Van. 24 Ekim 2011. Fotoğraf: 2019 ymphotos/Shutterstock

İngilizceden çeviren: Esril Bayrak ve Ceren Yartan

2011 yılının sonbaharında 17 gün içerisinde Van’da iki büyük deprem meydana geldiğinde şehrin sakinlerinin çoğu hazırlıksız yakalanmışlardı. Her ne kadar bölgenin sismik açıdan faal olduğu uzmanlarca bilinse de ve geçtiğimiz yüzyıl boyunca bölge birçok büyük ölçekli depreme maruz kalmış olsa da, Van ne orada yaşayanlar ne de ülkenin geneli tarafından özellikle depremle anılıyordu. Daha önceleri burada meydana gelen depremler de halkın hafızasında sürekli kendini hatırlatan bir yer edinmemişti. Çoğunluk, Van’ı şehir veya bölge olarak sismik fay hatlarının üzerindeki faal bir alandan ziyade, ülkenin siyasi fay hatlarıyla ilişkilendiriyordu. 

Van sakinlerinin bile kendi şehirlerini depreme meyilli, sismik risk altında bir bölge olarak görmemeleri şehirdekilerin birçoğunun tam anlamıyla “yerli” tanımına uymamasıyla açıklanabilir. Bugün Van’da yaşayanların pek çoğu 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın ilk yarısında Doğu Anadolu ve Güney Kafkasya bölgesinde yaşanan şiddetli çalkantıların doğurduğu geniş nüfus hareketlerinin devamı olan nesillerden oluşuyor. Göç hareketlerinin diğer bir sonucu olarak, bir zamanlar entelektüel, politik ve dini faaliyetlerin merkezi olan Van, Türkiye Cumhuriyeti’nin coğrafi, kültürel ve siyasi çeperi içerisinde sıkışmış küçük bir kente dönüşmüştür. Kürtlerin zorunlu göç ettirilmelerinin sonucunda ancak 1990’lı yıllarda (bugün 500 bine yaklaşan nüfusuyla) önemli bir kent merkezi hâline gelmiştir. Zorunlu göç yalnızca şehrin çeperindeki gelişmemiş kenar mahallelerinin ortaya çıkışıyla sonuçlanmadı; aynı zamanda şehrin günümüzde, Kürt siyasi hareketinin önemli bir merkezine dönüşmesine de yol açmıştır.[1]

Afet sonrası riskli dönemde Van sakinlerinin karşı karşıya kaldığı temel sorun, evlerinin sağlamlığı ve güvenliği hakkında bilgiye ulaşmak, böylece en nihayetinde geri taşınmaları durumunda doğabilecek riski tartmaktı.

Van’ın mimari yapısı, depreme meyilli coğrafyasına iyi uyumlanmış bir yerel mimariden ziyade bu göç tarihini yansıtır şekilde genelde yüksek katlı beton apartman binalardan oluşuyor. Şehrin merkezinde bu tarzda yüksek katlı binalar yer alırken, kenar mahallelerinde bir-iki katlı betonarme ya da kerpiç evler hâkim. Depremlerin gerçekleştiği esnada, bu binalardan yüzlercesi çöktü, binlercesi ise artçı depremlerden sonra yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu için yıkılma kararı alındı. Yetkililer tarafından yayımlanan resmi istatistiklere göre Van’daki binaların yüzde 26’sı afet sonrası ağır hasar gördü, bu yüzden de mecburen yıkıldı. Binaların yüzde 8’inde orta dereceli hasar, yüzde 36’sında düşük dereceli hasar tespit edildi; yüzde 30’u ise afeti hiç hasar görmeden atlattı.[2] Bu da, deprem sonrası dönemde nüfusun yalnızca üçte birinin evlerinin sağlamlığına güvenebildiği anlamına geliyor. Ne var ki afetten sonraki aylarda evlerinin sağlam olduğu belirtilen kişiler dahi artçı depremlerin korkusuyla uzunca bir süre çadır kentlerde yaşamaya devam ettiler. Böylece onlar da, evleri ağır hasar almış, devletin tesis ettiği çadır ve konteyner kentlerde ya da kendilerinin inşa ettikleri geçici barınaklar dışında kalacak yerleri olmayan binlerce insanın arasına katılmış oldular.

