Fikirtepe. Fotoğraf: Kübra Ekmekci

İstanbul Üniversitesi’nden emekli jeofizikçi Oğuz Gündoğdu 17 Ağustos Depremi’nin 22. yıldönümünde kamuoyunda pek de ses getirmeyen bir açıklama yaptı.[1] Gündoğdu, bir haber ajansının muhabirine verdiği demeçte 17 Ağustos Depremi’nin sayısal büyüklüğünün 7.4 değil, en az 7.6 olduğunu söyledi. Gündelik matematik hesaplamalarında az gibi görünen 0.2’lik fark depremlerin büyüklük ölçeğinde daha farklı bir değer ifade ediyor. Gündoğdu aslında Kuzey Anadolu Fay (KAF) hattının 1999’daki ani hareketinin gerçek büyüklüğünün resmi açıklanan büyüklükten 1,584 kat fazla olduğunu öne sürüyor.[2] Bugün Wikipedia çevrimiçi ansiklopedisinin ilgili İngilizce maddesi ya da bazı uluslararası medya kuruluşları da depremin büyüklüğünü 7.6 olarak yansıtıyor. Ancak hem geçmişte vuku bulan hem de gelecekte gerçekleşmesi beklenen depremlerin büyüklük hesaplamalarındaki farklılıkların ve belirsizliklerin, bilimsel araştırmaların yetersizliğinden ya da başarısızlığından kaynaklandığını söylemek haksızlık olur.[3]

17 Ağustos Depremi’nin üzerinden 22 yıl geçti. Yaklaşık 45 saniye süren bu depremde resmi raporlara göre 17 bin 840 insan hayatını kaybetti, 23 bin 781 kişi yaralandı. Depremin Türkiye ekonomisine verdiği zararın 12-17 milyar dolar arasında olduğu düşünülüyor. Özellikle 1970’lerden itibaren Körfez bölgesinde artan sanayileşmeyi gözlemleyen yerbilimciler, siyasi karar alıcıları olası bir deprem tehlikesine karşı uyarmış ancak seslerini duyuramamışlardı.[4] Bu felaketten sonra ise yerbilimciler, KAF’ın mekaniğini ve bölgenin deprem tarihini göz önüne alarak benzer bir uyarıyı bu kez Marmara Denizi için yapmaya başladı. 1999 öncesinden farklı olarak, yerbilimciler sadece karar alıcılar ya da meslektaşları ile değil, kamuoyu ile de yoğun bir etkileşime girdi. Bu etkileşim daha çok geleneksel ve sosyal medya aracılığıyla şekillendi. 22 yıl boyunca beklenen İstanbul Depremi hakkında sayısız haber yapıldı ancak açıklamaların içeriği pek değişmedi. Deprem kesin olacaktı. Büyük ihtimalle 7’nin üstünde büyüklükteki bir şiddette gerçekleşecekti. Ancak fayın ne zaman ve nasıl harekete geçeceği belirsizdi. Beklenen afetin etrafındaki belirsizlik çoğu zaman farklı sayısal büyüklükler, fay haritaları ve deprem senaryoları ile giderilmeye çalışıldı.

Bugün geldiğimiz noktada, her ne kadar aynı dilde konuşuyor gibi görünsek de biliminsanlarının anlattıkları ile kamuoyunun anladığı arasında ciddi boşluklar var. 17 Ağustos Depremi’nden beri vatandaşlar medyada sayıları merkeze alan, çoğu sansasyonel habercilik içeren deprem içeriklerini okumak zorunda kalıyor. Sosyal medyada, televizyon programlarında, gazetelerde ve en çok da emlak şirketlerinin internet sitelerinde “korkutan deprem uyarısı” manşetiyle yayınlanan ve birçok sayısal büyüklüğün telaffuz edildiği içeriklere sıklıkla rastlamak mümkün. Görüştüğümüz bir gazetecinin de dediği gibi bu sansasyonel haberlerin “tıklanma” yüzdesi daha yüksek. Bu yüzden de beklenen İstanbul Depremi’yle ilgili konuyu enine boyuna ele alan çalışmaların yerine daha çok rakamlardan oluşan indirgemeci haberlere maruz kalıyoruz.

Depremlerin büyüklüğüne dair telaffuz edilen sayılar, yaşanmış ve yaşanacak afetlerin mukayese edilmesine ve olası depremin tahayyül edilmesine olanak sağlıyor. Hafıza ve tahayyül pratiklerine alan açmasının yanında sayılar aynı zamanda biliminsanlarının kamuoyu ve karar alıcılar ile iletişiminde en kullanılabilir ve basit araçlar olarak ortaya çıkıyor. Ancak burada sadece bir açıklamanın ya da mesajın iletilmesinden bahsetmiyoruz. Gelecekte herhangi bir deprem için 7.6 sayısı ortaya koyulduğu zaman bilim bir anda daha homojen, yekpare ve kesin hâle geliyor. Televizyon programlarında sıklıkla duyduğumuz “Peki bilim bu konuda ne diyor?” sorusundaki bilim, biricik hakikati aktarır hâle geliyor. Ancak dinlediğimiz ya da okuduğumuz bu sayısal açıklama bilim olarak tanımladığımız heterojen pratiklerin ve fikirlerin sadece küçük bir kısmı.

