Deprembilimci Prof. Dr. Ahmet Ercan’ın 30 Ekim 2020 İzmir Depremi akşamı çok izlenen bir televizyon kanalında katıldığı canlı yayında kullandığı “depremde yoksullar ölür” ve “ana sorun, yoksulluktur” ifadeleri, özellikle muhalif çevrelerde geniş yankı buldu.[1] Ercan’ın sözleri, esasen, son 20 yıldır küresel ölçekte gittikçe görünür hâle gelen afetlere verilen muhalif tepkiler kapsamında sıkça dile getirilen “doğal afet diye bir şey yoktur; tüm afetler politiktir” eleştirisinin güncel ve yerel bir türeviydi. “Politik” olanın “doğal” addedilerek kaçınılmazlaştırılmasına yöneltilen bu eleştiri, depremin toplumsal-mekânsal adalet ile ilişkisini kavrayabilmek için elzem olsa da derinleştirilmeye muhtaç. Deprem gibi afetler, bugün, dünyanın farklı yerlerinde devlet ve devletüstü organizasyonlar gibi anaakım aktörlerin “toplumu deprem riskine karşı dirençli kılma” şiarıyla geliştirdikleri ve uyguladıkları çokboyutlu teamüllere zaten apaçık politik birer olgu olarak dahil olmuş durumdalar. Depremlerin politik olduğu temel fikri artık anaakımın bir parçası olduğuna göre, politikliklerinin tam olarak nerede kurulduğu ve nereye bakılarak anlaşılabileceği soruları önem kazanıyor. “Yoksulluk çözülürse deprem sorunu da çözülür.” benzeri söylemlerin adaletsizliğe yaptıkları vurgu önemli olmakla birlikte, depremlerin adaletsizlik ile bağıntısını genel iktisat gibi depreme dair teamüllerin dışındaki alanlara ihraç etme eğilimleri, üzerine düşünmeye değer. Adalet ve adaletsizliği sadece depremin etkilerinin dağılım ve dozajını belirleyen bağlamsal etkenler olarak değil de, deprem hazırlığı, depremi anlamlandırma ve depremin yaralarını sarma gibi bizatihi depreme has alanlarda kurulan olgular olarak ele almak depremin politikliğine dair ne gibi yeni kavrayış ve yaklaşımları mümkün kılabilir? beyond.istanbul’un “Mekânda Adalet ve Deprem” temalı yeni sayısı bu soruyu deprembilim, antropoloji, insani yardım, haritacılık, mimari, beşeri coğrafya, kent çalışmaları, şehir planlama, sanat, hukuk ve toplumsal dayanışma alanlarında faaliyet gösterenlerin katkılarıyla ele alıyor.
Uluslararası bağlamda coğrafyacı Neil Smith’in 2005 Katrina Kasırgası sonrası yazdığı yazıya başlığını vermesiyle birlikte klasikleşmeye başlayan “Doğal afet diye bir şey yoktur.” söyleminin Türkiye ve deprem özelindeki önemli bir örneğini, Birikim Dergisi’nin 1999 Gölcük Depremi’nin hemen ardından yayımladığı sayının sayfalarındaki şu ifade sergilemekteydi: “Temel savımız, bu depremin yol açtığı tahribatın doğaldan çok toplumsal bir afet olduğu yolunda.”[2] Her iki yazı da, son derece isabetli biçimde, tartıştıkları afetlerin etkilerinin halihazırdaki iktisadi ve toplumsal eşitsizliklerce farklılaştırıldığını ve dahası bu etkilere verilen başlıca tepkilerin de kapitalist serbest piyasacılık ve ulus-devletçi milliyetçilik gibi çok daha derine inen sistemsel dinamiklerce belirlendiğini söylemekteydi. “Mekânda Adalet ve Deprem” sayısı bu iki yazının örneklediği eleştirel hattı derinleştirmeyi amaçlıyor. 2000’li yıllarla 2020’leri birbirinden ayıran bir tespit ile başlarsak, aradan geçen sürede, özellikle de küresel ısınma ve iklim değişikliğinin iyice görünür hâle gelmesi nedeniyle, gerek devletlerin ve devletüstü organizasyonların gerekse sermayedarların pratiklerini sadece ve açıkça kâr etmek veya ulus-devletin bütünlüğünü korumak gibi amaçlara dayandırmalarının neredeyse imkânsızlaştığını söyleyebiliriz. Türkiye’den örnekleyecek olursak, devletin Ulusal Deprem Stratejisi ve Eylem Planı’nı (UDSEP-2023) ele alabiliriz. UDSEP-2023, hedefini “deprem riskini azaltmada ve depremlerle baş edebilmede hazırlıklı ve dirençli bir toplum yaratılması” ve yöntemini de “çok paydaşlı bir katılım” olarak tanımlıyor.[3] Bu ifadelerdeki “toplum” ve “katılım” gibi vurgular, depremlerin doğal değil politik olduklarına dair anlayışın bugün anaakımın bir parçası hâline geldiğini gösteriyor.
