut olduğunu varsaydığımız çarşaftan gerili bir çarşafın üretilmesi, o çarşafın tutanlar tarafından yönetilmesinden ibarettir, bu yüzden çarşafımız (kolektif) bir politik alan da oluşturur. Bu alan bir defa ortaya çıktığında üreticilerini de yeniden üretecektir: Üretime ve yönetime nasıl katılacaklarını belirleyecek, ne kadar katıldıklarını ölçecek, birbirlerine göre onları eşitler olarak veya farklarıyla tarif edecektir. İçinde ekonomi ve politikanın ayrışmadığı bu ilişkiler alanını, ekonomik anlamda bir üretim ve yeniden üretim, politik anlamda bir iktidar alanı ve bir direniş/mücadele alanı olarak da tarif edebiliriz. Bu noktada çarşafımız, insanların birbirleriyle, kendileriyle ve yeryüzüyle kurdukları bağların temel niteliğine dair bir metafor işlevi görüyor. Bu işlev bu yazının sınırları içinde geçerli. Bu temel niteliğin bilgisine günlük hayatta ihtiyaç duymayız, çünkü kültür ve dil bu bilgiyi zaten içerir ve işler.

Bu bağlar örgüsü, geçici olmayan bir toplumsal alanın ilksel hâli olarak da düşünülebilir: Politik hayvanların ilksel bir araya gelişi. Rastlantısal değil; yani zorunlu tüketimleri için indikleri su kenarında karşılaşmıyorlar, suyun kenarına yerleşiyorlar. Arı ve benzeri toplumsal hayvanlar gibi sadece içgüdüleri tarafından da yönetilmiyorlar: İş paylaşımını, üretimin yönetimini (katılımla ve rızayla) birlikte yapmak zorundalar. Ayrıca, “bizim” zamanımızın, yani karmaşık şekilde ayrışmış toplumsal ilişkinin olgunlaşmamış bir tohumu oldukları da söylenemez. Biz insanların “ilkel”, hayvanlığa yakın ve henüz gelişmemiş hâlini temsil etmiyorlar, bu bağ örgüleri sürekli kuruluyor. Bir ailenin kurulması, bir çocuk oyununun kurulması, bir nehrin kenarına bir köy kurulması, bir fabrikada bir işçi birliğinin kurulması veya bir kentte bir kooperatifin kurulması pekâlâ bu örnekteki gibi bir üretim/yönetim alanının ortaya çıkışına benzetilebilir.

Örneğin, bir derenin çevresine yerleşip bir köy kuran insanlar dereyi bir kaynak olarak üretir ve kullanırlar. Bu köyü kaynağın çevresinde toplanan diğer hayvan topluluklarından ayıran çok az şey vardır. İnsanlar da diğer hayvanlar gibi kaynağa bir hasetle yaklaşırlar, birilerinin ona sahip çıkmasını, erişimi kısıtlamasını veya zarar vermesini istemezler. Hayvanlardan farklı olarak haseti düzenleme imkânları vardır: İnsan, politik hayvandır. Dere, köyün sadece bir kısmının yararlanması için değildir, “herkes içindir.” Bu haset, dereye el uzatanlara -“benim (de) olsun” diyen çağımız kıskançlığının aksine- şöyle seslenir: “Benim değil, senin de olmasın.” Düzenleme, hiç kimsenin olmayan ama gergin bir çarşafı, etkin bir kaynağı, “müşterek” olarak üretmeye yarar. Bir doğal kaynakla bir “müşterek kaynağı” birbirinden ayıran şey, ikincisinin üretilmiş olmasıdır: Bir topluluğa, bir üretim ve yönetim alanına ihtiyaç duyar. Kaynak o topluluğa “ait” değildir, ama o topluluk tarafından üretilir ve yönetilir. Politik hayvan, onu hayatta tutacak kaynakların müşterek üretimine ve yönetimine ihtiyaç duyan hayvandır.

Fotoğraf: Nail Yollu

Örneğin, bir derenin çevresine yerleşip bir köy kuran insanlar dereyi bir kaynak olarak üretir ve kullanırlar. Bu köyü kaynağın çevresinde toplanan diğer hayvan topluluklarından ayıran çok az şey vardır. İnsanlar da diğer hayvanlar gibi kaynağa bir hasetle yaklaşırlar, birilerinin ona sahip çıkmasını, erişimi kısıtlamasını veya zarar vermesini istemezler. Hayvanlardan farklı olarak haseti düzenleme imkânları vardır: İnsan, politik hayvandır. Dere, köyün sadece bir kısmının yararlanması için değildir, “herkes içindir.” Bu haset, dereye el uzatanlara -“benim (de) olsun” diyen çağımız kıskançlığının aksine- şöyle seslenir: “Benim değil, senin de olmasın.” Düzenleme, hiç kimsenin olmayan ama gergin bir çarşafı, etkin bir kaynağı, “müşterek” olarak üretmeye yarar. Bir doğal kaynakla bir “müşterek kaynağı” birbirinden ayıran şey, ikincisinin üretilmiş olmasıdır: Bir topluluğa, bir üretim ve yönetim alanına ihtiyaç duyar. Kaynak o topluluğa “ait” değildir, ama o topluluk tarafından üretilir ve yönetilir. Politik hayvan, onu hayatta tutacak kaynakların müşterek üretimine ve yönetimine ihtiyaç duyan hayvandır.

