I.

Rigo, Roma hukuku ve kolonyal sistemlere bakarak, sınırların hukuk ile toprak ve hukuk ile kişiler arasındaki ilişkilerin yakınsandığı ama aynı zamanda da benzeşmez hale geldiği yerler olduğunu ve pozitif hukukun legal/illegal ikiliğinin sınırlarının kendini, tam da buralarda sergilediğini iddia eder. Ulus-devletin teritoryal sisteminin dünya çapındaki başarısı, teritoryal ve siyasi sınırların diğer tüm anlamlarını gölgede bırakarak, her genişleme çeperini homojen ve simetrik siyasi birimler arasındaki bir bağa dönüştürmesidir.1 Ancak Rigo sınırların sadece bölmediğini, bağladığını da söylemektedir. Onların temel işlevi ayırmak değil, farklılaştırmaktır. Sınırları, ilişki üretiminin araçları olarak kabul eden Luhmann’a referansla Rigo, aslında sınırların modern toplumların farklılaşmasına ve karmaşıklaşmasına izin veren yapılar olduğunu iddia eder. Ona göre sınırlar sadece devletler arasındaki ilişkileri değil, aynı zamanda siyasal sistemin dışından gelen kişiler (göçmenler) üzerindeki ilişkileri de yeniden üretip düzenlerler. Türkiye özelinde baktığımızda, sınır kavramını geçirgen bir alan olarak tartışmaya açmak, özellikle Suriyeli mültecilerin öznel rolünü düşünmek ve onların Türkiye’deki siyasal topluluğun sınırlarında nereye düştüğünü kavrayabilmek için önem taşır. 

Fotoğraf: Ayşe Adanalı

Balibar ise sınırların geçilen tarafa göre farklı performanslar sergilediğini ve onların sadece homojen birimler kuran birer eşik olmadıklarını iddia etmektedir. “Sınır Nedir?” başlıklı konuşmasında sınır kavramına dair teorik bir çerçeve çizen Balibar sınırların tarihsel olarak üç karakteristik özelliği olduğunu söyler. Öncelikle sınır dediğimiz şey, iki devlet arasındaki bir çizgiden ötedir; dünyadaki diğer jeopolitik ayrımlar tarafından üst-belirlenmiş, pek çok kez kopyalanmış ve ilişkilendirilmiştir. Dünyayı yeniden yapılandırma fonksiyonları olmaksızın sınırlardan bahsetmek mümkün değildir. İkincisi, sınırlar çokanlamlıdır. Bir sınır herkes için aynı anlamı taşımaz. Onu geçen bir mülteci ve bir işadamı için taşıdığı anlamlar arasındaki tek ortak nokta, adının resmi olarak sınır olmasıdır. Bu anlamda sınır, farklı sosyal sınıflara mensup kişiler için farklı hukuki deneyimler, farklı bürokrasiler, farklı haklar ve farklı denetleme mekanizmaları anlamına gelir. Sınırın kişileri mensup oldukları sosyal sınıfa göre sürekli olarak bir farklılaştırma ve ayrıştırma işlevi vardır. Üçüncü ve sonuncu olarak da, sınırların heterojenliğinden ve aynı anda pek çok yerde olmasından söz edilebilir. Bu demek oluyor ki, bugün bazı sınırlar coğrafi, politik ve yönetsel anlamda artık sadece oldukları yerde konumlanmıyor; onlar daha ötede, seçici kontrolün olduğu her yerdeler.2

Balibar’ın sınır kavramsallaştırması 2009 yılında gerçekleştirdiğim saha çalışmasını hatırlatmıştı bana. O sene Eylül ayında Türkiye ile Suriye arasında her iki ülke vatandaşlarına vize serbestisi sağlayan bir anlaşma imzalanmıştı. Doktora tezim için 2010 yılının bahar ve yaz aylarında sığınmacıların Türkiye’de koruma prosedürü sonuçlanıp üçüncü bir ülkeye yerleştirilene kadar ikamet etmek zorunda oldukları ve uydu kent olarak adlandırılan kentlerden dördünde saha çalışması yürütmeyi planlıyordum. Bu haberi aldığıma çok sevinmiştim çünkü yurtdışındaki doktora çalışmalarım sırasında tanışıp, kaynaştığım en yakın arkadaşlarımdan biri Suriyeliydi. Saha çalışmamın tarihlerini belirlerken en son gidilecek kent sırasına Van’ı koydum. Böylece arkadaşım Leyna Halep’ten otobüsle önce Gaziantep’e, oradan da Van’a beni görmeye gelebilecek, beraber Van ve çevresini gezdikten sonra dönüşte ona Ankara’yı da gösterebilecektim. O yaz her şey tam da planladığımız gibi gitti. Leyna Van’dan İzmir’e ailemi ziyarete de geldi ve adeta mini bir Türkiye turu yaptık. Karaburun’da yaptığımız güzel bir tatil sonrası Leyna bu kez Antakya üzerinden Halep’e döndü. Artık aramızda bir sınır yoktu. 2011 yazı için ziyaret sırası bende diyerek ayrıldık ama ben onu ziyarete Şam’a hiçbir zaman gidemeyecektim.

