1999’da yaşanan depremlerden beri İstanbul’u köprü metaforu üzerinden kıtaları birleştiren bir şehir olarak sunan klasik oryantalist anlatı yerini risk anlatısı üretmeye bırakmış gibi görünüyor. Ne var ki risk sadece anlatıları değil, kentin kendisini de şekillendiren teknopolitik bir araç. Risk tanımı, tespiti, değerlendirilmesi ve azaltılması pratiklerine bakıldığında riskin homojen ve stabil bir kavram olmadığı, üretiminin ve dağıtımının da tüm kentte düzenli bir şekilde gerçekleşmediği dikkat çekiyor. Hatta analitik bakımdan biraz indirgemeci olsa da, bir taraftan formel mahalleler için tekil binanın materyal yapısına içkin, diğer taraftan enformel mahalleler için tüm sosyo-materyal çevreyi haiz olmak üzere ikili bir risk kavramından bahsetmek mümkün.[1]

2012 yılında 6306 sayılı yasa ile karşımıza çıkan riskli bina ve riskli alan kategorileri, kanun yapıcıların birden icat ettikleri kategoriler olmaktan çok, beklenen İstanbul Depremi’nin gündemimize düşmesinden beri birçok meslek grubu ve kurumun çalışmaları ile oluşmuş ikili risk yaklaşımına dayanıyor diyebiliriz. Bu ikili risk yaklaşımıyla, bu yaklaşımlarca sunulan çözümler arasında çizgisel bir zamansallığın olmadığı, onların beraber ortaya çıktıkları söylenebilir. Örneğin formel mahallelerde çözüm, bina ölçeğinde önce güçlendirme daha sonra yenileme olarak gündeme gelirken enformel mahalleler, kentsel dönüşüm ile ifade edilen sosyo-materyal çevreyi silen tabula rasa pratiği ile daha büyük ölçekte yenilemenin doğal hedefi olarak görülüyor. Dolayısıyla bu mahalleler için risk çevresel bir şekilde, diğer bir deyişle yapılı çevreyi mahalle ölçeğinde sosyo-materyal çevresiyle sorunsallaştıran bir yaklaşımla kuruluyor.[2] Bu yaklaşım aynı zamanda kentsel dönüşümü bir “zorunluluk”[3] hâline getiriyor ya da öyle sunuyor. Aslında zorunlu bir ilişkiden çok, sorunsallaştırmanın çözümle beraber doğmasının, gecekondu ve gecekondudan gelişmiş mahalleleri enformel kentleşmeye olan yaklaşımlara bağlı olarak “çevresel” bir şekilde hedef alması sözkonusu.

Şunu belirletmek gerekir ki depreme hazırlık konusunda çalışan her meslek grubunun kullandığı araçlar ve kavramsal çerçeveler dolayısıyla risk yaklaşımı da farklılaşıyor. Formel ve enformel mahalleler bağlamında risk yaklaşımı konusunda yaptığım ayrım daha çok planlama disiplinlerinin risk kavramsallaştırmaları üzerine. Bu noktada deprem mühendisleri ve plancılar arasında risk azaltma siyasetini belirleme açısından bir çekişme de kendisini yer yer hissettiriyor. Deprem mühendisleri tüm kent parçalarında riski binaya içkin, çözümü de daha çok bina bazlı mühendislik meselesi olarak görmeleri konusunda plancılar tarafından eleştirilirken;[4] onlar da riskli binaların belli mahallelerde yoğunlaşmaktan çok kentin her yerine yayıldığını, bu nedenle de kentsel dönüşümün risk azaltmada ciddi bir çözüm olduğu konusunda şüphelerini dile getirerek[5] plancılarla karşı karşıya geliyorlar.

Aslında kentsel dönüşüm gündemi henüz ortada yokken, en erken üretilen acil durum müdahalesi olarak tanımlayabileceğimiz pratik, deprem mühendisi Mustafa Erdik ve ekibi tarafından 27 Mayıs 2000 tarihinde 2. İstanbul ve Deprem Sempozyumu’nda önerilen sınırlı güçlendirmedir. Çökme riski en yüksek binaların sınırlı güçlendirmeyle depremde ayakta kalmasını sağlama yoluyla ölümlerin yüzde 70’e varan oranda azaltılması şeklinde özetlenebilecek bu öneri aynı zamanda yolların kapanmasını önleme, komşu binalara verilen zararı azaltma, arama-kurtarma iş yoğunluğunu düşürme gibi birçok acil durum çalışması açısından da oldukça önemliydi.[6] Burada risk, tüm kent için tamamıyla binanın materyal ve yapısal durumuna içkin kuruluyordu. Ancak bu müdahale yerini çökme riski olan binaların tespiti ve yenilenmesine bıraktı. Güçlendirmenin tüm kent için çok kısa sürede terk edilen bir seçenek olmasının diğer birçok sebebinin yanında, önemli bir neden de halihazırda var olan “kötü çevreye” yapılan yatırımların ölü yatırım, savrulan kaynak olarak görülmesiydi. Bu yaklaşıma göre bina bazlı çözümler sağlıksız çevreyi konsolide etmekteydi ve bunun yerine deprem riski çevreyi iyileştirmede bir fırsat olarak görülmeliydi.[7] Nitekim İstanbul İçin Deprem Master Planı (İDMP) içinde Yerleşme Grubu tarafından hazırlanan Afet Etkilerini Azaltma Strateji Planı (DASP) deprem riski azaltımının, doğal ve kentsel çevreyi iyileştirme gibi ikincil bir amaçla desteklenmesi gerektiğini savunmaktaydı.

Öte yandan güçlendirme tamamıyla gündemden kalkmış değildi. Kamu binaları, özellikle okul ve hastaneler için İstanbul Valiliği İstanbul Proje Koordinasyon Birimi (İSMEP) tarafından güçlendirmeye ağırlık verildi. Var olan konut stokunda güçlendirme için fizibilite çalışması ise Bakırköy’de yapıldı. İlçe belediyesi, mevcut bina stokunun (10.162 adet bina) risk tespitini hemen Gölcük Depremi’nin akabinde İstanbul Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi’ne yaptırdı. Bu çalışmada yüksek riskli olarak tespit edilen 3340 adet bina, Dünya Bankası kredisi ile yapılan Güçlendirmenin Sosyo-ekonomik Fizibilite Çalışması’nda tekrar değerlendirildi ve yüksek risk olarak kategorize edilen binalardan 369 adedi seçilerek bunların yapısal elemanları, bağlantı detayları ve materyal kalitesi detaylı incelemeye alındı ve modellendi. Buna paralel olarak, mülk sahipleri ile güçlendirmeye dair yaklaşımlarını ölçen bir sosyo-ekonomik analiz yapıldı. Sınırlı güçlendirme yöntemi ile çalışmaya konu olan alanda 700, tüm Bakırköy’e projekte edildiğinde ise 5000 ölümün engellenebileceği, fakat gerçekleştirilebilmesi için finans modelleri ve hukuki temellerinin geliştirilmesi gerekliliği ortaya kondu.[8]