Topluluğunuzda eşitsizlikler yapılaşmaya başladığında, yani kaynak belirli bir ittifak doğrultusunda akıtılmaya, “bükülmeye” başladığında teorik olarak karşısında başka bir ittifak oluşturmanız, güçleri eşitleyip direnmeye çalışmanız mümkündür. Ancak yapısal eşitsizliklere direnmek zordur, çünkü örgütleriniz mücadele ettiğiniz toplumun kumaşından yapılmıştır. Yapısal eşitsizlikler içeride de tekrar edilir, üstelik işlevselliklerini yitirmezler. Nasıl aile işyeri tarafından bölünüyorsa işçi örgütleri cinsiyet, kadın örgütleri sınıf ayrımı tarafından bölünür. Bununla da kalmaz, kadın örgütleri aynı zamanda cinsiyet ve işçi örgütleri sınıf ayrımı tarafından bölünür. Örgütlerin oluşturduğu kaynak yaşa, cinsiyete, etnisiteye, sembolik sermaye farklarına, sınıf farklarına göre paylaşılabilir. Mesela dikte, yazı çizi işleri kadınlara verilir, doğum günü kutlamalarında pastayı kadınlar bölüp dağıtır, yönetime ise ancak mücadele ederek elde ettikleri kotayla dahil olurlar. Yani bu örgütlerin kendileri de bir iktidar ve bir mücadele alanıdır. Bu mücadele örgütleri, sadece eşitsiz bir geniş toplumsal alanın içinde olmakla değil, devletin ve piyasanın, politik ve ekonomik ajanların düzenlemeleriyle de belirlenir.

Mülkleştirme/Müşterekleşme Diyalektiği

Karşılıklı bir ilişki olarak anlaşılması gereken iktidarın aynı zamanda gözümüze işgal edilen bir pozisyon olarak görünmesi, esasında bir müştereğe el koyulması ile ortaya çıkan oligarşinin berraklığı üzerinden anlaşılabilir. Bu düşünsel zorlamayı, bir yana müşterek üretimini, diğer yana müştereğe el koyma edimini, topluluğun birbiriyle çatışan iki jesti olarak yerleştirmek niyetiyle yapıyoruz. Kolektif olarak ürettiğimiz müştereğe topluluğun bir kısmı el koymaya kalktığında diğer kısmından buna direnenler olacaktır. El koyma yönündeki jestleri mülkleştirme, direnen ve eşitliği tesis etmeye çalışan jestleri de müşterekleştirme olarak tanımlayalım. Mülkleştirme hareketinin bunu becerebilmesi için kendi kısmi çıkarını topluluğun çıkarı olarak gösterebilmesi gerekir. Bunu ittifaklarla, zor kullanarak veya pazarlıkla yapabilir. Mülkleştirme, topluluk dışındaki mekânlarda ittifaklar kurarak, topluluğu bölen yapısal eşitsizlik eksenlerine yatırım yaparak sağlanır. Müşterekleştirme de benzer şekilde ittifaklarla hareket etmek durumundadır. Ancak burada bir tuzak söz konusudur: Mülkleştirmenin başarılı olduğu bir durumda her müşterekleştirici direniş topluluk içinde bir “kısım,” bir “parti,” bir çıkar grubu olarak görünecektir. Gerçekten de kendi “kısmi” çıkarları, pazarlık güçleri olacaktır. Bu grup da kendi içinde bir topluluktur, o da müşterekleşme ve mülkleşme hareketlerine tabidir. Direnen, rakip (hizip) veya muhalif partinin, mülkleştirici parti tarafından bastırılması kadar pazarlık gücüyle veya mülkleştirmeyi üstlenme niyetiyle kısmi olana yönelmesi de mümkündür. Bu durumda herkes için olandan uzaklaşacaktır.

Burada kullandığımız anlamıyla devlet, en büyük mülkleştiricidir. Siyasal alanların bütününe el koymakla kalmaz, toplulukların siyasal alanlarını da büyük oranda sınırlandırıp şekillendirir. Böylece bütün eşitlikçi hareketleri ya devletli siyasal alanla uyuma/mülkleşmeye, ya da devlet olmayan bir ekonomik/siyasal alan üretmeye, siyaseti müşterekleştirmeye zorlar. Sonuçta, her bir toplulukta müşterekleşme ve mülkleştirme arasında bir çatışma sürer. Bu çatışma, başka topluluklarda ve geniş toplumda çapraz ilişkiler, ittifaklar, esinlenmeler oluşturur. Bazen de bir topluluk için veya o topluluk içindeki kısmi bir çatışmanın başka topluluklarda müşterekleştirici etkileri olabilir. 

Siyasal Alan Yaratıcısı Olarak Müşterek Örgütlenme

Burada örnekleyeceğimiz Tekel direnişi ve müşterek bir siyaset ve açık bir siyasal alan üreten her türden örgütlenmeyi “müşterek örgütlenme” olarak adlandırmayı öneriyoruz. Bu örgütlenmenin ideal formunda, örgütlenmenin etrafında toplanan insanlar, devletli siyasette temsile gelmeyen, devlet olmayan bir siyasal alan oluşturma becerisine sahip olurlar. 

Müşterek örgütlenmeler, ideal formlarında da içinde bulundukları geniş toplumdaki sınıf temelli eşitsizlik, cinsiyete dayalı adaletsizlik ve etnisite, yaş gibi kültürel temelli farklardan doğan dezavantajlar gibi yapısal eşitsizlik eksenlerinden azade olamazlar. Böyle olsaydı, geniş toplumla teması olmayan kapalı cemaatler olduklarını kabul etmemiz gerekirdi. Bu örgütlenmeler eşitsizliklerin üzerini örterek bireyleri bir kimlik temelinde diğer topluluklara ve geniş topluma referansla tarif edilecek bir farkla işaretleyip eşitleyemezler. Aksine, bu eşitsizliklerin arasındaki çatışmaları düzenler, çatışmanın eşitsiz taraf lehine sürekliliğini güvenceye alırlar. Bir müşterek siyasal alan topluluğun güçlü kısmı tarafından ele geçirildiğinde, mülkleşir ve müşterek niteliğini yitirir. Bu yüzden müşterek örgütlenme bu çatışmayı sürdürmek durumundadır.