Sonuç olarak artçı sarsıntılar, soğuk hava ve sağlam olmayan binaların damgasını vurduğu afet sonrası riskli dönemde Van sakinlerinin karşı karşıya kaldığı temel sorun, evlerinin sağlamlığı ve güvenliği hakkında bilgiye ulaşmak, böylece en nihayetinde geri taşınmaları durumunda doğabilecek riski tartmaktı. Bu nedenle, Van depremzedelerinin bu riski tartma konusunda kullandıkları temel araç olan ve devlet yetkilileri himayesinde gerçekleştirilen hasar tespit prosedürünü odağımıza almamız gerekiyor.

İstikrarsızlıkla başa çıkma girişimleri

2011 yılının Aralık ayından 2012 yılının Şubat ayına kadar geçen üç aylık sürede, mimar ve mühendislerden oluşan ekipler şehirdeki her yapıyı durum değerlendirmesi yapmak amacıyla incelemeye aldılar. Binaları hasarsız, az hasarlı, orta hasarlı ve ağır hasarlı olmak üzere dört kategori altında sınıfladılar. Bu değerlendirmenin sonucunda, her bir yapı için mülk sahiplerine çeşitli yasal ve mali haklar veren, hukuki açıdan bağlayıcı resmi hasar tespit raporları düzenlendi. Hasar tespit raporları, diğer konuların yanı sıra depremzedelerin devlet tarafından kurulmuş çadır ve konteyner kentlerde kısa süreli barınma hakkına sahip olup olmadıklarını, ayrıca TOKİ (Toplu Konut ve Kamu Ortaklığı İdaresi Başkanlığı) tarafından yapımı başlatılacak konutlara sonrasında yerleşip yerleşemeyeceklerini belirliyordu. Evleri hafif ya da orta hasar kategorisinde olan mülk sahipleri bu haklardan yararlanamayacak olsalar da maddi yardım ya da evlerinin yenilenmesi talebinde bulunabiliyorlardı.[3]

Hasar tespit raporları Van’ın “azılı” –yani hasarlı ve yıkılma riski olan– kentsel çevresiyle baş etmenin önünü açıyordu. Yine de iki taraf, yani devlet ve Van sakinleri, bu raporların ortaya koyduğu bilgileri gelecekle çok farklı şekillerde ilişkilendiriyorlardı. Devletin gözünden bakıldığında, hasar tespit raporları gelecekle ilişkili olarak bir risk paradigmasından çok, hükümet planlamasına dair bir paradigmadır. Sonuç olarak, devlet yetkilileri için hasar tespit raporları öncelikli olarak bugünü geçmişten gelen bir durum olarak belgeleme ve böylece geleceğe dair bir plan oluşturulması amacını taşıyordu. Bu yüzden şehrin halihazırdaki yıkım derecesinin belirlenmesi devlet yetkililerine, yardım çalışmalarının planlanması, maddi tazminat çerçevelerinin tasarlanması ve yeniden inşa projelerinin uygulamaya konması gibi birçok konuda yardım eder. Bu açıdan bakıldığında gelecek, öncelikle afet sonrası planlamayı gerekli kılan bir alanı oluşturur. Dolayısıyla, hasar tespit raporları yalnızca afet sonrası durumun kapsamı hakkında resmi olarak tespitler içeren belgelerdi ve mülk sahipleri için binaların geleceğe dair potansiyel bir risk taşıyıp taşımadığına dair değerlendirme niteliğinde değildiler. Tespit ekibinde çalışan bir mimarın bana söylediği gibi kendisi, mülk sahiplerine evlerine geri girmelerinin güvenli olup olmadığı konusunda açık bir şekilde herhangi bir öneride bulunmaması yönünde yetkililer tarafından uyarılmıştı. Mimarın aktardığına göre raporlar, yalnızca binaların mevcut hasar durumlarını belgeliyordu. Yapıların gelecekte olabilecek potansiyel artçı depremlerden nasıl etkileneceği bilgisi raporlarda bulunmamaktaydı. Elbette ne değerlendirmeyi yapan mimar ne de diğer uzmanlar mevcut hasarın gelecekteki riski artırmada hayati bir rolü olduğu gerçeğini reddediyordu. Nihayetinde, birçok değerlendirmeci binaların tekrardan kullanılıp kullanılmayacağına dair şahsi görüşlerini kayıtdışı olarak belirttiler. 

