Fotoğraf: M. Cevahir Akbaş

Küresel bir sağlık krizi hâline gelen COVID-19 salgınının önlenmesine yönelik alınan en temel tedbir evlere kapanmak oldu. Türkiye’de mart ayında başlayan süreçte kimi zaman zorunlu, kimi zaman gönüllü karantina uygulandı. Ama bu uygulama, toplumun her kesiminde aynı etkiyi yaratmadı. Eve kapanmak bazıları için sağlığını korumak anlamına gelirken, bazıları için ise bambaşka sorunlara işaret ediyor. Tüm bunların arasında konut, bir toplumsal adaletsizlik sembolü olarak öne çıkıyor. Kimlerin eve kapanma “tercihini” yapıp yapamadığını sorgularken, evine kapanabilenler için de evin türlü adaletsizliklerin mekânı hâline geldiğini konuşuyoruz. 

Salgın henüz gündemde değilken hazırlıklarına başladığımız Konut Aktivizmi sayısında, bu süreçte daha da görünür olmaya başlayan konutun salgın bağlamında değişen çok boyutlu anlamını kısa yazılarla keşfetmek istiyoruz. Bu bağlamda konut meselesini eviçi şiddet, kuir, evsizlik, evden çalışma, mültecilik, yaşlılık ve çocukluk başlıkları altında, uzun süredir bu alanların nabzını tutan yazarların değerlendirmeleriyle tartışmaya açıyoruz. 

Ev Kime Güvenli? 

Selime Büyükgöze

Ev hepimiz için farklı anlamlarla dolu ve onunla nasıl bağ kurarsak kuralım temel bir mekân. Kadınlar için evin anlamı sözkonusu olduğunda ise kişisel deneyimlerin ötesinde tarihsel bir anlam dünyası kendini göstermeye başlıyor. Evle, özel alanla, mahremle özdeşleştirilmiş kadınların ev deneyimleri bu nedenle biricik olduğu kadar kolektif de. 

Güvenli mekân denildiğinde akla ilk olarak ev gelse de kadınlar için pek öyle olduğu söylenemez. Çünkü kadınlar en çok koca, baba, sevgili gibi yakınları erkeklerce ev içinde şiddete maruz bırakılıyorlar. Bu şiddet sadece dayak biçiminde uygulanmıyor. Hakaret, aşağılama gibi psikolojik şiddet biçimlerinin yanı sıra şu sıralar olumlu olarak andığımız “sosyal izolasyon” kadınlara sık uygulanan şiddet biçimleri arasında. Şiddet uygulayan erkekler, kadınların ailesi, akrabaları ve arkadaşları ile görüşmesini engelleyerek sosyal çevresinden koparmayı, böylelikle destek alabileceği ilişkileri ortadan kaldırarak kadını kontrol altına almayı hedeflerler. Koronavirüs salgını nedeniyle konuşur olduğumuz bu duruma pek çok kadın hayatları boyunca maruz kalıyor, dışarıya adım attıklarında yer yön bulmak gibi gündelik becerilerde dahi güçlük çekebiliyorlar.

Şimdi salgın nedeniyle karşı karşıya kalınan en büyük sorun ise izolasyonun, kadınların şiddetten uzaklaşmak için başvurabilecekleri mekanizmalara erişimlerinin önünü kesmesi.1 Varolan mekanizmaların kadınların salgın nedeniyle oluşabilecek yeni ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde işlerlik kazanmıyor oluşu. Zaten uygulamasında pek çok sorun olan bu mekanizmaları uygulatmamak için salgın kullanışlı bir bahane hâline geldi.

Evin “kadınlara mahsus” bir diğer anlamı ise bitmek bilmeyen ev işi ve bakımdan sorumlu görülmeleri. Bu işlerin paylaşıldığı nadir örneklerde dahi işleri organize etmek ve duygusal ihtiyaçları karşılamak yine kadınların üstüne kalıyor. Bir de tabii evin geçiminden sorumlu, güvencesiz işlerde çalıştığı için kazancından olmuş, sosyal yardımlara erişemeyen kadınlar var. Kirayı, faturaları nasıl öderim diye dertlendiği için şiddet uygulayan kocasına karşı uzaklaştırma kararı aldırmaya cesaret edemeyen kadınlar var.

Salgın bir gün bitecek elbet. Salgın ve sosyal izolasyon hikâyelerini anlattığımız bir anıya dönüşecek. Pek çok kadının ise hayatında hiçbir şey değişmeyecek. Zira salgın kadınlar için yeni bir durum yaratmaktan ziyade varolanı pekiştirdi. Zaten ayan beyan ortada olan eşitsizliği katmerledi. Bu nedenle salgın süresince yaşananları anlamaya çalışırken eşitsizliği salgının yaratmadığını görmek ve özel olanın politik olduğunu akılda tutmak çok elzem.

Fotoğraf: Damla Atak

“Evde Kal” Çağrıları ve Kuir Gündem

Cihangir Öz

İçinden geçtiğimiz pandemi sürecinde, “Evde Kal” çağrılarının yoğunlaşması ve bu yoğunlaşmanın zaman zaman yasaklar boyutunda kendini hissettirmesi mekânlarla zorunlu deneyimler yaşamamıza neden oluyor. Bir deneyimin zorunluluktan doğması, o deneyimi halihazırda yeterince çekilmez hâle getiriyorken bu deneyimi pandemi ve sağ popülist bir toplumda deneyimlemek her deneyim için ayrı krizlere gebe olsa gerek.

Bahsi geçen sağ popülist toplumda kuir bir deneyime sahip olmanın, na-pandemik günlerdeki zorluğunu az çok birçok kişi biliyor. Ancak sosyal adaletsizliğin ve nefret odaklı politikaların hüküm sürdüğü bir coğrafyada evlere hapsolmuş olmak bu deneyimi çok daha farklı bir zorlukla ve imkânlarla sınıyor.

İmkânlar, kendi kuir varoluşumda derinleşebilmem, çeşitli içsel yolculuklarla bilinç–kimlik eşleşmesini daha da artırmamdan öteye gitmezken, zorlukların her biri uzun tartışmalara konu olabilecek cinsten. Bu zorlukları ekonomik kaygılar, güvenlik kaygıları, sosyal kaygılar ve kimlik kaygıları gibi dört bohçada toplayabiliriz.

Ekonomik kaygılar, esasen orta–üst sınıflarda yer almayan kuir bir birey için toplumun genelinin yaşadığı ekonomik kaygılarla örtüşüyor görünebilir. Anca bu noktada na-pandemik günlerde de emek piyasasının kuirlere kapalı ya da nadir bulunan pandacı2 alanlarda açık olduğu gerçeğini hatırlamakta fayda var. Açık kimlikli kuir ve/veya LGBTİ+ bireylerin halihazırda yaşadıkları ekonomik problemler, şanslı küçük bir azınlık dışında, kendini çok daha sert bir biçimde hissettiriyor. Kiraların ödenemeyişi, özel alana sahip olamama kaygısı, konforlu ve güvenli alan yitimi gibi gerçeklerle yüzleşen kuir bireyler, eğer na-pandemik günlerde bu imkâna sahip değillerse de ayrıca eviçi şiddet ve gizli kimliklenme problemleriyle karşı karşıya kalabiliyor. Ekonomik kaygıların sağlık kaygılarıyla birleşmesi sonucu, pandemiye karşı en temel insani ihtiyaçlarını karşılayamamakla karşı karşıya kalan kuir bireyler, aynı zamanda şiddetli bir varoluş sancısı ve gelecek endişesiyle de yüzleşmek zorunda kalıyor.

Kendi deneyimimden hareketle yaptığım bu tespitleri genelleyebiliyor oluşumu sağlayan şey ise, birçok kuirle ortaklaşan deneyimlere sahip olduğumu görmemden ileri geliyor. Bu ortaklıklardan birisi de hiç şüphe yok ki güvenlik kaygıları. Sağ popülist bir iktidarla yıllardır yönetilen ve kendi partizan kitlesini de bu biçimde mobilize eden egemen anlayış, evlere kapanmış kuir bireyler açısından ciddi bir güvenlik endişesi yaratıyor. Bu endişe, son günlerde artan nefret söylemleriyle daha da zirveye çıkarak, bilinen adreslerde can güvenliği endişesi yaşamaya ve yaşanılan yerlerin tehdit altında olduğu psikolojisini doğuruyor. Ayrıca sağlık hakkına erişim de ayrımcılıkla karşı karşıya kalma ve salgının yarattığı güvenli alan kaybı duygusu, kuir bireyler açısından konutları birer cezaevi deneyimine dönüştürüyor.