Çalışma alanındaki binalar yüzde 7’den yüzde 133’e kadar değişen oranlarda depreme dayanıklılık göstermekteydi ve alınan beton örnekleri ise 2 ile 35 MPa arasında değerlere sahipti.[9] Amacım burada formel mahallelerdeki binaların risk durumunu ortaya koymak değil. Gelmek istediğim nokta şu: Kimse Bakırköy gibi formel mahallelerdeki kayıtlı binaların risksiz olduğunu düşünmüyor. Gölcük ve Düzce depremleri, İnşaat Mühendisleri Odası’na göre kaçak binaların değil, tersine, ruhsatlı ve iskân izinli binaların çöktüğü depremler olarak kayıtlara geçmiştir.[10] Televizyon karşısında her deprem sonrası, çalışmaları canlı izleyen insanların da vâkıf olduğu zımni bilgi şu ki, formel ve enformel arasındaki çizgi aslında hiç de belirgin değil. İnşa faaliyetini ve finansmanını organize eden yap-sat yönteminden ruhsat alımına, inşaatın kontrolünden iskân iznine değin birçok alanın enformellik ile iç içe olduğu gerçeği[11] bize, bir binanın kayıtlı olmasının temelde onun sismik performansı hakkında çok bir şey söylemediğini anlatıyor.[12] Bu noktada formel mahallelerdeki kayıtlı binalarda risk, göz ardı edilmekten çok binanın yapısal ve materyal kalitesine içkin bir sorun olarak ele alınmaktadır. Deprem mühendislerinin risk yaklaşımı, Bakırköy gibi formel kent parçaları için plancılar tarafından da kabul görüyor. Nitekim Bakırköy tam da bu nedenle, aşağıda değineceğim kentsel dönüşüm projesine ev sahipliği yapan Zeytinburnu ilçesinin tersine, güçlendirme için inceleme ve model geliştirme çalışmasına konu ediliyor.

Çarpık kentleşme kavramı günah keçisi işlevi üstleniyor gibi dursa da aslında ortaya çıktığı günden beri tanı koyma işlevi görür. Gelişmekte olan bir ülke olduğumuzun göstergesi olmasından tutun da kent kültürüne, kent kimliğinden siyasi çatışmalara ve suça değin her konuda çarpık kentleşme bir patolojiye tanı olma işlevini yerine getirmiştir.

Zeytinburnu ilçesi İDMP akabinde, hem İDMP’de İTÜ, BÜ ve ODTÜ tarafından önerilen 3 aşamalı hızlı risk tespit yöntemlerinin denenmesi ve standartların oluşturulması, hem de planlama ve dönüşüm yöntemlerinin geliştirilmesi için pilot bölge olarak seçildi[13] ve 2005 yılında kamuya duyuruldu. Pilot proje bağlamında ilçede bulunan Sümer Mahallesi’nde Türkiye’nin ilk risk odaklı kentsel dönüşüm projesi başlatıldı.

Zeytinburnu, yalnızca yapılı çevresinin yüzde 70’i enformel bir şekilde üretilmiş ve giderek “risk havuzu”[14] olarak tanımlanmaya başlanan İstanbul’un enformel biçimde ortaya çıkan ilk bölgesi değil; aynı zamanda enformel kentleşme için ürettiğimiz özgün kavramımız olan “çarpık kentleşme”nin de timsali olarak görülmektedir. Çarpık kentleşme kavramı günah keçisi işlevi üstleniyor gibi dursa da aslında ortaya çıktığı günden beri tanı koyma işlevi görür. Gelişmekte olan bir ülke olduğumuzun göstergesi olmasından tutun da kent kültürüne, kent kimliğinden siyasi çatışmalara ve suça değin her konuda çarpık kentleşme bir patolojiye tanı olma işlevini yerine getirmiştir. Kavram, 1999 yılında yaşanan Gölcük Depremi sonrası, afet riski konusunda yeni bir tanı işlevi daha yüklenmiş ve çarpık kentleşmenin –olacağı öngörülen İstanbul depremi bağlamında– faylardan daha büyük bir tehdit olarak önümüzde durduğu ifade edilmeye başlanmıştır. Bu yeni yaklaşımda fay hatları kenti “dışarıdan” tehdit ediyorken, enformel kentleşme yapılı çevreye içkin bir tehdit olarak karşımıza çıkıyordu ve dışarıdaki tehdit yerini içerideki riske bırakıyordu.[15] Tanı işlevinin yanında modern risk kavramı gibi[16] “çarpık kentleşme” söylemi[17] de afeti kontrol edilebilir çerçeveye oturtmaktaydı. Deprem hazırlığı birçok afetten farklı olarak –fay hatlarının hareketleri engellenemeyeceğine göre– tüm odağını yapılı çevreye ve toplumsal organizasyona çevirmektedir. Bu çerçevede, çarpık kentleşme söylemi depremin kontrol edilebilir tarafı olan yapılı çevreye müdahaleleri organize etmektedir. Fakat “çarpık kentleşme” kavramı risk azaltımı faaliyetlerine, kavramın süreç içinde değişen sosyal, mekânsal ve kültürel “patoloji” bagajını da beraberinde getirmektedir.

Burada Zeytinburnu üzerinden enformel kentleşme yaklaşımına çarpık kentleşme tabirini bol bol kullanan siyasi retorik üzerinden değil de kendisi bu terimi hiç kullanmayan idealist bir plancının metinleri üzerinden kısaca değineceğim. Murat Balamir’e göre Zeytinburnu, enformel kentleşme süreci ile oluşan yapılı çevredeki bina stokunun ötesinde parsel, ada büyüklükleri, yoğunluk, kamusal alan eksikliği, altyapı sorunları ve riskli imalat ve depolama mekânlarının konut alanında kontrolsüz dağılımı gibi birçok nedenden dolayı kentin en riskli bölgelerinden biridir:

Öyle ki, olası can kayıpları açısından, yapı içinde bulunmak ya da sokakta bulunmak arasında fark yoktur. Bu nedenle Zeytinburnu örneği, özellikle toplu dönüşüm gerektiren bir ortamdır.