Emlak piyasası 2012’nin yaz döneminin ortalarına kadar neredeyse tamamen hasar tespit raporlarının varlığı (ya da yokluğu) ile belirlenmişti. Bu durum, hasarsız (ya da yalnızca az hasarlı) olarak değerlendirilen yapıların kiralarının bir hayli yükselmesiyle sonuçlandı.

Diğer bir yandan gelecek, Van sakinleri için üzerine planlar yapılması gereken bir olgudan çok istikrarsızlık ve öngörülemez tehlikelerle dolu bir alan teşkil etmekteydi. Bu yüzden şehirdeki nüfus için hasar tespit raporları devletin tam da niyet etmediği yönde bir anlam kazanmıştı: gelecekteki riski hesaplayabilmenin bir aracı. Bu sebeple de Samimian-Darash’ın “risk teknolojisi” adını verdiği şeyi oluşturuyorlardı, yani “gelecekteki belirsizliği somut ve tanıdık risklere veya başa çıkılabilir olasılıklara dönüştürme”ye yarıyorlardı.[4] Şimdinin bildirilen durumu üzerinden geleceğe dair tahmin yapmaya alan açan hasar tespit raporları, geleceği bir edim alanına, kişinin bilinçli seçimler yapabileceği(ni umduğu) bir alana dönüştürüyordu. Tam da belirsizliği başa çıkılabilir kılan bu işlevleri hasar tespit raporlarına –kesinliğe nadir rastlanan ve hasarlı binaların geleceğine dair kararların ölüm kalım meselesine dönüştüğü bir bağlamda- yazıldıkları andan itibaren olağanüstü bir otorite sağlamıştı. Bu sebeple, birçok mülk sahibi evlerine geri dönüp dönmeme kararını hasar tespit raporlarından çıkan sonuçlar üzerinden verdi, öyle ki emlak piyasası 2012’nin yaz döneminin ortalarına kadar neredeyse tamamen hasar tespit raporlarının varlığı (ya da yokluğu) ile belirlenmişti. Bu durum, hasarsız (ya da yalnızca az hasarlı) olarak değerlendirilen yapıların kiralarının bir hayli yükselmesiyle sonuçlandı.

Hasar tespit raporlarına atfedilen bu olağanüstü otorite onların eldeki tek “risk teknolojisi” olmalarından değil, aynı zamanda alanda uzman olmayanların üretemeyeceği bir uzman bilgisi niteliği taşımalarından kaynaklanıyordu. Bu nedenle bu raporların bu kadar önem ve yetki taşımasının sebebi, yalnızca riski hesap etmek için insanların ellerindeki tek aracın bunlar olmasıyla ilgili değil, aynı zamanda raporların dayandıkları tespit yöntemleriyle ilgiliydi.[5] Mülk sahipleri yapılardaki hasarları sıklıkla yalnızca ilk anda gözle görülür olana göre değerlendirmeye çalışırken, değerlendirme ekiplerinde görevli mühendis ve mimarlar binalardaki potansiyel yapısal hasarı ortaya çıkarmak adına binaların dış cephelerine rutin şekilde sondaj yaparak cephenin ve sıvanın altına inerler. Alttaki beton sütunların sağlam olup olmadığına bakmak için sıva katmanlarını kaldırır; kalite kontrollerinin yapılması, kolon ve kirişlerin statik özelliklerinin değerlendirilmesi için beton parçalarını laboratuvarlara gönderirler. Gerçek ve gerçeğin barındırdığı kesinlik, saklı olanın kamusal görünürlüğe sahip bir alana taşınmasının ortaya çıkardığı belirli bir yüzey-derinlik dinamiğinin bir sonucuydu ve ancak bilimi devreye sokan uzmanların yaratabileceği türden bir ifşaydı.