2015’in boğucu Ağustos sıcağında ilk kez, bu sefer başka bir saha çalışması için Gaziantep’teyim. Suriyelilerin yoğun olarak yaşadığı mahallelerde bir arkadaşımla birlikte farklı sınıf ve meslek gruplarından mültecilerle görüşmeler yapıyoruz.3 Görüşme yaptığımız Suriyelilerden biri anlatıyor: “Suriye ile ticari sınır açık. Rejim döneminde sınırlama vardı. Örneğin Türkiye’den konfeksiyon işi yasaktı. Şimdi hükümet yok, sınırlama yok. Türkiye’den her şeyi alabiliyoruz, diş macununa kadar. Hatta Suriye’de kendinizi burada sanıyor, Türk çarşısında geziyor gibi hissediyorsunuz.” Ama sonra lafı, Suriye’den Türkiye tarafına geçişlere getiriyor: “Bir arkadaşımızın ailesi kalmıştı Halep’te, onları getirtecektik. Kaçak giriş noktaları var. Ama bazen bir kilometre kadar koşmak gerekiyor. Bir kere geçince sınırı, sonra bir şey olmuyor. Eskiden gelenler sadece yorgun olurdu ama şimdi üstü başı yırtık, dayak yemiş olabiliyor. Çok garip. Sizin hükümet kapattım sınırı diyor ama o zaman neden insanların bu şekilde kaçak geçmesine izin veriyor?” 

Birkaç gün sonra Şam’da insan hakları ihlalleri ile ilgili vakalar üzerine çalışırken Gaziantep’e kaçmak zorunda kalmış feminist bir avukat ile görüşüyoruz. Onun konu ile ilgili yorumu ise şöyle: “Türkiye Suriye ile sıfır noktasında bir sınır paylaşıyor ve komşu olduğu için de çıkarları var. Çıkarını düşünerek karar alıyor. Suriyeliler bu yüzden Türkiye’de, yoksa karşısındakinin kim olduğu önemli değil! Sınırı açtığında da Türkiye çıkarlarını düşünüyordu. Diğer devletlere göre kendini konumlandırıyordu.” Balibar sınırların çokanlamlılığı derken, tam da böyle bir şeyden söz ediyor. Devlet kendini teritoryal sınırlar üzerinden kurarken ve dışa kapatırken, bir yandan da içerde farklılıkların formel olarak üzerini örtüyor ve bunun için de vatandaşlık kurumunu kullanıyor. Öte yandan, ne zaman ki ulus-aşırı sermaye ve insan trafiği yoğunlaşıyor, işte o zaman bunun sonucu olarak, Türkiye-Suriye arasında olduğu gibi farklı kuralların hakim olduğu politik ekonomik bir alan da oluşuyor. Ve devletler, uluslararası düzeyde sınıf ayrımlarının hizmetine girme eğilimi gösterip, sınırlarını tekrar ayrımcılık ve farklılaştırma için kontrol aracı olarak kullanıyorlar.4 

Fotoğraf: Ayşe Adanalı

2015 “uzun göç yazı”5 bitip de 2016 yılbaşına geldiğimizde ise Türkiye, havayolu ve denizyoluyla ülkeye giriş yapacak Suriyelilerden vize talep etmeye başlayacaktı. Oysaki, 2011 yılında Türkiye’nin Suriye’den gelecekler için deklare ettiği ve o zamandan beri de izlediği koruma amaçlı bir açık kapı politikası vardı. Kara sınırı, örülen yüzlerce kilometre uzunluğundaki duvar ile neredeyse tamamen kapanınca, kapımızın açık olduğu iddia edilen kardeşimiz Suriyeli mülteciler de bir günde “illegal” göçmene dönüştüler. Koruma talebi ile gelinen sınır, Suriyelileri hem korumasız bıraktı hem de damgaladı. Suriyeliler kaçtıkları rejimden korunması gereken mültecilerden, Türkiye’nin uluslararası koruma rejimini sömürmesi muhtemel istenmeyen göçmenlere evrildiler. Ve bu ani değişikliğin sebebi sadece hükümetin bir gecede aldığı karar değil, bir şekilde parçası olduğu Avrupa Birliği’nin ortak göç ve iltica politikasının bir sonucuydu. 2009 yılından beri uygulanan vize serbestine son vermek, aynı yılın Mart ayında yapılacak bir anlaşma ile altı milyar avro karşılığında Suriyeli mültecilere karşı üstlenilecek Kale Avrupası’nın sınır bekçiliği rolünün de ilk adımı olacaktı.

II.

Yine 2015 yazında Gaziantep’teyiz. Bir akşamüstü Türkiyeli ve Suriyelilerin yaz sıcaklarında klimalı ortamı ile popüler olan buluşma mekanı Sanko Park Alışveriş Merkezi’nde çayımızı içerek, saha çalışmasının yorgunluğunu atıyoruz. Bu alışveriş merkezi şehri yatay olarak kesen devasa bir yeşil alanın ortalarına denk düşüyor. Şehre ilk geldiğim gün Gaziantep’teki ilk falafelimi alışveriş merkezinin hemen arkasında bu yeşil alan içinde kalan parkta, Suriyelilerin işlettiği bir kafede yemiştim. Sonrasında saha çalışması boyunca Suriyelilerle hem parklardan çokça konuşacaktık, hem de yaz sıcakları nedeniyle görüşmelerimizin bir kısmını güneş battıktan sonra bu yeşil alan içinde kalan çay bahçelerinden birinde gerçekleştirecektik. Gaziantep’teki ilk haftamızda görüştüğümüz Suriyeli esnaftan, aileleri ile daha çok akşamları dışarı çıkmayı tercih ettiklerini dinlemiştik. Bu Suriye’den kalma bir alışkanlıktı ama aynı zamanda bir zorunluluğa da işaret ediyordu. Bakkallık yapan Muhammed bu zorunluluğu şöyle anlatıyordu: “Saat akşam 10’dan sonra evimden dışarı çıkıyorum çünkü Türkler yok. Çocuklarımı da gece parka götürüyorum salıncağa bindireyim diye. Niye, çünkü gündüz Türk çocuk gelip salıncağı çekiyor, bindirmiyor. Burada halk bizi istemiyor. Her gün hükümet ile yüz yüze gelmiyoruz ama halkla geliyoruz. Ben medeni bir insanım ama saygılı davrandığım halde bana her yerde kötü bakıyorlar, bizi dışlıyorlar.” 

