Melike Selin Durmaz Ekenler: Müşterekler kavramıyla ilk olarak nasıl tanıştın? 

Begüm Özden Fırat: Benim müşterekler mefhumu ile tanışıklığım 2000’lerin başına tekabül ediyor. Alternatif küreselleşme hareketi içerisinde hem teorik olarak çalışılan hem de Küresel Kuzey ve Güneyin mücadelelerini ortaklaştıran bir kavram olarak tartışılıyordu. Ağırlıklı olarak Latin ve Güney Amerika yerli topluluklarının, özellikle Zapatistaların, toprak ve su gibi ortak varlıklarının ulusötesi şirketlerce gaspedilmesine karşı verdikleri mücadele kadar Kuzeyde, örneğin İngiltere’de 90’larda ortaya çıkan “sokakları geri al hareketi” gibi pek çok yeni tip hareketi adlandırmak için kullanılıyordu. Neoliberal çitlemeler, müşterekler, müşterek olanı geri almak, müşterekleri yönetmek gibi ifadeler sosyal bilimcilerin, aktivistlerin, Dünya Sosyal Forumu bildirgelerinin terminolojisine girmişti. Fakat o dönemde bu kavram seti Türkiye’deki sermaye birikim süreçleri ve toplumsal mücadeleler açısından çok anlam ifade etmiyordu. Bu nedenle bizim açımızdan teorik bir uğraş olabilirdi ancak. Benim kavramla gerçek tanışıklığım doğrudan, pratikten, sahadan, mücadele içinden ortaya çıktı. 

“Bugün içinde olduğumuz kapitalist toplumsallığın, iktisadi ilişkilerin parçası olan toplumsal ilişkilerin, kültürel dünyamızın alternatifi ne olabilir?”

2008 yılı sonunda İstanbul’a döndüğümde İMECE Toplumun Şehircilik Hareketi, çok aktif bir şekilde kentsel dönüşüme karşı duran mahallelerde çalışma yürütüyordu. Ağırlıklı olarak, uzman bilgisini mahallelerin pratik bilgisi ile buluşturmaya çalışıyorduk, mahalle odaklıydı çalışmalar. Aynı dönemde, 2009’da IMF ve Dünya Bankası’nın İstanbul’da yapılacak zirvesi için ekolojist gruplarla da bir araya gelinmişti.  Protestolar bittikten sonra Rize’nin Senoz Vadisi’nden üç-dört genç, vadide yapılacak HES’lere karşı ne yapabileceklerini konuşmak için çıkageldiler. İlk o zaman duymuştuk HES’leri. Bu tanışıklıktan daha sonra Karadeniz İsyandadır platformu ortaya çıktı. Yani aynı yıllar içerisinde bir yandan kentte mahallelerde öte taraftan da  kırda özellikle Karadeniz vadilerinde başlayan bir ortak alan mücadelesinin nüvelerini görüyorduk. 

Daha sonra, kamusal mekânların gaspedilmesi meselesi önümüze düştüğünde -pek dilini kavrayamamıştık açıkçası- ne yapacağımızı ve ne yapmamız gerektiğini bilememiştik ve o sırada, Emek Sineması mücadelesi içerisindeydik. Gittikçe büyüyen bir şeydi ve onun dilini kurmaya çalışıyorduk. Hatırlayacaksındır, metinlerle Emek Sineması’nın önünde buluştuk, “ilk öpüştüğümüz sinema”, “ilk hayal kurduğumuz yer”, “sokağa açılan kapısıyla Emek Sineması” gibi ifadelerle kentsel bellek ile bireysel belleği bir araya getirmeye çalışıyorduk, ama tam olarak da nasıl tanımlayacağımızı bilmiyorduk. Kullandığımız kavram kamusallıktı fakat bir yere kadar geliyorduk ve yetmediğini görüyorduk. Kamu/kamusal olan müşterekler kelimesine göre elbette daha tanıdık fakat tarihsel ve kültürel olarak devletle çok ilişkili olarak bilinen de bir kavram. 

Ama sonuç itibariyle Emek mücadelesinde her zaman kamu kavramını kullandık ve kamunun devlet değil kentsel mekânın kullanıcıları olduğunu vurguladık. Bir binayı geri almak değil, onun alternatifinin nasıl üretileceği, eylemin kendisi sokağı nasıl ortak bir alan hâline getiriyor, farklı mücadeleleri nasıl kesiştiriyor, gibi meseleler gündemdeydi. Örneğin o dönem özyönetim konuşmaya başladık: Eğer burayı geri alacaksak, taleplerimiz burayı bir özel şirkete ya da devlete işlettirmek olmamalıydı. “Burayı nasıl yöneteceğiz”i düşünmeye başladık, bunun tartışmasını açmaya çalıştık. Müşterekler tam da Emek’te ne yaptığımızı anlayabilmem için, doğrudan pratik içinden çıkan bir kavram oldu. 

Elbette ve iyi ki devasa bir literatür var ve bu bir ihtiyacı karşıladı aslında. HES’lerden, termik santral karşıtı mücadelelere uzanan farklı kentsel ölçeklerde, binalardan parklara yayılan bir mücadele hattını anlamamıza, kavramsallaştırmamıza yaradığı için doğrudan pratikten çıkan bir meseleydi. O dönem Özlem Işıl ve Umut Kocagöz Karadeniz vadilerinde sürmekte olan HES karşıtı mücadeleleri belgeselleştirdiler. Oradan ve mücadelelerin kendisinden çok şey öğrendik. Ekoloji Kolektifi’nin çalışmalarından da çok şey öğrendik, müşterekler kavramını hep birlikte el yordamıyla irdeledik. 

Diğer taraftan Yırca’da termik santrale karşı mücadele eden köylüleri hatırlayın. Bir Emek eylemine Yırca köylüleri ellerinde tuttukları bir dövizin fotoğrafını yollamışlardı. Şöyle diyorlardı: “Zeytin Bizim Emek’imiz.” Öte yandan yine aynı dönem Kürt hareketinin de dayanışma ekonomileri ve özyönetim meselesini tartıştığı ve pratiklerini kurmaya başladığı dönemdi. Demek ki o dönem yerel mücadeleleri ortaklaştıran adı konulmamış bir his dünyası sözkonusuydu. Adına ister müşterekler deyin isterseniz de, Karadeniz vadilerinden çıktığı gibi, yaşam alanı mücadelesi… Ortak alan savunularının 2008’den itibaren örgütlenme ve eylem biçimi ve birikimiyle, diliyle akıp vardığı ve kendi sınırlarına dayandığı yer olarak düşünebiliriz Gezi’yi. 

Müşterekler kavramının bugün için önemi ve işlevi nedir peki?

Müşterekler kavramını politik ve kavramsal bir yerden konuştuğumuzda şu işimize yarıyor: Öncelikle neoliberal sermaye birikim sürecini, tarihsel çitleme süreçleriyle sürekliliği ve farklılığı içinde kavramamıza imkân tanıyor. Burada kilit mesele çitlemeleri; toplulukların dereceli olarak piyasadan, özerkleşen toplumsal ilişkilerinden mülksüzleştiren, özel mülkiyet, piyasa ilişkisi ve disiplinini dayatan mekânsal bir rejim olarak kavramak. Dolayısıyla müşterekler denilince verili fiziki alan ya da varlıkları değil, yeniden üretim alanında toplulukların piyasadan görece özerk olarak kurageldikleri toplumsal ilişkilenme biçimlerini anlıyoruz. 