Doğal afetten siyasal afete

Risk oranının bilirkişiler ve siyasetçiler tarafından kademeli olarak dağıtılması depremin siyasallaşması sonucunu doğurdu. Depremi takip eden haftalar ve aylar boyunca depremlerin sismik kuvveti ve devletin siyasi kuvveti arasında karşılaştırmalar yapan insanlara rastlamak son derece yaygındı. Bu tür karşılaştırma egzersizlerinde bu ikisi, sahip oldukları potansiyel yıkıcı etkide neredeyse eşitlenir. Derme çatma kulübesinde çay içtiğimiz sırada komşularımdan birinin belirttiği üzere “Deprem aynı devlet gibidir! Sana öyle çarpar!” Bu ifadeyi canlandırırken, bu kırılgan yaşlı kadın güçlü bir vurma hareketi yapmış, bizi ayıran boşlukta yukarı yükselen ani bir yumruk atmıştı. Bu Kürt kadın için devlet, tıpkı deprem gibi kendini bir şiddet ve yıkım kaynağı olarak gösteriyordu.

Depremzedeler tarafından bana sıkça söylenen şeylerden bir diğeri de kendileri soğuk ve su sızdıran, sıkış tepiş çadırların içerisinde gündelik hayatlarına devam etmeye çalışırken, içinde bulundukları durumun onlara 1990’lı yılları hatırlattığıydı. O dönemde milyonlarca Kürt, köylerini terk etmeye zorlanmış ve şehirlere iltica etmiş ve deprem sonrasındakine benzer koşullarda hayatlarına devam etmek zorunda kalmışlardı. Sonuç olarak, Van sakinleri için devletin müdahil olmasıyla ilk aşamada doğal gibi görünen afetin siyasi bir afete dönüşümü, geleceğin, tehdit edici bir öngörülemezlik içermesinin ve bilirkişi raporlarının vaat ettiği kesinliğin boşa düşmesinin sebeplerinden biriydi.

* Bu yazı, yazarın daha önce yayımladığı “Ruined futures: Managing instability in post-earthquake Van (Turkey)” başlıklı makalesinin yazarın izni ve onayı dahilinde kısaltılıp Türkçeye çevrilmesiyle hazırlanmıştır. Orijinal makale için bkz. Schäfers, M. (2016). Ruined futures: Managing instability in post-earthquake Van (Turkey). Social Anthropology, 24, 228– 242.


[1] Yükseker, D. ve Kurban, D. (2009). Permanent solution to internal displacement? An assessment of the Van action plan for IDPs. TESEV.

[2] AFAD (2012). Afet raporu: Van depremi. afad.gov.tr/afet-raporu—van-depremi (Erişim tarihi: 7 Ocak 2015).

[3] Hasar tespit raporları aracılığıyla dağıtılan devlet yardımı yalnızca mülk sahiplerini kapsıyor, kiracıları dışarda bırakıyordu. Hasar tespit sürecinin bu şekilde belirli bir malvarlığı rejimine bağlanması başlı başına ayrı bir analizi hak eden bir konu olup bu makalenin kapsamını aşıyor.

[4] Samimian-Darash, L. (2013). Governing future potential biothreats: Toward an anthropology of uncertainty. Current Anthropology, 54, 1-22.

[5] Engelke, M. (2008). The objects of evidence. Journal of the Royal Anthropological Institute, 14, 1-21.