Ne ilginçtir ki, Muhammed’in bu sözlerinin benzerini doğma büyüme Gaziantepli bir memur olan Engin’den de duyuyorduk. Her iki yakası Suriyelilerin açtığı dükkânlar ile dolu olan İnönü Caddesi için Engin; “Akşam saat 10’dan sonra gidemem, tedirgin olurum. Oralar Halep gibi olur” diyordu. Mültecilerin yoğun olarak yaşadığı her kentte benzer ayrışmalar, sınırlar var aslında. Suriyelilerin olduğu her yerde de bir küçük Halep. Ankara’da adı Önder, İzmir’de Basmane. 2009 yazında ilk kez Basmane’de tek başıma saha çalışması yapacağımı söylediğimde babamın yüzünde beliren korkuyu gayet net hatırlıyorum. Basmane ve arka sokakları girilmez bir bölgeydi İzmirliler için bir zamanlar. Bir kadın olarak benim için tek bir mahalle girilemez görülürken, mülteciler için tüm kent tekinsiz olabiliyor. İnönü Caddesi üzerindeki Suriyeli dükkân sahipleri mahallede uğradıkları saldırılar yüzünden eşlerinin tek başına gündüz bile sokağa çıkmasına izin vermediklerini anlatıyorlar. Bu yüzden Suriyeli kadın mülteciler Gaziantep’te şehri, ancak gece parklarda eşleri ve çocukları ile birlikte, sınırlı bir zaman diliminde yaşayabiliyor. Bir Suriye lokantasında garsonluk yaparak geçimini sağlayan Ahmet, eşinin çocuklar okula gittikten sonra evde tek başına kaldığını, yaşadığı travma nedeniyle konuşacak kimsesi de olmadığı için sık sık sinir krizi geçirdiğini anlatıyor. Eşinin ailesi Suriye’de kalmış. Bu yüzden çok endişeli ve sürekli onları düşünüyor.

Özellikle kadın ve LGBTİ+ mülteciler için kent yaşamı çok daha sınırlı. Ahmet’in eşinin hikayesi 2010’da Van’da tanıştığım Banu’nun başına gelenleri hatırlatıyor. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği ofisinde yapılacak uzun süredir bekledikleri görüşmenin hemen öncesinde, kimlik fotokopisi çektirmek için tek başına evden çıkan Banu’yu kent merkezinde bindiği minibüsün şoförü kaçırıyor. İki erkeğin saldırısından son anda kurtulan Banu, minibüs şoförünü teşhis etmesine rağmen aldığı tehditler yüzünden şikâyetinden vazgeçmek zorunda kalıyor. Banu benimle görüşmeyi çok istemiş ama bir türlü Valilik yakınlarındaki İnsan Hakları Vakfı ofisine gelememişti. Sonunda iki kadın arkadaşından destek isteyip, dört kadın buluşabilmiştik. Bu olay sonrası Banu, eşi yanında olmadan çok nadir evden çıktığını anlatmıştı. Cinsel taciz ve şiddet LGBTİ+ mülteciler için çok ciddi bir sorun. Trans mültecilerden dinlediğim gündüz vakti sokakta kaçırılmaya çalışılma, çalışabilecek bir iş bulduklarında işyerinde uğradıkları cinsel taciz ve gündelik hayatta sokakta yürürken ya da alışveriş yaparken uğradıkları saldırılar geliyor aklıma…

Balibar’ın dediği sınırların heterojenliği ve her yerde olması da böyle bir şey. Mülteciler kiraların ucuz olduğu şehrin çeperlerinde yaşıyor ya da imza ile düzenli bildirimde bulunma yükümlülüğü onları belli mahallelere hapsediyor. Bu görünmeyen sınırlar bir Yunan adasına kaçak geçebilmek için bazen aylarca Basmane’de bir otel odasında bekleyen göçmenin, hemen dibindeki Alsancak’ı ve denizi görmeden İzmir’den geçip gitmesine bile neden olabiliyor. Burada sorun artık merkez-çevre veya Kuzey-Güney ayrımı değil; ırk ayrımının tüm toplumları kesen bir şekilde işlemesi ve çift yönlü bir etkide bulunması. Bir yandan kontrol edilemez bir ırkçılık ve güvensizlik körüklenirken, diğer yandan aşırı derecede bir güvenlik düzeni dayatılıyor.6 Ama bu sınırlar tabii ki sadece sınıf ve ırk temelli işlemiyor, aynı zamanda cinsiyetlenmiş de. Göç politikaları ve sınır kontrolleri içerisinde değişik denetleme araçlarına dönen ırk, sınıf ve cinsiyet kategorilerinin aynı zamanda göçmen metropolleri olan küresel kentlerin dokusuna ve emek piyasalarına da işlediğini görüyoruz. Bu kategoriler sadece merkez ve çeperi, gecekondu mahallelerini ve şık plazaları birbirinden ayırmıyor; aynı zamanda kentin çalışan nüfusunun belirmesi (veya ortadan kaybolması) için de belli zamansallıklar yaratıyor.7 Aynı Gaziantep’te kentin yeşil alanlarının, parklarının sadece geceleri Suriyelilerin kullanımında olabilmesi gibi…

III.