Sosyal kaygılar ve sosyal adaletsizlikle sınanarak pandemi günlerine giren kuir bireyler, aynı zamanda yaşadıkları evlerde çoğu zaman yalnızlıkla ve dar güvenli sosyal çevreyi yitirme korkusuyla mücadele etmek zorunda kalıyor. Na-pandemik günlerde de özel alanı olamayan, aile evinde kalan ya da yurtlarda yaşamak zorunda kalan kuirler, pandemi günlerinde bu krizi daha da derin yaşayarak hem yalnızlığa hem de fobik şiddete maruz kalma endişesiyle günlerini geçiriyor.

Tüm bu kaygılarla beraber pandeminin geçmesini bekleyen ve pandemi sonrası toplumu öngöremeyerek gittikçe artan anksiyeteye ve belirsizliklere sürüklenen kuirler, bu süreçte ve sonrasında kimliklerini açık deneyimlemek ya da kimliklerine saygı beklemek gibi en temel hakları kaybetme riskiyle karşı karşıya. Bu riski düşünerek evlere kapalı kalan ve yukarıda sayılagelen kaygıları da aynı anda deneyimlemek zorunda kalan kuirler, kendilerini gerçekleştirme yolculuklarında çok ciddi sorunlar yaşıyor.

Fotoğraf: Bekir Dindar

Evsizlik

Oktay Çetinkaya

Sokakta yaşayan insanların bu salgına yaklaşımı, ekonomik kazanımları olan ve düzenli bir yaşam tarzı olan insanlardan farklı, öncelikle bunu bilmemiz gerek. Kaybedecek şeyiniz ne kadar çoksa o kadar çok panik yapıyorsunuz doğal olarak. Bu gerçeklikle birlikte, salgının sokaklarda yaşayan insanların hayatını bizimkilerden daha az etkilediğini söylemek zor. Çünkü sokakta yaşayan insanlar geçimlerini sağlamak için diğer insanlara muhtaçtır. Nasıl muhtaçtır? Sokaklarda yaşayan iki grup insan vardır: Birinci grup neredeyse tamamen dilencilik yaparak ve başkalarının yardımlarıyla yaşamaya çalışanlar. İkinci grup ise çöplerden topladıkları geridönüşüm atıklarını ve diğer kullanılabilir eşyaları satarak geçimini sağlayanlar. Evde kal çağrısından ve sokağa çıkma yasağından sonra sokaklarda yaşayan insanlar da doğal olarak sıkıntıya düştü ve hayatları zorlaştı. Dilencilik yaparak geçimini sağlayanlar iletişim kuracak insan bulamıyor, dilencilik yapamıyor. Çöplerden geçimini sağlayanların ise birçok mekân kapalı olduğu ve tüketim azaldığı için kazançları çok düşük oluyor. Sokaklarda yaşayan insanları bağımsız zanneder çoğumuz, ama bunun böyle olmadığını çok net görüyoruz bu süreçte.

Belediyeler ya da devlet kurumlarınca sokaklardan toplanıp kapalı bir alanda birkaç ay kapalı tutulmak birçoğu için büyük bir korku kaynağı. Yetkililerin bu insanlara yaşadıkları yerlerde ulaşıp bulundukları yerde sağlık ihtiyaçlarını gidermeleri gerekir. Salgından etkilenmiş olanlar ya da başka acil bir rahatsızlığı olanlar varsa, hastaneye yatırılmaları gerek en kısa zamanda. Temizlik ve gıda ihtiyaçları konusunda her belediye kendi bölgesindeki evsizlere acilen yardımda bulunmalı. Başka talepleri var mı, nelerdir; bu konuda her belediye çalışma yapmalıdır.

Modern dünyada evsizler hep var olacak, bazı insanlar için sokakta yaşamak bir tercih artık. Dünyadaki evsizlerin sayısının artmasındaki en büyük etken gelir dağılımındaki eşitsizlik ve ötekileştirmek. Bazı problemleri yok etmek mümkün değildir çünkü bu problemler varoluşla ilgilidir. Hayatın rutini hâline gelir bazı problemler. Sorun, bu problemlerin rutinin sınırını aşmasındadır. Her şehrin sokaklarında yaşatacağı insan sayısı sınırlıdır.

Köylerde sokak insanları olmaz mesela. Bu büyük şehirlerin, büyük tüketimlerin, büyük kaosların ürettiği bir problem ya da rutindir. Bu konuda ilginç olan ise en fazla sokak insanının, ekonomisi en büyük ülkelerde yaşıyor olması. Bu, modern dünyanın bir getirisi; bu devletlerin sorunu; ülkelerin meclislerinde daha fazla ele alınılması gereken bir konu. “Bir milletvekili neye yarar ki?” Bir şarkıda böyle diyordu. 

Çalışma Evimize Geldi Ama Misafir Olarak Değil

Eylem Akçay

Konut, eviçi yaşamı kurup sürdüren ve cinsiyete dayalı işbölümüne fazlasıyla sırtını yaslayan özel bir çalışmanın haricinde, çalışma mekânı olarak görülmezken salgınla birlikte bazı evler ofislere dönüşüverdi. Oysa bir yaşama birimi olarak konutun üretimden ayrılması, iş dışı yaşama ait bir alan ve yeniden üretim alanı olarak anılması modern kapitalizm ve kentleşme tarihinin dönüm noktalarından sayılırdı. İşin ve evin geleceğinin ne olacağını kestirmek güç, ama birkaç haftalık karantina döneminde işe ve eve ne olduğuna odaklanabiliriz. Salgın, özellikle beyaz yakalı çalışanlar için konut ve çalışma arasındaki ilişkiyi nasıl değiştiriverdi? Tüm dünya coğrafyalarındaki işçiler olarak evlerin başına gelenleri fazlaca yabancılamadan nasıl kabul edebiliyoruz? Evden çalışan bizler salgın öncesindeki aynı işçiler miyiz, yoksa evlerimizle birlikte biz de mi değiştik?

Bugün salgın koşullarında evlere ne olduğunu anlamak için bir süredir işe ne olduğunu anlamak gerek. Salgından çok önce iş yaşamı ile iş dışı yaşam arasındaki ayrım yeni iş disiplini tekniklerinin geliştirilmesiyle bulanıklaştırılmıştı. Bu yeni “esnek” teknikler repertuvarında evden çalışma önemli bir yer tutuyordu. Evinin bir odasını ofis olarak kullanan freelance çalışanlar, startup adı verilen küçük şirket kurucuları ve çalışanları, orta ölçekli ve büyük şirketlerin haftanın belli günlerinde bilgisayarıyla evden iş yapan çalışanları, akşam “eve iş götüren” ve fazla mesailerini evde geçirenler, Blackberry’lerden beri evden telefonu veya bilgisayarıyla işe “bağlanan” çalışanlar, hiç değilse yarım saatte bir e-postalarına bakmak zorunda olanlar, “internete” çalışan asesörler, e-ticaretçiler ve “internet sitesi işçileri”, yani işçi sınıfının beyaz yakalı kesiminde yer alanlar koltuklar, salonlar ve yatak odaları boyunca zaten çalışıyorlardı. Mavi yakalı kesimdeyse, çoğunlukla tüm aileyi meşgul eden ve konutun en temel yaşam alanlarını dahi ciddi bir hacimle işgal edebilen montaj, imalat, kutulama, taşlama işleri yapılageliyordu. Üstelik bu işler çoğunlukla “işten” de sayılmıyordu.