Son yıllarda ilçede çöken, bazen de yoldan geçenlerin canına mal olan riskli bina haberleri alıntının ilk kısmını doğrular görünmektedir. Fakat bina bazındaki risk kavramsallaşmasının burada nasıl çevreye doğru yayılmaya başladığına dikkat edelim ve bunun hemen devamında gelen toplu dönüşümün zorunluluk şeklinde sunulmasına daha ihtiyatlı yaklaşalım. Yazının devamında Balamir, buranın bina bazında risk analizine en az ihtiyaç duyulan bölge olduğunu belirtir. Çökme riski olan binaların tespit edilmesi ve bu riskin ortadan kaldırılması durumunda birçok risk artıran faktörün ortadan kalkacak olması, kentsel dönüşümün gerekliliğini zedelemiyor gibi görünmektedir. Fakat yazının devamında kentsel dönüşümün gerekliliği sadece yapı stokunun ya da yapısal çevrenin ötesinde sosyoekonomik bir dizi sorun ile de desteklenmektedir.  Balamir, hem Zeytinburnu hem de genel olarak enformel kentleşme ile ilgili birçok yazıda ortaya çıkan bir dizi sorunu sıralar: “estetik değerlerden ve yeterli standartlardan yoksun yaşam çevreleri,”[18] “rahatsız edici derecede düşük kalite çevreler”.[19] Fakat gereklilik sadece yapılı çevre ile sınırlı değildir; “gayrimenkule dayalı kentsel ayrışma,”[20] “aşırı sosyal adaletsizlik”[21] ile de ilişkilidir. Ona göre, kentsel dönüşüm projeleri sosyal adalet ve kalkınma sağlayabilirler. Burada risk, bina stokunun ve hatta yapılı çevrenin ötesinde birçok özelliği içine almaya başlamakta ve sadece materyal değil aynı zamanda sosyal yapı itibarıyla da çevresel olarak kurulmaktadır. Risk sosyo-materyal çevreye içkin kurulduğunda risk azaltımı da, başka bir yerde kendi ifadesi ile[22] “yapı mühendisliğine” indirgenerek değil “kapsamlı toplumsal mühendislik” ile sağlanabilecektir:

Yalnızca yapılaşmanın yenilenmesi bile kaçak bir statüden yasal statüye geçiş, dolayısıyla farklı bireysel sorumluluklar ve farklı bir yaşam biçimine geçiş anlamındadır. Aynı sorumluluklar iş hayatında ve toplumsal tüm ekonomik ve sosyal davranışlarda da sonuçlar bulacaktır. Kayıtdışı ekonomiden kayıtlanmalara geçiş, kabullenilmesi kolay olmayan bir süreçtir. Bireysel bağımsızlıklardan toplu örgütlenmeye, yerel yönetimler oluşturmaya, sosyalleşmeye ve toplumun bir parçası olmaya geçişler, ekonomik kolaylaştırıcılar, vergi muaflıkları, geçiş dönemi önlemleri, bu değişimi cazip kılacak avantaj ve fırsatlar gibi destekleyici düzenlemelerin geniş açılı programlanmasını gerektirecektir.[23]

Hatta Balamir’e göre, dikkatli planlandığı ve katılımcı uygulandığı takdirde kentsel dönüşüm süreci, daha yeni bir kolektif ortam ve demokratik çevreye geçiş sunacaktır. Amacım burada belli bir plancının yaklaşımını analiz etmek değil elbette. Balamir’i, görüşlerinin enformel kentleşmiş kent parçaları için riskin çevresel olarak kurgulanmasına iyi bir örnek teşkil etmesi dolayısıyla anıyorum.[24] Daha geniş anlamda risk, onun materyal bir tehdidin temsili ya da modern bir hesap aracı olduğu yönündeki genel kanının tersine, binanın materyal ve yapısal dayanıklılık hesapları ile şekillenmiyor. Risk aynı zamanda sosyal hayat ve kentleşme üzerine birçok fikir ve pratikle, bir dizi imkân ve tasavvurla da şekilleniyor.

Zeytinburnu Sümer Mahallesi’nde başlayan kentsel dönüşüm projesinin ilk etabı başarılı bir dönüşüm projesi olarak lanse edilse de, gerçekleştirilmesinin proje alanının özel şartlarına bağlı olduğu ve projenin aynı şartlarda çok da sürdürülebilir olmadığı ortaya çıkmıştır. Projenin ilk etabı Sahil Park, alanın karşısındaki Koç Holding’e ait eski fabrika alanının geliştirilmesini yüklenen firmaya çeşitli pazarlıklar sonucu, proje alanının hemen yanı başındaki futbol sahası üzerinde yaptırılmıştı. Böyle bir yöntemin ikinci etap için tekrarlanabilir olmaması ve kamuoyu tarafından sürdürülebilir bulunmaması sebebi ile proje durdurulmuştur. Proje alanı 2012’de çıkarılan 6306 sayılı kanun kapsamında riskli alan ilan edilmiştir.

Sümer Mahallesi’ndeki risk odaklı kentsel dönüşüm projesi tecrübesi, ciddi kaynak ihtiyacı sebebi ile yüksek yoğunluklu enformel mahallelerde kentsel dönüşümün önünü kesmiş ve daha düşük yoğunluklu gecekondu mahallelerinin kentsel dönüşüme konu edilmesine sebep olmuştur. Düşük yoğunluklu gecekondu mahalleleri, hem düşük yoğunluk hem de güvencesiz mülkiyet yapısı sebebiyle geniş alanda az sayıda hak sahibi bulundurduğundan risk azaltma pratiği olarak yeni konut üretiminde kaynağa dönüştürülmektedir. İDMP’de bu alanların daha yoğun yapılaşmış enformel alanlardan daha düşük risk taşıdığı belirtilse de, yapılaşmanın devam etmesi halinde gelecekte yüksek riskli alanlara dönüşeceği ve halihazırdaki düşük yoğunluğu ve çekici lokasyonları sebebiyle oradaki kentsel dönüşüm projelerini finanse etme potansiyeline sahip olduğu belirtilmektedir. 6306 sayılı yasa bağlamında ardı ardına ilan edilen riskli alan kararları, düşük yoğunluklu gecekondu mahalleleri ve dayanışma içinde olan aktivist plancılar tarafından yargıya taşınmış ve çoğunlukla risk tespiti kriterleri ve yöntemleri sebebiyle riskli alan kararları iptalleri alınmıştır. 2016 yılında yasa değişikliğiyle zemin yapısı ve üzerindeki yapılaşmanın riskli olması sebebiyle riskli alan ilan edilme kriterlerine üç yeni kriter eklenmiştir: alandaki yapıların yüzde 65’inin kaçak veya sonradan yasallaştırılmış olması, altyapı yetersizliklerinin bulunması ve alanda kamu düzenini bozması. Son kriter 2015 yılında Kürt şehirlerinde savaşın kentlerde vuku bulmasının ardından gelen riskli alan kararlarına hukuki zemin hazırlamakta olmakla beraber, afet riskini siyasi riske açmaktadır. Fakat ilk iki kategori, halihazırda enformel kentleşme ile deprem riskini eşitleyen yaklaşımın, plancıların öngöremediği bir sonucudur. Süreç plancıların tasavvur ettiği gibi işlemese de plancılar ve kent araştırmacıları olarak payımıza düşen sorumluluğu kabul etmek, hem alternatif risk yaklaşımları hem de çözümleri üretmeye yönelik önemli bir adım olacaktır.