Türkiye’nin ilk iltica kanunu Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu 4 Nisan 2013’te Meclis’te kabul edildi. Bu kanunla Türkiye hukukuna kabul edilemez başvuru, ilk iltica ülkesi, güvenli üçüncü ülke, hızlandırılmış iltica prosedürü gibi AB göç rejimi kavramlarıyla birlikte idari gözetim adı altında göçmenlerin gözaltına alınması uygulaması da resmen girmiş oldu. Balibar’ın sınırların idari ve yönetsel anlamda gerçekte oldukları yerden daha da ötede, seçici kontrolün olduğu her yerde konumlanmasından kastettiği de buydu. Kentin görünmez sınırlarının bir adım ötesi bizden olmayan, vatandaşlık kurumunun dışarda bıraktığı göçmenlerin kamu güvenliği gibi içi boş bir kavrama dayanılarak, küçük kalelerde (geri gönderme merkezleri) hapsedilmesi demekti. Bu kapatma çoğu zaman teritoryal sınırın dışına atma, diğer bir deyişle sınırdışı ile son bulacaktı. Kampa veya geri gönderme merkezine kapatılmanın kendisinin yanında ihtimali de Türkiye’de göçmenler ve mülteciler üzerinde yeni bir denetim aracı oldu. 

Bu kanun ile kabul edilen denetim araçları aynı zamanda Avrupa siyasi topluluğunun kendi “ötekisi” ile arasına çizdiği siyasi sınırı, AB’ye aday ülkelere de dayatması anlamına geliyor. Hatırlayacak olursak Rigo sınırların aynı zamanda bağladığını söylüyordu. Türkiye’nin AB’nin sınır ve göç rejimine katılımı ile, Kale Avrupası’nın sınırlarının Ortadoğu’ya genişlediğini iddia edebiliriz. Sınırlar şimdi içeriden bir hiyerarşinin, diğer bir deyişle ırk, sınıf ve cinsiyet kategorileri üzerinden kurulan yeni bir siyasi hattın konumları. Türkiye’de Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nun sınırdışı hükümlerinin kimlere uygulandığı, kimlerin sığınmacı statüsündeyken idari gözetime alındığı ya da usulsüz sınırdışı edildiği ve kimlerin deniz ve kara sınırlarında korumaya erişiminin engellendiği, bu siyasi hattın Avrupa’nın “ötekisi” üzerinden Türkiye içerisinde nasıl çizildiğini bize gösterir. 18 Mart 2016 AB-Türkiye anlaşması ile Suriyeliler artık Avrupa’nın ötekisi ilan edilmiş oldu.Peki bu sınırlar ile ne yapacağız? Otonomist Marksizm ile bağlantılı Göçün Otonomisi perspektifi (Autonomy of Migration) odak noktanızı devletlerin sınırları ve onların doğurduğu uyuşmazlık ve kısıtlamalardan, göçmenlerin failliğine ve onların hareketlerinin siyasi boyutuna çevirin diyor. Bu perspektif, adından da anlaşılacağı üzere “hareketi” konu ediniyor. Böylece göçmenler pasif, mağdur ve zayıf değil, siyasi birer özne olarak ele alınıyorlar.8 Bu perspektifi benimseyen göç araştırmacıları, son dönemdeki gelişmelere bağlı olarak kentin kendisinin bu türden bir öznellik için ölçek olabileceğini öne sürüyorlar. 2015 “uzun göç yazı” sonrasında Balkan rotasını takip edip Avrupa’ya varan sığınmacılara kapısını açan ve iltica kenti adıyla anılan İtalya, İspanya, Almanya ve Fransa’nın kimi kentlerindeki yerel hareketlerin, kent hakkı üzerinden bu türden bir siyasetin başlangıç noktası olabileceğini iddia ediyorlar.9 Öte yandan, Batı Avrupa’daki bu yerel hareketleri doğuran sebebin Türkiye’dekinden farklı olarak merkezi hükümetlere ve siyasi partilere hakim olan göçmen karşıtı sağ siyaset olduğunu da unutmamak gerek.10 Türkiye’de haberlere konu olamasa da, İzmir ve Gaziantep gibi kentlerde Suriyeli mültecilerin kurduğu ve hakları için mücadele verdiği pek çok dernek var. Aynı zamanda Türkiyeli aktivist ve göçmenleri bir araya getiren Göçmen Dayanışma Ağı (İstanbul ve Ankara’da), Tarlabaşı Mutfak, Kadın Kadına Mülteci Mutfağı ve Kapılar gibi oluşumlar da mevcut. Suriyeli mültecilerin Taksim Meydanı’nda yılbaşı kutlaması, bize ırk, cinsiyet ve sınıf üzerinden aramızda kurulan o heterojen sınırları 2019’a girer girmez bir kez daha hatırlatmış olsa da, beraber ve insanca yaşama yolları arayan, bunun için hak mücadelesine öncelik veren dayanışmacı oluşumların da var olduğunu unutmamak gerek.