Sonra bize bir eylem veriyor, müşterekleştirme diyoruz, o alanı ortaklaştıran tarihsel toplumsal ilişkilere atıf yapabiliyoruz. Daha sonra ise iştirakçi diye bir özne veriyor bize. Dolayısıyla, müşterekler bir kavram;  ilişkilere ve süreçlere vurgu yapıyor. Diğer taraftan tarihsel bir yaklaşımı da göz önünde bulundurmak gerekiyor. Bugün halihazırda var olan ya da kurumsallaşmış müşterekleştirme pratiklerinin (bir mahalledeki dayanışmacı ilişkiler, bir meranın geleneksel kullanım biçimleri, kentsel kamusal mekânlarda gündelik hayat pratikleri vb.) tarihsel olarak nasıl kurulduğu ve kurumsallaştığı, farklı dönemsel çitleme eylemlerine karşı geliştirdikleri stratejileri, bugünün mücadelelerinin alacağı biçimi anlamamız için elzem. 

Müşterekler kavramı hem içinde bulunduğumuz dönemi analiz etmemizi, hem de tarihselleştirmemizi gerektiriyor. Bir yandan da normatif bir tarafı da var müştereklerin; belirli bir norm, ideal etrafında tartışıyoruz. Meta ilişkisinin olmaması, ticari ilişkinin olmaması, topluluk, topluluğun özyönetimci kararı, mücadelenin kesişimsel ve ilişkisel anlaşılması gibi normatif bir taraftan bahsediyorum: Bir ilkeler bütünü… Normatif düzeyde müşterekler perspektifi, topluluk odaklıdır fakat topluluğu verili olarak almaz. Eşitsizliğe, hiyerarşiye ve ayrımcılığa dayalı topluluk ilişkilerini dayanışmacı, paylaşımcı, eşitlikçi bir şekilde dönüştürmeyi; topluluğun ötekiliğe ve farklılığa açıklığını sorunsallaştırmayı merkezine alıyor. Özel mülkiyet ve metalaşma süreçlerine karşı kolektif sahiplik ve metasızlaştırma gibi ilkeleri gündeme getiriyor. Dolayısıyla, mevcut toplumsal sömürü ve tahakküm ilişkilerini yeniden üretmeyen, daha özgür ve eşit bir toplumsallaşmanın nüvelerini ortaya çıkaran, antikapitalist bir toplumsallığın öncüllerini içinde barındıran pratiklerin dönüştürücü potansiyellerini açığa çıkarmaya dayanan alternatif toplumsal ve kültürel normlar üretir. 

Bir de devrimci strateji tartışmasına kapı aralıyor müşterekler kavram seti: “Bugün içerisinde olduğumuz kapitalist toplumsallığın, iktisadi ilişkilerin içinde yer alan toplumsal ilişkilerin, kültürel dünyamızın alternatifi ne olabilir? Başka türlüsünü, bugünden nasıl kuracağız?” gibi. Son olarak etik ve politik düzeyde “ortak bir iyi yaşamın” (buen vivir) ilkesel ve pratik değerlerini üretme gayretindedir. Bu nedenle, müşterekler kavramsal seti, Arturo Escobar’ın ifadesiyle küresel ortak bir “geçiş söylemi” (transition discourse) oluşturacak potansiyele sahip.1

Hareketlerin ortaklaştırılmasından bahsettin. Kent hakkı mücadeleleri ile müştereklerin ortaklaşması üzerine ne diyebiliriz? 

Analitik olarak ayırmak zorunda kalıyoruz; bunlar ekolojik müşterekler, bunlar kentsel müşterekler gibi. Oysa elbette kırla kenti bugün ayrı ayrı düşünmemiz mümkün değil. Fakat asıl önemli olan, odağımıza müşterek olarak nitelendirebileceğimiz birtakım varlıkları ya da fiziki alanları almaktansa, o varlıkları müşterek olarak nitelendirmemizi sağlayan tarihsel toplumsal ilişkileri koymak. Bu ilişkilerin toplulukları piyasa ilişkisinden, disiplininden göreli özerkleştirdiğini, bir nevi koruduğunu söyleyebiliriz. Bu ilişkiler aşağıdakilerin ayaklarını bastıkları toplumsal zeminleri oluşturuyor. Çitleme süreçleri, bu ilişkilerin parçalanması; bizlerin, aşağıdakilerin toplumsal özneler olarak eyleme gücümüzün aşınması, kırılması anlamına geliyor. 

Türkiye’de 1950’lerde ortaya çıkan tarımda modernleşme ve arkasından hazine topraklarının ağalar tarafından gasp edilmesine dayalı bir ilk çitleme döneminden bahsedebiliriz. Bu çitleme daha az bilinen toprak işgallerine yol açıyor fakat kırdan kente göç bu sürecin en belirgin sonucu. Bugün kırdaki müşterek alanların ve ilişkilerin çitlenmesi benzer bir sürece yol açıyor gibi görünmüyor ama kentle ve kentsel çitlemelerle arasındaki ilişki sermaye açısından bakınca oldukça açık. Fakat sırf kır ve kentteki çitlemeler arasında sermaye mantığı açısından ortaklaşma olduğu için mücadelelerin de kendiliğinden ya da iradi olarak ortaklaşacağını düşünmek elbette ki bir hayal olur. Dolayısıyla evet, “kırdaki mücadele ile kentteki mücadele ortaktır”ın ötesinde de bir şey bulmak zorundayız. 

Pratikte gerçekten o mücadele hatlarını ortaklaştıracak zemini nasıl inşa edeceğimiz sorusu baki. En azından müşterekler perspektifi kır, kent, kültürel miras, tarihi miras ile bugün arasında ilişki kurmamızı sağlayan pratik bir kavram. Yine de aşırı metaforlaşma tehlikesi de var gibime geliyor. Yani “Her şey çitleniyor, her şey müşterek” gibi bir kullanıma ve boş gösterene dönüşme riski söz konusu. Bu da bizim analitik ve politik perspektifimizi daraltabiliyor. Evet, bugün bedenlerimiz de çitleniyor, zamanımız da çitleniyor ama biraz da sermaye birikim süreçleri ile birlikte düşünmek, ondan gayrı bir yere koymadan, çok metaforlaştırmadan kavramı kullanmaya çalışmak ve aynı zamanda bu müşterek alanları ve onu mümkün kılan toplumsal ilişkileri romantize etmeden tartışmaya çalışmak önemli. Hepimiz, bir şekilde, bir nevi yeni bir cemaat idealine doğru savrulurken buluyoruz kendimizi müşterekleri tartışırken. 

Daha somut bir örnekle devam edecek olursak…

Örneğin mahalle. “Bir müşterek olarak mahalle ne anlama gelir?” diye sorduğumuzda, mahalle içinde bir dizi yerel hiyerarşi ve tahakküm ilişkisini mutlaka görmemiz gerekli. Ya da mahalle içindeki mülkiyet farklılaşmasını; ki bu çok iyi kullanılıyor sermaye ve siyasi/yerel otoriteler tarafından. Kimin tapusu, kimin tapu tahsis belgesi var, kim kiracı, kim işgalci vs. Bunlar mahallenin içinde bölünmeye yol açıyor ama bir dizi kültürel tahakküm ilişkisi de var toplumsal cinsiyete dayalı, etnik ayrıma dayalı. Dolayısıyla bu alanları mümkün kılan toplumsal ilişkiler bütünü, yani geçmiş müşterekleştirme pratikleri hiyerarşilerden azade değil; yeni kuracağımız müşterekler de büyük ihtimalle azade olmayacak. 