Kimlik referansını temel kurucu ortaklık olarak görmezler, bu yüzden etrafında toplandıkları ortaklık ortak bir geçmiş kurgusundan beslenmek zorunda değildir; ancak ortak bir bugüne sahip olmaları, aynı şeye/şeylere maruz kalmaları veya ortak bir gelecek imkânı taşımaları mümkündür.

Müşterek örgütlenme sıklıkla bu ideal forma ulaşamaz veya kısmen ulaşır. Müşterek örgütlenme, müşterek siyaset üretme yolundaki örgütlenmedir. Örgütlenmelerin müşterek siyasal alan kurucu niteliğine ne kadar sahip olduğu, onların kısmi nitelik ve talepleriyle müşterek nitelik ve talepleri arasındaki farkla yorumlanabilir. Kısmi taleplerle hareket eden bir örgütlenme, diğer topluluklar ve geniş toplumdaki etkileri açısından herkes için niteliklere sahip olabilir. Mesela kısmi olarak bir işletme içindeki ücret artışı talebi, asgari ücreti belirleme etkisine sahip olarak herkes için emek pazarının formasyonuna müdahale edebilir.

İşçiler kendi taleplerini doğrudan elde edememişlerdi, ama herkes-için talepleri bir oranda başarılı olmuştu: 4/C statüsü bir miktar iyileştirildi, sendikalı olma hakkı sağlandı.

Bir Müşterek Örgütlenme Olarak Tekel Direnişi

Bu fikir ışığında, Tekel direnişini referansla bir düşünme egzersizi yapalım. Tekel direnişinin akıllarda yer etmesinin nedenlerinden biri, klasik bir blokaj eylemi olmamasıydı. Tekel işçileri, bir grev veya bir işgal gibi devleti ve ekonomik ağları tıkayarak varlıklarının devletli mülkleştirmenin devamlılığı için önemli olduğunu göstermek, bu güçle pazarlık şansını artırmak imkânına sahip değildi. Zaten gözden çıkarılmış, emek piyasasından dışlanmışlardı. Onları devlet kuruluşlarının değil, sendikanın kapısına dayanmaya iten kaybetmek üzere oldukları şeyin sınıf kimliği olmasıydı ama artık ekonomik anlamda bir sınıf oluşturmuyorlardı. Bu anlamda dayatabilecekleri kısmi talepleri yoktu. 

Kayıpla yüz yüze gelen işçilerin mücadele edebilmesi için yeni bir ortaklık kurulması gerekliydi. Önce aynı şeye maruz kalan Tekel işçileri topluluğunu, sonra da aynı/benzer şeylere maruz kalan geniş toplumdaki grupları içerecek herkes için bir mücadelenin ortaya konması gerekti. Devletin gösterdiği şiddete ve kötü hava koşullarına birlikte maruz kalan işçilerin durumları geniş toplumda duyulunca gelecekleri de bir anlamda birleşmiş oldu. 

Meydanda illerdeki işletmelerin çalışanları kendi çadırlarını kurdular. Kürt-Türk düşmanlığı askıya alındı, hatta dostluğa ve karşılıklı tanımaya evrildi, Diyarbakır ve Trabzon çadırında her gece yapılan eğlencelerle bu dostluk içeriye ve dışarıya gösterildi. Kent sakinleri meydanın yeni hâlini ve konuklarını benimsedi, destek ziyaretleri başladı. Sendika referansıyla işgal ettikleri meydan sınıf referanslı topluluklara da açıldı. Desteğe gelen işçi veya devrimci topluluklarının bir kısmı işçiler arasında propaganda yürütürken bir kısmı da açılan meydanı kullanarak kendi özel taleplerini gündeme getirmeye çalıştılar. Bazı topluluklar kendi çadırlarını/stantlarını kurdular. Böylece meydan, işçiler için de toplum için de bir karşılaşma mekânı olarak düzenlenmiş oldu.

Farklı Mücadelelere Açılan Müşterek Alan

Mücadelenin dinamiği, bir üst düzeyde devletle ve işverenle (bu ikisi bu durumda aynı olduğu için devlet-işveren diyebiliriz) eşitler düzleminde Tekel işçileri arasında bir pazarlığa dayanıyordu. İşçilerin talepleri, devlet-işverenin de yetkisi vardı. Sendika eşitler düzleminde kimlik inşasında işlev görüyor, üst düzeyle temasta da aracı rolüne çağrılıyordu. İşçilerin talepleri yeni durumda karşılaştıkları hak kayıplarının düzeltilmesiydi. Bu talep Tekel’de işten çıkarılanların kısmi bir talebi olarak görülebilir. Ancak direnişin 4/C statüsünün hiçkimse için istenmeyen bir şey olduğunu işaret etmesi, bu talebin herkes için bir boyutunu ortaya koyuyordu. 4/C statüsü bir nevi parça başı çalışma olarak en düşük ücretin alındığı çalışma olduğundan emek pazarının sınırında olmasının yanı sıra tabanını da belirliyordu. Buraya yönelik bir hamle, emek pazarına da müdahale anlamına geliyordu. Çoğunluğu ücretli öğretmen olarak çalışmaktan başka çare göremeyen Ataması Yapılmayan Öğretmenler’e de bir alan açılmış oldu. Bunun yanı sıra direniş açık bir kitle iletişim aracı işlevi gördü; birçok gruba temas, kendini ifade ve taleplerini diğer topluluklarla birlikte düşünme imkânı verdi. Örneğin işçi mücadelesi alanına yeni yeni girmeye başlayan beyaz yakalı örgütleri de bu direniş vesilesiyle temas olanağı buldu. Plaza Eylem Platformu’nun faaliyetleri işçi eylemlerine destek vermeye odaklanmışken Tekel direnişine verdikleri destek kendilerini de bir emek örgütü olarak kurmaya yönlendirdi. Direnişin ardından Bank-Sen’in bir toplantısında sendika yöneticisi “biz Tekel işçilerinin paltosundan çıktık” ifadesini kullandı ve beyaz yakalı örgütlerine yönetime katılma/denetim imkânı sundu. 