Elbette, depremlerin politikliğine dair anlayışın anaakımlaşmış olması, toplumsal-mekânsal adaletsizlik ile deprem arasındaki bağıntıyı koparmış değil. Bu bağıntının devam eden yakıcı tezahürleri, kimi zaman “rant” gibi iktisadi motivasyonlara, kimi zaman ise normal usullerin istisnası olduğu ima edilen “ihmal”, “ehliyetsizlik” ve “liyakatsızlık” gibi sebeplere bağlanabiliyor.[4] Ancak “rant”a işaret etmek, paradoksal bir şekilde, depremin politikliğini bu kez “doğa” olmasa da artık en az onun kadar “her yerde hazır ve nazır” bir güç olarak görünür hâle gelmiş başka bir alana tahvil ederek kaçınılmazlaştırmak anlamına geldiği gibi, “ihmal”, “ehliyetsizlik” ve “liyakatsızlık” da normal addedilen usulleri eleştiriden azade kılıyor. Oysa depremin politikliğini, türlü başka alanların uzantısı olarak değil, doğrudan depreme dair süreçler üzerinden biçimlendirilen ve dolayısıyla bu süreçleri belirleyegelen yerleşikleşmiş yöntemlerin de sorgulanmasını gerektiren bir mesele olarak ele almak da mümkün. Bu sorgulamayı, herhangi bir somut duruma odaklanmayan bir giriş yazısında hakkını vererek geliştirebilmem elbette mümkün değil. Yine de, kavramlar da yöntemleri şekillendirdikleri için, işaret etmeye çalıştığım sorgulama hattını en azından kavramsal bir sorunsallaştırma ile örnekleyebilirim. Yukarıda andığım UDSEP-2023 örneğine tekrar dönerek, burada bahsi geçen “risk” ve “dirençlilik” kavramlarını ele alalım. Son yirmi yıl zarfında sadece Türkiye değil dünya çapında da anaakım afet politikalarının merkezinde yer alır hâle gelen bu iki kavram, sözkonusu politikalarda yer aldıkları hâlleriyle, toplumsal-mekânsal adaletsizlikçe biçimlendirilmiş bir tarihselliğe sahip.
“Risk” kavramının kökenleri, bugün örneğin sigorta gibi mekanizmalarda yer almaya devam ettiği hâliyle Kolomb sömürgeciliği ve Atlantik köle ticaretine dayanıyor. Avrupa-Afrika-Amerika üçgeninde 16. yüzyılda başlayan ve yasaklandığı 19. yüzyıla kadar ivmelenerek devam eden köle ticareti kapsamında icat edilmiş, akabinde deniz ticareti alanının vazgeçilmezi olmuş ve daha yakın geçmişte de artık herhangi bir tür belirsizliğin tesir ettiği düşünülen tüm iktisadi alanlarda yerleşikleşmiştir. Köle tüccarları okyanusaşırı yük taşımanın çevresel ve iklimsel etkenler nedeniyle oldukça güvencesiz bir faaliyet olduğunun farkına vardıkları anda, bu güvencesizliğin kendisini bir tür meta olarak değerlendirmeyi düşündüler. Güvencesizliği tüm toplumsal, tarihsel ve coğrafi içeriğinden ve dolayısıyla ilişkiselliğinden arındırarak —yani, soyutlayarak— “risk” kavramı üzerinden bir metaya dönüştürdüler. “Risk”, alınan, satılan, piyasada paydaşı olunan bir şeye dönüştü. Gelecekte vuku bulabileceği bilinen ve bilinmeyen tüm tehditler hep birlikte “risk” adlı birim üzerinden birbiriyle değiş tokuş edilebilir hâle geldi. Bugün adına sigorta dediğimiz endüstrinin ortaya çıkışı da böylece gerçekleşti.[5] Köle tüccarları, olası yük kaybı (yani taşıdıkları köleleştirilmiş insanların yitimi) durumunda tazminat garantisi edindiklerinden faaliyetlerini dizginsizce sürdürebilme imkânı buldular.