Yerbilimcileri popüler mecralardan takip edenler onların asıl faaliyetlerinin geçmişteki depremlere bakarak ve fay bölgelerinin mekanizmasını inceleyerek gelecekteki depremlerin zamanını ve büyüklüğünü tahmin etmek olduğunu düşünebilir. Bazı yerbilimciler gerçekten de fayın gelecekteki olası hareketleri hakkında fazla kesin ve ayrıntılı çıkarımlarda bulunarak medyanın ilgisini çekebiliyorlar. Ancak görüştüğümüz birçok yerbilimcinin bize ifade ettiği gibi deprem tahmini aslında yerbilimlerinin amaçlarından biri değil. Kaldı ki birçok biliminsanı olası bir depremin tam olarak ne büyüklüğüne ne de zamanına ilişkin bir sayı verilmesinin mümkün olacağını söylüyor: “Öncelikle prediction [tahmin] kavramı bizim çalışma alanımızın dışında. (…) Gözlemler bazı şeyler hakkında ipucu veriyor ama bunu somutlaştırmak mümkün değil. Şu zamanda, şu yerde, şu büyüklükte olacak demek imkânsız.”[5]

Öyleyse yerbilimcilerin kamuoyu ve karar alıcılar ile iletişiminde neden sayısal tahminlerin büyük bir yer kapladığı sorusu sorulabilir. Yerbilimcilerin ürettiği sayısal tahminler, aynı zamanda bir felâket riskini hemen herkesin anlayabileceği bir şekilde dile getiriyor. Risk hesaplamaları disiplinlerarası bir dil inşa ederek yerbilimcileri hem diğer disiplinlere (mühendislik, hukuk vs.) hem de siyasi karar alma süreçlerine bağlıyor. Bir başka deyişle, İstanbul Depremi ancak sayılar vasıtasıyla müphemlikten riske dönüştürülünce “gerçeklik” kazanabiliyor. Müphemlik hesaplanamaz ve sadece bir öznel deneyim olarak kalırken, risk tam da bu belirsizlik hâli hakkında sistematik bir şekilde veri toplayabildiği, bunları olasılık hesaplarına çevirebildiği için güvenilir ve bilimsel olabiliyor.[6] Sayısal hesaplamalar deprem tehlikesini riske çevirebildiği ölçüde KAF’ın (henüz gerçekleşmemiş) hareketlerinin sonuçlarını yönetilebilir hâle getiriyor. Bu şekilde bir yandan belirli bir gelecek tasarımı yaratılırken, bir yandan da gelecek müdahale edilebilir kılınıyor. Daha somut bir ifadeyle, gelecek İstanbul Depremi’nin son otuz yıl için yüzde 62 ihtimalle 7.2’den daha büyük bir deprem üretebileceği dile getirildiği anda birtakım yönetsel araçların (kurum, teknoloji, yasa, prosedür) bilimsel dayanak noktası oluşturulmuş oluyor.[7] Ancak sayısal büyüklüklerin ve olasılık hesaplarının yoğun kullanımı ve aralarındaki farklar, vatandaşlar arasında inkâr, kayıtsızlık, panik ya da kafa karışıklığı gibi farklı duyguları da harekete geçirebiliyor. Yani belirsizlik aynı zamanda geleceği tahayyül ve pratik etme biçiminin de bir ürünü oluyor.

Peki, depremin olası büyüklüğüne dair verilen sayılar arasındaki çelişki nereden kaynaklanıyor? Bu tür farklar bir bilimsel kurumun/araştırmanın diğerinden daha yetersiz olduğu anlamına gelmiyor. Geçmiş depremlerin sayısal büyüklükleri yeryüzü, sismometre ağları ve bilgisayar programları arasındaki arayüzlerde ortaya çıkıyor. Kullanılan sismometrelerin sayısı ve teknolojik yapısı, deprem merkezine uzaklıkları ya da sismometrelerden gelen verilerin işleniş biçimindeki farklılıklar büyüklük hesaplamalarını etkileyebiliyor. Özellikle depremden hemen sonraki ilk ölçümlerdeki farklılıkları normal karşılamak gerekiyor.[8]

Gelecekte gerçekleşebilecek bir depremin yapısı ve büyüklüğü tahminlerine yön veren birbiriyle ilişkili başlıca üç parametreden bahsetmek mümkün. Birincisi, bir bütün olarak KAF’ın mekanizması ile alakalı. KAF’ın ürettiği depremlerin batıya doğru hareket ettiği tezi uzun zamandır bilimsel bir olgu olarak kabul ediliyor.[9] Bu teori yerbilimcilerin bir sonraki deprem için aşağı yukarı nereye bakması gerektiğini belirliyor. İkincisi ve belki de yerbilimciler arasında en tartışmalı olanı, deprem tarihi alanındaki çalışmalar. Mesela beklenen İstanbul Depremi’nin sayısal tahminlerinde Marmara Denizi’nde vuku bulan geçmiş depremlerden bu yana biriken enerjinin hesaplanması büyük bir rol oynuyor. Bu tahminlerin doğruluğu, baz alınan geçmiş depremin mahiyetini çok iyi bilmeyi gerektiriyor. Ancak örneğin 1509 Depremi gibi 500 yıl önce gerçekleşmiş bir yer hareketinin büyüklüğü, nerede olduğu ya da fayın nasıl kırıldığı konusunda yerbilimciler arasında bir fikir birliği yok.