Fotoğraf: Bekir Dindar

Yani çalışanların büyük kısmı evden çalışma koşullarına yabancı değildi. Ancak salgınla birlikte yeniden üretim zamanından çalan çalışmanın paranteze alınması ve çalışma bittikten sonra “eve” devam edilmesi de zorlaştı. Bu tür çalışmayla bedenlerin başa çıkması zaten zordu, ruhsal açıdan başa çıkma imkânı da salgınla birlikte ortadan kalktı. Örneğin öğretmenlerin yeniden üretim zamanlarından çalarak derse hazırlanması fazla mesai sayılsa bile karşılığı ödenmeyebilirdi. Şimdi online ders veren öğretmenlerin tüm çalışmaları ev mekânında birleşiverdi. “Çalışan kadınlar”, ev işlerinin cinsiyete dayalı adaletsiz dağılımının yükünü ücretlendirme yoluyla başka kadınlarla paylaşmaz oldu. Mutfak, temizlik ve bakım çalışmalarının arasına online toplantılar, müşteri görüşmeleri ve Excel tabloları girdi. Üretim ve yeniden üretim sürelerinde harcanan her gıdım enerji ve her küçük zaman parçası, çalışma başlığı altına giriyor. Bazı çalışanların yaşadığı “hiçbir şey yapamama” hâli belki de buna karşı bir direnci ifade ediyor. Karantina uzadıkça çalışma, zaman ve mekân üzerinde yayılıyor; toplum ve hane içindeki dağılımının adaletsizliğini açıkça sergiliyor ve hayattaki merkezi konumunun dikkate alınmasını talep ediyor.

Plaza Eylem Platformu’nun salgınla ilgili anket çalışmalarında ve platformun web sitesinde evden çalışma deneyimlerini paylaşan pek çok işçi, ofistekinden daha fazla çalıştığını ve yorulduğunu ifade ediyor. Çoğu yalnızlıktan mustarip. İşçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri evlere uygulanmıyor, yasal olmasa da yemek paraları bile kesiliyor. İşten çıkarılmaktan korkuyorlar ve bu hak kayıplarına razı oluyorlar. Salgından önce de böyleydi. 

Gönüllü tecrit altındaki çalışma işveren karşısında uzun süredir tek başına olan işçilerin bir izdüşümünü çiziyor aslında. Salgında işçilerin sermaye karşısındaki gerilemesi ve devlet tarafından da “borçlandırma imkânları” haricinde desteklenmemesi “mücbir sebeplere” bağlı değil. İşçilerin örgütlerinin olmaması iş hayatı kadar ev hayatının da şekillenmesinde temel belirleyici niteliğinde. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), geçen yılın sonunda bu gidişin tehlikelerini görmüş, 190 numaralı sözleşmeyle evlerdeki yaşantıyı işverenlerin sorumluluğuna taşımak için sendikaları da yanına alarak devletleri ikna etmeye çalışıyordu. Çalışmanın konut içinde merkezi bir konum işgal etmesi, konutların, soyut olarak değil, toplumsal kurumlarıyla, yani sendikası, işvereni ve devletiyle bir sınıf mücadelesi alanı olduğu gerçeğini işaret ediyor sadece.

Fotoğraf: Bekir Dindar

Çocuklar İçin Sağlıklı ve Güvenli Konut 

Gizem Kıygı 

Covid-19 salgınının Türkiye’deki yayılımının resmi olarak duyurulduğu tarihle birlikte öğretime ara verildi. Çocuklar, yaygın sokağa çıkma yasağının da kapsadığı yaş grubu olarak bu yazıyı yazdığım tarih itibariyle iki aydır evdeler. Hastalığın muhatabı olmasalar da salgının ortaya döktüğü eşitsizliklerden derin bir şekilde etkileniyorlar. 

Geniş yeşil alanların içinde çocukların oynadığı, güneşli, pırıl pırıl konut projesi reklamları özellikle son 20 senenin malumu. Bu reklamların kullandığı sloganlar, içinden geçtiğimiz kapanma/kapatılma sürecinde, büyük şehirlerin sıkışık konut dokusunda yaşamını sürdürenlerce ihtiyaç olarak kamuoyunda tartışılıyor. Güneş ve temiz hava alan yapı, rekreatif donatıların varlığı, temel ihtiyaçların karşılanacağı servislere erişim, konut hakkının temel insani kriterleri olarak değil, lüks konut üretiminin pazarlama nesnesi hâlinde kentleşmede yer buluyor. Konut üretiminde çocukların hakları ve varlığı bir temsilden ibaret. Oysa bugün görüyoruz ki çocuk haklarıyla konut hakkının kesişiminde ortaya çıkan ihtiyaçlar çok hayati. Farklı çocukluk deneyimleri bu süreçleri hareketsiz, kendine ait alanları olmadan, ihmal, istismar ve eviçi şiddet örüntüsü içinde geçirmek durumunda. O hâlde, sağlıklı ve güvenli konutun kriterlerini çocuk hakları bağlamında yeniden ele almak için başlangıç soruları sorabiliriz: 

Atölyelerde edindiğim deneyime göre ebeveynlerinin kira kaygısı çocuklara yansıyor. Yaşadıkları yerden, arkadaşlarından ayrı kalmak ve ekonomik baskı çocukları yoruyor, hatta onları çalışmak zorunda bırakabiliyor. 

Kriter 1: Çocuklar yaşadıkları konutta ekonomik olarak kendilerini güvende hissediyorlar mı? 

#EvdeKal döneminde çocuklara yönelik ihmal ve istismar olaylarında artış gözleniyor. Doğrudan çocuk koruma politikalarını ilgilendiren bu konu sağlıklı ve güvenli konut çerçevesinde de düşünülmeli. Konut mimarisinin sosyal hayatla kurduğu bağ bu anlamda çok önemli. 

Kriter 2: Çocuklar yaşadıkları konutta kendilerini duygusal ve fiziksel olarak güvende hissediyorlar mı? Konutun yarı kamusal alanları (pencereler vb.) çevresiyle sosyal iletişim kurabileceği şekilde ve mesafede tasarlanmış mı? Çocuklar yarı kamusal mekânlardan gerektiğinde destek mekanizmalarına erişebiliyor mu? 

Kriter 3: Çocuk yaşadığı konutta temiz hava alabiliyor mu? Doğayla görsel, işitsel, duyumsal bağlar kurabiliyor mu? 

Hareket çocukların bedensel, zihinsel ve ruhsal gelişimleri için çok önemli. Kriter 4: Konutun donatıları (kapı önü, avlusu, bahçesi vb.) çocukların hareket ve oyun ihtiyacına göre düşünülmüş mü?

Herkes gibi çocukların da kendilerini geliştirmek ve yeniden üretmek için bireysel alanlara ihtiyaçları var. Bu kimi zaman bir oda kimi zaman da bir köşedir. Burada önemli olan çocuğun bireysel alanına kendisinin karar verebilmesidir. 

Kriter 5: Çocuk konutun içinde, yuvasında hissedebileceği bireysel alanlarını yaratmak istediğinde bakımverenlerince destekleniyor mu? 

Son olarak özellikle konut sözkonusu olduğunda “çocuklar için” alınan kararların çoğunda çocuklara fikir sorulmadığını biliyoruz. Oysa kendini ilgilendiren her konuda çocuklar fikir beyan edebilir ve bu “çocuğun katılım hakkı”dır. 

Kriter 6: Konuta ilişkin alınan kararlarda çocukların görüşü soruluyor mu? 

Bu soruların cevabı reklam panolarında ya da metrekarelerde değil, konutta yaşayan “herkes”in ihtiyaçlarını gözeten yaklaşım bütünlüğünde ve hak temelli tasarımın sosyal politika hâline gelebilme kapasitesinde yatıyor. 

Covid-19’un Mülteciler Üzerine Etkileri

Lülüfer Körükmez

Zorla yerinden edilmiş kişiler, mülteciler, sığınmacılar, göçmenler… Covid-19 küresel pandemisi, göçmenlerin3 yaşam koşullarını, ekonomik ve hukuki kırılganlıklarını ve yalnız bırakılmışlıklarını bir kez daha çarpıcı biçimde gösterdi. Güvenli bir hayat arayışında bir kez daha hayatları risk altında.

Salgın başladıktan sonra, Türkiye’den Kanada’ya, Hindistan’dan Yunanistan’a pek çok ülkenin sınırlarında bekleyen mültecilerin yüzüne kapılar daha sert kapanmaya başladı. Bir yandan gönderme yasağı ihlal edilerek sınır bölgelerindeki mülteciler ülkelerine gönderilirken, diğer yandan mültecileri taşıyan gemilerin yanaşması yasaklanarak, sayısız insani krize yenileri ekleniyor.