[1] Burada amacım bir temsilin eksikliği veya yanlışlığını ortaya koymaktan çok riskin üretici bir araç olduğuna ve her farklı risk yaklaşımının farklı sonuçları olduğuna dikkat çekmek. Yani riske bir temsil sorunundan çok performatif bir araç olarak bakacağım.

[2] Çevresel terimi ile kastettiğim bir yerin fay yapılanması, sıvılaşma tehlikesi gibi zemin koşullarından kaynaklı özelliklerden dolayı tümünün riskli alan ilan edilmesi değil.

[3] Balamir, M. (2013). Obstacles in the adoption of international DRR policies: The case of Turkey (Background Paper prepared for the Global Assessment Report on Disaster Risk Reduction 2013). preventionweb.net/english/hyogo/ gar/2013/en/bgdocs/Balamir,%202012.pdf (Erişim tarihi: 30 Ağustos 2019).

[4] Balamir, M. (2004). Deprem konusunda güncel gelişmeler ve beklentiler. Planlama, 27, 15-28.

[5] İstanbul’da İBB için yapıların risk analizini yapan çalışmanın yürütücüsü Haluk Sucuoğlu’nun ifadeleri için bkz. İstanbul depremi 7.2 olursa, Hürriyet (2010, 16 Mart). hurriyet.com.tr/gundem/istanbul-depremi-7-2-olursa-14120997 (Erişim tarihi: 30 Ağustos 2019).

[6] Erdik, M., Durukal, E., Biro, Y. ve Birgören, G. (2000). İstanbul’da binalar için deprem riski ve risk azaltımına yönelik somut bir öneri. 2. İstanbul ve Deprem Sempozyumu (s. 131-149) içinde. Maya Basın Yayın.

[7] Bkz. Yeşilırmak, A. (2003). İstanbul deprem master planı değerlendirmesi. Mimarist, 9.

[8] Hopkins, D. C., Sharpe, R., Sucuoglu, H. ve Kubin, D. (2006). Feasibility of retrofitting residential buildings in Istanbul. 2006 NZSEE Conference, s. 6.

[9] A.g.y., s. 3.

[10] İMO (2010). 42. dönem raporlar, görüşler, değerlendirmeler. TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası, s. 190.

[11] Ayrıca bkz. Işık, O. ve Pınarcıoğlu, M. M. (2011). Nöbetleşe yoksulluk. Gecekondulaşma ve kent yoksulları: Sultanbeyli Örneği. İletişim.

[12] Yakut, A., Ozcebe, G. ve Yucemen, M. S. (2006). Seismic vulnerability assessment using regional empirical data. Earthquake Engineering and Structural Dynamics, 35, 1187-1202.

[13] Erdik, M. ve Durukal, E. (2008). Earthquake risk and its mitigation in Istanbul. Natural Hazards, 44, 181-197; Ozcevik, O., Turk, S., Tas, E., Yaman, H. ve Beygo, C. (2009). Flagship regeneration project as a tool for post-disaster recovery planning: The Zeytinburnu case. Disasters, 33(2), 180-202.

[14] Balamir, M. (2005). Türkiye’de kentsel iyileştirme ve dönüşüme ilişkin güncel öneri ve modeller”, Mimarlık, 322. mimarlikdergisi.com/index.cfm?sayfa=mimarlik&DergiSayi=35&RecID=570# (Erişim tarihi: 30 Ağustos 2019).

[15] Örneğin Luhmann’a göre tehdit bir sistemin dışına, risk ise sisteme aittir. Risk, sistemi içeriden tehdit eder. Burada amacım doğal ve sosyal çevreyi dışsallık ilişkisi olarak kurmak değil elbette. Afetleri siyasi ve toplumsal olaylara dönüştürmeye çalışırken hâlâ dışsallık olarak kurulan ilişkiye yaslanıyor kavramsallaştırmalarımız. Benzer bir anlayış

Ulrich Beck’in “risk toplumu” tezinde de mevcuttur: Risk toplumunda riskler, modernleşmenin kendisi tarafından üretilmektedir. Bkz. Luhmann, N. (1993). Risk: a sociological theory. Walter de Gruyter; Beck, U. (1992). Risk society: Towards a new modernity. Sage.

[16] Modern risk pratikleri, geleceğin belirsizliğini ve çok sayıda ihtimale açıklığını belirli sayıda ihtimale indirme yolu ile geleceği kontrol etmeye çalışır. Castel, R. (1991). From dangerousness to risk. (Der. G. Burchell, C. Gordon ve P. Miller) The Foucault Effect: Studies in Governmentality (s. 281-298) içinde. Harvester/ Wheatsheaf; Reddy, S. (1996). Claims to expert knowledge and the subversion of democracy: the triumph of risk over uncertainty. Economy and Society, 25(2), 222-54; Rao, V. V. (2015). Speculation, now (Der. V. V. Rao, P. Krishnamurthy ve C. Kuoni) Seculation, now: Essays and artwork (s. 14-25) içinde. Durham.

[17] Söylemi burada siyasi retorikten öte Foucault tarafından kullanıldığı şekliyle anlamak gerekiyor.

[18] Balamir, M (2005). A.g.y.

[19] Balamir, M (2013). A.g.y.

[20] Balamir, M (2005). A.g.y.

[21] Balamir, M (2013). A.g.y.

[22] Balamir, M (2004). A.g.y., s. 6.

[23] Balamir, M (2005). A.g.y.

[24] Elbette ki Murat Balamir kent planlaması bağlamında riski çok daha katmanlı ve kompleks ele alır. Onun da içinde bulunduğu İDMP’de yer alan İTÜ-ODTÜ çalışma grubu afet risklerini 13 risk sektörü altında inceler.