Van. 24 Ekim 2011. Fotoğraf: 2019 ymphotos/Shutterstock

İngilizceden çeviren: Esril Bayrak ve Ceren Yartan

2011 yılının sonbaharında 17 gün içerisinde Van’da iki büyük deprem meydana geldiğinde şehrin sakinlerinin çoğu hazırlıksız yakalanmışlardı. Her ne kadar bölgenin sismik açıdan faal olduğu uzmanlarca bilinse de ve geçtiğimiz yüzyıl boyunca bölge birçok büyük ölçekli depreme maruz kalmış olsa da, Van ne orada yaşayanlar ne de ülkenin geneli tarafından özellikle depremle anılıyordu. Daha önceleri burada meydana gelen depremler de halkın hafızasında sürekli kendini hatırlatan bir yer edinmemişti. Çoğunluk, Van’ı şehir veya bölge olarak sismik fay hatlarının üzerindeki faal bir alandan ziyade, ülkenin siyasi fay hatlarıyla ilişkilendiriyordu. 

Van sakinlerinin bile kendi şehirlerini depreme meyilli, sismik risk altında bir bölge olarak görmemeleri şehirdekilerin birçoğunun tam anlamıyla “yerli” tanımına uymamasıyla açıklanabilir. Bugün Van’da yaşayanların pek çoğu 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın ilk yarısında Doğu Anadolu ve Güney Kafkasya bölgesinde yaşanan şiddetli çalkantıların doğurduğu geniş nüfus hareketlerinin devamı olan nesillerden oluşuyor. Göç hareketlerinin diğer bir sonucu olarak, bir zamanlar entelektüel, politik ve dini faaliyetlerin merkezi olan Van, Türkiye Cumhuriyeti’nin coğrafi, kültürel ve siyasi çeperi içerisinde sıkışmış küçük bir kente dönüşmüştür. Kürtlerin zorunlu göç ettirilmelerinin sonucunda ancak 1990’lı yıllarda (bugün 500 bine yaklaşan nüfusuyla) önemli bir kent merkezi hâline gelmiştir. Zorunlu göç yalnızca şehrin çeperindeki gelişmemiş kenar mahallelerinin ortaya çıkışıyla sonuçlanmadı; aynı zamanda şehrin günümüzde, Kürt siyasi hareketinin önemli bir merkezine dönüşmesine de yol açmıştır.[1]

Afet sonrası riskli dönemde Van sakinlerinin karşı karşıya kaldığı temel sorun, evlerinin sağlamlığı ve güvenliği hakkında bilgiye ulaşmak, böylece en nihayetinde geri taşınmaları durumunda doğabilecek riski tartmaktı.

Van’ın mimari yapısı, depreme meyilli coğrafyasına iyi uyumlanmış bir yerel mimariden ziyade bu göç tarihini yansıtır şekilde genelde yüksek katlı beton apartman binalardan oluşuyor. Şehrin merkezinde bu tarzda yüksek katlı binalar yer alırken, kenar mahallelerinde bir-iki katlı betonarme ya da kerpiç evler hâkim. Depremlerin gerçekleştiği esnada, bu binalardan yüzlercesi çöktü, binlercesi ise artçı depremlerden sonra yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu için yıkılma kararı alındı. Yetkililer tarafından yayımlanan resmi istatistiklere göre Van’daki binaların yüzde 26’sı afet sonrası ağır hasar gördü, bu yüzden de mecburen yıkıldı. Binaların yüzde 8’inde orta dereceli hasar, yüzde 36’sında düşük dereceli hasar tespit edildi; yüzde 30’u ise afeti hiç hasar görmeden atlattı.[2] Bu da, deprem sonrası dönemde nüfusun yalnızca üçte birinin evlerinin sağlamlığına güvenebildiği anlamına geliyor. Ne var ki afetten sonraki aylarda evlerinin sağlam olduğu belirtilen kişiler dahi artçı depremlerin korkusuyla uzunca bir süre çadır kentlerde yaşamaya devam ettiler. Böylece onlar da, evleri ağır hasar almış, devletin tesis ettiği çadır ve konteyner kentlerde ya da kendilerinin inşa ettikleri geçici barınaklar dışında kalacak yerleri olmayan binlerce insanın arasına katılmış oldular.