Hayati riskleri göze alarak sınırları aşabilenler ise statü engeline takılıyor. Ulus temelinde düzenlenmiş uluslararası sistem, hakları birincil olarak vatandaşlık bağı üzerinden tanımlar. Bu nedenle, vatandaş olmayanlar, özellikle de kâğıtsızlar, ulusları çerçeveleyen ve “koruyan” sınırı aşarak “içeri” girseler dahi, bu temel haklara ulaşabilecekleri anlamına gelmez. Nihayetinde, öncesinde de dışlama, damgalama ve ayrımcılık pratiklerinin hedefi olan ve sağlık, eğitim, barınma gibi temel haklara erişimi olmayan mültecilerin hayatı, pandemiyle birlikte doğrudan risk altında.

Pandemi karşısında elimizde olan en etkin önlem evde kalmak. Ev, az sayıda insanla temasın olduğu ve dolayısıyla güvenli olduğu varsayılan yerdir. Oysaki göçmenler için durum farklıdır: Yaygın olarak, sağlık koşulları yetersiz yerlerde barınmaktalar. Ücretli iş piyasasına erişim zorlukları ve düşük ücretlerle güvencesiz çalışma rejimine karşılık yüksek konut kiraları, göçmenleri kötü fiziki koşullarda yaşamaya mecbur bırakıyor. Öte yandan küçük mekânlarda çok sayıda kişinin yaşaması; su, tuvalet ve banyo gibi problemleri daha da ağırlaştıran bir faktöre dönüşüyor. Geri gönderme merkezleri ve kamplar da yine mültecilerin kalabalıklar hâlinde ve yetersiz fiziki koşullarda bulunduğu yerler. Bir başka deyişle, sağlıklı koşullarda barınmaya erişim, doğrudan sağlık ve yaşam hakkıyla ilişkilidir, ancak pek çok mülteci bunlardan yoksun bırakılmıştır.

Fiziki ve ekonomik olarak çalışma koşullarının kötülüğü, yine pandemiden etkilenmeye daha açık hâle getiriyor. İnsan sağlığına zararlı mekânlarda (güneş almayan, havalandırmasız, küflü, tozlu vb.) uzun saatler ve kalabalık çalışma karşılığında kazanılan düşük ücretler, genellikle bir ailenin geçimini sağlamaya yetmez. Pek çok işyerinin kapanması ve işten çıkarmaların ardından, göçmenler arasında yoksulluk derinleşiyor. Yeterli beslenme ve hijyenin yoksulluk koşullarında sağlanması ise neredeyse mümkün değil.

Göçmenler için ulusal ve uluslararası kurumlar, sivil toplum örgütleri ve dayanışma hareketlerinin varlığı ve destekleri elzemdir. Evde kalma ve sosyal mesafe uygulamaları, göçmenlerin korunma kalkanlarından birisinin kalkması anlamına geliyor. Elbette, telefon ve e-mail yoluyla iletişimi sürdüren, sosyal mesafe koşullarında da olsa desteğe devam etmeye çalışan kurullar ve aktivistler mevcut. Ancak normal koşullarda ağır aksak işleyen, yeterliliği tartışılır olan bu destek mekanizmalarının, salgında daha da kötüleştiğini söylemek mümkün.

Birleşmiş Milletler Göç Kuruluşu (IOM) sözcüsü Joel Millman, mültecilerin sağlık hakkının altını çizerek toplum sağlığının ancak herkesin sağlıklı olması durumunda mümkün olacağını söyledi.4 “Haklara sahip olma hakkı”ndan mahrum mültecilerin, toplumun ve politik coğrafyanın eşit üyeleri olmaları sağlanmaksızın, sağlıklı toplum mümkün de olamaz.

“Biz Hep Evdeyiz Bekleriz” Dedik…

Gülüstü Salur

Salgının başladığı kabul edildi ve “evde kal” çağrısı herkese birden yapıldı. Hemen arkasından en kolay hedef seçildi. En yüksek risk grubuna, “Hastalanırsanız ölürsünüz” denerek en kolay ikna edilecek, zaten en çok evde kalan, ekonominin devamı için hayatın içinde olması elzem olmayan 65 yaş üstüne “Size dışarısı yasak” dendi. 

“Siz evde oturun, keyfinize bakın, biz her türlü ihtiyacınızı karşılarız” dedik. Hepimiz dedik. Medyanın her kanalında yaşlıları ikna turlarına çıktık. Tıbbi bilgiye boğduk herkesi, TV’lerde salgın eğrisini nasıl düzleştirmemiz gerektiğini anlattık. “Siz hastalanırsanız sadece kendi kesenizden hastalanmıyorsunuz, bir de çok kıymetli yatakları işgal edersiniz sonra” dedik. Dedik. “Siz zaten hep evdesiniz, evde beklemeye alışkınsınız şimdi de karantinanın bitmesini bekleyin” dedik. Siz ne istersiniz sormadık mı, sorduk mu? Biraz projektör ve mikrofonları tuttuk yaşlılara, saygısızlık yapanlar vardı, “Saygısızlıktan da biz koruruz sizi” dedik. Dedik. “Evde sıkılıyorum demek bir lükstür, bakın sağlık personelinin ne ağır koşullarda çalıştığına; doktorlar, hemşireler ölüyor” dedik. Korku dağları sardı; yok, kentleri sardı aslında, dağlar daha rahattı galiba salgında. Özgürlüğüne, yazlığına memleketine kaçanlar oldu. O zaman şehirlerarası ulaşımı izne bağladık. “İzin almadan bir yere gitmeyin” dedik. Dedik.

Fotoğraf: Bekir Dİndar

Her akşam kaç kişi daha hastalandı, kaç kişi öldü onları izledik. Beraber gözyaşı döktük. Kimimiz yalnız karşıladı karantinayı, kimimiz kalabalık. Kimimiz yoklukla, kimimiz varlık içinde yoklukla. Umut eksilmedi penceremizden, kapımızdan. Yiyeceğimizi de, temizleyeceğimizi de kapımıza getirdiler bir şekilde. Akıl fikir her yerde; ne yapacağımızı, ne yapmayacağımızı da söylediler. Biz zaten hep evdeydik, yine “Bekleriz evimizde” dedik. 

Sıkıldık mı? Sıkıldık. Ne kadar sürecek merak etmiyor muyuz? Ediyoruz. Hastalık bize uzak mı? Yakın, zaten yakın. Ölüm bize uzak mı? Avrupa’da huzurevlerinde patır patır ölüyormuş yaşlılar. Bakanlar hastalanıp ya da korkup yaşlıları bırakıp kaçmışlar. Amerika ve İngiltere’de istatistiklere bile girmiyormuş yaşlı ölümleri. Zaten birileri çıkarmış bu virüsü; zayıf, dayanıksız, yaşlı, ekonomiye yük olan kim varsa gitsin diye. Bu nüfusu kaldırmıyormuş bu dünya. Yok canım, saçmalık. 

Mayıs ayında hayatın yavaş yavaş normale döneceği planını yapan yerler varmış. “Yaşlılar ama çıkmasın”mış sokağa. “Onların ev hapsi, tecrit devam etsin”miş. Yok, o kadar uzun boylu değil. Tamam sabrediyoruz, gayret ediyoruz, sayılı gün diyoruz da sayısını bilmiyoruz. Evimizi de seviyoruz ve evimizde rahat ediyoruz. Yük olmadan yaşıyorduk, gene yaşarız. 

Ne zorluklardan ne yokluklardan geçtik bugüne gelene kadar, bundan da geçeriz elbette. Akıl bizde de var. Farklı ihtiyaçları olanlarımız var, farklı beklentileri olanlarımız var. Gerektiği kadar sabreder, gerektiğinde talep ederiz. Sorun söyleyelim ne istediğimizi.


1- Mor Çatı’nın hazırladığı Koronavirüs Salgını Süresince Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele İzleme Raporu bu süreçte kurumların çalışmasına dair detaylı bilgi sunuyor. Bkz. Mor Çatı. (2020). Koronavirüs Salgını Süresince Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele İzleme Raporu. morcati.org.tr/wp-content/uploads/2020/04/Koronavirüs-salgını-süresince-KYŞ-rapor.pdf

2- Yazar, göstermelik biçimde LGBTİ+ dostu davranan yerleri tanımlamak amacıyla, İngilizcedeki karşılığı pinkwashing olan bu tabiri kullanıyor. -e.n.

3- Bu yazıda, mülteci ve göçmen terimleri hukuki statüden bağımsız kullanılmıştır. 