1999’da yaşanan depremlerden beri İstanbul’u köprü metaforu üzerinden kıtaları birleştiren bir şehir olarak sunan klasik oryantalist anlatı yerini risk anlatısı üretmeye bırakmış gibi görünüyor. Ne var ki risk sadece anlatıları değil, kentin kendisini de şekillendiren teknopolitik bir araç. Risk tanımı, tespiti, değerlendirilmesi ve azaltılması pratiklerine bakıldığında riskin homojen ve stabil bir kavram olmadığı, üretiminin ve dağıtımının da tüm kentte düzenli bir şekilde gerçekleşmediği dikkat çekiyor. Hatta analitik bakımdan biraz indirgemeci olsa da, bir taraftan formel mahalleler için tekil binanın materyal yapısına içkin, diğer taraftan enformel mahalleler için tüm sosyo-materyal çevreyi haiz olmak üzere ikili bir risk kavramından bahsetmek mümkün.[1]

2012 yılında 6306 sayılı yasa ile karşımıza çıkan riskli bina ve riskli alan kategorileri, kanun yapıcıların birden icat ettikleri kategoriler olmaktan çok, beklenen İstanbul Depremi’nin gündemimize düşmesinden beri birçok meslek grubu ve kurumun çalışmaları ile oluşmuş ikili risk yaklaşımına dayanıyor diyebiliriz. Bu ikili risk yaklaşımıyla, bu yaklaşımlarca sunulan çözümler arasında çizgisel bir zamansallığın olmadığı, onların beraber ortaya çıktıkları söylenebilir. Örneğin formel mahallelerde çözüm, bina ölçeğinde önce güçlendirme daha sonra yenileme olarak gündeme gelirken enformel mahalleler, kentsel dönüşüm ile ifade edilen sosyo-materyal çevreyi silen tabula rasa pratiği ile daha büyük ölçekte yenilemenin doğal hedefi olarak görülüyor. Dolayısıyla bu mahalleler için risk çevresel bir şekilde, diğer bir deyişle yapılı çevreyi mahalle ölçeğinde sosyo-materyal çevresiyle sorunsallaştıran bir yaklaşımla kuruluyor.[2] Bu yaklaşım aynı zamanda kentsel dönüşümü bir “zorunluluk”[3] hâline getiriyor ya da öyle sunuyor. Aslında zorunlu bir ilişkiden çok, sorunsallaştırmanın çözümle beraber doğmasının, gecekondu ve gecekondudan gelişmiş mahalleleri enformel kentleşmeye olan yaklaşımlara bağlı olarak “çevresel” bir şekilde hedef alması sözkonusu.

Şunu belirletmek gerekir ki depreme hazırlık konusunda çalışan her meslek grubunun kullandığı araçlar ve kavramsal çerçeveler dolayısıyla risk yaklaşımı da farklılaşıyor. Formel ve enformel mahalleler bağlamında risk yaklaşımı konusunda yaptığım ayrım daha çok planlama disiplinlerinin risk kavramsallaştırmaları üzerine. Bu noktada deprem mühendisleri ve plancılar arasında risk azaltma siyasetini belirleme açısından bir çekişme de kendisini yer yer hissettiriyor. Deprem mühendisleri tüm kent parçalarında riski binaya içkin, çözümü de daha çok bina bazlı mühendislik meselesi olarak görmeleri konusunda plancılar tarafından eleştirilirken;[4] onlar da riskli binaların belli mahallelerde yoğunlaşmaktan çok kentin her yerine yayıldığını, bu nedenle de kentsel dönüşümün risk azaltmada ciddi bir çözüm olduğu konusunda şüphelerini dile getirerek[5] plancılarla karşı karşıya geliyorlar.

Aslında kentsel dönüşüm gündemi henüz ortada yokken, en erken üretilen acil durum müdahalesi olarak tanımlayabileceğimiz pratik, deprem mühendisi Mustafa Erdik ve ekibi tarafından 27 Mayıs 2000 tarihinde 2. İstanbul ve Deprem Sempozyumu’nda önerilen sınırlı güçlendirmedir. Çökme riski en yüksek binaların sınırlı güçlendirmeyle depremde ayakta kalmasını sağlama yoluyla ölümlerin yüzde 70’e varan oranda azaltılması şeklinde özetlenebilecek bu öneri aynı zamanda yolların kapanmasını önleme, komşu binalara verilen zararı azaltma, arama-kurtarma iş yoğunluğunu düşürme gibi birçok acil durum çalışması açısından da oldukça önemliydi.[6] Burada risk, tüm kent için tamamıyla binanın materyal ve yapısal durumuna içkin kuruluyordu. Ancak bu müdahale yerini çökme riski olan binaların tespiti ve yenilenmesine bıraktı. Güçlendirmenin tüm kent için çok kısa sürede terk edilen bir seçenek olmasının diğer birçok sebebinin yanında, önemli bir neden de halihazırda var olan “kötü çevreye” yapılan yatırımların ölü yatırım, savrulan kaynak olarak görülmesiydi. Bu yaklaşıma göre bina bazlı çözümler sağlıksız çevreyi konsolide etmekteydi ve bunun yerine deprem riski çevreyi iyileştirmede bir fırsat olarak görülmeliydi.[7] Nitekim İstanbul İçin Deprem Master Planı (İDMP) içinde Yerleşme Grubu tarafından hazırlanan Afet Etkilerini Azaltma Strateji Planı (DASP) deprem riski azaltımının, doğal ve kentsel çevreyi iyileştirme gibi ikincil bir amaçla desteklenmesi gerektiğini savunmaktaydı.

Öte yandan güçlendirme tamamıyla gündemden kalkmış değildi. Kamu binaları, özellikle okul ve hastaneler için İstanbul Valiliği İstanbul Proje Koordinasyon Birimi (İSMEP) tarafından güçlendirmeye ağırlık verildi. Var olan konut stokunda güçlendirme için fizibilite çalışması ise Bakırköy’de yapıldı. İlçe belediyesi, mevcut bina stokunun (10.162 adet bina) risk tespitini hemen Gölcük Depremi’nin akabinde İstanbul Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi’ne yaptırdı. Bu çalışmada yüksek riskli olarak tespit edilen 3340 adet bina, Dünya Bankası kredisi ile yapılan Güçlendirmenin Sosyo-ekonomik Fizibilite Çalışması’nda tekrar değerlendirildi ve yüksek risk olarak kategorize edilen binalardan 369 adedi seçilerek bunların yapısal elemanları, bağlantı detayları ve materyal kalitesi detaylı incelemeye alındı ve modellendi. Buna paralel olarak, mülk sahipleri ile güçlendirmeye dair yaklaşımlarını ölçen bir sosyo-ekonomik analiz yapıldı. Sınırlı güçlendirme yöntemi ile çalışmaya konu olan alanda 700, tüm Bakırköy’e projekte edildiğinde ise 5000 ölümün engellenebileceği, fakat gerçekleştirilebilmesi için finans modelleri ve hukuki temellerinin geliştirilmesi gerekliliği ortaya kondu.[8]