Deprem tarihini baz alan araştırmacıların fayın belirli bir bölgesindeki enerji birikimlerini matematiksel modellerle hesapladığını biliyoruz. Bu da bizi üçüncü ve günümüz deprem araştırmaları açısından en önemli noktaya bağlıyor: İncelediğiniz bir fay bölgesinde enerji birikimi olduğunu düşünüyorsanız o fay bölgesinin “kilitli” olduğunu varsayıyorsunuz demektir. Basit bir dille ifade etmeye çalışırsak, KAF’ın güneyinde kalan ve Anadolu Bloğu olarak adlandırılan tektonik plakanın batıya doğru, insan ölçeğinde çok yavaş bir hareketi sözkonusu. Ancak yerbilimciler KAF bölgesinde iki tektonik plakanın sürtünmesinden dolayı bazı alanların kayarken (creep) bazı alanların hareket etmediğini, yani “kilitli” kaldığını söylüyor. Yerbilimleri dağarcığında deprem dediğimiz olay da bu kilitli bölgenin aniden hareket etmesiyle (ya da kırılmasıyla) boşalan enerjiden kaynaklanıyor. Bu yüzden Marmara Denizi altındaki fay bölgesinde nerenin kilitli, nerenin kayıyor olduğunu belirlemek, mikro depremleri dinlemek ve fay bölgesinin mekanizmasını anlamak için uzmanlar, teknolojiler ve çeşitli kurumlar arasında teknobilimsel bir ağ gerekiyor.

Bugün geldiğimiz noktada, Marmara Bölgesi’ni kaplayan GPS, SAR uydu teknolojileri, su üstü ve sualtı araştırma aletleri, çeşitli sismometreler ve bu teknolojileri çalıştıran, bunlardan gelen farklı formattaki verileri işleyip analiz eden uzmanlar ve kurumlar arasında ülke sınırlarını aşan önemli bir deprem şebekesi oluşmuş durumda. İstanbul Depremi hakkında hem Türkiye’de hem de uluslararası düzeyde birçok akademik çalışma ve proje yapılıyor. Farklı bilim toplulukları kullandıkları cihazlara, baktıkları yere, değişik kaynaklardan elde ettikleri veriyi işleyiş biçimlerine göre farklı deprem modelleri (ve tahminleri) ortaya çıkarabiliyorlar.[10] Bu belirsizlik geleceğe dair bilgi eksikliğinden ziyade yeryüzünün, teknolojilerin, uzmanların ve kurumların çokboyutlu ilişkilerinden kaynaklanıyor. Bu durum da yerküreyi, çoğu kişinin düşündüğünün aksine, basitçe ölçülebilecek ve tek bir sonuç çıkarılabilecek bir nesne olmaktan çıkarıyor.

Yeryüzünün zamanı ve mekânı insanın zaman-mekân ölçütlerinden oldukça farklı. 40 yıl belki bir insan ömrünün yarısı olsa da yeryüzü hareketleri için küçük bir âna, bir saniyeye tekabül ediyor.

Kısaca, farklı sayısal büyüklükler ve fay haritaları ile ifade edilen deprem senaryoları çok çeşitli aktörün ve değişkenin bir araya gelmesi ile ortaya çıkıyor. Biliminsanları arasındaki fikir ayrılıkları daha çok kafa karışıklığı yaratıyor olabilir. Ancak bu kafa karışıklığı sadece farklı teorilerden ya da gerçekleşmeyen kehanetlerden değil, popüler bilim ve doğa algısından da kaynaklanıyor. Bu algıda yeryüzü (ya da doğa) edilgen ve dışsal bir varlık olarak hayal edilirken biliminsanlarının da yeryüzü adına konuşmaya yetkili uzmanlar olduğu düşünülüyor. Böylece, ancak bilim insanları bir fikir birliğine vardığında doğanın biricik hakikatinin dile getirilebileceği varsayılıyor. Oysa bilimsel pratik ve fikirler; biliminsanları arasındaki ihtilafların, çatışmaların, müzakerelerin ve örtük bilgilerin (tacit knowledge) bir sonucu. Dolayısıyla fay bölgesi adına konuşan uzmanların farklı ama birbiriyle ilişkili argümanları, haritaları ve senaryolarını, yanlış ya da başarısız bilimin bir sonucu değil, rutin bilimsel işleyişin kurucu bir parçası olarak görmek gerekiyor.[11]

Yeryüzünün kendi “hayatı” ve takvimi var. Yeryüzünün zamanı ve mekânı insanın zaman-mekân ölçütlerinden oldukça farklı. 40 yıl belki bir insan ömrünün yarısı olsa da yeryüzü hareketleri için küçük bir âna, bir saniyeye tekabül ediyor. Yine fay hareketlerinin 2000 kat daha fazla enerji açığa çıkarması şehirlerimize yıkıcılık açısından çok büyük etki etse de, bu fark yeryüzü için küçük kımıldanmalardan ibaret. Volkanların patlaması, depremlerin olması ya da tayfunların oluşumu yeryüzünün kendi tarihinde vakti zamanı gelince olan olaylar. Tüm dünyada biliminsanları bu afetleri öngörmeye çalışıyor ancak tam bir tarih veremiyorlar. Görüştüğümüz bir yerbilimcinin de söylediği gibi; “Depremin ne zaman olacağını söylemek scientific (bilimsel) değil. (…) Burada o kadar çok bilinmeyen parametre var ki. Sen sadece çok kaba bir yaklaşımla bir şeyleri ölçüp bir şeyler söyleyebilirsin. O kaba yaklaşımın da çözünürlüğü, güvenirliği yok. Ama şu bir gerçek, deprem olacak mı olacak… En gerçek diye yaklaştığı yer orası. Deprem olacak. Ama yarın mı, 100 sene sonra mı?” Bu noktada sorulabilecek soru, deprem kuşağında yaşayan bizler için bir belirsizlik olup olmadığıdır. Üç tektonik plakanın birbirini çekip ittiği bir yeri mesken tutmuş durumdayız. Bu tektonik plakaları ayıran fay bölgelerinin üzerine kurulu şehirler binlerce yıldır depremin yol açtığı yıkımlara maruz kalıyor. Yaşadığımız toprakların hem şeklinin hem de tarihinin oluşmasında fay bölgeleri kurucu bir rol oynuyor. Hâl böyleyken ve Türkiye’de kendi kendine çöken onca bina varken gelecekte gerçekleşebilecek yıkıcı bir depremin olası sayısal büyüklüğü birincil önceliğimiz olmamalı. Sayıların ve fay çizgilerinin fetişleştirilmesinde medyada sansasyonel açıklamalar yapma eğiliminde olan yerbilimcilerin rolü var kuşkusuz. Ne var ki Türkiye’de yaşayan sıradan insanlar olarak ortada hayatımızı etkileyen bir belirsizlik olsa bile bunun başlıca adresi yerbilimleri değil; şehirlerin, felâkete hazırlığın ve felâket sonrasının yönetilme biçimidir.