4- ‘Societies are healthier if everybody’s healthier’: IOM spokesperson. (2018, 18 Mart). UN News. news.un.org/en/audio/2020/03/1059692

Fotoğraf: M. Cevahir Akbaş

Küresel bir sağlık krizi hâline gelen COVID-19 salgınının önlenmesine yönelik alınan en temel tedbir evlere kapanmak oldu. Türkiye’de mart ayında başlayan süreçte kimi zaman zorunlu, kimi zaman gönüllü karantina uygulandı. Ama bu uygulama, toplumun her kesiminde aynı etkiyi yaratmadı. Eve kapanmak bazıları için sağlığını korumak anlamına gelirken, bazıları için ise bambaşka sorunlara işaret ediyor. Tüm bunların arasında konut, bir toplumsal adaletsizlik sembolü olarak öne çıkıyor. Kimlerin eve kapanma “tercihini” yapıp yapamadığını sorgularken, evine kapanabilenler için de evin türlü adaletsizliklerin mekânı hâline geldiğini konuşuyoruz. 

Salgın henüz gündemde değilken hazırlıklarına başladığımız Konut Aktivizmi sayısında, bu süreçte daha da görünür olmaya başlayan konutun salgın bağlamında değişen çok boyutlu anlamını kısa yazılarla keşfetmek istiyoruz. Bu bağlamda konut meselesini eviçi şiddet, kuir, evsizlik, evden çalışma, mültecilik, yaşlılık ve çocukluk başlıkları altında, uzun süredir bu alanların nabzını tutan yazarların değerlendirmeleriyle tartışmaya açıyoruz. 

Ev Kime Güvenli? 

Selime Büyükgöze

Ev hepimiz için farklı anlamlarla dolu ve onunla nasıl bağ kurarsak kuralım temel bir mekân. Kadınlar için evin anlamı sözkonusu olduğunda ise kişisel deneyimlerin ötesinde tarihsel bir anlam dünyası kendini göstermeye başlıyor. Evle, özel alanla, mahremle özdeşleştirilmiş kadınların ev deneyimleri bu nedenle biricik olduğu kadar kolektif de. 

Güvenli mekân denildiğinde akla ilk olarak ev gelse de kadınlar için pek öyle olduğu söylenemez. Çünkü kadınlar en çok koca, baba, sevgili gibi yakınları erkeklerce ev içinde şiddete maruz bırakılıyorlar. Bu şiddet sadece dayak biçiminde uygulanmıyor. Hakaret, aşağılama gibi psikolojik şiddet biçimlerinin yanı sıra şu sıralar olumlu olarak andığımız “sosyal izolasyon” kadınlara sık uygulanan şiddet biçimleri arasında. Şiddet uygulayan erkekler, kadınların ailesi, akrabaları ve arkadaşları ile görüşmesini engelleyerek sosyal çevresinden koparmayı, böylelikle destek alabileceği ilişkileri ortadan kaldırarak kadını kontrol altına almayı hedeflerler. Koronavirüs salgını nedeniyle konuşur olduğumuz bu duruma pek çok kadın hayatları boyunca maruz kalıyor, dışarıya adım attıklarında yer yön bulmak gibi gündelik becerilerde dahi güçlük çekebiliyorlar.

Şimdi salgın nedeniyle karşı karşıya kalınan en büyük sorun ise izolasyonun, kadınların şiddetten uzaklaşmak için başvurabilecekleri mekanizmalara erişimlerinin önünü kesmesi.1 Varolan mekanizmaların kadınların salgın nedeniyle oluşabilecek yeni ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde işlerlik kazanmıyor oluşu. Zaten uygulamasında pek çok sorun olan bu mekanizmaları uygulatmamak için salgın kullanışlı bir bahane hâline geldi.

Evin “kadınlara mahsus” bir diğer anlamı ise bitmek bilmeyen ev işi ve bakımdan sorumlu görülmeleri. Bu işlerin paylaşıldığı nadir örneklerde dahi işleri organize etmek ve duygusal ihtiyaçları karşılamak yine kadınların üstüne kalıyor. Bir de tabii evin geçiminden sorumlu, güvencesiz işlerde çalıştığı için kazancından olmuş, sosyal yardımlara erişemeyen kadınlar var. Kirayı, faturaları nasıl öderim diye dertlendiği için şiddet uygulayan kocasına karşı uzaklaştırma kararı aldırmaya cesaret edemeyen kadınlar var.

Salgın bir gün bitecek elbet. Salgın ve sosyal izolasyon hikâyelerini anlattığımız bir anıya dönüşecek. Pek çok kadının ise hayatında hiçbir şey değişmeyecek. Zira salgın kadınlar için yeni bir durum yaratmaktan ziyade varolanı pekiştirdi. Zaten ayan beyan ortada olan eşitsizliği katmerledi. Bu nedenle salgın süresince yaşananları anlamaya çalışırken eşitsizliği salgının yaratmadığını görmek ve özel olanın politik olduğunu akılda tutmak çok elzem.

Fotoğraf: Damla Atak

“Evde Kal” Çağrıları ve Kuir Gündem

Cihangir Öz

İçinden geçtiğimiz pandemi sürecinde, “Evde Kal” çağrılarının yoğunlaşması ve bu yoğunlaşmanın zaman zaman yasaklar boyutunda kendini hissettirmesi mekânlarla zorunlu deneyimler yaşamamıza neden oluyor. Bir deneyimin zorunluluktan doğması, o deneyimi halihazırda yeterince çekilmez hâle getiriyorken bu deneyimi pandemi ve sağ popülist bir toplumda deneyimlemek her deneyim için ayrı krizlere gebe olsa gerek.

Bahsi geçen sağ popülist toplumda kuir bir deneyime sahip olmanın, na-pandemik günlerdeki zorluğunu az çok birçok kişi biliyor. Ancak sosyal adaletsizliğin ve nefret odaklı politikaların hüküm sürdüğü bir coğrafyada evlere hapsolmuş olmak bu deneyimi çok daha farklı bir zorlukla ve imkânlarla sınıyor.

İmkânlar, kendi kuir varoluşumda derinleşebilmem, çeşitli içsel yolculuklarla bilinç–kimlik eşleşmesini daha da artırmamdan öteye gitmezken, zorlukların her biri uzun tartışmalara konu olabilecek cinsten. Bu zorlukları ekonomik kaygılar, güvenlik kaygıları, sosyal kaygılar ve kimlik kaygıları gibi dört bohçada toplayabiliriz.

Ekonomik kaygılar, esasen orta–üst sınıflarda yer almayan kuir bir birey için toplumun genelinin yaşadığı ekonomik kaygılarla örtüşüyor görünebilir. Anca bu noktada na-pandemik günlerde de emek piyasasının kuirlere kapalı ya da nadir bulunan pandacı2 alanlarda açık olduğu gerçeğini hatırlamakta fayda var. Açık kimlikli kuir ve/veya LGBTİ+ bireylerin halihazırda yaşadıkları ekonomik problemler, şanslı küçük bir azınlık dışında, kendini çok daha sert bir biçimde hissettiriyor. Kiraların ödenemeyişi, özel alana sahip olamama kaygısı, konforlu ve güvenli alan yitimi gibi gerçeklerle yüzleşen kuir bireyler, eğer na-pandemik günlerde bu imkâna sahip değillerse de ayrıca eviçi şiddet ve gizli kimliklenme problemleriyle karşı karşıya kalabiliyor. Ekonomik kaygıların sağlık kaygılarıyla birleşmesi sonucu, pandemiye karşı en temel insani ihtiyaçlarını karşılayamamakla karşı karşıya kalan kuir bireyler, aynı zamanda şiddetli bir varoluş sancısı ve gelecek endişesiyle de yüzleşmek zorunda kalıyor.

Kendi deneyimimden hareketle yaptığım bu tespitleri genelleyebiliyor oluşumu sağlayan şey ise, birçok kuirle ortaklaşan deneyimlere sahip olduğumu görmemden ileri geliyor. Bu ortaklıklardan birisi de hiç şüphe yok ki güvenlik kaygıları. Sağ popülist bir iktidarla yıllardır yönetilen ve kendi partizan kitlesini de bu biçimde mobilize eden egemen anlayış, evlere kapanmış kuir bireyler açısından ciddi bir güvenlik endişesi yaratıyor. Bu endişe, son günlerde artan nefret söylemleriyle daha da zirveye çıkarak, bilinen adreslerde can güvenliği endişesi yaşamaya ve yaşanılan yerlerin tehdit altında olduğu psikolojisini doğuruyor. Ayrıca sağlık hakkına erişim de ayrımcılıkla karşı karşıya kalma ve salgının yarattığı güvenli alan kaybı duygusu, kuir bireyler açısından konutları birer cezaevi deneyimine dönüştürüyor.