Türk Psikologlar Derneği (TPD) ve Toplumsal Dayanışma İçin Psikologlar (TODAP) arasındaki tartışma, direnişle diğer topluluklar arasındaki ilişkinin alacağı kısmi ve herkes için niteliklerine örnek gösterilebilir. TPD ve TODAP, Tekel işçilerinin taleplerine değil, direnişin durumuna odaklanmıştı. TPD, işçiler arasında bir anket/çalışma yaparak sonuçlarını yorumladı. Direnişin işçilerde travmaya sebep olduğu, çaresizlik duygusu ve depresyonun yaygınlaştığı, bu konuda devlet-işverenin bir önlem alması (işçilerin taleplerini artık kabul etmesi) gerektiği yönünde resmi bir açıklama yaptı. Böylece TPD işçilerin çağırdığı aracı pozisyonuna oynayarak onların kısmi talepleriyle veya direnişin kısmi niteliğiyle ilişki kurmuş oluyordu. TODAP, bu açıklamaya karşı direniş meydanında bir açıklama okudu. TODAP’ın açıklaması, işçilerin öfkesinin çaresizlik olarak, pasif ve depresif bir tonda tercüme edilmesine, işlenmesine karşıydı. Öfkenin haklı olduğunu vurguluyor, hatta kendi deneyimlerinin de bu öfkeyi paylaştığını söylüyorlardı. TODAP, direnişin herkes için niteliğiyle ilişki kuruyor, kendi taleplerini ortaya koyuyor, müşterek kaynağın kenarında kendine yer bularak müşterek üretimine dahil oluyordu.

Tekil Taleplerden Müşterek Deneyime

Baştaki tartışmamızı hatırlayarak, burada şöyle demek mümkün: Tekel’de üretilen kaynağın sınırını sendika (Tek-Gıda İş) belirleyebiliyordu. Sendika başkanı meydan kaynağından yararlanma imkânını bitirdiğinde, aracılığın sona erdiğini söylediğinde sendika önünde yaptığı konuşma biter bitmez işçiler çadırları toplamakta hiç tereddüt etmedi. İşçiler kendi taleplerini doğrudan elde edememişlerdi, ama herkes-için talepleri bir oranda başarılı olmuştu: 4/C statüsü bir miktar iyileştirildi, sendikalı olma hakkı sağlandı. Böylece açtıkları siyasal alanda, kendi kısmi çıkarlarını aşarak herkesin çıkarına yönelik birtakım mücadele imkânı, biçimi, ve kazanımı üretmeyi başardılar. Böylece kendi tekil deneyimlerini müşterek bir deneyim hâline dönüştürerek tarihe not düşmüş oldular.

Toparlayacak olursak, müşterek örgütlenme ile anladığımız şey, Tekel deneyiminde olduğu gibi, siyasal alanın mülkleştirilmesi durumuna karşı bu alanın ne kadar müşterekleştirilebileceğini ortaya çıkartan örgütlenme deneyimleridir. Bu açıdan katı, sınırları ve biçimi belirli bir örgüt formundan bahsedemeyiz. Sınırsız deneyime açık, ancak devlet olmayanın kendisini inşa etme deneyimini kuran, bunu da kendi sınırlı kısmi deneyiminden özgürleştirerek müşterekleştiren bir örgütlenme formuna işaret ediyoruz. 

Bu yazıda temel muradımız bir örgütlenme deneyiminin ne kadar “müşterek” olduğunu ele alabileceğimiz bir çerçeve önerebilmek. Böylece, müşterek örgütlenme deneyimini herkes için kullanılabilir bir bilgiye çevirmenin taşlarını döşemek. Eğer ki müştereklik hususuna kendi-içinde pozitif bir anlam yüklüyor isek, örgütlenme deneyiminin kendisini de mülkleştirme karşısında bir müşterekleştirme pratiği olarak kurmamız elzemdir. İşte bu sebeple, müşterekçiler için bir örgütlenmeyi kavramanın yolu, onun devinimi içinde ne türden bir müştereklik kurduğunu kavramakla mümkün.

Yalnız örgütlenme deneyimi katı, sert ve değişmez olmadığı için onun varlığını ve yapısını takip edeceğimiz katı analitik bir alet kutusu tarif etmek mümkün olmayacaktır. Bir örgütlenme deneyimi insan ilişkilerine dayandığından, toplumsalın yapısal eşitsizliklerini, her türden iktidar ilişkisini, dolayısıyla mücadeleyi içinde barındıracaktır. Tam da bu değişen-dönüşen ve karşılıklı olarak yeniden ve yeniden kurulan ilişkiler alanını takip edebileceğimiz bir çerçeve kurmak, bir müştereklik deneyimini kavramak için elzem olacaktır. 