Alternatifi, örneğin gıda üretim kooperatifleri ve tüketim kolektifleri gibi yeni pratikler üzerinden kuracağız, ama bu pratiklere atfettiğimiz değerleri de gözden geçirmemiz, eleştirel bakmamız gerekiyor gibi. Samimilik, sahilik, içtenlik, dolaysızlık gibi çok geniş anlamda mahrem alana atfedilen toplumsal değer ve ilişkilenme biçimlerine atıf var. Dolayısıyla bunun, müşterekleri dar bir topluluk ve “biz bize benzeriz”e götürecek bir tatsız yanı da var. Bu zor dönem içinde, herkesin kendi cemaatine kapanarak “huzur bulabildiği” dönem içinde, müşterekler tartışmasının bu tehlikeli tarafı iyice belirginleşiyor: Birbirine benzeyenlerin cemaatlerini inşa etme ve aynı mekânı, aynı ilişkileri paylaşanların, aynı işle uğraşanların, aynı şeyleri üretenlerin, giyinenlerin, takas edenlerin olduğu bir cemaate dönüşme ihtimali.

Bu şuna da giriyor: Belli bir yaşam kalitesine sahip olmak isteyen olası konut sahipleri veya iş dünyası içinde belli sosyal ilişkiler içinde bulunmak isteyen topluluklar gibi, değil mi? Onların da pratiklerine müşterekler diyebiliyoruz o zaman. Biz hangi müşterekleşme süreçlerinden bahsediyoruz? Bizim temel kaygılarımız, dertlerimiz ne?

Bu soruya biraz dolanarak cevap vereceğim. Müşterekler tartışmasının Gezi’den sonra hem akademide (ve dayanışma akademilerinde) hem de toplumsal hareketler alanında yaygınlaştığını söylemek mümkün. Bu başımıza gelen şeyi ya da daha doğrusu bizlerin gerçekleştirdiği bir ayaklanmayı ve “Taksim-Gezi komününü” anlamaya, onu kavramsallaştırmaya yönelik bir arayışın sonucu şüphesiz. Ve bu küresel bir arayış. 2010-13 arası dünyanın farklı coğrafyalarında ortaya çıkan eşzamanlı ayaklanmaların bir parçasıydı Gezi ve bu ayaklanma dalgası bir dizi ortak politik nitelik taşıyor: Kent merkezlerinin işgal edilmesi, farklı politik ve toplumsal grupların ortaklaşa hareket etmesi, hiyerarşisiz ve lidersiz örgütlenme biçimleri. Diğer yandan, müşterek olanın savunulması ve kurulması farklı biçimlerde her meydan hareketinin belirleyici özelliği. Bu özellik, de Angelis’in müştereklerin gelişimi olarak adlandırdığı şeye, toplulukların toplumsal yeniden üretim sorunlarını kolektif dayanışmayla çözme biçimlerindeki artışa tekabül ediyor.2 Bugün bu hareketler yenilmiş olsa da, geri çekilmiş olsa da, bir nevi kuluçka döneminde olduğunu söyleyebiliriz. 

2011-13 hareketlerinin ulusötesi bir dayanışma hissi ile malul olduğunu, müşterekler fikrinin, bu dalganın, Raymond Williams’ın tabiriyle, “doğmakta olan” duygu yapısını oluşturduğunu söyleyebiliriz. Kültürel hegemonya tartışmasına istinaden Williams bize hiçbir üretim tarzının, hiçbir egemen toplumsal düzenin bütün insan pratiğini, insan enerjisini ve insan amacını tüketemediğini söyler. Diyor ki, değişik ölçülerde olsa da özgül ilişkilerde egemen düzenin görmezden geldiği ya da bastırdığı pratik bilinç bulunur. “Doğmakta olan” ise “yeni anlamların ve değerlerin, yeni pratiklerin ve ilişkilerin yaratılması sürecidir.”3 2011-13 hareket dalgası, doğmakta olan böylesi bir küresel pratik bilince ve anlam dünyasına sahip ve müşterekler bu döneme upuygun düşen pratikler çoğulluğu öneriyor. Bu pratiklerden yeni anlamlar ve değerler neşet edebilir ve ediyor da.

Bu arayış çok farklı biçimler alıyor, alacaktır da, çünkü toplumsal bir ihtiyaca karşılık geliyor ama aynı zamanda bir his dünyasından bahsedebiliriz de. Doğrudan antikapitalist olmayan, ama var olan kapitalist toplumsallıkla uzlaşmayan, onun içeriden bir eleştirisine gebe olan. Bugün Türkiye’de sosyalist sol da bu arayışın bir parçası; dayanışma pratikleri gibi kavramlara dönülüyor, özellikle gıda alanında kooperatifleşme çalışmaları yapılıyor. Dönüyor diyorum, zira bu coğrafyada dayanışmacı ya da sosyal sol tartışmaları ve pratikleri mevcut. 

Diğer yandan elbette daha “alternatif” hayat tarzı şeklini alacak, mesela hipster biçimler alması da mümkün. Fakat daha sistematik çalışmalar, ilişkilenmeler de mevcut. Örneğin Cihangir’deki Roma Bostanı’nı düşünelim. Bir yerel mücadeleyi örgütleme, bir mekâna bakarak, odaklanarak, (Gezi’den sonra herkes kendi mahallesine döndüğünde kendi mahallesinin derdiyle hemhal olarak orayı güçlendirmesi) bir arada tutma işlevi gördü Roma Bostanı. 

Ama aynı zamanda orada üretim yapmak, üretim yapmayı öğrenmek, mahallenden kendi yetiştirdiğin ürünü çıkarıp almak ve bunun yanında yetiştirilen ürünleri Tarlabaşı’ndaki Göçmen Dayanışma Mutfağı’na götürerek orada yaşayan Suriyeli, Afrikalı göçmenlerle birlikte pişirmek… Yardımseverliğin ötesinde, piyasa dışı bir ilişkilenme, dayanışma ilişkisi görüyoruz burada. Bunlar hakikaten küçük ölçekli örnekler ama yine de iyi örnekler. Günün sonunda bugün hâlâ nefes alabilecek zeminlere de ihtiyacımız var. Bu zeminleri tutmak, onları büyütmeye çalışmak, onları ilişkilendirmek hâlâ kıymetli.

Fakat bu pratikleri nihai formlar olarak düşünmemek gerekli. Bunlar arayışlar, dediğim gibi. Fırat Genç’le yazdığımız bir yazıda belirttiğimiz gibi bu pratikleri, neoliberal çitlemelerin yol açtığı toplumsal parçalanmayı aşacak, farklı toplumsal kesimlerin deneyimlerini ortaklaştıracak, birbirine tercüme edecek biçimler olarak düşünüyoruz.4 Buradan nasıl bir politik form ve siyasi özne çıkacağını bilmiyoruz ama deneyerek görmek durumundayız.