Sosyal kaygılar ve sosyal adaletsizlikle sınanarak pandemi günlerine giren kuir bireyler, aynı zamanda yaşadıkları evlerde çoğu zaman yalnızlıkla ve dar güvenli sosyal çevreyi yitirme korkusuyla mücadele etmek zorunda kalıyor. Na-pandemik günlerde de özel alanı olamayan, aile evinde kalan ya da yurtlarda yaşamak zorunda kalan kuirler, pandemi günlerinde bu krizi daha da derin yaşayarak hem yalnızlığa hem de fobik şiddete maruz kalma endişesiyle günlerini geçiriyor.

Tüm bu kaygılarla beraber pandeminin geçmesini bekleyen ve pandemi sonrası toplumu öngöremeyerek gittikçe artan anksiyeteye ve belirsizliklere sürüklenen kuirler, bu süreçte ve sonrasında kimliklerini açık deneyimlemek ya da kimliklerine saygı beklemek gibi en temel hakları kaybetme riskiyle karşı karşıya. Bu riski düşünerek evlere kapalı kalan ve yukarıda sayılagelen kaygıları da aynı anda deneyimlemek zorunda kalan kuirler, kendilerini gerçekleştirme yolculuklarında çok ciddi sorunlar yaşıyor.

Fotoğraf: Bekir Dindar

Evsizlik

Oktay Çetinkaya

Sokakta yaşayan insanların bu salgına yaklaşımı, ekonomik kazanımları olan ve düzenli bir yaşam tarzı olan insanlardan farklı, öncelikle bunu bilmemiz gerek. Kaybedecek şeyiniz ne kadar çoksa o kadar çok panik yapıyorsunuz doğal olarak. Bu gerçeklikle birlikte, salgının sokaklarda yaşayan insanların hayatını bizimkilerden daha az etkilediğini söylemek zor. Çünkü sokakta yaşayan insanlar geçimlerini sağlamak için diğer insanlara muhtaçtır. Nasıl muhtaçtır? Sokaklarda yaşayan iki grup insan vardır: Birinci grup neredeyse tamamen dilencilik yaparak ve başkalarının yardımlarıyla yaşamaya çalışanlar. İkinci grup ise çöplerden topladıkları geridönüşüm atıklarını ve diğer kullanılabilir eşyaları satarak geçimini sağlayanlar. Evde kal çağrısından ve sokağa çıkma yasağından sonra sokaklarda yaşayan insanlar da doğal olarak sıkıntıya düştü ve hayatları zorlaştı. Dilencilik yaparak geçimini sağlayanlar iletişim kuracak insan bulamıyor, dilencilik yapamıyor. Çöplerden geçimini sağlayanların ise birçok mekân kapalı olduğu ve tüketim azaldığı için kazançları çok düşük oluyor. Sokaklarda yaşayan insanları bağımsız zanneder çoğumuz, ama bunun böyle olmadığını çok net görüyoruz bu süreçte.

Belediyeler ya da devlet kurumlarınca sokaklardan toplanıp kapalı bir alanda birkaç ay kapalı tutulmak birçoğu için büyük bir korku kaynağı. Yetkililerin bu insanlara yaşadıkları yerlerde ulaşıp bulundukları yerde sağlık ihtiyaçlarını gidermeleri gerekir. Salgından etkilenmiş olanlar ya da başka acil bir rahatsızlığı olanlar varsa, hastaneye yatırılmaları gerek en kısa zamanda. Temizlik ve gıda ihtiyaçları konusunda her belediye kendi bölgesindeki evsizlere acilen yardımda bulunmalı. Başka talepleri var mı, nelerdir; bu konuda her belediye çalışma yapmalıdır.

Modern dünyada evsizler hep var olacak, bazı insanlar için sokakta yaşamak bir tercih artık. Dünyadaki evsizlerin sayısının artmasındaki en büyük etken gelir dağılımındaki eşitsizlik ve ötekileştirmek. Bazı problemleri yok etmek mümkün değildir çünkü bu problemler varoluşla ilgilidir. Hayatın rutini hâline gelir bazı problemler. Sorun, bu problemlerin rutinin sınırını aşmasındadır. Her şehrin sokaklarında yaşatacağı insan sayısı sınırlıdır.

Köylerde sokak insanları olmaz mesela. Bu büyük şehirlerin, büyük tüketimlerin, büyük kaosların ürettiği bir problem ya da rutindir. Bu konuda ilginç olan ise en fazla sokak insanının, ekonomisi en büyük ülkelerde yaşıyor olması. Bu, modern dünyanın bir getirisi; bu devletlerin sorunu; ülkelerin meclislerinde daha fazla ele alınılması gereken bir konu. “Bir milletvekili neye yarar ki?” Bir şarkıda böyle diyordu. 

Çalışma Evimize Geldi Ama Misafir Olarak Değil

Eylem Akçay

Konut, eviçi yaşamı kurup sürdüren ve cinsiyete dayalı işbölümüne fazlasıyla sırtını yaslayan özel bir çalışmanın haricinde, çalışma mekânı olarak görülmezken salgınla birlikte bazı evler ofislere dönüşüverdi. Oysa bir yaşama birimi olarak konutun üretimden ayrılması, iş dışı yaşama ait bir alan ve yeniden üretim alanı olarak anılması modern kapitalizm ve kentleşme tarihinin dönüm noktalarından sayılırdı. İşin ve evin geleceğinin ne olacağını kestirmek güç, ama birkaç haftalık karantina döneminde işe ve eve ne olduğuna odaklanabiliriz. Salgın, özellikle beyaz yakalı çalışanlar için konut ve çalışma arasındaki ilişkiyi nasıl değiştiriverdi? Tüm dünya coğrafyalarındaki işçiler olarak evlerin başına gelenleri fazlaca yabancılamadan nasıl kabul edebiliyoruz? Evden çalışan bizler salgın öncesindeki aynı işçiler miyiz, yoksa evlerimizle birlikte biz de mi değiştik?

Bugün salgın koşullarında evlere ne olduğunu anlamak için bir süredir işe ne olduğunu anlamak gerek. Salgından çok önce iş yaşamı ile iş dışı yaşam arasındaki ayrım yeni iş disiplini tekniklerinin geliştirilmesiyle bulanıklaştırılmıştı. Bu yeni “esnek” teknikler repertuvarında evden çalışma önemli bir yer tutuyordu. Evinin bir odasını ofis olarak kullanan freelance çalışanlar, startup adı verilen küçük şirket kurucuları ve çalışanları, orta ölçekli ve büyük şirketlerin haftanın belli günlerinde bilgisayarıyla evden iş yapan çalışanları, akşam “eve iş götüren” ve fazla mesailerini evde geçirenler, Blackberry’lerden beri evden telefonu veya bilgisayarıyla işe “bağlanan” çalışanlar, hiç değilse yarım saatte bir e-postalarına bakmak zorunda olanlar, “internete” çalışan asesörler, e-ticaretçiler ve “internet sitesi işçileri”, yani işçi sınıfının beyaz yakalı kesiminde yer alanlar koltuklar, salonlar ve yatak odaları boyunca zaten çalışıyorlardı. Mavi yakalı kesimdeyse, çoğunlukla tüm aileyi meşgul eden ve konutun en temel yaşam alanlarını dahi ciddi bir hacimle işgal edebilen montaj, imalat, kutulama, taşlama işleri yapılageliyordu. Üstelik bu işler çoğunlukla “işten” de sayılmıyordu.