Bir Sosyo-Politik Alan Olarak Çarşaf

Gerili büyük bir çarşaf metaforu bu hususta uygun bir benzetme sunabilir. Bu çarşafın gerili kalabilmesi için birilerinin uçlarından tutup çekiştirmesi gerekir. Tuttukları sürece birbirlerinin katılımını ve hareketini hissedebilir, birbirlerine karşılıklı tepki verebilirler. Her birinin ne kadar süre tutacağı ve ne kadar çekiştireceği ortaya çıkan alandan ne umduğuna ve denemelerinin karşılığını nasıl aldığına göre değişir. Bu esnada çatışmalar çıkabilir, ittifaklar kurulabilir, kimileri sürekli kazanmayı güvence altına alabilir. Fakat herkes aradaki alanın herkesin eşit katılımını gerektirdiği sağduyusuna sahiptir. Kimse bir defa çekip diğerlerini tümüyle yenemez; yenen taraf yenme işini sürekli yapmak zorundadır. Kimse tutmazsa da çarşaf var olmaya devam edecektir, ama gerili olmayacaktır.

Fotoğraf: Selçuk Alp

İnsanların tutup çekiştirdiği bu alan (gerili çarşaf), tıpkı bir kürek kömür, bir kap su, bir şehir meydanı veya bir arkadaşlık ilişkisi gibi, çevresindeki topluluk tarafından “üretilmiştir.” Çarşaf, (kolektif) bir üretim alanı, bir ekonomik alan oluşturur. Bir açıdan da zaten mevcut olduğunu varsaydığımız çarşaftan gerili bir çarşafın üretilmesi, o çarşafın tutanlar tarafından yönetilmesinden ibarettir, bu yüzden çarşafımız (kolektif) bir politik alan da oluşturur. Bu alan bir defa ortaya çıktığında üreticilerini de yeniden üretecektir: Üretime ve yönetime nasıl katılacaklarını belirleyecek, ne kadar katıldıklarını ölçecek, birbirlerine göre onları eşitler olarak veya farklarıyla tarif edecektir. İçinde ekonomi ve politikanın ayrışmadığı bu ilişkiler alanını, ekonomik anlamda bir üretim ve yeniden üretim, politik anlamda bir iktidar alanı ve bir direniş/mücadele alanı olarak da tarif edebiliriz. Bu noktada çarşafımız, insanların birbirleriyle, kendileriyle ve yeryüzüyle kurdukları bağların temel niteliğine dair bir metafor işlevi görüyor. Bu işlev bu yazının sınırları içinde geçerli. Bu temel niteliğin bilgisine günlük hayatta ihtiyaç duymayız, çünkü kültür ve dil bu bilgiyi zaten içerir ve işler.

Bu bağlar örgüsü, geçici olmayan bir toplumsal alanın ilksel hâli olarak da düşünülebilir: Politik hayvanların ilksel bir araya gelişi. Rastlantısal değil; yani zorunlu tüketimleri için indikleri su kenarında karşılaşmıyorlar, suyun kenarına yerleşiyorlar. Arı ve benzeri toplumsal hayvanlar gibi sadece içgüdüleri tarafından da yönetilmiyorlar: İş paylaşımını, üretimin yönetimini (katılımla ve rızayla) birlikte yapmak zorundalar. Ayrıca, “bizim” zamanımızın, yani karmaşık şekilde ayrışmış toplumsal ilişkinin olgunlaşmamış bir tohumu oldukları da söylenemez. Biz insanların “ilkel”, hayvanlığa yakın ve henüz gelişmemiş hâlini temsil etmiyorlar, bu bağ örgüleri sürekli kuruluyor. Bir ailenin kurulması, bir çocuk oyununun kurulması, bir nehrin kenarına bir köy kurulması, bir fabrikada bir işçi birliğinin kurulması veya bir kentte bir kooperatifin kurulması pekâlâ bu örnekteki gibi bir üretim/yönetim alanının ortaya çıkışına benzetilebilir.

Örneğin, bir derenin çevresine yerleşip bir köy kuran insanlar dereyi bir kaynak olarak üretir ve kullanırlar. Bu köyü kaynağın çevresinde toplanan diğer hayvan topluluklarından ayıran çok az şey vardır. İnsanlar da diğer hayvanlar gibi kaynağa bir hasetle yaklaşırlar, birilerinin ona sahip çıkmasını, erişimi kısıtlamasını veya zarar vermesini istemezler. Hayvanlardan farklı olarak haseti düzenleme imkânları vardır: İnsan, politik hayvandır. Dere, köyün sadece bir kısmının yararlanması için değildir, “herkes içindir.” Bu haset, dereye el uzatanlara -“benim (de) olsun” diyen çağımız kıskançlığının aksine- şöyle seslenir: “Benim değil, senin de olmasın.” Düzenleme, hiç kimsenin olmayan ama gergin bir çarşafı, etkin bir kaynağı, “müşterek” olarak üretmeye yarar. Bir doğal kaynakla bir “müşterek kaynağı” birbirinden ayıran şey, ikincisinin üretilmiş olmasıdır: Bir topluluğa, bir üretim ve yönetim alanına ihtiyaç duyar. Kaynak o topluluğa “ait” değildir, ama o topluluk tarafından üretilir ve yönetilir. Politik hayvan, onu hayatta tutacak kaynakların müşterek üretimine ve yönetimine ihtiyaç duyan hayvandır.