Çalışma alanındaki binalar yüzde 7’den yüzde 133’e kadar değişen oranlarda depreme dayanıklılık göstermekteydi ve alınan beton örnekleri ise 2 ile 35 MPa arasında değerlere sahipti.[9] Amacım burada formel mahallelerdeki binaların risk durumunu ortaya koymak değil. Gelmek istediğim nokta şu: Kimse Bakırköy gibi formel mahallelerdeki kayıtlı binaların risksiz olduğunu düşünmüyor. Gölcük ve Düzce depremleri, İnşaat Mühendisleri Odası’na göre kaçak binaların değil, tersine, ruhsatlı ve iskân izinli binaların çöktüğü depremler olarak kayıtlara geçmiştir.[10] Televizyon karşısında her deprem sonrası, çalışmaları canlı izleyen insanların da vâkıf olduğu zımni bilgi şu ki, formel ve enformel arasındaki çizgi aslında hiç de belirgin değil. İnşa faaliyetini ve finansmanını organize eden yap-sat yönteminden ruhsat alımına, inşaatın kontrolünden iskân iznine değin birçok alanın enformellik ile iç içe olduğu gerçeği[11] bize, bir binanın kayıtlı olmasının temelde onun sismik performansı hakkında çok bir şey söylemediğini anlatıyor.[12] Bu noktada formel mahallelerdeki kayıtlı binalarda risk, göz ardı edilmekten çok binanın yapısal ve materyal kalitesine içkin bir sorun olarak ele alınmaktadır. Deprem mühendislerinin risk yaklaşımı, Bakırköy gibi formel kent parçaları için plancılar tarafından da kabul görüyor. Nitekim Bakırköy tam da bu nedenle, aşağıda değineceğim kentsel dönüşüm projesine ev sahipliği yapan Zeytinburnu ilçesinin tersine, güçlendirme için inceleme ve model geliştirme çalışmasına konu ediliyor.

Çarpık kentleşme kavramı günah keçisi işlevi üstleniyor gibi dursa da aslında ortaya çıktığı günden beri tanı koyma işlevi görür. Gelişmekte olan bir ülke olduğumuzun göstergesi olmasından tutun da kent kültürüne, kent kimliğinden siyasi çatışmalara ve suça değin her konuda çarpık kentleşme bir patolojiye tanı olma işlevini yerine getirmiştir.

Zeytinburnu ilçesi İDMP akabinde, hem İDMP’de İTÜ, BÜ ve ODTÜ tarafından önerilen 3 aşamalı hızlı risk tespit yöntemlerinin denenmesi ve standartların oluşturulması, hem de planlama ve dönüşüm yöntemlerinin geliştirilmesi için pilot bölge olarak seçildi[13] ve 2005 yılında kamuya duyuruldu. Pilot proje bağlamında ilçede bulunan Sümer Mahallesi’nde Türkiye’nin ilk risk odaklı kentsel dönüşüm projesi başlatıldı.

Zeytinburnu, yalnızca yapılı çevresinin yüzde 70’i enformel bir şekilde üretilmiş ve giderek “risk havuzu”[14] olarak tanımlanmaya başlanan İstanbul’un enformel biçimde ortaya çıkan ilk bölgesi değil; aynı zamanda enformel kentleşme için ürettiğimiz özgün kavramımız olan “çarpık kentleşme”nin de timsali olarak görülmektedir. Çarpık kentleşme kavramı günah keçisi işlevi üstleniyor gibi dursa da aslında ortaya çıktığı günden beri tanı koyma işlevi görür. Gelişmekte olan bir ülke olduğumuzun göstergesi olmasından tutun da kent kültürüne, kent kimliğinden siyasi çatışmalara ve suça değin her konuda çarpık kentleşme bir patolojiye tanı olma işlevini yerine getirmiştir. Kavram, 1999 yılında yaşanan Gölcük Depremi sonrası, afet riski konusunda yeni bir tanı işlevi daha yüklenmiş ve çarpık kentleşmenin –olacağı öngörülen İstanbul depremi bağlamında– faylardan daha büyük bir tehdit olarak önümüzde durduğu ifade edilmeye başlanmıştır. Bu yeni yaklaşımda fay hatları kenti “dışarıdan” tehdit ediyorken, enformel kentleşme yapılı çevreye içkin bir tehdit olarak karşımıza çıkıyordu ve dışarıdaki tehdit yerini içerideki riske bırakıyordu.[15] Tanı işlevinin yanında modern risk kavramı gibi[16] “çarpık kentleşme” söylemi[17] de afeti kontrol edilebilir çerçeveye oturtmaktaydı. Deprem hazırlığı birçok afetten farklı olarak –fay hatlarının hareketleri engellenemeyeceğine göre– tüm odağını yapılı çevreye ve toplumsal organizasyona çevirmektedir. Bu çerçevede, çarpık kentleşme söylemi depremin kontrol edilebilir tarafı olan yapılı çevreye müdahaleleri organize etmektedir. Fakat “çarpık kentleşme” kavramı risk azaltımı faaliyetlerine, kavramın süreç içinde değişen sosyal, mekânsal ve kültürel “patoloji” bagajını da beraberinde getirmektedir.

Burada Zeytinburnu üzerinden enformel kentleşme yaklaşımına çarpık kentleşme tabirini bol bol kullanan siyasi retorik üzerinden değil de kendisi bu terimi hiç kullanmayan idealist bir plancının metinleri üzerinden kısaca değineceğim. Murat Balamir’e göre Zeytinburnu, enformel kentleşme süreci ile oluşan yapılı çevredeki bina stokunun ötesinde parsel, ada büyüklükleri, yoğunluk, kamusal alan eksikliği, altyapı sorunları ve riskli imalat ve depolama mekânlarının konut alanında kontrolsüz dağılımı gibi birçok nedenden dolayı kentin en riskli bölgelerinden biridir:

Öyle ki, olası can kayıpları açısından, yapı içinde bulunmak ya da sokakta bulunmak arasında fark yoktur. Bu nedenle Zeytinburnu örneği, özellikle toplu dönüşüm gerektiren bir ortamdır.