[1] DHA (2021, 16 Ağustos). Olası deprem için ‘saat çalışıyor’ diyen Gündoğdu: 1999 Depremi 7.4’ten büyüktü. dha.com.tr/istanbul/olasi-deprem-icin-saat-calisiyor-diyen-gundogdu-1999-depremi-74ten-buyuktu/haber-1843075 (Erişim tarihi: 3 Nisan 2022).

[2] Earthquake Hazards Program, earthquake.usgs.gov/education/calculator.php (Erişim tarihi: 3 Nisan 2022).

[3] En son pandemide tecrübe ettiğimiz gibi, Türkiye’de devlet kurumlarının felaketlerin ölçeğini istatistikler yoluyla, olduğundan daha az gösterme gibi bir teamülü var. 17 Ağustos Depremi’nin ilk saatlerinde açıklanan 6.7 değeri de bu yüzden eleştirilere neden olmuştu. Ancak USGS raporunun da belirttiği gibi Kandilli ilk başta, USGS gibi yüzey dalgası büyüklüğüne değil, depremin süresine (MD) bağlı bir büyüklük değeri açıklayabilmişti. 17 Ağustos Depremi’nde büyüklük sayılarındaki farklılıkların kısa vadeli politik çıkarlar ile açıklanamayacağını söyleyebiliriz. Bkz. US Geological Survey (2000). Implications for Earthquake Risk Reduction in the United States from the Kocaeli, Turkey, Earthquake of August 17, 1999. US Geological Survey, 1193.

[4] Konak, N. (2006). Anılarımda İhsan Ketin, Portreler ve Anılar içinde, 1, 31-36.

[5] Bu yazıdaki alıntılar yerbilimciler ile gerçekleştirdiğimiz görüşmelerden elde edilmiştir.

[6] O’Malley, P. (2004). Risk, uncertainty and government. Routledge.

[7] Kayaalp, E. ve Arslan, O. (2018). Belirsizliğin bilimi: Beklenen İstanbul Depremi ve uzmanlar antropolojisi. Toplum ve Bilim, 144, 124-146.

[8] Geçmiş depremlerin büyüklüğüne ilişkin farklı hesaplamalar Gölcük depremi ile sınırlı değil. 2020’de İzmir’de gerçekleşen depremin moment büyüklüğünü AFAD 6.6, Kandilli 6.9, USGS (ABD Jeoloji Araştırmaları) ise 7.0 olarak hesapladı. Deprembilimi ölçeğinde AFAD ile USGS’nin büyüklük hesaplamaları arasında 2511 kat fark var. Bir depremden hemen sonra farklı kurumlar tarafından açıklanan büyüklükler ek hesaplamalar ile güncellenip birbirine yaklaşabiliyor. Ancak belirtmek gerekir ki bir depremin üstünden yıllar geçse de o deprem hakkındaki fikir ayrılıkları devam edebiliyor.

[9] Bu teori ilk kez 1948’de Türkiye’de yerbilimleri disiplininin kurucu figürlerinden İhsan Ketin tarafından ortaya atılmıştı. Ayrıntılı bilgi için bkz. Kayaalp, E. ve Arslan, O., a.g.y.

[10] Beklenen İstanbul depremi ile ilgili başlıca üç fay modelinden bahsedilebilir. Bu modellerden biri fayın Adalar segmentinin kırılacağını varsayarken aşağı yukarı 7 büyüklüğünde bir depremin gerçekleşeceğini öngörüyor. İkinci bir modele göre fayın bir seferde kırılması daha yüksek bir olasılıktır ve bu durumda deprem daha büyük olacaktır. Metindeki gazete kupürü, bu modelin yaratıcılarından Xavier Le Pichon’un bir röportajını haberleştirmiş. Üçüncü bir modele göre ise asıl odaklanılması gereken yer Çınarcık çukurunun güneyindeki fay bölgesidir. Bu fay kırılırsa sadece İstanbul değil, Marmara bölgesinin tamamı etkilenecektir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Yaltırak, C. (2015). Marmara Denizi ve çevresinde tarihsel depremlerin yerleri ve anlamları. İTÜ Vakfı Dergisi, 67, 56-62; Kayaalp, E. ve Arslan, O., a.g.y.

[11] Buna benzer bir tartışmayı iklim krizi konusunda da görüyoruz. İklim krizini inkâr eden farklı gruplar biliminsanları arasındaki ihtilafları kullanarak krizi inkâr ediyor. İnkârcılar herhangi bir konuda tek ve net bir bilimsel açıklama olması gerektiğini varsayarak yaygın ama oldukça sorunlu bir bilim algısını harekete geçiriyor.