Müşterekler kavramını bu kadar güncel kılan bir sebep de ekonomik ve sosyal paradigma değişimine duyulan ihtiyaç olabilir mi? 

Bir ihtiyaca cevap verdiğini düşünebiliriz aslında. Müşterekleri konuşmak, itibarsızlaştırılmış anlamıyla kulağa bir ütopya gibi gelebilir ama bugün ihtiyacımız olan şey, çok uzun zamandır yapamadığımız bir şey. En daraltılmış hâliyle Gezi sonrasında diyelim, çok pratikçilik, çok fazla iş üretme, koşturma, her tarafa laf söylemeye çalışma, minimum tefekkür maksimum pratikçilik söz konusuydu. Şimdi ise zorunlu bir duraklama içerisinde kolektif tefekküre, tartışmaya, neyi yaptığımızı, neyi yapamadığımızı, neyi yapabileceğimizi tartışmaya hâlâ ihtiyacımız var bence. Böyle “zor zamanlarda” bu alanları kuluçka gibi görmek lazım: güç biriktirdiğin, düşündüğün, akademik üretim de yaptığın ama asıl pratiği nasıl kuracağına dair güç biriktirdiğin, geriye dönük de ne yaptığını tartışmak zorunda olduğun bir dönem. Bu yüzden böyle zeminler lüks değil, doğrudan ihtiyaca karşılık veren zeminler. 

Diğer yandan neoliberal kapitalizmin kendi iktisadi krizini aşmaya yönelik bir hamle olarak neoliberal çitlemelerden bahsediyoruz. Fakat karşı karşıya olduğumuz sadece küresel iktisadi bir kriz değil, ekolojik ve toplumsal ama bence daha önemlisi etik bir krizle karşı karşıyayız. Toplumsal ilişkinin neye benzemesi gerektiğine, doğayla kurulan ilişkinin ne olduğuna, hayvanla kurulan, birbirimizle kurulan ilişkinin ne olduğuna, işin ne olduğuna dair de bir kriz söz konusu ve biz bunları çok somut, kısa devreler olarak görüyoruz. Yeşil Yol’a karşı çıkışları hatırlayalım. “Devlet kimdir? Devlet biziz.” denilen nokta bence büyük bir politik kriz ama bence etik bir krize de işaret ediyor. Toprakla kurulan ilişkinin dönüşümü, metalaşması, onun getirdiği yabancılaşma vs. sadece Karadeniz’de yaşanmıyor. Ya da toplumsal alanda yaşanan parçalanma… Yukarıda bahsettiğim yazıda, Fırat Genç’le birlikte hep bunu vurgulamaya çalışıyoruz: Bizi bir arada tutan sosyalizasyon ağları bizi güçlü kılan alanlar ve politik kapasitelerimizi de buradan inşa ediyoruz. Mekânsal parçalanma, bu kapasitelerin aşınması ile politik bir krize de yol açıyor. David Harvey ile birlikte düşündüğümüzde mülksüzleşme kavramı iktisadi olarak anlaşılıyor, ama bunun dışında etik bir kriz de sözkonusu: İyi yaşam, doğru yaşam nedir? Nasıl bir arada yaşayacağız? Meta dışı ilişkileri nasıl başka türlü kurmaya çalışacağız? 

Diğer yandan evet, bugün Türkiye’de var olan toplumsal ve politik kriz artık kültürel bir kriz (kültür savaşı gibi) yaratılarak aşılamayacak şekilde görünüyor. İktidarın da bunu aşacak yeni mekânsal stratejileri olabilir: Örneğin millet bahçelerini ya da millet kıraathanelerini bir nevi yerli ve milli müşterekler olarak düşünebiliriz.

Pratik olarak nerede ve nasıl başlayabilir peki müşterekleşme süreci?

Sevdiğim bir sözcük var: mesullenme. Express’in bir sayısında, Kazova işçileri ile ilk işgal zamanlarında yapılan bir röportajda işçilerden birinin neden işgal eylemine katıldığını anlatırken kullandığı bir ifadeydi. Mealen şöyle diyordu Dursun Ceylan: “Ben her şeyden mesulleniyorum. Küçüklüğümden beri böyleyim. Kendimden, ailemden, etrafımdan mesulleniyorum.”5 Daha sonra Express bu kelimeyi merama taşıdı ve bir sayısında tartışıyor, mesullenme ve meclislenme diyerek. Bence çok yerinde bir kelime. Kendinden mesullenmek ama kentinden de mesullenmek. Kolay iş değil, evet. Gezi’de hareketin yükseldiği süreçte boyanan merdivenlerden herkes mesulleniyordu örneğin. İnsanlar önce kendi hayatından değil, etrafında olan biten her şeyden bizzat mesullenip müdahil oluyordu. Forumlar, dayanışmalar, mahalle ölçeğinde ve daha büyük ölçekte her türlü yıkıma karşı bir araya geliyorlardı. Parklar, bostanlar, bahçeler mesulleniliyordu, müşterekleştiriliyordu. Çünkü hareket yükseliş döneminde ardını, yerel ölçekte mesullenme deneyimlerini birlikte getiriyordu. 

Şimdi hareketin geri çekiliş dönemindeyiz ve mesullenmek zor bir iş. Belki bunu yaratacak küçük alanları hâlâ mümkün kılmaya devam ederken kurumsallaşma üzerine de düşünmemiz lazım. Belediye ele geçirilmesi gereken bir yerel yönetim belki; üzerine düşülmesi ve tamamen bir kenara bırakılmaması gerekiyor. Ama daha küçük ölçeklerde de kurumsallaşmanın ötesinde, özyönetim mekanizmalarının nasıl kurulacağına dair kafa yormak gerekiyor. Çünkü müşterekler, içinde şunu da barındırıyor: Nasıl yöneteceğiz? Su müşterekse, suyu nasıl ortaklaşa yöneteceğiz? İştirakçi olmak, hiç uzman olmadığın konularda bile kafa yormak anlamına geliyor aslında. Birtakım bedensel rutinleri, sıkıcı işleri (kooperatifçilik gibi) birinin uzmanlığına bırakmadan herkesin yaptığı bir mesullenme formülünden bahsediyorsak, bu hakikaten yorucu ve adanmışlık gerektiren bir şey. Bu bir özneleşme süreci ve kolay iş de değil her şeyden mesullenmek ve hayatı müşterekleştirmek. 


1- Escobar, A. (2015) “Commons in the Pluriverse”, Patterns of Commoning içinde, haz. D. Bollier ve S. Helfrich, The Commons Strategies Group, Amherst, MA: s. 348-360.

2- De Angelis, M. (2017) “Krizler, Hareketler ve Müşterekler”, Herkesin Herkes için: Müşterekler Üzerine Eleştirel bir Antoloji içinde, haz. F. Adaman, B. Akbulut ve U. Kocagöz, İstanbul: Metis Yayınları, s. 250-278.

3- Williams, R. (1990) “Egemen, Kalıntısal, Doğmakta Olan”, Marksizm ve Edebiyat, İstanbul: Adam Yayınları 

4- Fırat, B. Ö. ve F. Genç (2015) “Strateji Tartışmasına Katkı: Müşterekler Politikasının Güncelliği” Başlangıç, 3: 137-47.