Bu anlamıyla “risk” çok geçmeden, okyanusaşırı ticaretle sınırlı kalmayarak sömürgeci projenin diğer ayaklarına yani toprak işgali ve insan sömürüsüne de uygulanır hâle geldi. Sömürgeci tüccar böylece ticaretini her koşulda güvence altına almış oldu. Salt birer “yük” muamelesi yaptıkları köleleştirilmiş halkların da, başlarına ne gelirse gelsin, tüccarın kazancına zeval gelmeyeceği garanti altına alınmış oldu.[6] Yani, başta sömürgeci tüccarların deneyimlediği reel güvencesizlik tamamen toprağı ve emeği sömürülen halklara transfer edilmiş oldu. Öyleyse, “risk” en baştan beri sömürenin, güvencesizliği kendi üzerinden atarak sömürülene aktarmasının aracı olageldi. Sömürgecinin, hem hesap verebilirliğini ortadan kaldırdı hem de kârını garantiledi. “Dirençlilik” (resilience) kavramı için de benzer bir şecereden söz edilebilir. Kolomb sömürgeciliği bağlamında kölelik, köleleştirilen halkların hayatlarını kolayca gözden çıkarılabilecek kılmanın yanı sıra sömürü koşullarına dayanıklılıklarının diğer halklara göre çok daha yüksek olduğu iddiası aracılığıyla mantıksallaştırılmaya çalışıldı.[7] Özetle, bugün hâlâ anaakım yaklaşımlarda yer bulduğu hâlleriyle gerek “risk” gerekse “dirençlilik”, kapitalizmi küreselleştiren Kolomb sömürgeciliğinden bu yana güçlünün güvencesizliğini ve mesuliyetini güçsüze aktarmasına yaradı (ve tabii, bu esnada, “güç” dediğimiz şeyi de sürekli yeniden şekillendirdi ve tanzim etti). Her iki kavram da bu şekilde şecerelendirildiklerinde adaletsizliğin sadece depremin etkilerini çerçeveleyen bir bağlam olmadığını, deprem gibi afetlere dair yerleşik tahayyül ve teamülleri tarihsel olarak belirleyegeldiğini gösteriyor.
İlerletmeye çalıştığım eleştirel hattı tekrar Türkiye’ye bağlamak gerekirse, Afet Yasası olarak da bilinen Mayıs 2012 tarihli ve 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’dan bahsedebiliriz.
Yasa, bilindiği üzere, baştan beri çok tartışıldı, suistimale açık olduğu vurgulandı.[8] “Afet” deyip geçtiğinden, tanımda herhangi bir somutlaştırmaya gitmediğinden ve afetin tam olarak neyi kapsayacağının ucunu açık bıraktığından, akla gelebilecek her olayın ve olgunun afet olarak bu yasa kapsamına dahil edilebilme olasılığı gündeme geldi. Yasanın hazırlık süreciyle neredeyse eşzamanlı olarak kurulan, birçok vazifesinin yanı sıra kendisini afeti tanımlamaya da adayan ve depremden böcek istilasına, sanayi kazalarından silahlı çatışmaya kadar geniş bir yelpazeyi afet tanımına dahil eden AFAD’ın çalışmaları da bu açık uçluluğu çözüme kavuşturmak bir yana dursun, katmerlendirdi.[9] Yasa, netlikten yoksunluğunu belki risk tanımı üzerinden bertaraf etmeye çalıştı. Ne de olsa “riskli yapı” ve “riskli alan” addettiği yerleri hedefine oturtan bir metindi ve risk tespitinin bilimsel bir zemine oturacağı varsayılıyordu. Ne ki, İstanbul’un en sağlam zeminine sahip olduğu raporlanan Gaziosmanpaşa ve Sarıyer gibi ilçelerinde yaşayan ve gerek sınıfsal gerekse ırkçı ayrımcılığa maruz kalagelmiş toplumların yoğun yaşadığı alanlara Afet Yasası üzerinden müdahale edilmeye çalışılageldi.