Fikirtepe. Fotoğraf: Kübra Ekmekci

İstanbul Üniversitesi’nden emekli jeofizikçi Oğuz Gündoğdu 17 Ağustos Depremi’nin 22. yıldönümünde kamuoyunda pek de ses getirmeyen bir açıklama yaptı.[1] Gündoğdu, bir haber ajansının muhabirine verdiği demeçte 17 Ağustos Depremi’nin sayısal büyüklüğünün 7.4 değil, en az 7.6 olduğunu söyledi. Gündelik matematik hesaplamalarında az gibi görünen 0.2’lik fark depremlerin büyüklük ölçeğinde daha farklı bir değer ifade ediyor. Gündoğdu aslında Kuzey Anadolu Fay (KAF) hattının 1999’daki ani hareketinin gerçek büyüklüğünün resmi açıklanan büyüklükten 1,584 kat fazla olduğunu öne sürüyor.[2] Bugün Wikipedia çevrimiçi ansiklopedisinin ilgili İngilizce maddesi ya da bazı uluslararası medya kuruluşları da depremin büyüklüğünü 7.6 olarak yansıtıyor. Ancak hem geçmişte vuku bulan hem de gelecekte gerçekleşmesi beklenen depremlerin büyüklük hesaplamalarındaki farklılıkların ve belirsizliklerin, bilimsel araştırmaların yetersizliğinden ya da başarısızlığından kaynaklandığını söylemek haksızlık olur.[3]

17 Ağustos Depremi’nin üzerinden 22 yıl geçti. Yaklaşık 45 saniye süren bu depremde resmi raporlara göre 17 bin 840 insan hayatını kaybetti, 23 bin 781 kişi yaralandı. Depremin Türkiye ekonomisine verdiği zararın 12-17 milyar dolar arasında olduğu düşünülüyor. Özellikle 1970’lerden itibaren Körfez bölgesinde artan sanayileşmeyi gözlemleyen yerbilimciler, siyasi karar alıcıları olası bir deprem tehlikesine karşı uyarmış ancak seslerini duyuramamışlardı.[4] Bu felaketten sonra ise yerbilimciler, KAF’ın mekaniğini ve bölgenin deprem tarihini göz önüne alarak benzer bir uyarıyı bu kez Marmara Denizi için yapmaya başladı. 1999 öncesinden farklı olarak, yerbilimciler sadece karar alıcılar ya da meslektaşları ile değil, kamuoyu ile de yoğun bir etkileşime girdi. Bu etkileşim daha çok geleneksel ve sosyal medya aracılığıyla şekillendi. 22 yıl boyunca beklenen İstanbul Depremi hakkında sayısız haber yapıldı ancak açıklamaların içeriği pek değişmedi. Deprem kesin olacaktı. Büyük ihtimalle 7’nin üstünde büyüklükteki bir şiddette gerçekleşecekti. Ancak fayın ne zaman ve nasıl harekete geçeceği belirsizdi. Beklenen afetin etrafındaki belirsizlik çoğu zaman farklı sayısal büyüklükler, fay haritaları ve deprem senaryoları ile giderilmeye çalışıldı.

Bugün geldiğimiz noktada, her ne kadar aynı dilde konuşuyor gibi görünsek de biliminsanlarının anlattıkları ile kamuoyunun anladığı arasında ciddi boşluklar var. 17 Ağustos Depremi’nden beri vatandaşlar medyada sayıları merkeze alan, çoğu sansasyonel habercilik içeren deprem içeriklerini okumak zorunda kalıyor. Sosyal medyada, televizyon programlarında, gazetelerde ve en çok da emlak şirketlerinin internet sitelerinde “korkutan deprem uyarısı” manşetiyle yayınlanan ve birçok sayısal büyüklüğün telaffuz edildiği içeriklere sıklıkla rastlamak mümkün. Görüştüğümüz bir gazetecinin de dediği gibi bu sansasyonel haberlerin “tıklanma” yüzdesi daha yüksek. Bu yüzden de beklenen İstanbul Depremi’yle ilgili konuyu enine boyuna ele alan çalışmaların yerine daha çok rakamlardan oluşan indirgemeci haberlere maruz kalıyoruz.

Depremlerin büyüklüğüne dair telaffuz edilen sayılar, yaşanmış ve yaşanacak afetlerin mukayese edilmesine ve olası depremin tahayyül edilmesine olanak sağlıyor. Hafıza ve tahayyül pratiklerine alan açmasının yanında sayılar aynı zamanda biliminsanlarının kamuoyu ve karar alıcılar ile iletişiminde en kullanılabilir ve basit araçlar olarak ortaya çıkıyor. Ancak burada sadece bir açıklamanın ya da mesajın iletilmesinden bahsetmiyoruz. Gelecekte herhangi bir deprem için 7.6 sayısı ortaya koyulduğu zaman bilim bir anda daha homojen, yekpare ve kesin hâle geliyor. Televizyon programlarında sıklıkla duyduğumuz “Peki bilim bu konuda ne diyor?” sorusundaki bilim, biricik hakikati aktarır hâle geliyor. Ancak dinlediğimiz ya da okuduğumuz bu sayısal açıklama bilim olarak tanımladığımız heterojen pratiklerin ve fikirlerin sadece küçük bir kısmı.