Sonuç olarak artçı sarsıntılar, soğuk hava ve sağlam olmayan binaların damgasını vurduğu afet sonrası riskli dönemde Van sakinlerinin karşı karşıya kaldığı temel sorun, evlerinin sağlamlığı ve güvenliği hakkında bilgiye ulaşmak, böylece en nihayetinde geri taşınmaları durumunda doğabilecek riski tartmaktı. Bu nedenle, Van depremzedelerinin bu riski tartma konusunda kullandıkları temel araç olan ve devlet yetkilileri himayesinde gerçekleştirilen hasar tespit prosedürünü odağımıza almamız gerekiyor.

İstikrarsızlıkla başa çıkma girişimleri

2011 yılının Aralık ayından 2012 yılının Şubat ayına kadar geçen üç aylık sürede, mimar ve mühendislerden oluşan ekipler şehirdeki her yapıyı durum değerlendirmesi yapmak amacıyla incelemeye aldılar. Binaları hasarsız, az hasarlı, orta hasarlı ve ağır hasarlı olmak üzere dört kategori altında sınıfladılar. Bu değerlendirmenin sonucunda, her bir yapı için mülk sahiplerine çeşitli yasal ve mali haklar veren, hukuki açıdan bağlayıcı resmi hasar tespit raporları düzenlendi. Hasar tespit raporları, diğer konuların yanı sıra depremzedelerin devlet tarafından kurulmuş çadır ve konteyner kentlerde kısa süreli barınma hakkına sahip olup olmadıklarını, ayrıca TOKİ (Toplu Konut ve Kamu Ortaklığı İdaresi Başkanlığı) tarafından yapımı başlatılacak konutlara sonrasında yerleşip yerleşemeyeceklerini belirliyordu. Evleri hafif ya da orta hasar kategorisinde olan mülk sahipleri bu haklardan yararlanamayacak olsalar da maddi yardım ya da evlerinin yenilenmesi talebinde bulunabiliyorlardı.[3]

Hasar tespit raporları Van’ın “azılı” –yani hasarlı ve yıkılma riski olan– kentsel çevresiyle baş etmenin önünü açıyordu. Yine de iki taraf, yani devlet ve Van sakinleri, bu raporların ortaya koyduğu bilgileri gelecekle çok farklı şekillerde ilişkilendiriyorlardı. Devletin gözünden bakıldığında, hasar tespit raporları gelecekle ilişkili olarak bir risk paradigmasından çok, hükümet planlamasına dair bir paradigmadır. Sonuç olarak, devlet yetkilileri için hasar tespit raporları öncelikli olarak bugünü geçmişten gelen bir durum olarak belgeleme ve böylece geleceğe dair bir plan oluşturulması amacını taşıyordu. Bu yüzden şehrin halihazırdaki yıkım derecesinin belirlenmesi devlet yetkililerine, yardım çalışmalarının planlanması, maddi tazminat çerçevelerinin tasarlanması ve yeniden inşa projelerinin uygulamaya konması gibi birçok konuda yardım eder. Bu açıdan bakıldığında gelecek, öncelikle afet sonrası planlamayı gerekli kılan bir alanı oluşturur. Dolayısıyla, hasar tespit raporları yalnızca afet sonrası durumun kapsamı hakkında resmi olarak tespitler içeren belgelerdi ve mülk sahipleri için binaların geleceğe dair potansiyel bir risk taşıyıp taşımadığına dair değerlendirme niteliğinde değildiler. Tespit ekibinde çalışan bir mimarın bana söylediği gibi kendisi, mülk sahiplerine evlerine geri girmelerinin güvenli olup olmadığı konusunda açık bir şekilde herhangi bir öneride bulunmaması yönünde yetkililer tarafından uyarılmıştı. Mimarın aktardığına göre raporlar, yalnızca binaların mevcut hasar durumlarını belgeliyordu. Yapıların gelecekte olabilecek potansiyel artçı depremlerden nasıl etkileneceği bilgisi raporlarda bulunmamaktaydı. Elbette ne değerlendirmeyi yapan mimar ne de diğer uzmanlar mevcut hasarın gelecekteki riski artırmada hayati bir rolü olduğu gerçeğini reddediyordu. Nihayetinde, birçok değerlendirmeci binaların tekrardan kullanılıp kullanılmayacağına dair şahsi görüşlerini kayıtdışı olarak belirttiler. 