5- Express (2013), sayı:138

Melike Selin Durmaz Ekenler: Müşterekler kavramıyla ilk olarak nasıl tanıştın? 

Begüm Özden Fırat: Benim müşterekler mefhumu ile tanışıklığım 2000’lerin başına tekabül ediyor. Alternatif küreselleşme hareketi içerisinde hem teorik olarak çalışılan hem de Küresel Kuzey ve Güneyin mücadelelerini ortaklaştıran bir kavram olarak tartışılıyordu. Ağırlıklı olarak Latin ve Güney Amerika yerli topluluklarının, özellikle Zapatistaların, toprak ve su gibi ortak varlıklarının ulusötesi şirketlerce gaspedilmesine karşı verdikleri mücadele kadar Kuzeyde, örneğin İngiltere’de 90’larda ortaya çıkan “sokakları geri al hareketi” gibi pek çok yeni tip hareketi adlandırmak için kullanılıyordu. Neoliberal çitlemeler, müşterekler, müşterek olanı geri almak, müşterekleri yönetmek gibi ifadeler sosyal bilimcilerin, aktivistlerin, Dünya Sosyal Forumu bildirgelerinin terminolojisine girmişti. Fakat o dönemde bu kavram seti Türkiye’deki sermaye birikim süreçleri ve toplumsal mücadeleler açısından çok anlam ifade etmiyordu. Bu nedenle bizim açımızdan teorik bir uğraş olabilirdi ancak. Benim kavramla gerçek tanışıklığım doğrudan, pratikten, sahadan, mücadele içinden ortaya çıktı. 

“Bugün içinde olduğumuz kapitalist toplumsallığın, iktisadi ilişkilerin parçası olan toplumsal ilişkilerin, kültürel dünyamızın alternatifi ne olabilir?”

2008 yılı sonunda İstanbul’a döndüğümde İMECE Toplumun Şehircilik Hareketi, çok aktif bir şekilde kentsel dönüşüme karşı duran mahallelerde çalışma yürütüyordu. Ağırlıklı olarak, uzman bilgisini mahallelerin pratik bilgisi ile buluşturmaya çalışıyorduk, mahalle odaklıydı çalışmalar. Aynı dönemde, 2009’da IMF ve Dünya Bankası’nın İstanbul’da yapılacak zirvesi için ekolojist gruplarla da bir araya gelinmişti.  Protestolar bittikten sonra Rize’nin Senoz Vadisi’nden üç-dört genç, vadide yapılacak HES’lere karşı ne yapabileceklerini konuşmak için çıkageldiler. İlk o zaman duymuştuk HES’leri. Bu tanışıklıktan daha sonra Karadeniz İsyandadır platformu ortaya çıktı. Yani aynı yıllar içerisinde bir yandan kentte mahallelerde öte taraftan da  kırda özellikle Karadeniz vadilerinde başlayan bir ortak alan mücadelesinin nüvelerini görüyorduk. 

Daha sonra, kamusal mekânların gaspedilmesi meselesi önümüze düştüğünde -pek dilini kavrayamamıştık açıkçası- ne yapacağımızı ve ne yapmamız gerektiğini bilememiştik ve o sırada, Emek Sineması mücadelesi içerisindeydik. Gittikçe büyüyen bir şeydi ve onun dilini kurmaya çalışıyorduk. Hatırlayacaksındır, metinlerle Emek Sineması’nın önünde buluştuk, “ilk öpüştüğümüz sinema”, “ilk hayal kurduğumuz yer”, “sokağa açılan kapısıyla Emek Sineması” gibi ifadelerle kentsel bellek ile bireysel belleği bir araya getirmeye çalışıyorduk, ama tam olarak da nasıl tanımlayacağımızı bilmiyorduk. Kullandığımız kavram kamusallıktı fakat bir yere kadar geliyorduk ve yetmediğini görüyorduk. Kamu/kamusal olan müşterekler kelimesine göre elbette daha tanıdık fakat tarihsel ve kültürel olarak devletle çok ilişkili olarak bilinen de bir kavram. 

Ama sonuç itibariyle Emek mücadelesinde her zaman kamu kavramını kullandık ve kamunun devlet değil kentsel mekânın kullanıcıları olduğunu vurguladık. Bir binayı geri almak değil, onun alternatifinin nasıl üretileceği, eylemin kendisi sokağı nasıl ortak bir alan hâline getiriyor, farklı mücadeleleri nasıl kesiştiriyor, gibi meseleler gündemdeydi. Örneğin o dönem özyönetim konuşmaya başladık: Eğer burayı geri alacaksak, taleplerimiz burayı bir özel şirkete ya da devlete işlettirmek olmamalıydı. “Burayı nasıl yöneteceğiz”i düşünmeye başladık, bunun tartışmasını açmaya çalıştık. Müşterekler tam da Emek’te ne yaptığımızı anlayabilmem için, doğrudan pratik içinden çıkan bir kavram oldu. 

Elbette ve iyi ki devasa bir literatür var ve bu bir ihtiyacı karşıladı aslında. HES’lerden, termik santral karşıtı mücadelelere uzanan farklı kentsel ölçeklerde, binalardan parklara yayılan bir mücadele hattını anlamamıza, kavramsallaştırmamıza yaradığı için doğrudan pratikten çıkan bir meseleydi. O dönem Özlem Işıl ve Umut Kocagöz Karadeniz vadilerinde sürmekte olan HES karşıtı mücadeleleri belgeselleştirdiler. Oradan ve mücadelelerin kendisinden çok şey öğrendik. Ekoloji Kolektifi’nin çalışmalarından da çok şey öğrendik, müşterekler kavramını hep birlikte el yordamıyla irdeledik. 

Diğer taraftan Yırca’da termik santrale karşı mücadele eden köylüleri hatırlayın. Bir Emek eylemine Yırca köylüleri ellerinde tuttukları bir dövizin fotoğrafını yollamışlardı. Şöyle diyorlardı: “Zeytin Bizim Emek’imiz.” Öte yandan yine aynı dönem Kürt hareketinin de dayanışma ekonomileri ve özyönetim meselesini tartıştığı ve pratiklerini kurmaya başladığı dönemdi. Demek ki o dönem yerel mücadeleleri ortaklaştıran adı konulmamış bir his dünyası sözkonusuydu. Adına ister müşterekler deyin isterseniz de, Karadeniz vadilerinden çıktığı gibi, yaşam alanı mücadelesi… Ortak alan savunularının 2008’den itibaren örgütlenme ve eylem biçimi ve birikimiyle, diliyle akıp vardığı ve kendi sınırlarına dayandığı yer olarak düşünebiliriz Gezi’yi. 

Müşterekler kavramının bugün için önemi ve işlevi nedir peki?

Müşterekler kavramını politik ve kavramsal bir yerden konuştuğumuzda şu işimize yarıyor: Öncelikle neoliberal sermaye birikim sürecini, tarihsel çitleme süreçleriyle sürekliliği ve farklılığı içinde kavramamıza imkân tanıyor. Burada kilit mesele çitlemeleri; toplulukların dereceli olarak piyasadan, özerkleşen toplumsal ilişkilerinden mülksüzleştiren, özel mülkiyet, piyasa ilişkisi ve disiplinini dayatan mekânsal bir rejim olarak kavramak. Dolayısıyla müşterekler denilince verili fiziki alan ya da varlıkları değil, yeniden üretim alanında toplulukların piyasadan görece özerk olarak kurageldikleri toplumsal ilişkilenme biçimlerini anlıyoruz. 