Fotoğraf: Bekir Dindar

Yani çalışanların büyük kısmı evden çalışma koşullarına yabancı değildi. Ancak salgınla birlikte yeniden üretim zamanından çalan çalışmanın paranteze alınması ve çalışma bittikten sonra “eve” devam edilmesi de zorlaştı. Bu tür çalışmayla bedenlerin başa çıkması zaten zordu, ruhsal açıdan başa çıkma imkânı da salgınla birlikte ortadan kalktı. Örneğin öğretmenlerin yeniden üretim zamanlarından çalarak derse hazırlanması fazla mesai sayılsa bile karşılığı ödenmeyebilirdi. Şimdi online ders veren öğretmenlerin tüm çalışmaları ev mekânında birleşiverdi. “Çalışan kadınlar”, ev işlerinin cinsiyete dayalı adaletsiz dağılımının yükünü ücretlendirme yoluyla başka kadınlarla paylaşmaz oldu. Mutfak, temizlik ve bakım çalışmalarının arasına online toplantılar, müşteri görüşmeleri ve Excel tabloları girdi. Üretim ve yeniden üretim sürelerinde harcanan her gıdım enerji ve her küçük zaman parçası, çalışma başlığı altına giriyor. Bazı çalışanların yaşadığı “hiçbir şey yapamama” hâli belki de buna karşı bir direnci ifade ediyor. Karantina uzadıkça çalışma, zaman ve mekân üzerinde yayılıyor; toplum ve hane içindeki dağılımının adaletsizliğini açıkça sergiliyor ve hayattaki merkezi konumunun dikkate alınmasını talep ediyor.

Plaza Eylem Platformu’nun salgınla ilgili anket çalışmalarında ve platformun web sitesinde evden çalışma deneyimlerini paylaşan pek çok işçi, ofistekinden daha fazla çalıştığını ve yorulduğunu ifade ediyor. Çoğu yalnızlıktan mustarip. İşçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri evlere uygulanmıyor, yasal olmasa da yemek paraları bile kesiliyor. İşten çıkarılmaktan korkuyorlar ve bu hak kayıplarına razı oluyorlar. Salgından önce de böyleydi. 

Gönüllü tecrit altındaki çalışma işveren karşısında uzun süredir tek başına olan işçilerin bir izdüşümünü çiziyor aslında. Salgında işçilerin sermaye karşısındaki gerilemesi ve devlet tarafından da “borçlandırma imkânları” haricinde desteklenmemesi “mücbir sebeplere” bağlı değil. İşçilerin örgütlerinin olmaması iş hayatı kadar ev hayatının da şekillenmesinde temel belirleyici niteliğinde. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), geçen yılın sonunda bu gidişin tehlikelerini görmüş, 190 numaralı sözleşmeyle evlerdeki yaşantıyı işverenlerin sorumluluğuna taşımak için sendikaları da yanına alarak devletleri ikna etmeye çalışıyordu. Çalışmanın konut içinde merkezi bir konum işgal etmesi, konutların, soyut olarak değil, toplumsal kurumlarıyla, yani sendikası, işvereni ve devletiyle bir sınıf mücadelesi alanı olduğu gerçeğini işaret ediyor sadece.

Fotoğraf: Bekir Dindar

Çocuklar İçin Sağlıklı ve Güvenli Konut 

Gizem Kıygı 

Covid-19 salgınının Türkiye’deki yayılımının resmi olarak duyurulduğu tarihle birlikte öğretime ara verildi. Çocuklar, yaygın sokağa çıkma yasağının da kapsadığı yaş grubu olarak bu yazıyı yazdığım tarih itibariyle iki aydır evdeler. Hastalığın muhatabı olmasalar da salgının ortaya döktüğü eşitsizliklerden derin bir şekilde etkileniyorlar. 

Geniş yeşil alanların içinde çocukların oynadığı, güneşli, pırıl pırıl konut projesi reklamları özellikle son 20 senenin malumu. Bu reklamların kullandığı sloganlar, içinden geçtiğimiz kapanma/kapatılma sürecinde, büyük şehirlerin sıkışık konut dokusunda yaşamını sürdürenlerce ihtiyaç olarak kamuoyunda tartışılıyor. Güneş ve temiz hava alan yapı, rekreatif donatıların varlığı, temel ihtiyaçların karşılanacağı servislere erişim, konut hakkının temel insani kriterleri olarak değil, lüks konut üretiminin pazarlama nesnesi hâlinde kentleşmede yer buluyor. Konut üretiminde çocukların hakları ve varlığı bir temsilden ibaret. Oysa bugün görüyoruz ki çocuk haklarıyla konut hakkının kesişiminde ortaya çıkan ihtiyaçlar çok hayati. Farklı çocukluk deneyimleri bu süreçleri hareketsiz, kendine ait alanları olmadan, ihmal, istismar ve eviçi şiddet örüntüsü içinde geçirmek durumunda. O hâlde, sağlıklı ve güvenli konutun kriterlerini çocuk hakları bağlamında yeniden ele almak için başlangıç soruları sorabiliriz: 

Atölyelerde edindiğim deneyime göre ebeveynlerinin kira kaygısı çocuklara yansıyor. Yaşadıkları yerden, arkadaşlarından ayrı kalmak ve ekonomik baskı çocukları yoruyor, hatta onları çalışmak zorunda bırakabiliyor. 

Kriter 1: Çocuklar yaşadıkları konutta ekonomik olarak kendilerini güvende hissediyorlar mı? 

#EvdeKal döneminde çocuklara yönelik ihmal ve istismar olaylarında artış gözleniyor. Doğrudan çocuk koruma politikalarını ilgilendiren bu konu sağlıklı ve güvenli konut çerçevesinde de düşünülmeli. Konut mimarisinin sosyal hayatla kurduğu bağ bu anlamda çok önemli. 

Kriter 2: Çocuklar yaşadıkları konutta kendilerini duygusal ve fiziksel olarak güvende hissediyorlar mı? Konutun yarı kamusal alanları (pencereler vb.) çevresiyle sosyal iletişim kurabileceği şekilde ve mesafede tasarlanmış mı? Çocuklar yarı kamusal mekânlardan gerektiğinde destek mekanizmalarına erişebiliyor mu? 

Kriter 3: Çocuk yaşadığı konutta temiz hava alabiliyor mu? Doğayla görsel, işitsel, duyumsal bağlar kurabiliyor mu? 

Hareket çocukların bedensel, zihinsel ve ruhsal gelişimleri için çok önemli. Kriter 4: Konutun donatıları (kapı önü, avlusu, bahçesi vb.) çocukların hareket ve oyun ihtiyacına göre düşünülmüş mü?

Herkes gibi çocukların da kendilerini geliştirmek ve yeniden üretmek için bireysel alanlara ihtiyaçları var. Bu kimi zaman bir oda kimi zaman da bir köşedir. Burada önemli olan çocuğun bireysel alanına kendisinin karar verebilmesidir. 

Kriter 5: Çocuk konutun içinde, yuvasında hissedebileceği bireysel alanlarını yaratmak istediğinde bakımverenlerince destekleniyor mu? 

Son olarak özellikle konut sözkonusu olduğunda “çocuklar için” alınan kararların çoğunda çocuklara fikir sorulmadığını biliyoruz. Oysa kendini ilgilendiren her konuda çocuklar fikir beyan edebilir ve bu “çocuğun katılım hakkı”dır. 

Kriter 6: Konuta ilişkin alınan kararlarda çocukların görüşü soruluyor mu? 

Bu soruların cevabı reklam panolarında ya da metrekarelerde değil, konutta yaşayan “herkes”in ihtiyaçlarını gözeten yaklaşım bütünlüğünde ve hak temelli tasarımın sosyal politika hâline gelebilme kapasitesinde yatıyor. 

Covid-19’un Mülteciler Üzerine Etkileri

Lülüfer Körükmez

Zorla yerinden edilmiş kişiler, mülteciler, sığınmacılar, göçmenler… Covid-19 küresel pandemisi, göçmenlerin3 yaşam koşullarını, ekonomik ve hukuki kırılganlıklarını ve yalnız bırakılmışlıklarını bir kez daha çarpıcı biçimde gösterdi. Güvenli bir hayat arayışında bir kez daha hayatları risk altında.

Salgın başladıktan sonra, Türkiye’den Kanada’ya, Hindistan’dan Yunanistan’a pek çok ülkenin sınırlarında bekleyen mültecilerin yüzüne kapılar daha sert kapanmaya başladı. Bir yandan gönderme yasağı ihlal edilerek sınır bölgelerindeki mülteciler ülkelerine gönderilirken, diğer yandan mültecileri taşıyan gemilerin yanaşması yasaklanarak, sayısız insani krize yenileri ekleniyor.