Yerbilimcileri popüler mecralardan takip edenler onların asıl faaliyetlerinin geçmişteki depremlere bakarak ve fay bölgelerinin mekanizmasını inceleyerek gelecekteki depremlerin zamanını ve büyüklüğünü tahmin etmek olduğunu düşünebilir. Bazı yerbilimciler gerçekten de fayın gelecekteki olası hareketleri hakkında fazla kesin ve ayrıntılı çıkarımlarda bulunarak medyanın ilgisini çekebiliyorlar. Ancak görüştüğümüz birçok yerbilimcinin bize ifade ettiği gibi deprem tahmini aslında yerbilimlerinin amaçlarından biri değil. Kaldı ki birçok biliminsanı olası bir depremin tam olarak ne büyüklüğüne ne de zamanına ilişkin bir sayı verilmesinin mümkün olacağını söylüyor: “Öncelikle prediction [tahmin] kavramı bizim çalışma alanımızın dışında. (…) Gözlemler bazı şeyler hakkında ipucu veriyor ama bunu somutlaştırmak mümkün değil. Şu zamanda, şu yerde, şu büyüklükte olacak demek imkânsız.”[5]

Öyleyse yerbilimcilerin kamuoyu ve karar alıcılar ile iletişiminde neden sayısal tahminlerin büyük bir yer kapladığı sorusu sorulabilir. Yerbilimcilerin ürettiği sayısal tahminler, aynı zamanda bir felâket riskini hemen herkesin anlayabileceği bir şekilde dile getiriyor. Risk hesaplamaları disiplinlerarası bir dil inşa ederek yerbilimcileri hem diğer disiplinlere (mühendislik, hukuk vs.) hem de siyasi karar alma süreçlerine bağlıyor. Bir başka deyişle, İstanbul Depremi ancak sayılar vasıtasıyla müphemlikten riske dönüştürülünce “gerçeklik” kazanabiliyor. Müphemlik hesaplanamaz ve sadece bir öznel deneyim olarak kalırken, risk tam da bu belirsizlik hâli hakkında sistematik bir şekilde veri toplayabildiği, bunları olasılık hesaplarına çevirebildiği için güvenilir ve bilimsel olabiliyor.[6] Sayısal hesaplamalar deprem tehlikesini riske çevirebildiği ölçüde KAF’ın (henüz gerçekleşmemiş) hareketlerinin sonuçlarını yönetilebilir hâle getiriyor. Bu şekilde bir yandan belirli bir gelecek tasarımı yaratılırken, bir yandan da gelecek müdahale edilebilir kılınıyor. Daha somut bir ifadeyle, gelecek İstanbul Depremi’nin son otuz yıl için yüzde 62 ihtimalle 7.2’den daha büyük bir deprem üretebileceği dile getirildiği anda birtakım yönetsel araçların (kurum, teknoloji, yasa, prosedür) bilimsel dayanak noktası oluşturulmuş oluyor.[7] Ancak sayısal büyüklüklerin ve olasılık hesaplarının yoğun kullanımı ve aralarındaki farklar, vatandaşlar arasında inkâr, kayıtsızlık, panik ya da kafa karışıklığı gibi farklı duyguları da harekete geçirebiliyor. Yani belirsizlik aynı zamanda geleceği tahayyül ve pratik etme biçiminin de bir ürünü oluyor.

Peki, depremin olası büyüklüğüne dair verilen sayılar arasındaki çelişki nereden kaynaklanıyor? Bu tür farklar bir bilimsel kurumun/araştırmanın diğerinden daha yetersiz olduğu anlamına gelmiyor. Geçmiş depremlerin sayısal büyüklükleri yeryüzü, sismometre ağları ve bilgisayar programları arasındaki arayüzlerde ortaya çıkıyor. Kullanılan sismometrelerin sayısı ve teknolojik yapısı, deprem merkezine uzaklıkları ya da sismometrelerden gelen verilerin işleniş biçimindeki farklılıklar büyüklük hesaplamalarını etkileyebiliyor. Özellikle depremden hemen sonraki ilk ölçümlerdeki farklılıkları normal karşılamak gerekiyor.[8]

Gelecekte gerçekleşebilecek bir depremin yapısı ve büyüklüğü tahminlerine yön veren birbiriyle ilişkili başlıca üç parametreden bahsetmek mümkün. Birincisi, bir bütün olarak KAF’ın mekanizması ile alakalı. KAF’ın ürettiği depremlerin batıya doğru hareket ettiği tezi uzun zamandır bilimsel bir olgu olarak kabul ediliyor.[9] Bu teori yerbilimcilerin bir sonraki deprem için aşağı yukarı nereye bakması gerektiğini belirliyor. İkincisi ve belki de yerbilimciler arasında en tartışmalı olanı, deprem tarihi alanındaki çalışmalar. Mesela beklenen İstanbul Depremi’nin sayısal tahminlerinde Marmara Denizi’nde vuku bulan geçmiş depremlerden bu yana biriken enerjinin hesaplanması büyük bir rol oynuyor. Bu tahminlerin doğruluğu, baz alınan geçmiş depremin mahiyetini çok iyi bilmeyi gerektiriyor. Ancak örneğin 1509 Depremi gibi 500 yıl önce gerçekleşmiş bir yer hareketinin büyüklüğü, nerede olduğu ya da fayın nasıl kırıldığı konusunda yerbilimciler arasında bir fikir birliği yok.