  1. Strassoldo, 1982’den aktaran Rigo, E. (2005) “Citizenship at Europe’s Borders: Some Reflections on the Post-colonial Condition of Europe in the Context of EU Enlargement”, Citizenship Studies, Vol.9, No.1, s.4.
  2.  Balibar, E. (2002) Politics and the Other Scene, Verso Books, s. 79-84.
  3. Bu saha çalışması sonucunda şu rapor hazırlandı: Biner, Ö., C. Soykan (2016) Suriyeli Mültecilerin Perspektifinden Türkiye’de Yaşam Mülteci-der Raporu, www.multeci.org.tr/wp-content/uploads/2016/10/SURIYELI-MULTECILERIN-PERSPEKTIFINDEN-TURKIYE-DE-YASAM.pdf 
  4. A.g.y., s. 82.
  5. Kasparek, B., M. Speer (2015) “Of Hope. Hungary and the Long Summer of Migration”, https://bordermonitoring.eu/ungarn/2015/09/of-hope-en/ (Erişim Tarihi: 18.02.2019)
  6. Balibar, E., A.g.y. s. 82.
  7. Heller, C., L. Pezzani, M. Stierl (2018) “Toward a Politics of Freedom of Movement”, Open Borders: In Defense of Free Movement içinde, haz. R. Jones, Athens, GA: University of Georgia Press, s. 65-66.
  8. Heller, C., L. Pezzani, M. Stierl, A.g.y., s. 61.
  9. A. g. y., s. 66-67.
  10. Danış, D. (2018) Türkiye’de Kent Mültecileri ve Misafirperverlik, TESEV Raporu, http://tesev.org.tr/tr/yayin/turkiyede-kent-multecileri-ve-misafirperverlik/ (Erişim Tarihi: 18.02.2019)

I.

Rigo, Roma hukuku ve kolonyal sistemlere bakarak, sınırların hukuk ile toprak ve hukuk ile kişiler arasındaki ilişkilerin yakınsandığı ama aynı zamanda da benzeşmez hale geldiği yerler olduğunu ve pozitif hukukun legal/illegal ikiliğinin sınırlarının kendini, tam da buralarda sergilediğini iddia eder. Ulus-devletin teritoryal sisteminin dünya çapındaki başarısı, teritoryal ve siyasi sınırların diğer tüm anlamlarını gölgede bırakarak, her genişleme çeperini homojen ve simetrik siyasi birimler arasındaki bir bağa dönüştürmesidir.1 Ancak Rigo sınırların sadece bölmediğini, bağladığını da söylemektedir. Onların temel işlevi ayırmak değil, farklılaştırmaktır. Sınırları, ilişki üretiminin araçları olarak kabul eden Luhmann’a referansla Rigo, aslında sınırların modern toplumların farklılaşmasına ve karmaşıklaşmasına izin veren yapılar olduğunu iddia eder. Ona göre sınırlar sadece devletler arasındaki ilişkileri değil, aynı zamanda siyasal sistemin dışından gelen kişiler (göçmenler) üzerindeki ilişkileri de yeniden üretip düzenlerler. Türkiye özelinde baktığımızda, sınır kavramını geçirgen bir alan olarak tartışmaya açmak, özellikle Suriyeli mültecilerin öznel rolünü düşünmek ve onların Türkiye’deki siyasal topluluğun sınırlarında nereye düştüğünü kavrayabilmek için önem taşır. 

Fotoğraf: Ayşe Adanalı

Balibar ise sınırların geçilen tarafa göre farklı performanslar sergilediğini ve onların sadece homojen birimler kuran birer eşik olmadıklarını iddia etmektedir. “Sınır Nedir?” başlıklı konuşmasında sınır kavramına dair teorik bir çerçeve çizen Balibar sınırların tarihsel olarak üç karakteristik özelliği olduğunu söyler. Öncelikle sınır dediğimiz şey, iki devlet arasındaki bir çizgiden ötedir; dünyadaki diğer jeopolitik ayrımlar tarafından üst-belirlenmiş, pek çok kez kopyalanmış ve ilişkilendirilmiştir. Dünyayı yeniden yapılandırma fonksiyonları olmaksızın sınırlardan bahsetmek mümkün değildir. İkincisi, sınırlar çokanlamlıdır. Bir sınır herkes için aynı anlamı taşımaz. Onu geçen bir mülteci ve bir işadamı için taşıdığı anlamlar arasındaki tek ortak nokta, adının resmi olarak sınır olmasıdır. Bu anlamda sınır, farklı sosyal sınıflara mensup kişiler için farklı hukuki deneyimler, farklı bürokrasiler, farklı haklar ve farklı denetleme mekanizmaları anlamına gelir. Sınırın kişileri mensup oldukları sosyal sınıfa göre sürekli olarak bir farklılaştırma ve ayrıştırma işlevi vardır. Üçüncü ve sonuncu olarak da, sınırların heterojenliğinden ve aynı anda pek çok yerde olmasından söz edilebilir. Bu demek oluyor ki, bugün bazı sınırlar coğrafi, politik ve yönetsel anlamda artık sadece oldukları yerde konumlanmıyor; onlar daha ötede, seçici kontrolün olduğu her yerdeler.2

Balibar’ın sınır kavramsallaştırması 2009 yılında gerçekleştirdiğim saha çalışmasını hatırlatmıştı bana. O sene Eylül ayında Türkiye ile Suriye arasında her iki ülke vatandaşlarına vize serbestisi sağlayan bir anlaşma imzalanmıştı. Doktora tezim için 2010 yılının bahar ve yaz aylarında sığınmacıların Türkiye’de koruma prosedürü sonuçlanıp üçüncü bir ülkeye yerleştirilene kadar ikamet etmek zorunda oldukları ve uydu kent olarak adlandırılan kentlerden dördünde saha çalışması yürütmeyi planlıyordum. Bu haberi aldığıma çok sevinmiştim çünkü yurtdışındaki doktora çalışmalarım sırasında tanışıp, kaynaştığım en yakın arkadaşlarımdan biri Suriyeliydi. Saha çalışmamın tarihlerini belirlerken en son gidilecek kent sırasına Van’ı koydum. Böylece arkadaşım Leyna Halep’ten otobüsle önce Gaziantep’e, oradan da Van’a beni görmeye gelebilecek, beraber Van ve çevresini gezdikten sonra dönüşte ona Ankara’yı da gösterebilecektim. O yaz her şey tam da planladığımız gibi gitti. Leyna Van’dan İzmir’e ailemi ziyarete de geldi ve adeta mini bir Türkiye turu yaptık. Karaburun’da yaptığımız güzel bir tatil sonrası Leyna bu kez Antakya üzerinden Halep’e döndü. Artık aramızda bir sınır yoktu. 2011 yazı için ziyaret sırası bende diyerek ayrıldık ama ben onu ziyarete Şam’a hiçbir zaman gidemeyecektim.