Son yıllarda ilçede çöken, bazen de yoldan geçenlerin canına mal olan riskli bina haberleri alıntının ilk kısmını doğrular görünmektedir. Fakat bina bazındaki risk kavramsallaşmasının burada nasıl çevreye doğru yayılmaya başladığına dikkat edelim ve bunun hemen devamında gelen toplu dönüşümün zorunluluk şeklinde sunulmasına daha ihtiyatlı yaklaşalım. Yazının devamında Balamir, buranın bina bazında risk analizine en az ihtiyaç duyulan bölge olduğunu belirtir. Çökme riski olan binaların tespit edilmesi ve bu riskin ortadan kaldırılması durumunda birçok risk artıran faktörün ortadan kalkacak olması, kentsel dönüşümün gerekliliğini zedelemiyor gibi görünmektedir. Fakat yazının devamında kentsel dönüşümün gerekliliği sadece yapı stokunun ya da yapısal çevrenin ötesinde sosyoekonomik bir dizi sorun ile de desteklenmektedir.  Balamir, hem Zeytinburnu hem de genel olarak enformel kentleşme ile ilgili birçok yazıda ortaya çıkan bir dizi sorunu sıralar: “estetik değerlerden ve yeterli standartlardan yoksun yaşam çevreleri,”[18] “rahatsız edici derecede düşük kalite çevreler”.[19] Fakat gereklilik sadece yapılı çevre ile sınırlı değildir; “gayrimenkule dayalı kentsel ayrışma,”[20] “aşırı sosyal adaletsizlik”[21] ile de ilişkilidir. Ona göre, kentsel dönüşüm projeleri sosyal adalet ve kalkınma sağlayabilirler. Burada risk, bina stokunun ve hatta yapılı çevrenin ötesinde birçok özelliği içine almaya başlamakta ve sadece materyal değil aynı zamanda sosyal yapı itibarıyla da çevresel olarak kurulmaktadır. Risk sosyo-materyal çevreye içkin kurulduğunda risk azaltımı da, başka bir yerde kendi ifadesi ile[22] “yapı mühendisliğine” indirgenerek değil “kapsamlı toplumsal mühendislik” ile sağlanabilecektir:

Yalnızca yapılaşmanın yenilenmesi bile kaçak bir statüden yasal statüye geçiş, dolayısıyla farklı bireysel sorumluluklar ve farklı bir yaşam biçimine geçiş anlamındadır. Aynı sorumluluklar iş hayatında ve toplumsal tüm ekonomik ve sosyal davranışlarda da sonuçlar bulacaktır. Kayıtdışı ekonomiden kayıtlanmalara geçiş, kabullenilmesi kolay olmayan bir süreçtir. Bireysel bağımsızlıklardan toplu örgütlenmeye, yerel yönetimler oluşturmaya, sosyalleşmeye ve toplumun bir parçası olmaya geçişler, ekonomik kolaylaştırıcılar, vergi muaflıkları, geçiş dönemi önlemleri, bu değişimi cazip kılacak avantaj ve fırsatlar gibi destekleyici düzenlemelerin geniş açılı programlanmasını gerektirecektir.[23]

Hatta Balamir’e göre, dikkatli planlandığı ve katılımcı uygulandığı takdirde kentsel dönüşüm süreci, daha yeni bir kolektif ortam ve demokratik çevreye geçiş sunacaktır. Amacım burada belli bir plancının yaklaşımını analiz etmek değil elbette. Balamir’i, görüşlerinin enformel kentleşmiş kent parçaları için riskin çevresel olarak kurgulanmasına iyi bir örnek teşkil etmesi dolayısıyla anıyorum.[24] Daha geniş anlamda risk, onun materyal bir tehdidin temsili ya da modern bir hesap aracı olduğu yönündeki genel kanının tersine, binanın materyal ve yapısal dayanıklılık hesapları ile şekillenmiyor. Risk aynı zamanda sosyal hayat ve kentleşme üzerine birçok fikir ve pratikle, bir dizi imkân ve tasavvurla da şekilleniyor.

Zeytinburnu Sümer Mahallesi’nde başlayan kentsel dönüşüm projesinin ilk etabı başarılı bir dönüşüm projesi olarak lanse edilse de, gerçekleştirilmesinin proje alanının özel şartlarına bağlı olduğu ve projenin aynı şartlarda çok da sürdürülebilir olmadığı ortaya çıkmıştır. Projenin ilk etabı Sahil Park, alanın karşısındaki Koç Holding’e ait eski fabrika alanının geliştirilmesini yüklenen firmaya çeşitli pazarlıklar sonucu, proje alanının hemen yanı başındaki futbol sahası üzerinde yaptırılmıştı. Böyle bir yöntemin ikinci etap için tekrarlanabilir olmaması ve kamuoyu tarafından sürdürülebilir bulunmaması sebebi ile proje durdurulmuştur. Proje alanı 2012’de çıkarılan 6306 sayılı kanun kapsamında riskli alan ilan edilmiştir.

Sümer Mahallesi’ndeki risk odaklı kentsel dönüşüm projesi tecrübesi, ciddi kaynak ihtiyacı sebebi ile yüksek yoğunluklu enformel mahallelerde kentsel dönüşümün önünü kesmiş ve daha düşük yoğunluklu gecekondu mahallelerinin kentsel dönüşüme konu edilmesine sebep olmuştur. Düşük yoğunluklu gecekondu mahalleleri, hem düşük yoğunluk hem de güvencesiz mülkiyet yapısı sebebiyle geniş alanda az sayıda hak sahibi bulundurduğundan risk azaltma pratiği olarak yeni konut üretiminde kaynağa dönüştürülmektedir. İDMP’de bu alanların daha yoğun yapılaşmış enformel alanlardan daha düşük risk taşıdığı belirtilse de, yapılaşmanın devam etmesi halinde gelecekte yüksek riskli alanlara dönüşeceği ve halihazırdaki düşük yoğunluğu ve çekici lokasyonları sebebiyle oradaki kentsel dönüşüm projelerini finanse etme potansiyeline sahip olduğu belirtilmektedir. 6306 sayılı yasa bağlamında ardı ardına ilan edilen riskli alan kararları, düşük yoğunluklu gecekondu mahalleleri ve dayanışma içinde olan aktivist plancılar tarafından yargıya taşınmış ve çoğunlukla risk tespiti kriterleri ve yöntemleri sebebiyle riskli alan kararları iptalleri alınmıştır. 2016 yılında yasa değişikliğiyle zemin yapısı ve üzerindeki yapılaşmanın riskli olması sebebiyle riskli alan ilan edilme kriterlerine üç yeni kriter eklenmiştir: alandaki yapıların yüzde 65’inin kaçak veya sonradan yasallaştırılmış olması, altyapı yetersizliklerinin bulunması ve alanda kamu düzenini bozması. Son kriter 2015 yılında Kürt şehirlerinde savaşın kentlerde vuku bulmasının ardından gelen riskli alan kararlarına hukuki zemin hazırlamakta olmakla beraber, afet riskini siyasi riske açmaktadır. Fakat ilk iki kategori, halihazırda enformel kentleşme ile deprem riskini eşitleyen yaklaşımın, plancıların öngöremediği bir sonucudur. Süreç plancıların tasavvur ettiği gibi işlemese de plancılar ve kent araştırmacıları olarak payımıza düşen sorumluluğu kabul etmek, hem alternatif risk yaklaşımları hem de çözümleri üretmeye yönelik önemli bir adım olacaktır.