Deprem tarihini baz alan araştırmacıların fayın belirli bir bölgesindeki enerji birikimlerini matematiksel modellerle hesapladığını biliyoruz. Bu da bizi üçüncü ve günümüz deprem araştırmaları açısından en önemli noktaya bağlıyor: İncelediğiniz bir fay bölgesinde enerji birikimi olduğunu düşünüyorsanız o fay bölgesinin “kilitli” olduğunu varsayıyorsunuz demektir. Basit bir dille ifade etmeye çalışırsak, KAF’ın güneyinde kalan ve Anadolu Bloğu olarak adlandırılan tektonik plakanın batıya doğru, insan ölçeğinde çok yavaş bir hareketi sözkonusu. Ancak yerbilimciler KAF bölgesinde iki tektonik plakanın sürtünmesinden dolayı bazı alanların kayarken (creep) bazı alanların hareket etmediğini, yani “kilitli” kaldığını söylüyor. Yerbilimleri dağarcığında deprem dediğimiz olay da bu kilitli bölgenin aniden hareket etmesiyle (ya da kırılmasıyla) boşalan enerjiden kaynaklanıyor. Bu yüzden Marmara Denizi altındaki fay bölgesinde nerenin kilitli, nerenin kayıyor olduğunu belirlemek, mikro depremleri dinlemek ve fay bölgesinin mekanizmasını anlamak için uzmanlar, teknolojiler ve çeşitli kurumlar arasında teknobilimsel bir ağ gerekiyor.

Bugün geldiğimiz noktada, Marmara Bölgesi’ni kaplayan GPS, SAR uydu teknolojileri, su üstü ve sualtı araştırma aletleri, çeşitli sismometreler ve bu teknolojileri çalıştıran, bunlardan gelen farklı formattaki verileri işleyip analiz eden uzmanlar ve kurumlar arasında ülke sınırlarını aşan önemli bir deprem şebekesi oluşmuş durumda. İstanbul Depremi hakkında hem Türkiye’de hem de uluslararası düzeyde birçok akademik çalışma ve proje yapılıyor. Farklı bilim toplulukları kullandıkları cihazlara, baktıkları yere, değişik kaynaklardan elde ettikleri veriyi işleyiş biçimlerine göre farklı deprem modelleri (ve tahminleri) ortaya çıkarabiliyorlar.[10] Bu belirsizlik geleceğe dair bilgi eksikliğinden ziyade yeryüzünün, teknolojilerin, uzmanların ve kurumların çokboyutlu ilişkilerinden kaynaklanıyor. Bu durum da yerküreyi, çoğu kişinin düşündüğünün aksine, basitçe ölçülebilecek ve tek bir sonuç çıkarılabilecek bir nesne olmaktan çıkarıyor.

Yeryüzünün zamanı ve mekânı insanın zaman-mekân ölçütlerinden oldukça farklı. 40 yıl belki bir insan ömrünün yarısı olsa da yeryüzü hareketleri için küçük bir âna, bir saniyeye tekabül ediyor.

Kısaca, farklı sayısal büyüklükler ve fay haritaları ile ifade edilen deprem senaryoları çok çeşitli aktörün ve değişkenin bir araya gelmesi ile ortaya çıkıyor. Biliminsanları arasındaki fikir ayrılıkları daha çok kafa karışıklığı yaratıyor olabilir. Ancak bu kafa karışıklığı sadece farklı teorilerden ya da gerçekleşmeyen kehanetlerden değil, popüler bilim ve doğa algısından da kaynaklanıyor. Bu algıda yeryüzü (ya da doğa) edilgen ve dışsal bir varlık olarak hayal edilirken biliminsanlarının da yeryüzü adına konuşmaya yetkili uzmanlar olduğu düşünülüyor. Böylece, ancak bilim insanları bir fikir birliğine vardığında doğanın biricik hakikatinin dile getirilebileceği varsayılıyor. Oysa bilimsel pratik ve fikirler; biliminsanları arasındaki ihtilafların, çatışmaların, müzakerelerin ve örtük bilgilerin (tacit knowledge) bir sonucu. Dolayısıyla fay bölgesi adına konuşan uzmanların farklı ama birbiriyle ilişkili argümanları, haritaları ve senaryolarını, yanlış ya da başarısız bilimin bir sonucu değil, rutin bilimsel işleyişin kurucu bir parçası olarak görmek gerekiyor.[11]

Yeryüzünün kendi “hayatı” ve takvimi var. Yeryüzünün zamanı ve mekânı insanın zaman-mekân ölçütlerinden oldukça farklı. 40 yıl belki bir insan ömrünün yarısı olsa da yeryüzü hareketleri için küçük bir âna, bir saniyeye tekabül ediyor. Yine fay hareketlerinin 2000 kat daha fazla enerji açığa çıkarması şehirlerimize yıkıcılık açısından çok büyük etki etse de, bu fark yeryüzü için küçük kımıldanmalardan ibaret. Volkanların patlaması, depremlerin olması ya da tayfunların oluşumu yeryüzünün kendi tarihinde vakti zamanı gelince olan olaylar. Tüm dünyada biliminsanları bu afetleri öngörmeye çalışıyor ancak tam bir tarih veremiyorlar. Görüştüğümüz bir yerbilimcinin de söylediği gibi; “Depremin ne zaman olacağını söylemek scientific (bilimsel) değil. (…) Burada o kadar çok bilinmeyen parametre var ki. Sen sadece çok kaba bir yaklaşımla bir şeyleri ölçüp bir şeyler söyleyebilirsin. O kaba yaklaşımın da çözünürlüğü, güvenirliği yok. Ama şu bir gerçek, deprem olacak mı olacak… En gerçek diye yaklaştığı yer orası. Deprem olacak. Ama yarın mı, 100 sene sonra mı?” Bu noktada sorulabilecek soru, deprem kuşağında yaşayan bizler için bir belirsizlik olup olmadığıdır. Üç tektonik plakanın birbirini çekip ittiği bir yeri mesken tutmuş durumdayız. Bu tektonik plakaları ayıran fay bölgelerinin üzerine kurulu şehirler binlerce yıldır depremin yol açtığı yıkımlara maruz kalıyor. Yaşadığımız toprakların hem şeklinin hem de tarihinin oluşmasında fay bölgeleri kurucu bir rol oynuyor. Hâl böyleyken ve Türkiye’de kendi kendine çöken onca bina varken gelecekte gerçekleşebilecek yıkıcı bir depremin olası sayısal büyüklüğü birincil önceliğimiz olmamalı. Sayıların ve fay çizgilerinin fetişleştirilmesinde medyada sansasyonel açıklamalar yapma eğiliminde olan yerbilimcilerin rolü var kuşkusuz. Ne var ki Türkiye’de yaşayan sıradan insanlar olarak ortada hayatımızı etkileyen bir belirsizlik olsa bile bunun başlıca adresi yerbilimleri değil; şehirlerin, felâkete hazırlığın ve felâket sonrasının yönetilme biçimidir.