2015’in boğucu Ağustos sıcağında ilk kez, bu sefer başka bir saha çalışması için Gaziantep’teyim. Suriyelilerin yoğun olarak yaşadığı mahallelerde bir arkadaşımla birlikte farklı sınıf ve meslek gruplarından mültecilerle görüşmeler yapıyoruz.3 Görüşme yaptığımız Suriyelilerden biri anlatıyor: “Suriye ile ticari sınır açık. Rejim döneminde sınırlama vardı. Örneğin Türkiye’den konfeksiyon işi yasaktı. Şimdi hükümet yok, sınırlama yok. Türkiye’den her şeyi alabiliyoruz, diş macununa kadar. Hatta Suriye’de kendinizi burada sanıyor, Türk çarşısında geziyor gibi hissediyorsunuz.” Ama sonra lafı, Suriye’den Türkiye tarafına geçişlere getiriyor: “Bir arkadaşımızın ailesi kalmıştı Halep’te, onları getirtecektik. Kaçak giriş noktaları var. Ama bazen bir kilometre kadar koşmak gerekiyor. Bir kere geçince sınırı, sonra bir şey olmuyor. Eskiden gelenler sadece yorgun olurdu ama şimdi üstü başı yırtık, dayak yemiş olabiliyor. Çok garip. Sizin hükümet kapattım sınırı diyor ama o zaman neden insanların bu şekilde kaçak geçmesine izin veriyor?” 

Birkaç gün sonra Şam’da insan hakları ihlalleri ile ilgili vakalar üzerine çalışırken Gaziantep’e kaçmak zorunda kalmış feminist bir avukat ile görüşüyoruz. Onun konu ile ilgili yorumu ise şöyle: “Türkiye Suriye ile sıfır noktasında bir sınır paylaşıyor ve komşu olduğu için de çıkarları var. Çıkarını düşünerek karar alıyor. Suriyeliler bu yüzden Türkiye’de, yoksa karşısındakinin kim olduğu önemli değil! Sınırı açtığında da Türkiye çıkarlarını düşünüyordu. Diğer devletlere göre kendini konumlandırıyordu.” Balibar sınırların çokanlamlılığı derken, tam da böyle bir şeyden söz ediyor. Devlet kendini teritoryal sınırlar üzerinden kurarken ve dışa kapatırken, bir yandan da içerde farklılıkların formel olarak üzerini örtüyor ve bunun için de vatandaşlık kurumunu kullanıyor. Öte yandan, ne zaman ki ulus-aşırı sermaye ve insan trafiği yoğunlaşıyor, işte o zaman bunun sonucu olarak, Türkiye-Suriye arasında olduğu gibi farklı kuralların hakim olduğu politik ekonomik bir alan da oluşuyor. Ve devletler, uluslararası düzeyde sınıf ayrımlarının hizmetine girme eğilimi gösterip, sınırlarını tekrar ayrımcılık ve farklılaştırma için kontrol aracı olarak kullanıyorlar.4 

Fotoğraf: Ayşe Adanalı

2015 “uzun göç yazı”5 bitip de 2016 yılbaşına geldiğimizde ise Türkiye, havayolu ve denizyoluyla ülkeye giriş yapacak Suriyelilerden vize talep etmeye başlayacaktı. Oysaki, 2011 yılında Türkiye’nin Suriye’den gelecekler için deklare ettiği ve o zamandan beri de izlediği koruma amaçlı bir açık kapı politikası vardı. Kara sınırı, örülen yüzlerce kilometre uzunluğundaki duvar ile neredeyse tamamen kapanınca, kapımızın açık olduğu iddia edilen kardeşimiz Suriyeli mülteciler de bir günde “illegal” göçmene dönüştüler. Koruma talebi ile gelinen sınır, Suriyelileri hem korumasız bıraktı hem de damgaladı. Suriyeliler kaçtıkları rejimden korunması gereken mültecilerden, Türkiye’nin uluslararası koruma rejimini sömürmesi muhtemel istenmeyen göçmenlere evrildiler. Ve bu ani değişikliğin sebebi sadece hükümetin bir gecede aldığı karar değil, bir şekilde parçası olduğu Avrupa Birliği’nin ortak göç ve iltica politikasının bir sonucuydu. 2009 yılından beri uygulanan vize serbestine son vermek, aynı yılın Mart ayında yapılacak bir anlaşma ile altı milyar avro karşılığında Suriyeli mültecilere karşı üstlenilecek Kale Avrupası’nın sınır bekçiliği rolünün de ilk adımı olacaktı.

II.