Sonra bize bir eylem veriyor, müşterekleştirme diyoruz, o alanı ortaklaştıran tarihsel toplumsal ilişkilere atıf yapabiliyoruz. Daha sonra ise iştirakçi diye bir özne veriyor bize. Dolayısıyla, müşterekler bir kavram;  ilişkilere ve süreçlere vurgu yapıyor. Diğer taraftan tarihsel bir yaklaşımı da göz önünde bulundurmak gerekiyor. Bugün halihazırda var olan ya da kurumsallaşmış müşterekleştirme pratiklerinin (bir mahalledeki dayanışmacı ilişkiler, bir meranın geleneksel kullanım biçimleri, kentsel kamusal mekânlarda gündelik hayat pratikleri vb.) tarihsel olarak nasıl kurulduğu ve kurumsallaştığı, farklı dönemsel çitleme eylemlerine karşı geliştirdikleri stratejileri, bugünün mücadelelerinin alacağı biçimi anlamamız için elzem. 

Müşterekler kavramı hem içinde bulunduğumuz dönemi analiz etmemizi, hem de tarihselleştirmemizi gerektiriyor. Bir yandan da normatif bir tarafı da var müştereklerin; belirli bir norm, ideal etrafında tartışıyoruz. Meta ilişkisinin olmaması, ticari ilişkinin olmaması, topluluk, topluluğun özyönetimci kararı, mücadelenin kesişimsel ve ilişkisel anlaşılması gibi normatif bir taraftan bahsediyorum: Bir ilkeler bütünü… Normatif düzeyde müşterekler perspektifi, topluluk odaklıdır fakat topluluğu verili olarak almaz. Eşitsizliğe, hiyerarşiye ve ayrımcılığa dayalı topluluk ilişkilerini dayanışmacı, paylaşımcı, eşitlikçi bir şekilde dönüştürmeyi; topluluğun ötekiliğe ve farklılığa açıklığını sorunsallaştırmayı merkezine alıyor. Özel mülkiyet ve metalaşma süreçlerine karşı kolektif sahiplik ve metasızlaştırma gibi ilkeleri gündeme getiriyor. Dolayısıyla, mevcut toplumsal sömürü ve tahakküm ilişkilerini yeniden üretmeyen, daha özgür ve eşit bir toplumsallaşmanın nüvelerini ortaya çıkaran, antikapitalist bir toplumsallığın öncüllerini içinde barındıran pratiklerin dönüştürücü potansiyellerini açığa çıkarmaya dayanan alternatif toplumsal ve kültürel normlar üretir. 

Bir de devrimci strateji tartışmasına kapı aralıyor müşterekler kavram seti: “Bugün içerisinde olduğumuz kapitalist toplumsallığın, iktisadi ilişkilerin içinde yer alan toplumsal ilişkilerin, kültürel dünyamızın alternatifi ne olabilir? Başka türlüsünü, bugünden nasıl kuracağız?” gibi. Son olarak etik ve politik düzeyde “ortak bir iyi yaşamın” (buen vivir) ilkesel ve pratik değerlerini üretme gayretindedir. Bu nedenle, müşterekler kavramsal seti, Arturo Escobar’ın ifadesiyle küresel ortak bir “geçiş söylemi” (transition discourse) oluşturacak potansiyele sahip.1

Hareketlerin ortaklaştırılmasından bahsettin. Kent hakkı mücadeleleri ile müştereklerin ortaklaşması üzerine ne diyebiliriz? 

Analitik olarak ayırmak zorunda kalıyoruz; bunlar ekolojik müşterekler, bunlar kentsel müşterekler gibi. Oysa elbette kırla kenti bugün ayrı ayrı düşünmemiz mümkün değil. Fakat asıl önemli olan, odağımıza müşterek olarak nitelendirebileceğimiz birtakım varlıkları ya da fiziki alanları almaktansa, o varlıkları müşterek olarak nitelendirmemizi sağlayan tarihsel toplumsal ilişkileri koymak. Bu ilişkilerin toplulukları piyasa ilişkisinden, disiplininden göreli özerkleştirdiğini, bir nevi koruduğunu söyleyebiliriz. Bu ilişkiler aşağıdakilerin ayaklarını bastıkları toplumsal zeminleri oluşturuyor. Çitleme süreçleri, bu ilişkilerin parçalanması; bizlerin, aşağıdakilerin toplumsal özneler olarak eyleme gücümüzün aşınması, kırılması anlamına geliyor. 

Türkiye’de 1950’lerde ortaya çıkan tarımda modernleşme ve arkasından hazine topraklarının ağalar tarafından gasp edilmesine dayalı bir ilk çitleme döneminden bahsedebiliriz. Bu çitleme daha az bilinen toprak işgallerine yol açıyor fakat kırdan kente göç bu sürecin en belirgin sonucu. Bugün kırdaki müşterek alanların ve ilişkilerin çitlenmesi benzer bir sürece yol açıyor gibi görünmüyor ama kentle ve kentsel çitlemelerle arasındaki ilişki sermaye açısından bakınca oldukça açık. Fakat sırf kır ve kentteki çitlemeler arasında sermaye mantığı açısından ortaklaşma olduğu için mücadelelerin de kendiliğinden ya da iradi olarak ortaklaşacağını düşünmek elbette ki bir hayal olur. Dolayısıyla evet, “kırdaki mücadele ile kentteki mücadele ortaktır”ın ötesinde de bir şey bulmak zorundayız. 

Pratikte gerçekten o mücadele hatlarını ortaklaştıracak zemini nasıl inşa edeceğimiz sorusu baki. En azından müşterekler perspektifi kır, kent, kültürel miras, tarihi miras ile bugün arasında ilişki kurmamızı sağlayan pratik bir kavram. Yine de aşırı metaforlaşma tehlikesi de var gibime geliyor. Yani “Her şey çitleniyor, her şey müşterek” gibi bir kullanıma ve boş gösterene dönüşme riski söz konusu. Bu da bizim analitik ve politik perspektifimizi daraltabiliyor. Evet, bugün bedenlerimiz de çitleniyor, zamanımız da çitleniyor ama biraz da sermaye birikim süreçleri ile birlikte düşünmek, ondan gayrı bir yere koymadan, çok metaforlaştırmadan kavramı kullanmaya çalışmak ve aynı zamanda bu müşterek alanları ve onu mümkün kılan toplumsal ilişkileri romantize etmeden tartışmaya çalışmak önemli. Hepimiz, bir şekilde, bir nevi yeni bir cemaat idealine doğru savrulurken buluyoruz kendimizi müşterekleri tartışırken. 

Daha somut bir örnekle devam edecek olursak…

Örneğin mahalle. “Bir müşterek olarak mahalle ne anlama gelir?” diye sorduğumuzda, mahalle içinde bir dizi yerel hiyerarşi ve tahakküm ilişkisini mutlaka görmemiz gerekli. Ya da mahalle içindeki mülkiyet farklılaşmasını; ki bu çok iyi kullanılıyor sermaye ve siyasi/yerel otoriteler tarafından. Kimin tapusu, kimin tapu tahsis belgesi var, kim kiracı, kim işgalci vs. Bunlar mahallenin içinde bölünmeye yol açıyor ama bir dizi kültürel tahakküm ilişkisi de var toplumsal cinsiyete dayalı, etnik ayrıma dayalı. Dolayısıyla bu alanları mümkün kılan toplumsal ilişkiler bütünü, yani geçmiş müşterekleştirme pratikleri hiyerarşilerden azade değil; yeni kuracağımız müşterekler de büyük ihtimalle azade olmayacak. 