Emlak piyasası 2012’nin yaz döneminin ortalarına kadar neredeyse tamamen hasar tespit raporlarının varlığı (ya da yokluğu) ile belirlenmişti. Bu durum, hasarsız (ya da yalnızca az hasarlı) olarak değerlendirilen yapıların kiralarının bir hayli yükselmesiyle sonuçlandı.

Diğer bir yandan gelecek, Van sakinleri için üzerine planlar yapılması gereken bir olgudan çok istikrarsızlık ve öngörülemez tehlikelerle dolu bir alan teşkil etmekteydi. Bu yüzden şehirdeki nüfus için hasar tespit raporları devletin tam da niyet etmediği yönde bir anlam kazanmıştı: gelecekteki riski hesaplayabilmenin bir aracı. Bu sebeple de Samimian-Darash’ın “risk teknolojisi” adını verdiği şeyi oluşturuyorlardı, yani “gelecekteki belirsizliği somut ve tanıdık risklere veya başa çıkılabilir olasılıklara dönüştürme”ye yarıyorlardı.[4] Şimdinin bildirilen durumu üzerinden geleceğe dair tahmin yapmaya alan açan hasar tespit raporları, geleceği bir edim alanına, kişinin bilinçli seçimler yapabileceği(ni umduğu) bir alana dönüştürüyordu. Tam da belirsizliği başa çıkılabilir kılan bu işlevleri hasar tespit raporlarına –kesinliğe nadir rastlanan ve hasarlı binaların geleceğine dair kararların ölüm kalım meselesine dönüştüğü bir bağlamda- yazıldıkları andan itibaren olağanüstü bir otorite sağlamıştı. Bu sebeple, birçok mülk sahibi evlerine geri dönüp dönmeme kararını hasar tespit raporlarından çıkan sonuçlar üzerinden verdi, öyle ki emlak piyasası 2012’nin yaz döneminin ortalarına kadar neredeyse tamamen hasar tespit raporlarının varlığı (ya da yokluğu) ile belirlenmişti. Bu durum, hasarsız (ya da yalnızca az hasarlı) olarak değerlendirilen yapıların kiralarının bir hayli yükselmesiyle sonuçlandı.

Hasar tespit raporlarına atfedilen bu olağanüstü otorite onların eldeki tek “risk teknolojisi” olmalarından değil, aynı zamanda alanda uzman olmayanların üretemeyeceği bir uzman bilgisi niteliği taşımalarından kaynaklanıyordu. Bu nedenle bu raporların bu kadar önem ve yetki taşımasının sebebi, yalnızca riski hesap etmek için insanların ellerindeki tek aracın bunlar olmasıyla ilgili değil, aynı zamanda raporların dayandıkları tespit yöntemleriyle ilgiliydi.[5] Mülk sahipleri yapılardaki hasarları sıklıkla yalnızca ilk anda gözle görülür olana göre değerlendirmeye çalışırken, değerlendirme ekiplerinde görevli mühendis ve mimarlar binalardaki potansiyel yapısal hasarı ortaya çıkarmak adına binaların dış cephelerine rutin şekilde sondaj yaparak cephenin ve sıvanın altına inerler. Alttaki beton sütunların sağlam olup olmadığına bakmak için sıva katmanlarını kaldırır; kalite kontrollerinin yapılması, kolon ve kirişlerin statik özelliklerinin değerlendirilmesi için beton parçalarını laboratuvarlara gönderirler. Gerçek ve gerçeğin barındırdığı kesinlik, saklı olanın kamusal görünürlüğe sahip bir alana taşınmasının ortaya çıkardığı belirli bir yüzey-derinlik dinamiğinin bir sonucuydu ve ancak bilimi devreye sokan uzmanların yaratabileceği türden bir ifşaydı.