[1] Burada amacım bir temsilin eksikliği veya yanlışlığını ortaya koymaktan çok riskin üretici bir araç olduğuna ve her farklı risk yaklaşımının farklı sonuçları olduğuna dikkat çekmek. Yani riske bir temsil sorunundan çok performatif bir araç olarak bakacağım.

[2] Çevresel terimi ile kastettiğim bir yerin fay yapılanması, sıvılaşma tehlikesi gibi zemin koşullarından kaynaklı özelliklerden dolayı tümünün riskli alan ilan edilmesi değil.

[3] Balamir, M. (2013). Obstacles in the adoption of international DRR policies: The case of Turkey (Background Paper prepared for the Global Assessment Report on Disaster Risk Reduction 2013). preventionweb.net/english/hyogo/ gar/2013/en/bgdocs/Balamir,%202012.pdf (Erişim tarihi: 30 Ağustos 2019).

[4] Balamir, M. (2004). Deprem konusunda güncel gelişmeler ve beklentiler. Planlama, 27, 15-28.

[5] İstanbul’da İBB için yapıların risk analizini yapan çalışmanın yürütücüsü Haluk Sucuoğlu’nun ifadeleri için bkz. İstanbul depremi 7.2 olursa, Hürriyet (2010, 16 Mart). hurriyet.com.tr/gundem/istanbul-depremi-7-2-olursa-14120997 (Erişim tarihi: 30 Ağustos 2019).

[6] Erdik, M., Durukal, E., Biro, Y. ve Birgören, G. (2000). İstanbul’da binalar için deprem riski ve risk azaltımına yönelik somut bir öneri. 2. İstanbul ve Deprem Sempozyumu (s. 131-149) içinde. Maya Basın Yayın.

[7] Bkz. Yeşilırmak, A. (2003). İstanbul deprem master planı değerlendirmesi. Mimarist, 9.

[8] Hopkins, D. C., Sharpe, R., Sucuoglu, H. ve Kubin, D. (2006). Feasibility of retrofitting residential buildings in Istanbul. 2006 NZSEE Conference, s. 6.

[9] A.g.y., s. 3.

[10] İMO (2010). 42. dönem raporlar, görüşler, değerlendirmeler. TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası, s. 190.

[11] Ayrıca bkz. Işık, O. ve Pınarcıoğlu, M. M. (2011). Nöbetleşe yoksulluk. Gecekondulaşma ve kent yoksulları: Sultanbeyli Örneği. İletişim.

[12] Yakut, A., Ozcebe, G. ve Yucemen, M. S. (2006). Seismic vulnerability assessment using regional empirical data. Earthquake Engineering and Structural Dynamics, 35, 1187-1202.

[13] Erdik, M. ve Durukal, E. (2008). Earthquake risk and its mitigation in Istanbul. Natural Hazards, 44, 181-197; Ozcevik, O., Turk, S., Tas, E., Yaman, H. ve Beygo, C. (2009). Flagship regeneration project as a tool for post-disaster recovery planning: The Zeytinburnu case. Disasters, 33(2), 180-202.

[14] Balamir, M. (2005). Türkiye’de kentsel iyileştirme ve dönüşüme ilişkin güncel öneri ve modeller”, Mimarlık, 322. mimarlikdergisi.com/index.cfm?sayfa=mimarlik&DergiSayi=35&RecID=570# (Erişim tarihi: 30 Ağustos 2019).

[15] Örneğin Luhmann’a göre tehdit bir sistemin dışına, risk ise sisteme aittir. Risk, sistemi içeriden tehdit eder. Burada amacım doğal ve sosyal çevreyi dışsallık ilişkisi olarak kurmak değil elbette. Afetleri siyasi ve toplumsal olaylara dönüştürmeye çalışırken hâlâ dışsallık olarak kurulan ilişkiye yaslanıyor kavramsallaştırmalarımız. Benzer bir anlayış

Ulrich Beck’in “risk toplumu” tezinde de mevcuttur: Risk toplumunda riskler, modernleşmenin kendisi tarafından üretilmektedir. Bkz. Luhmann, N. (1993). Risk: a sociological theory. Walter de Gruyter; Beck, U. (1992). Risk society: Towards a new modernity. Sage.

[16] Modern risk pratikleri, geleceğin belirsizliğini ve çok sayıda ihtimale açıklığını belirli sayıda ihtimale indirme yolu ile geleceği kontrol etmeye çalışır. Castel, R. (1991). From dangerousness to risk. (Der. G. Burchell, C. Gordon ve P. Miller) The Foucault Effect: Studies in Governmentality (s. 281-298) içinde. Harvester/ Wheatsheaf; Reddy, S. (1996). Claims to expert knowledge and the subversion of democracy: the triumph of risk over uncertainty. Economy and Society, 25(2), 222-54; Rao, V. V. (2015). Speculation, now (Der. V. V. Rao, P. Krishnamurthy ve C. Kuoni) Seculation, now: Essays and artwork (s. 14-25) içinde. Durham.

[17] Söylemi burada siyasi retorikten öte Foucault tarafından kullanıldığı şekliyle anlamak gerekiyor.

[18] Balamir, M (2005). A.g.y.

[19] Balamir, M (2013). A.g.y.

[20] Balamir, M (2005). A.g.y.

[21] Balamir, M (2013). A.g.y.

[22] Balamir, M (2004). A.g.y., s. 6.

[23] Balamir, M (2005). A.g.y.

[24] Elbette ki Murat Balamir kent planlaması bağlamında riski çok daha katmanlı ve kompleks ele alır. Onun da içinde bulunduğu İDMP’de yer alan İTÜ-ODTÜ çalışma grubu afet risklerini 13 risk sektörü altında inceler.

DÖN