Alternatifi, örneğin gıda üretim kooperatifleri ve tüketim kolektifleri gibi yeni pratikler üzerinden kuracağız, ama bu pratiklere atfettiğimiz değerleri de gözden geçirmemiz, eleştirel bakmamız gerekiyor gibi. Samimilik, sahilik, içtenlik, dolaysızlık gibi çok geniş anlamda mahrem alana atfedilen toplumsal değer ve ilişkilenme biçimlerine atıf var. Dolayısıyla bunun, müşterekleri dar bir topluluk ve “biz bize benzeriz”e götürecek bir tatsız yanı da var. Bu zor dönem içinde, herkesin kendi cemaatine kapanarak “huzur bulabildiği” dönem içinde, müşterekler tartışmasının bu tehlikeli tarafı iyice belirginleşiyor: Birbirine benzeyenlerin cemaatlerini inşa etme ve aynı mekânı, aynı ilişkileri paylaşanların, aynı işle uğraşanların, aynı şeyleri üretenlerin, giyinenlerin, takas edenlerin olduğu bir cemaate dönüşme ihtimali.

Bu şuna da giriyor: Belli bir yaşam kalitesine sahip olmak isteyen olası konut sahipleri veya iş dünyası içinde belli sosyal ilişkiler içinde bulunmak isteyen topluluklar gibi, değil mi? Onların da pratiklerine müşterekler diyebiliyoruz o zaman. Biz hangi müşterekleşme süreçlerinden bahsediyoruz? Bizim temel kaygılarımız, dertlerimiz ne?

Bu soruya biraz dolanarak cevap vereceğim. Müşterekler tartışmasının Gezi’den sonra hem akademide (ve dayanışma akademilerinde) hem de toplumsal hareketler alanında yaygınlaştığını söylemek mümkün. Bu başımıza gelen şeyi ya da daha doğrusu bizlerin gerçekleştirdiği bir ayaklanmayı ve “Taksim-Gezi komününü” anlamaya, onu kavramsallaştırmaya yönelik bir arayışın sonucu şüphesiz. Ve bu küresel bir arayış. 2010-13 arası dünyanın farklı coğrafyalarında ortaya çıkan eşzamanlı ayaklanmaların bir parçasıydı Gezi ve bu ayaklanma dalgası bir dizi ortak politik nitelik taşıyor: Kent merkezlerinin işgal edilmesi, farklı politik ve toplumsal grupların ortaklaşa hareket etmesi, hiyerarşisiz ve lidersiz örgütlenme biçimleri. Diğer yandan, müşterek olanın savunulması ve kurulması farklı biçimlerde her meydan hareketinin belirleyici özelliği. Bu özellik, de Angelis’in müştereklerin gelişimi olarak adlandırdığı şeye, toplulukların toplumsal yeniden üretim sorunlarını kolektif dayanışmayla çözme biçimlerindeki artışa tekabül ediyor.2 Bugün bu hareketler yenilmiş olsa da, geri çekilmiş olsa da, bir nevi kuluçka döneminde olduğunu söyleyebiliriz. 

2011-13 hareketlerinin ulusötesi bir dayanışma hissi ile malul olduğunu, müşterekler fikrinin, bu dalganın, Raymond Williams’ın tabiriyle, “doğmakta olan” duygu yapısını oluşturduğunu söyleyebiliriz. Kültürel hegemonya tartışmasına istinaden Williams bize hiçbir üretim tarzının, hiçbir egemen toplumsal düzenin bütün insan pratiğini, insan enerjisini ve insan amacını tüketemediğini söyler. Diyor ki, değişik ölçülerde olsa da özgül ilişkilerde egemen düzenin görmezden geldiği ya da bastırdığı pratik bilinç bulunur. “Doğmakta olan” ise “yeni anlamların ve değerlerin, yeni pratiklerin ve ilişkilerin yaratılması sürecidir.”3 2011-13 hareket dalgası, doğmakta olan böylesi bir küresel pratik bilince ve anlam dünyasına sahip ve müşterekler bu döneme upuygun düşen pratikler çoğulluğu öneriyor. Bu pratiklerden yeni anlamlar ve değerler neşet edebilir ve ediyor da.

Bu arayış çok farklı biçimler alıyor, alacaktır da, çünkü toplumsal bir ihtiyaca karşılık geliyor ama aynı zamanda bir his dünyasından bahsedebiliriz de. Doğrudan antikapitalist olmayan, ama var olan kapitalist toplumsallıkla uzlaşmayan, onun içeriden bir eleştirisine gebe olan. Bugün Türkiye’de sosyalist sol da bu arayışın bir parçası; dayanışma pratikleri gibi kavramlara dönülüyor, özellikle gıda alanında kooperatifleşme çalışmaları yapılıyor. Dönüyor diyorum, zira bu coğrafyada dayanışmacı ya da sosyal sol tartışmaları ve pratikleri mevcut. 

Diğer yandan elbette daha “alternatif” hayat tarzı şeklini alacak, mesela hipster biçimler alması da mümkün. Fakat daha sistematik çalışmalar, ilişkilenmeler de mevcut. Örneğin Cihangir’deki Roma Bostanı’nı düşünelim. Bir yerel mücadeleyi örgütleme, bir mekâna bakarak, odaklanarak, (Gezi’den sonra herkes kendi mahallesine döndüğünde kendi mahallesinin derdiyle hemhal olarak orayı güçlendirmesi) bir arada tutma işlevi gördü Roma Bostanı. 

Ama aynı zamanda orada üretim yapmak, üretim yapmayı öğrenmek, mahallenden kendi yetiştirdiğin ürünü çıkarıp almak ve bunun yanında yetiştirilen ürünleri Tarlabaşı’ndaki Göçmen Dayanışma Mutfağı’na götürerek orada yaşayan Suriyeli, Afrikalı göçmenlerle birlikte pişirmek… Yardımseverliğin ötesinde, piyasa dışı bir ilişkilenme, dayanışma ilişkisi görüyoruz burada. Bunlar hakikaten küçük ölçekli örnekler ama yine de iyi örnekler. Günün sonunda bugün hâlâ nefes alabilecek zeminlere de ihtiyacımız var. Bu zeminleri tutmak, onları büyütmeye çalışmak, onları ilişkilendirmek hâlâ kıymetli.

Fakat bu pratikleri nihai formlar olarak düşünmemek gerekli. Bunlar arayışlar, dediğim gibi. Fırat Genç’le yazdığımız bir yazıda belirttiğimiz gibi bu pratikleri, neoliberal çitlemelerin yol açtığı toplumsal parçalanmayı aşacak, farklı toplumsal kesimlerin deneyimlerini ortaklaştıracak, birbirine tercüme edecek biçimler olarak düşünüyoruz.4 Buradan nasıl bir politik form ve siyasi özne çıkacağını bilmiyoruz ama deneyerek görmek durumundayız.