Doğal afetten siyasal afete

Risk oranının bilirkişiler ve siyasetçiler tarafından kademeli olarak dağıtılması depremin siyasallaşması sonucunu doğurdu. Depremi takip eden haftalar ve aylar boyunca depremlerin sismik kuvveti ve devletin siyasi kuvveti arasında karşılaştırmalar yapan insanlara rastlamak son derece yaygındı. Bu tür karşılaştırma egzersizlerinde bu ikisi, sahip oldukları potansiyel yıkıcı etkide neredeyse eşitlenir. Derme çatma kulübesinde çay içtiğimiz sırada komşularımdan birinin belirttiği üzere “Deprem aynı devlet gibidir! Sana öyle çarpar!” Bu ifadeyi canlandırırken, bu kırılgan yaşlı kadın güçlü bir vurma hareketi yapmış, bizi ayıran boşlukta yukarı yükselen ani bir yumruk atmıştı. Bu Kürt kadın için devlet, tıpkı deprem gibi kendini bir şiddet ve yıkım kaynağı olarak gösteriyordu.

Depremzedeler tarafından bana sıkça söylenen şeylerden bir diğeri de kendileri soğuk ve su sızdıran, sıkış tepiş çadırların içerisinde gündelik hayatlarına devam etmeye çalışırken, içinde bulundukları durumun onlara 1990’lı yılları hatırlattığıydı. O dönemde milyonlarca Kürt, köylerini terk etmeye zorlanmış ve şehirlere iltica etmiş ve deprem sonrasındakine benzer koşullarda hayatlarına devam etmek zorunda kalmışlardı. Sonuç olarak, Van sakinleri için devletin müdahil olmasıyla ilk aşamada doğal gibi görünen afetin siyasi bir afete dönüşümü, geleceğin, tehdit edici bir öngörülemezlik içermesinin ve bilirkişi raporlarının vaat ettiği kesinliğin boşa düşmesinin sebeplerinden biriydi.

* Bu yazı, yazarın daha önce yayımladığı “Ruined futures: Managing instability in post-earthquake Van (Turkey)” başlıklı makalesinin yazarın izni ve onayı dahilinde kısaltılıp Türkçeye çevrilmesiyle hazırlanmıştır. Orijinal makale için bkz. Schäfers, M. (2016). Ruined futures: Managing instability in post-earthquake Van (Turkey). Social Anthropology, 24, 228– 242.


[1] Yükseker, D. ve Kurban, D. (2009). Permanent solution to internal displacement? An assessment of the Van action plan for IDPs. TESEV.

[2] AFAD (2012). Afet raporu: Van depremi. afad.gov.tr/afet-raporu—van-depremi (Erişim tarihi: 7 Ocak 2015).

[3] Hasar tespit raporları aracılığıyla dağıtılan devlet yardımı yalnızca mülk sahiplerini kapsıyor, kiracıları dışarda bırakıyordu. Hasar tespit sürecinin bu şekilde belirli bir malvarlığı rejimine bağlanması başlı başına ayrı bir analizi hak eden bir konu olup bu makalenin kapsamını aşıyor.

[4] Samimian-Darash, L. (2013). Governing future potential biothreats: Toward an anthropology of uncertainty. Current Anthropology, 54, 1-22.

[5] Engelke, M. (2008). The objects of evidence. Journal of the Royal Anthropological Institute, 14, 1-21.

DÖN