Fotoğraf: Nail Yollu

Örneğin, bir derenin çevresine yerleşip bir köy kuran insanlar dereyi bir kaynak olarak üretir ve kullanırlar. Bu köyü kaynağın çevresinde toplanan diğer hayvan topluluklarından ayıran çok az şey vardır. İnsanlar da diğer hayvanlar gibi kaynağa bir hasetle yaklaşırlar, birilerinin ona sahip çıkmasını, erişimi kısıtlamasını veya zarar vermesini istemezler. Hayvanlardan farklı olarak haseti düzenleme imkânları vardır: İnsan, politik hayvandır. Dere, köyün sadece bir kısmının yararlanması için değildir, “herkes içindir.” Bu haset, dereye el uzatanlara -“benim (de) olsun” diyen çağımız kıskançlığının aksine- şöyle seslenir: “Benim değil, senin de olmasın.” Düzenleme, hiç kimsenin olmayan ama gergin bir çarşafı, etkin bir kaynağı, “müşterek” olarak üretmeye yarar. Bir doğal kaynakla bir “müşterek kaynağı” birbirinden ayıran şey, ikincisinin üretilmiş olmasıdır: Bir topluluğa, bir üretim ve yönetim alanına ihtiyaç duyar. Kaynak o topluluğa “ait” değildir, ama o topluluk tarafından üretilir ve yönetilir. Politik hayvan, onu hayatta tutacak kaynakların müşterek üretimine ve yönetimine ihtiyaç duyan hayvandır.

Topluluğunuzda eşitsizlikler yapılaşmaya başladığında, yani kaynak belirli bir ittifak doğrultusunda akıtılmaya, “bükülmeye” başladığında teorik olarak karşısında başka bir ittifak oluşturmanız, güçleri eşitleyip direnmeye çalışmanız mümkündür. Ancak yapısal eşitsizliklere direnmek zordur, çünkü örgütleriniz mücadele ettiğiniz toplumun kumaşından yapılmıştır. Yapısal eşitsizlikler içeride de tekrar edilir, üstelik işlevselliklerini yitirmezler. Nasıl aile işyeri tarafından bölünüyorsa işçi örgütleri cinsiyet, kadın örgütleri sınıf ayrımı tarafından bölünür. Bununla da kalmaz, kadın örgütleri aynı zamanda cinsiyet ve işçi örgütleri sınıf ayrımı tarafından bölünür. Örgütlerin oluşturduğu kaynak yaşa, cinsiyete, etnisiteye, sembolik sermaye farklarına, sınıf farklarına göre paylaşılabilir. Mesela dikte, yazı çizi işleri kadınlara verilir, doğum günü kutlamalarında pastayı kadınlar bölüp dağıtır, yönetime ise ancak mücadele ederek elde ettikleri kotayla dahil olurlar. Yani bu örgütlerin kendileri de bir iktidar ve bir mücadele alanıdır. Bu mücadele örgütleri, sadece eşitsiz bir geniş toplumsal alanın içinde olmakla değil, devletin ve piyasanın, politik ve ekonomik ajanların düzenlemeleriyle de belirlenir.

Mülkleştirme/Müşterekleşme Diyalektiği

Karşılıklı bir ilişki olarak anlaşılması gereken iktidarın aynı zamanda gözümüze işgal edilen bir pozisyon olarak görünmesi, esasında bir müştereğe el koyulması ile ortaya çıkan oligarşinin berraklığı üzerinden anlaşılabilir. Bu düşünsel zorlamayı, bir yana müşterek üretimini, diğer yana müştereğe el koyma edimini, topluluğun birbiriyle çatışan iki jesti olarak yerleştirmek niyetiyle yapıyoruz. Kolektif olarak ürettiğimiz müştereğe topluluğun bir kısmı el koymaya kalktığında diğer kısmından buna direnenler olacaktır. El koyma yönündeki jestleri mülkleştirme, direnen ve eşitliği tesis etmeye çalışan jestleri de müşterekleştirme olarak tanımlayalım. Mülkleştirme hareketinin bunu becerebilmesi için kendi kısmi çıkarını topluluğun çıkarı olarak gösterebilmesi gerekir. Bunu ittifaklarla, zor kullanarak veya pazarlıkla yapabilir. Mülkleştirme, topluluk dışındaki mekânlarda ittifaklar kurarak, topluluğu bölen yapısal eşitsizlik eksenlerine yatırım yaparak sağlanır. Müşterekleştirme de benzer şekilde ittifaklarla hareket etmek durumundadır. Ancak burada bir tuzak söz konusudur: Mülkleştirmenin başarılı olduğu bir durumda her müşterekleştirici direniş topluluk içinde bir “kısım,” bir “parti,” bir çıkar grubu olarak görünecektir. Gerçekten de kendi “kısmi” çıkarları, pazarlık güçleri olacaktır. Bu grup da kendi içinde bir topluluktur, o da müşterekleşme ve mülkleşme hareketlerine tabidir. Direnen, rakip (hizip) veya muhalif partinin, mülkleştirici parti tarafından bastırılması kadar pazarlık gücüyle veya mülkleştirmeyi üstlenme niyetiyle kısmi olana yönelmesi de mümkündür. Bu durumda herkes için olandan uzaklaşacaktır.

Burada kullandığımız anlamıyla devlet, en büyük mülkleştiricidir. Siyasal alanların bütününe el koymakla kalmaz, toplulukların siyasal alanlarını da büyük oranda sınırlandırıp şekillendirir. Böylece bütün eşitlikçi hareketleri ya devletli siyasal alanla uyuma/mülkleşmeye, ya da devlet olmayan bir ekonomik/siyasal alan üretmeye, siyaseti müşterekleştirmeye zorlar. Sonuçta, her bir toplulukta müşterekleşme ve mülkleştirme arasında bir çatışma sürer. Bu çatışma, başka topluluklarda ve geniş toplumda çapraz ilişkiler, ittifaklar, esinlenmeler oluşturur. Bazen de bir topluluk için veya o topluluk içindeki kısmi bir çatışmanın başka topluluklarda müşterekleştirici etkileri olabilir. 