Hayati riskleri göze alarak sınırları aşabilenler ise statü engeline takılıyor. Ulus temelinde düzenlenmiş uluslararası sistem, hakları birincil olarak vatandaşlık bağı üzerinden tanımlar. Bu nedenle, vatandaş olmayanlar, özellikle de kâğıtsızlar, ulusları çerçeveleyen ve “koruyan” sınırı aşarak “içeri” girseler dahi, bu temel haklara ulaşabilecekleri anlamına gelmez. Nihayetinde, öncesinde de dışlama, damgalama ve ayrımcılık pratiklerinin hedefi olan ve sağlık, eğitim, barınma gibi temel haklara erişimi olmayan mültecilerin hayatı, pandemiyle birlikte doğrudan risk altında.

Pandemi karşısında elimizde olan en etkin önlem evde kalmak. Ev, az sayıda insanla temasın olduğu ve dolayısıyla güvenli olduğu varsayılan yerdir. Oysaki göçmenler için durum farklıdır: Yaygın olarak, sağlık koşulları yetersiz yerlerde barınmaktalar. Ücretli iş piyasasına erişim zorlukları ve düşük ücretlerle güvencesiz çalışma rejimine karşılık yüksek konut kiraları, göçmenleri kötü fiziki koşullarda yaşamaya mecbur bırakıyor. Öte yandan küçük mekânlarda çok sayıda kişinin yaşaması; su, tuvalet ve banyo gibi problemleri daha da ağırlaştıran bir faktöre dönüşüyor. Geri gönderme merkezleri ve kamplar da yine mültecilerin kalabalıklar hâlinde ve yetersiz fiziki koşullarda bulunduğu yerler. Bir başka deyişle, sağlıklı koşullarda barınmaya erişim, doğrudan sağlık ve yaşam hakkıyla ilişkilidir, ancak pek çok mülteci bunlardan yoksun bırakılmıştır.

Fiziki ve ekonomik olarak çalışma koşullarının kötülüğü, yine pandemiden etkilenmeye daha açık hâle getiriyor. İnsan sağlığına zararlı mekânlarda (güneş almayan, havalandırmasız, küflü, tozlu vb.) uzun saatler ve kalabalık çalışma karşılığında kazanılan düşük ücretler, genellikle bir ailenin geçimini sağlamaya yetmez. Pek çok işyerinin kapanması ve işten çıkarmaların ardından, göçmenler arasında yoksulluk derinleşiyor. Yeterli beslenme ve hijyenin yoksulluk koşullarında sağlanması ise neredeyse mümkün değil.

Göçmenler için ulusal ve uluslararası kurumlar, sivil toplum örgütleri ve dayanışma hareketlerinin varlığı ve destekleri elzemdir. Evde kalma ve sosyal mesafe uygulamaları, göçmenlerin korunma kalkanlarından birisinin kalkması anlamına geliyor. Elbette, telefon ve e-mail yoluyla iletişimi sürdüren, sosyal mesafe koşullarında da olsa desteğe devam etmeye çalışan kurullar ve aktivistler mevcut. Ancak normal koşullarda ağır aksak işleyen, yeterliliği tartışılır olan bu destek mekanizmalarının, salgında daha da kötüleştiğini söylemek mümkün.

Birleşmiş Milletler Göç Kuruluşu (IOM) sözcüsü Joel Millman, mültecilerin sağlık hakkının altını çizerek toplum sağlığının ancak herkesin sağlıklı olması durumunda mümkün olacağını söyledi.4 “Haklara sahip olma hakkı”ndan mahrum mültecilerin, toplumun ve politik coğrafyanın eşit üyeleri olmaları sağlanmaksızın, sağlıklı toplum mümkün de olamaz.

“Biz Hep Evdeyiz Bekleriz” Dedik…

Gülüstü Salur

Salgının başladığı kabul edildi ve “evde kal” çağrısı herkese birden yapıldı. Hemen arkasından en kolay hedef seçildi. En yüksek risk grubuna, “Hastalanırsanız ölürsünüz” denerek en kolay ikna edilecek, zaten en çok evde kalan, ekonominin devamı için hayatın içinde olması elzem olmayan 65 yaş üstüne “Size dışarısı yasak” dendi. 

“Siz evde oturun, keyfinize bakın, biz her türlü ihtiyacınızı karşılarız” dedik. Hepimiz dedik. Medyanın her kanalında yaşlıları ikna turlarına çıktık. Tıbbi bilgiye boğduk herkesi, TV’lerde salgın eğrisini nasıl düzleştirmemiz gerektiğini anlattık. “Siz hastalanırsanız sadece kendi kesenizden hastalanmıyorsunuz, bir de çok kıymetli yatakları işgal edersiniz sonra” dedik. Dedik. “Siz zaten hep evdesiniz, evde beklemeye alışkınsınız şimdi de karantinanın bitmesini bekleyin” dedik. Siz ne istersiniz sormadık mı, sorduk mu? Biraz projektör ve mikrofonları tuttuk yaşlılara, saygısızlık yapanlar vardı, “Saygısızlıktan da biz koruruz sizi” dedik. Dedik. “Evde sıkılıyorum demek bir lükstür, bakın sağlık personelinin ne ağır koşullarda çalıştığına; doktorlar, hemşireler ölüyor” dedik. Korku dağları sardı; yok, kentleri sardı aslında, dağlar daha rahattı galiba salgında. Özgürlüğüne, yazlığına memleketine kaçanlar oldu. O zaman şehirlerarası ulaşımı izne bağladık. “İzin almadan bir yere gitmeyin” dedik. Dedik.

Fotoğraf: Bekir Dİndar

Her akşam kaç kişi daha hastalandı, kaç kişi öldü onları izledik. Beraber gözyaşı döktük. Kimimiz yalnız karşıladı karantinayı, kimimiz kalabalık. Kimimiz yoklukla, kimimiz varlık içinde yoklukla. Umut eksilmedi penceremizden, kapımızdan. Yiyeceğimizi de, temizleyeceğimizi de kapımıza getirdiler bir şekilde. Akıl fikir her yerde; ne yapacağımızı, ne yapmayacağımızı da söylediler. Biz zaten hep evdeydik, yine “Bekleriz evimizde” dedik. 

Sıkıldık mı? Sıkıldık. Ne kadar sürecek merak etmiyor muyuz? Ediyoruz. Hastalık bize uzak mı? Yakın, zaten yakın. Ölüm bize uzak mı? Avrupa’da huzurevlerinde patır patır ölüyormuş yaşlılar. Bakanlar hastalanıp ya da korkup yaşlıları bırakıp kaçmışlar. Amerika ve İngiltere’de istatistiklere bile girmiyormuş yaşlı ölümleri. Zaten birileri çıkarmış bu virüsü; zayıf, dayanıksız, yaşlı, ekonomiye yük olan kim varsa gitsin diye. Bu nüfusu kaldırmıyormuş bu dünya. Yok canım, saçmalık. 

Mayıs ayında hayatın yavaş yavaş normale döneceği planını yapan yerler varmış. “Yaşlılar ama çıkmasın”mış sokağa. “Onların ev hapsi, tecrit devam etsin”miş. Yok, o kadar uzun boylu değil. Tamam sabrediyoruz, gayret ediyoruz, sayılı gün diyoruz da sayısını bilmiyoruz. Evimizi de seviyoruz ve evimizde rahat ediyoruz. Yük olmadan yaşıyorduk, gene yaşarız. 

Ne zorluklardan ne yokluklardan geçtik bugüne gelene kadar, bundan da geçeriz elbette. Akıl bizde de var. Farklı ihtiyaçları olanlarımız var, farklı beklentileri olanlarımız var. Gerektiği kadar sabreder, gerektiğinde talep ederiz. Sorun söyleyelim ne istediğimizi.


1- Mor Çatı’nın hazırladığı Koronavirüs Salgını Süresince Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele İzleme Raporu bu süreçte kurumların çalışmasına dair detaylı bilgi sunuyor. Bkz. Mor Çatı. (2020). Koronavirüs Salgını Süresince Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele İzleme Raporu. morcati.org.tr/wp-content/uploads/2020/04/Koronavirüs-salgını-süresince-KYŞ-rapor.pdf

2- Yazar, göstermelik biçimde LGBTİ+ dostu davranan yerleri tanımlamak amacıyla, İngilizcedeki karşılığı pinkwashing olan bu tabiri kullanıyor. -e.n.

3- Bu yazıda, mülteci ve göçmen terimleri hukuki statüden bağımsız kullanılmıştır. 

4- ‘Societies are healthier if everybody’s healthier’: IOM spokesperson. (2018, 18 Mart). UN News. news.un.org/en/audio/2020/03/1059692

DÖN