Afet Yasası’nın metinsel ucu açıklığının aynı zamanda ve aslında bir tür toplumsal-politik özgüllüğe de tekabül ediyor oluşu, özellikle Nisan 2016’da iyice belirginleşti. O dönem yaşanan şehir savaşlarına cevaben yasaya bir ek yapıldı ve evvelden “Zemin yapısı veya üzerindeki yapılaşma sebebiyle can ve mal kaybına yol açma riski taşıyan” alan olarak tanımlanan “riskli alan” kapsamına şu iki yeni tanım eklendi: “Kamu düzeni veya güvenliğinin olağan hayatı durduracak veya kesintiye uğratacak şekilde bozulduğu yerlerde; planlama ya da altyapı hizmetleri yetersiz olan veya imar mevzuatına aykırı yapılaşma bulunan yahut yapı ya da altyapısı hasarlı olan alanlar” (Ek Madde 1-a) ve “Üzerindeki toplam yapı sayısının en az yüzde 65’i imar mevzuatına aykırı olan veya yapı ruhsatı alınmaksızın inşa edilmiş olmakla birlikte sonradan yapı ve iskân ruhsatı alan yapılardan oluşan alanlar” (Ek Madde 1-b). Yani, “risk”in konusu olma anlamında “afet” bile devredışı kaldı ve bunun yerini kamu düzeninin bozulması ve enformellik gibi olgular aldı. Yasa kapsamındaki hayatına arkitektonik veya jeolojik güvencesizliğin konusu olarak başlayan “risk”, böylece, tepeden inme ve tektip bir yaşam tarzı veya mülkiyete dayalı ikamet gibi müesseselerin çatlaklarından bugüne değin sızabilmiş, bu müesseselerin yarattığı felaketlere fiilen “direnç” geliştirebilmiş herhangi bir pratiğe atfedilebilecek bir olguya dönüştü. Somut tarihsel bağlamlarda ayrımcılığa uğrayanları etkileyen sorunların ve bunlara geliştirilen yanıtların konusu olan riskler ve dirençlilikler böylece silikleştirilirken, bağlamından ve muhataplarından koparılmış birer kavram olarak afet riskini önleme ve toplumun afetlere karşı dirençliliğini artırma kavramları da eşzamanlı olarak anaakım yaklaşımlardaki hâkimiyetlerini sürdürdü elbette. “Mekânda Adalet ve Deprem” sayısı, bu türden bir bağlamsızlaştırma ve muhatapsızlaştırmayı tartışmaya açıyor. Sayıda, örneğin, depreme hazırlık ve deprem sonrasına dair anaakım yaklaşımlardan ya da bunların bıraktıkları boşluklardan zarar görmüş kesimlerle yan yana durma emeğini vererek somut toplumsal-politik içeriğe sahip bir dirençliliği geliştirenlerle yapılan bir dizi mülakat bulacaksınız. Bunun yanı sıra, belirli bilimsel disiplinlerden gelen araştırmacıların işlerini içeren ve sorgulamayı kendi disiplinlerinin önkabullerine de yönelten bölümlerle de karşılaşacaksınız: 2010 Haiti Depremi akabinde uygulamaya konulan tıbbi yardım pratikleri üzerine yazan bir doktor, 1975 Lice Depremi sonrası ortaya çıkan barınma sorununa geliştirilen tavrı sorgulamaya açan bir mimar, coğrafi-mekânsal veri üretiminin kanıksanmış erişilemezliğini kendine dert edinmiş gönüllü haritacılar ve daha niceleri. Depreme hazırlık ve depremin yaralarını sarmak kadar, depremi anlamlandırmaya dair yerleşik yaklaşımları da tartışmaya açmayı istiyoruz: Örneğin, Doğu Himalayalar halklarının sömürgecilik ve depremin arakesitinde coğrafyanın kutsallığına başvuruşlarını tartışan bir yazıya ve 1999 Gölcük Depremi’ni, söze dayalı şahitlik konvansiyonlarının aksine, çizgileriyle kayda geçiren bir tanıklığa yer veriyoruz. Depremin politikliğini türlü başka alana atfetmektense doğrudan depreme dair hazırlık, tepki ve anlamlandırma pratikleri ışığında ele almanın, toplumsal-mekânsal adaleti arayanlara omuz vereceğini umuyorum.[10]
[1] Birgün (2020, 30 Ekim). Prof. Ercan: Bir ülkede ekonomi ne kadar bozuksa deprem o kadar öldürücü olur. birgun.net/haber/prof-ercan-bir-ulkede-ekonomi-ne-kadar-bozuksa-deprem-o-kadar-oldurucu-olur-321166 (Erişim tarihi: 3 Nisan 2022).