[1] DHA (2021, 16 Ağustos). Olası deprem için ‘saat çalışıyor’ diyen Gündoğdu: 1999 Depremi 7.4’ten büyüktü. dha.com.tr/istanbul/olasi-deprem-icin-saat-calisiyor-diyen-gundogdu-1999-depremi-74ten-buyuktu/haber-1843075 (Erişim tarihi: 3 Nisan 2022).

[2] Earthquake Hazards Program, earthquake.usgs.gov/education/calculator.php (Erişim tarihi: 3 Nisan 2022).

[3] En son pandemide tecrübe ettiğimiz gibi, Türkiye’de devlet kurumlarının felaketlerin ölçeğini istatistikler yoluyla, olduğundan daha az gösterme gibi bir teamülü var. 17 Ağustos Depremi’nin ilk saatlerinde açıklanan 6.7 değeri de bu yüzden eleştirilere neden olmuştu. Ancak USGS raporunun da belirttiği gibi Kandilli ilk başta, USGS gibi yüzey dalgası büyüklüğüne değil, depremin süresine (MD) bağlı bir büyüklük değeri açıklayabilmişti. 17 Ağustos Depremi’nde büyüklük sayılarındaki farklılıkların kısa vadeli politik çıkarlar ile açıklanamayacağını söyleyebiliriz. Bkz. US Geological Survey (2000). Implications for Earthquake Risk Reduction in the United States from the Kocaeli, Turkey, Earthquake of August 17, 1999. US Geological Survey, 1193.

[4] Konak, N. (2006). Anılarımda İhsan Ketin, Portreler ve Anılar içinde, 1, 31-36.

[5] Bu yazıdaki alıntılar yerbilimciler ile gerçekleştirdiğimiz görüşmelerden elde edilmiştir.

[6] O’Malley, P. (2004). Risk, uncertainty and government. Routledge.

[7] Kayaalp, E. ve Arslan, O. (2018). Belirsizliğin bilimi: Beklenen İstanbul Depremi ve uzmanlar antropolojisi. Toplum ve Bilim, 144, 124-146.

[8] Geçmiş depremlerin büyüklüğüne ilişkin farklı hesaplamalar Gölcük depremi ile sınırlı değil. 2020’de İzmir’de gerçekleşen depremin moment büyüklüğünü AFAD 6.6, Kandilli 6.9, USGS (ABD Jeoloji Araştırmaları) ise 7.0 olarak hesapladı. Deprembilimi ölçeğinde AFAD ile USGS’nin büyüklük hesaplamaları arasında 2511 kat fark var. Bir depremden hemen sonra farklı kurumlar tarafından açıklanan büyüklükler ek hesaplamalar ile güncellenip birbirine yaklaşabiliyor. Ancak belirtmek gerekir ki bir depremin üstünden yıllar geçse de o deprem hakkındaki fikir ayrılıkları devam edebiliyor.

[9] Bu teori ilk kez 1948’de Türkiye’de yerbilimleri disiplininin kurucu figürlerinden İhsan Ketin tarafından ortaya atılmıştı. Ayrıntılı bilgi için bkz. Kayaalp, E. ve Arslan, O., a.g.y.

[10] Beklenen İstanbul depremi ile ilgili başlıca üç fay modelinden bahsedilebilir. Bu modellerden biri fayın Adalar segmentinin kırılacağını varsayarken aşağı yukarı 7 büyüklüğünde bir depremin gerçekleşeceğini öngörüyor. İkinci bir modele göre fayın bir seferde kırılması daha yüksek bir olasılıktır ve bu durumda deprem daha büyük olacaktır. Metindeki gazete kupürü, bu modelin yaratıcılarından Xavier Le Pichon’un bir röportajını haberleştirmiş. Üçüncü bir modele göre ise asıl odaklanılması gereken yer Çınarcık çukurunun güneyindeki fay bölgesidir. Bu fay kırılırsa sadece İstanbul değil, Marmara bölgesinin tamamı etkilenecektir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Yaltırak, C. (2015). Marmara Denizi ve çevresinde tarihsel depremlerin yerleri ve anlamları. İTÜ Vakfı Dergisi, 67, 56-62; Kayaalp, E. ve Arslan, O., a.g.y.

[11] Buna benzer bir tartışmayı iklim krizi konusunda da görüyoruz. İklim krizini inkâr eden farklı gruplar biliminsanları arasındaki ihtilafları kullanarak krizi inkâr ediyor. İnkârcılar herhangi bir konuda tek ve net bir bilimsel açıklama olması gerektiğini varsayarak yaygın ama oldukça sorunlu bir bilim algısını harekete geçiriyor.

DÖN