Yine 2015 yazında Gaziantep’teyiz. Bir akşamüstü Türkiyeli ve Suriyelilerin yaz sıcaklarında klimalı ortamı ile popüler olan buluşma mekanı Sanko Park Alışveriş Merkezi’nde çayımızı içerek, saha çalışmasının yorgunluğunu atıyoruz. Bu alışveriş merkezi şehri yatay olarak kesen devasa bir yeşil alanın ortalarına denk düşüyor. Şehre ilk geldiğim gün Gaziantep’teki ilk falafelimi alışveriş merkezinin hemen arkasında bu yeşil alan içinde kalan parkta, Suriyelilerin işlettiği bir kafede yemiştim. Sonrasında saha çalışması boyunca Suriyelilerle hem parklardan çokça konuşacaktık, hem de yaz sıcakları nedeniyle görüşmelerimizin bir kısmını güneş battıktan sonra bu yeşil alan içinde kalan çay bahçelerinden birinde gerçekleştirecektik. Gaziantep’teki ilk haftamızda görüştüğümüz Suriyeli esnaftan, aileleri ile daha çok akşamları dışarı çıkmayı tercih ettiklerini dinlemiştik. Bu Suriye’den kalma bir alışkanlıktı ama aynı zamanda bir zorunluluğa da işaret ediyordu. Bakkallık yapan Muhammed bu zorunluluğu şöyle anlatıyordu: “Saat akşam 10’dan sonra evimden dışarı çıkıyorum çünkü Türkler yok. Çocuklarımı da gece parka götürüyorum salıncağa bindireyim diye. Niye, çünkü gündüz Türk çocuk gelip salıncağı çekiyor, bindirmiyor. Burada halk bizi istemiyor. Her gün hükümet ile yüz yüze gelmiyoruz ama halkla geliyoruz. Ben medeni bir insanım ama saygılı davrandığım halde bana her yerde kötü bakıyorlar, bizi dışlıyorlar.” 

Ne ilginçtir ki, Muhammed’in bu sözlerinin benzerini doğma büyüme Gaziantepli bir memur olan Engin’den de duyuyorduk. Her iki yakası Suriyelilerin açtığı dükkânlar ile dolu olan İnönü Caddesi için Engin; “Akşam saat 10’dan sonra gidemem, tedirgin olurum. Oralar Halep gibi olur” diyordu. Mültecilerin yoğun olarak yaşadığı her kentte benzer ayrışmalar, sınırlar var aslında. Suriyelilerin olduğu her yerde de bir küçük Halep. Ankara’da adı Önder, İzmir’de Basmane. 2009 yazında ilk kez Basmane’de tek başıma saha çalışması yapacağımı söylediğimde babamın yüzünde beliren korkuyu gayet net hatırlıyorum. Basmane ve arka sokakları girilmez bir bölgeydi İzmirliler için bir zamanlar. Bir kadın olarak benim için tek bir mahalle girilemez görülürken, mülteciler için tüm kent tekinsiz olabiliyor. İnönü Caddesi üzerindeki Suriyeli dükkân sahipleri mahallede uğradıkları saldırılar yüzünden eşlerinin tek başına gündüz bile sokağa çıkmasına izin vermediklerini anlatıyorlar. Bu yüzden Suriyeli kadın mülteciler Gaziantep’te şehri, ancak gece parklarda eşleri ve çocukları ile birlikte, sınırlı bir zaman diliminde yaşayabiliyor. Bir Suriye lokantasında garsonluk yaparak geçimini sağlayan Ahmet, eşinin çocuklar okula gittikten sonra evde tek başına kaldığını, yaşadığı travma nedeniyle konuşacak kimsesi de olmadığı için sık sık sinir krizi geçirdiğini anlatıyor. Eşinin ailesi Suriye’de kalmış. Bu yüzden çok endişeli ve sürekli onları düşünüyor.

Özellikle kadın ve LGBTİ+ mülteciler için kent yaşamı çok daha sınırlı. Ahmet’in eşinin hikayesi 2010’da Van’da tanıştığım Banu’nun başına gelenleri hatırlatıyor. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği ofisinde yapılacak uzun süredir bekledikleri görüşmenin hemen öncesinde, kimlik fotokopisi çektirmek için tek başına evden çıkan Banu’yu kent merkezinde bindiği minibüsün şoförü kaçırıyor. İki erkeğin saldırısından son anda kurtulan Banu, minibüs şoförünü teşhis etmesine rağmen aldığı tehditler yüzünden şikâyetinden vazgeçmek zorunda kalıyor. Banu benimle görüşmeyi çok istemiş ama bir türlü Valilik yakınlarındaki İnsan Hakları Vakfı ofisine gelememişti. Sonunda iki kadın arkadaşından destek isteyip, dört kadın buluşabilmiştik. Bu olay sonrası Banu, eşi yanında olmadan çok nadir evden çıktığını anlatmıştı. Cinsel taciz ve şiddet LGBTİ+ mülteciler için çok ciddi bir sorun. Trans mültecilerden dinlediğim gündüz vakti sokakta kaçırılmaya çalışılma, çalışabilecek bir iş bulduklarında işyerinde uğradıkları cinsel taciz ve gündelik hayatta sokakta yürürken ya da alışveriş yaparken uğradıkları saldırılar geliyor aklıma…