Siyasal Alan Yaratıcısı Olarak Müşterek Örgütlenme

Burada örnekleyeceğimiz Tekel direnişi ve müşterek bir siyaset ve açık bir siyasal alan üreten her türden örgütlenmeyi “müşterek örgütlenme” olarak adlandırmayı öneriyoruz. Bu örgütlenmenin ideal formunda, örgütlenmenin etrafında toplanan insanlar, devletli siyasette temsile gelmeyen, devlet olmayan bir siyasal alan oluşturma becerisine sahip olurlar. 

Müşterek örgütlenmeler, ideal formlarında da içinde bulundukları geniş toplumdaki sınıf temelli eşitsizlik, cinsiyete dayalı adaletsizlik ve etnisite, yaş gibi kültürel temelli farklardan doğan dezavantajlar gibi yapısal eşitsizlik eksenlerinden azade olamazlar. Böyle olsaydı, geniş toplumla teması olmayan kapalı cemaatler olduklarını kabul etmemiz gerekirdi. Bu örgütlenmeler eşitsizliklerin üzerini örterek bireyleri bir kimlik temelinde diğer topluluklara ve geniş topluma referansla tarif edilecek bir farkla işaretleyip eşitleyemezler. Aksine, bu eşitsizliklerin arasındaki çatışmaları düzenler, çatışmanın eşitsiz taraf lehine sürekliliğini güvenceye alırlar. Bir müşterek siyasal alan topluluğun güçlü kısmı tarafından ele geçirildiğinde, mülkleşir ve müşterek niteliğini yitirir. Bu yüzden müşterek örgütlenme bu çatışmayı sürdürmek durumundadır.

Kimlik referansını temel kurucu ortaklık olarak görmezler, bu yüzden etrafında toplandıkları ortaklık ortak bir geçmiş kurgusundan beslenmek zorunda değildir; ancak ortak bir bugüne sahip olmaları, aynı şeye/şeylere maruz kalmaları veya ortak bir gelecek imkânı taşımaları mümkündür.

Müşterek örgütlenme sıklıkla bu ideal forma ulaşamaz veya kısmen ulaşır. Müşterek örgütlenme, müşterek siyaset üretme yolundaki örgütlenmedir. Örgütlenmelerin müşterek siyasal alan kurucu niteliğine ne kadar sahip olduğu, onların kısmi nitelik ve talepleriyle müşterek nitelik ve talepleri arasındaki farkla yorumlanabilir. Kısmi taleplerle hareket eden bir örgütlenme, diğer topluluklar ve geniş toplumdaki etkileri açısından herkes için niteliklere sahip olabilir. Mesela kısmi olarak bir işletme içindeki ücret artışı talebi, asgari ücreti belirleme etkisine sahip olarak herkes için emek pazarının formasyonuna müdahale edebilir.

İşçiler kendi taleplerini doğrudan elde edememişlerdi, ama herkes-için talepleri bir oranda başarılı olmuştu: 4/C statüsü bir miktar iyileştirildi, sendikalı olma hakkı sağlandı.

Bir Müşterek Örgütlenme Olarak Tekel Direnişi

Bu fikir ışığında, Tekel direnişini referansla bir düşünme egzersizi yapalım. Tekel direnişinin akıllarda yer etmesinin nedenlerinden biri, klasik bir blokaj eylemi olmamasıydı. Tekel işçileri, bir grev veya bir işgal gibi devleti ve ekonomik ağları tıkayarak varlıklarının devletli mülkleştirmenin devamlılığı için önemli olduğunu göstermek, bu güçle pazarlık şansını artırmak imkânına sahip değildi. Zaten gözden çıkarılmış, emek piyasasından dışlanmışlardı. Onları devlet kuruluşlarının değil, sendikanın kapısına dayanmaya iten kaybetmek üzere oldukları şeyin sınıf kimliği olmasıydı ama artık ekonomik anlamda bir sınıf oluşturmuyorlardı. Bu anlamda dayatabilecekleri kısmi talepleri yoktu. 

Kayıpla yüz yüze gelen işçilerin mücadele edebilmesi için yeni bir ortaklık kurulması gerekliydi. Önce aynı şeye maruz kalan Tekel işçileri topluluğunu, sonra da aynı/benzer şeylere maruz kalan geniş toplumdaki grupları içerecek herkes için bir mücadelenin ortaya konması gerekti. Devletin gösterdiği şiddete ve kötü hava koşullarına birlikte maruz kalan işçilerin durumları geniş toplumda duyulunca gelecekleri de bir anlamda birleşmiş oldu. 

Meydanda illerdeki işletmelerin çalışanları kendi çadırlarını kurdular. Kürt-Türk düşmanlığı askıya alındı, hatta dostluğa ve karşılıklı tanımaya evrildi, Diyarbakır ve Trabzon çadırında her gece yapılan eğlencelerle bu dostluk içeriye ve dışarıya gösterildi. Kent sakinleri meydanın yeni hâlini ve konuklarını benimsedi, destek ziyaretleri başladı. Sendika referansıyla işgal ettikleri meydan sınıf referanslı topluluklara da açıldı. Desteğe gelen işçi veya devrimci topluluklarının bir kısmı işçiler arasında propaganda yürütürken bir kısmı da açılan meydanı kullanarak kendi özel taleplerini gündeme getirmeye çalıştılar. Bazı topluluklar kendi çadırlarını/stantlarını kurdular. Böylece meydan, işçiler için de toplum için de bir karşılaşma mekânı olarak düzenlenmiş oldu.