Müşterekler kavramını bu kadar güncel kılan bir sebep de ekonomik ve sosyal paradigma değişimine duyulan ihtiyaç olabilir mi? 

Bir ihtiyaca cevap verdiğini düşünebiliriz aslında. Müşterekleri konuşmak, itibarsızlaştırılmış anlamıyla kulağa bir ütopya gibi gelebilir ama bugün ihtiyacımız olan şey, çok uzun zamandır yapamadığımız bir şey. En daraltılmış hâliyle Gezi sonrasında diyelim, çok pratikçilik, çok fazla iş üretme, koşturma, her tarafa laf söylemeye çalışma, minimum tefekkür maksimum pratikçilik söz konusuydu. Şimdi ise zorunlu bir duraklama içerisinde kolektif tefekküre, tartışmaya, neyi yaptığımızı, neyi yapamadığımızı, neyi yapabileceğimizi tartışmaya hâlâ ihtiyacımız var bence. Böyle “zor zamanlarda” bu alanları kuluçka gibi görmek lazım: güç biriktirdiğin, düşündüğün, akademik üretim de yaptığın ama asıl pratiği nasıl kuracağına dair güç biriktirdiğin, geriye dönük de ne yaptığını tartışmak zorunda olduğun bir dönem. Bu yüzden böyle zeminler lüks değil, doğrudan ihtiyaca karşılık veren zeminler. 

Diğer yandan neoliberal kapitalizmin kendi iktisadi krizini aşmaya yönelik bir hamle olarak neoliberal çitlemelerden bahsediyoruz. Fakat karşı karşıya olduğumuz sadece küresel iktisadi bir kriz değil, ekolojik ve toplumsal ama bence daha önemlisi etik bir krizle karşı karşıyayız. Toplumsal ilişkinin neye benzemesi gerektiğine, doğayla kurulan ilişkinin ne olduğuna, hayvanla kurulan, birbirimizle kurulan ilişkinin ne olduğuna, işin ne olduğuna dair de bir kriz söz konusu ve biz bunları çok somut, kısa devreler olarak görüyoruz. Yeşil Yol’a karşı çıkışları hatırlayalım. “Devlet kimdir? Devlet biziz.” denilen nokta bence büyük bir politik kriz ama bence etik bir krize de işaret ediyor. Toprakla kurulan ilişkinin dönüşümü, metalaşması, onun getirdiği yabancılaşma vs. sadece Karadeniz’de yaşanmıyor. Ya da toplumsal alanda yaşanan parçalanma… Yukarıda bahsettiğim yazıda, Fırat Genç’le birlikte hep bunu vurgulamaya çalışıyoruz: Bizi bir arada tutan sosyalizasyon ağları bizi güçlü kılan alanlar ve politik kapasitelerimizi de buradan inşa ediyoruz. Mekânsal parçalanma, bu kapasitelerin aşınması ile politik bir krize de yol açıyor. David Harvey ile birlikte düşündüğümüzde mülksüzleşme kavramı iktisadi olarak anlaşılıyor, ama bunun dışında etik bir kriz de sözkonusu: İyi yaşam, doğru yaşam nedir? Nasıl bir arada yaşayacağız? Meta dışı ilişkileri nasıl başka türlü kurmaya çalışacağız? 

Diğer yandan evet, bugün Türkiye’de var olan toplumsal ve politik kriz artık kültürel bir kriz (kültür savaşı gibi) yaratılarak aşılamayacak şekilde görünüyor. İktidarın da bunu aşacak yeni mekânsal stratejileri olabilir: Örneğin millet bahçelerini ya da millet kıraathanelerini bir nevi yerli ve milli müşterekler olarak düşünebiliriz.

Pratik olarak nerede ve nasıl başlayabilir peki müşterekleşme süreci?

Sevdiğim bir sözcük var: mesullenme. Express’in bir sayısında, Kazova işçileri ile ilk işgal zamanlarında yapılan bir röportajda işçilerden birinin neden işgal eylemine katıldığını anlatırken kullandığı bir ifadeydi. Mealen şöyle diyordu Dursun Ceylan: “Ben her şeyden mesulleniyorum. Küçüklüğümden beri böyleyim. Kendimden, ailemden, etrafımdan mesulleniyorum.”5 Daha sonra Express bu kelimeyi merama taşıdı ve bir sayısında tartışıyor, mesullenme ve meclislenme diyerek. Bence çok yerinde bir kelime. Kendinden mesullenmek ama kentinden de mesullenmek. Kolay iş değil, evet. Gezi’de hareketin yükseldiği süreçte boyanan merdivenlerden herkes mesulleniyordu örneğin. İnsanlar önce kendi hayatından değil, etrafında olan biten her şeyden bizzat mesullenip müdahil oluyordu. Forumlar, dayanışmalar, mahalle ölçeğinde ve daha büyük ölçekte her türlü yıkıma karşı bir araya geliyorlardı. Parklar, bostanlar, bahçeler mesulleniliyordu, müşterekleştiriliyordu. Çünkü hareket yükseliş döneminde ardını, yerel ölçekte mesullenme deneyimlerini birlikte getiriyordu. 

Şimdi hareketin geri çekiliş dönemindeyiz ve mesullenmek zor bir iş. Belki bunu yaratacak küçük alanları hâlâ mümkün kılmaya devam ederken kurumsallaşma üzerine de düşünmemiz lazım. Belediye ele geçirilmesi gereken bir yerel yönetim belki; üzerine düşülmesi ve tamamen bir kenara bırakılmaması gerekiyor. Ama daha küçük ölçeklerde de kurumsallaşmanın ötesinde, özyönetim mekanizmalarının nasıl kurulacağına dair kafa yormak gerekiyor. Çünkü müşterekler, içinde şunu da barındırıyor: Nasıl yöneteceğiz? Su müşterekse, suyu nasıl ortaklaşa yöneteceğiz? İştirakçi olmak, hiç uzman olmadığın konularda bile kafa yormak anlamına geliyor aslında. Birtakım bedensel rutinleri, sıkıcı işleri (kooperatifçilik gibi) birinin uzmanlığına bırakmadan herkesin yaptığı bir mesullenme formülünden bahsediyorsak, bu hakikaten yorucu ve adanmışlık gerektiren bir şey. Bu bir özneleşme süreci ve kolay iş de değil her şeyden mesullenmek ve hayatı müşterekleştirmek. 


1- Escobar, A. (2015) “Commons in the Pluriverse”, Patterns of Commoning içinde, haz. D. Bollier ve S. Helfrich, The Commons Strategies Group, Amherst, MA: s. 348-360.

2- De Angelis, M. (2017) “Krizler, Hareketler ve Müşterekler”, Herkesin Herkes için: Müşterekler Üzerine Eleştirel bir Antoloji içinde, haz. F. Adaman, B. Akbulut ve U. Kocagöz, İstanbul: Metis Yayınları, s. 250-278.

3- Williams, R. (1990) “Egemen, Kalıntısal, Doğmakta Olan”, Marksizm ve Edebiyat, İstanbul: Adam Yayınları 

4- Fırat, B. Ö. ve F. Genç (2015) “Strateji Tartışmasına Katkı: Müşterekler Politikasının Güncelliği” Başlangıç, 3: 137-47.

5- Express (2013), sayı:138

DÖN