[2] Smith, N. (2006, 11 Haziran). There’s no such thing as a natural disaster. Items: Insights from the Social Sciences. items.ssrc.org/understanding-katrina/theres-no-such-thing-as-a-natural-disaster (Erişim tarihi: 3 Nisan 2022); Balta, E. ve Paker, M. (1999). Afet: Doğal mı, toplumsal mı? Birikim, sayı 125–126, 38-44.
[3] T.C. İçişleri Bakanlığı Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (2019). UDSEP 2023. afad.gov.tr/udsep-2023 (Erişim tarihi: 3 Nisan 2022).
[4] Ör. bkz. TMMOB Şehir Plancıları Odası (2017, 24 Ekim). ŞPO: Deprem değil, ihmal ve sorumsuzluk öldürür! tmmob.org.tr/icerik/spo-deprem-degil-ihmal-ve-sorumsuzluk-oldurur (Erişim tarihi: 3 Nisan 2022); İstanbul Planlama Ajansı (2020). İstanbul deprem çalıştayı: 2-3 Aralık 2019. Kültür Sanat Basımevi, s. 64, 65, 99, 104.
[5] Levy, J. (2012). Freaks of fortune. Harvard University Press.
[6] Andrews, K. R. (1984). Trade, plunder, and settlement: Maritime enterprise and the genesis of the British Empire, 1480–1630. Cambridge University Press; Baucom, I. (2005). Specters of the Atlantic: Finance capital, slavery, and the philosophy of history. Duke University Press; Klein, H. S. (2010). The Atlantic slave trade. Cambridge University Press.
[7] Kolomb sömürgeciliğinin başladığı 15. yüzyıl akabinde uğradıkları türlü kırım nedeniyle nüfusları hızla düşen Amerika ve Karayip yerli halklarının artık sağlayamaz hâle geldiği emeği telafi etmek için Afrika halklarını köleleştirme ve yerinden etme yoluna giden Avrupalı sömürgeciler, bu strateji değişikliğini, Afrikalıların salgın hastalığa ve ağır işe sömürgeleştirilen yerlerdeki yerlilere göre çok daha “dirençli” olduklarını savunarak meşrulaştırıyordu ve hatta bu savları 18. ve 19. yüzyıla gelindiğinde siyah Amerikalıların tıbbi deneylerin konusu kılınmasına dahi yol açtı. Bkz. Clay, K. L. (2019). “Despite the odds”: Unpacking the politics of black resilience neoliberalism. American Educational Research Journal, 56.1, 78-79.
[8] Bu vurgunun yakın geçmişten bir örneği için İstanbul Planlama Ajansı’ndan K. Murat Güney ile yapılan şu mülakata bakılabilir: Demirtaş, E. (2020, 15 Ekim). Hem pahalı hem güvensiz. Gazete Kadıköy, gazetekadikoy.com.tr/gundem/hem-pahali-hem-gvensiz (Erişim tarihi: 3 Nisan 2022).
[9] Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (2019, 6 Ekim). Afet türleri. afad.gov. tr/afet-turleri (Erişim tarihi: 3 Nisan 2022).
[10] “Mekânda Adalet ve Deprem” sayısına katkıda bulunan herkese, sayıyı derlemem için beni davet eden, bu değerli imkânı bana sağlayan Mekanda Adalet’e ve sayının hazırlanmasında yoğun emekleri bulunan Kentsel Politikalar Programı Sorumlusu Bahar Bayhan ve Yayınlar Sorumlusu Ceren Yartan’a çok teşekkür ederim.