Farklı Mücadelelere Açılan Müşterek Alan

Mücadelenin dinamiği, bir üst düzeyde devletle ve işverenle (bu ikisi bu durumda aynı olduğu için devlet-işveren diyebiliriz) eşitler düzleminde Tekel işçileri arasında bir pazarlığa dayanıyordu. İşçilerin talepleri, devlet-işverenin de yetkisi vardı. Sendika eşitler düzleminde kimlik inşasında işlev görüyor, üst düzeyle temasta da aracı rolüne çağrılıyordu. İşçilerin talepleri yeni durumda karşılaştıkları hak kayıplarının düzeltilmesiydi. Bu talep Tekel’de işten çıkarılanların kısmi bir talebi olarak görülebilir. Ancak direnişin 4/C statüsünün hiçkimse için istenmeyen bir şey olduğunu işaret etmesi, bu talebin herkes için bir boyutunu ortaya koyuyordu. 4/C statüsü bir nevi parça başı çalışma olarak en düşük ücretin alındığı çalışma olduğundan emek pazarının sınırında olmasının yanı sıra tabanını da belirliyordu. Buraya yönelik bir hamle, emek pazarına da müdahale anlamına geliyordu. Çoğunluğu ücretli öğretmen olarak çalışmaktan başka çare göremeyen Ataması Yapılmayan Öğretmenler’e de bir alan açılmış oldu. Bunun yanı sıra direniş açık bir kitle iletişim aracı işlevi gördü; birçok gruba temas, kendini ifade ve taleplerini diğer topluluklarla birlikte düşünme imkânı verdi. Örneğin işçi mücadelesi alanına yeni yeni girmeye başlayan beyaz yakalı örgütleri de bu direniş vesilesiyle temas olanağı buldu. Plaza Eylem Platformu’nun faaliyetleri işçi eylemlerine destek vermeye odaklanmışken Tekel direnişine verdikleri destek kendilerini de bir emek örgütü olarak kurmaya yönlendirdi. Direnişin ardından Bank-Sen’in bir toplantısında sendika yöneticisi “biz Tekel işçilerinin paltosundan çıktık” ifadesini kullandı ve beyaz yakalı örgütlerine yönetime katılma/denetim imkânı sundu. 

Türk Psikologlar Derneği (TPD) ve Toplumsal Dayanışma İçin Psikologlar (TODAP) arasındaki tartışma, direnişle diğer topluluklar arasındaki ilişkinin alacağı kısmi ve herkes için niteliklerine örnek gösterilebilir. TPD ve TODAP, Tekel işçilerinin taleplerine değil, direnişin durumuna odaklanmıştı. TPD, işçiler arasında bir anket/çalışma yaparak sonuçlarını yorumladı. Direnişin işçilerde travmaya sebep olduğu, çaresizlik duygusu ve depresyonun yaygınlaştığı, bu konuda devlet-işverenin bir önlem alması (işçilerin taleplerini artık kabul etmesi) gerektiği yönünde resmi bir açıklama yaptı. Böylece TPD işçilerin çağırdığı aracı pozisyonuna oynayarak onların kısmi talepleriyle veya direnişin kısmi niteliğiyle ilişki kurmuş oluyordu. TODAP, bu açıklamaya karşı direniş meydanında bir açıklama okudu. TODAP’ın açıklaması, işçilerin öfkesinin çaresizlik olarak, pasif ve depresif bir tonda tercüme edilmesine, işlenmesine karşıydı. Öfkenin haklı olduğunu vurguluyor, hatta kendi deneyimlerinin de bu öfkeyi paylaştığını söylüyorlardı. TODAP, direnişin herkes için niteliğiyle ilişki kuruyor, kendi taleplerini ortaya koyuyor, müşterek kaynağın kenarında kendine yer bularak müşterek üretimine dahil oluyordu.

Tekil Taleplerden Müşterek Deneyime

Baştaki tartışmamızı hatırlayarak, burada şöyle demek mümkün: Tekel’de üretilen kaynağın sınırını sendika (Tek-Gıda İş) belirleyebiliyordu. Sendika başkanı meydan kaynağından yararlanma imkânını bitirdiğinde, aracılığın sona erdiğini söylediğinde sendika önünde yaptığı konuşma biter bitmez işçiler çadırları toplamakta hiç tereddüt etmedi. İşçiler kendi taleplerini doğrudan elde edememişlerdi, ama herkes-için talepleri bir oranda başarılı olmuştu: 4/C statüsü bir miktar iyileştirildi, sendikalı olma hakkı sağlandı. Böylece açtıkları siyasal alanda, kendi kısmi çıkarlarını aşarak herkesin çıkarına yönelik birtakım mücadele imkânı, biçimi, ve kazanımı üretmeyi başardılar. Böylece kendi tekil deneyimlerini müşterek bir deneyim hâline dönüştürerek tarihe not düşmüş oldular.

Toparlayacak olursak, müşterek örgütlenme ile anladığımız şey, Tekel deneyiminde olduğu gibi, siyasal alanın mülkleştirilmesi durumuna karşı bu alanın ne kadar müşterekleştirilebileceğini ortaya çıkartan örgütlenme deneyimleridir. Bu açıdan katı, sınırları ve biçimi belirli bir örgüt formundan bahsedemeyiz. Sınırsız deneyime açık, ancak devlet olmayanın kendisini inşa etme deneyimini kuran, bunu da kendi sınırlı kısmi deneyiminden özgürleştirerek müşterekleştiren bir örgütlenme formuna işaret ediyoruz. 

DÖN