Balibar’ın dediği sınırların heterojenliği ve her yerde olması da böyle bir şey. Mülteciler kiraların ucuz olduğu şehrin çeperlerinde yaşıyor ya da imza ile düzenli bildirimde bulunma yükümlülüğü onları belli mahallelere hapsediyor. Bu görünmeyen sınırlar bir Yunan adasına kaçak geçebilmek için bazen aylarca Basmane’de bir otel odasında bekleyen göçmenin, hemen dibindeki Alsancak’ı ve denizi görmeden İzmir’den geçip gitmesine bile neden olabiliyor. Burada sorun artık merkez-çevre veya Kuzey-Güney ayrımı değil; ırk ayrımının tüm toplumları kesen bir şekilde işlemesi ve çift yönlü bir etkide bulunması. Bir yandan kontrol edilemez bir ırkçılık ve güvensizlik körüklenirken, diğer yandan aşırı derecede bir güvenlik düzeni dayatılıyor.6 Ama bu sınırlar tabii ki sadece sınıf ve ırk temelli işlemiyor, aynı zamanda cinsiyetlenmiş de. Göç politikaları ve sınır kontrolleri içerisinde değişik denetleme araçlarına dönen ırk, sınıf ve cinsiyet kategorilerinin aynı zamanda göçmen metropolleri olan küresel kentlerin dokusuna ve emek piyasalarına da işlediğini görüyoruz. Bu kategoriler sadece merkez ve çeperi, gecekondu mahallelerini ve şık plazaları birbirinden ayırmıyor; aynı zamanda kentin çalışan nüfusunun belirmesi (veya ortadan kaybolması) için de belli zamansallıklar yaratıyor.7 Aynı Gaziantep’te kentin yeşil alanlarının, parklarının sadece geceleri Suriyelilerin kullanımında olabilmesi gibi…

III.

Türkiye’nin ilk iltica kanunu Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu 4 Nisan 2013’te Meclis’te kabul edildi. Bu kanunla Türkiye hukukuna kabul edilemez başvuru, ilk iltica ülkesi, güvenli üçüncü ülke, hızlandırılmış iltica prosedürü gibi AB göç rejimi kavramlarıyla birlikte idari gözetim adı altında göçmenlerin gözaltına alınması uygulaması da resmen girmiş oldu. Balibar’ın sınırların idari ve yönetsel anlamda gerçekte oldukları yerden daha da ötede, seçici kontrolün olduğu her yerde konumlanmasından kastettiği de buydu. Kentin görünmez sınırlarının bir adım ötesi bizden olmayan, vatandaşlık kurumunun dışarda bıraktığı göçmenlerin kamu güvenliği gibi içi boş bir kavrama dayanılarak, küçük kalelerde (geri gönderme merkezleri) hapsedilmesi demekti. Bu kapatma çoğu zaman teritoryal sınırın dışına atma, diğer bir deyişle sınırdışı ile son bulacaktı. Kampa veya geri gönderme merkezine kapatılmanın kendisinin yanında ihtimali de Türkiye’de göçmenler ve mülteciler üzerinde yeni bir denetim aracı oldu. 

Bu kanun ile kabul edilen denetim araçları aynı zamanda Avrupa siyasi topluluğunun kendi “ötekisi” ile arasına çizdiği siyasi sınırı, AB’ye aday ülkelere de dayatması anlamına geliyor. Hatırlayacak olursak Rigo sınırların aynı zamanda bağladığını söylüyordu. Türkiye’nin AB’nin sınır ve göç rejimine katılımı ile, Kale Avrupası’nın sınırlarının Ortadoğu’ya genişlediğini iddia edebiliriz. Sınırlar şimdi içeriden bir hiyerarşinin, diğer bir deyişle ırk, sınıf ve cinsiyet kategorileri üzerinden kurulan yeni bir siyasi hattın konumları. Türkiye’de Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nun sınırdışı hükümlerinin kimlere uygulandığı, kimlerin sığınmacı statüsündeyken idari gözetime alındığı ya da usulsüz sınırdışı edildiği ve kimlerin deniz ve kara sınırlarında korumaya erişiminin engellendiği, bu siyasi hattın Avrupa’nın “ötekisi” üzerinden Türkiye içerisinde nasıl çizildiğini bize gösterir. 18 Mart 2016 AB-Türkiye anlaşması ile Suriyeliler artık Avrupa’nın ötekisi ilan edilmiş oldu.Peki bu sınırlar ile ne yapacağız? Otonomist Marksizm ile bağlantılı Göçün Otonomisi perspektifi (Autonomy of Migration) odak noktanızı devletlerin sınırları ve onların doğurduğu uyuşmazlık ve kısıtlamalardan, göçmenlerin failliğine ve onların hareketlerinin siyasi boyutuna çevirin diyor. Bu perspektif, adından da anlaşılacağı üzere “hareketi” konu ediniyor. Böylece göçmenler pasif, mağdur ve zayıf değil, siyasi birer özne olarak ele alınıyorlar.8 Bu perspektifi benimseyen göç araştırmacıları, son dönemdeki gelişmelere bağlı olarak kentin kendisinin bu türden bir öznellik için ölçek olabileceğini öne sürüyorlar. 2015 “uzun göç yazı” sonrasında Balkan rotasını takip edip Avrupa’ya varan sığınmacılara kapısını açan ve iltica kenti adıyla anılan İtalya, İspanya, Almanya ve Fransa’nın kimi kentlerindeki yerel hareketlerin, kent hakkı üzerinden bu türden bir siyasetin başlangıç noktası olabileceğini iddia ediyorlar.9 Öte yandan, Batı Avrupa’daki bu yerel hareketleri doğuran sebebin Türkiye’dekinden farklı olarak merkezi hükümetlere ve siyasi partilere hakim olan göçmen karşıtı sağ siyaset olduğunu da unutmamak gerek.10 Türkiye’de haberlere konu olamasa da, İzmir ve Gaziantep gibi kentlerde Suriyeli mültecilerin kurduğu ve hakları için mücadele verdiği pek çok dernek var. Aynı zamanda Türkiyeli aktivist ve göçmenleri bir araya getiren Göçmen Dayanışma Ağı (İstanbul ve Ankara’da), Tarlabaşı Mutfak, Kadın Kadına Mülteci Mutfağı ve Kapılar gibi oluşumlar da mevcut. Suriyeli mültecilerin Taksim Meydanı’nda yılbaşı kutlaması, bize ırk, cinsiyet ve sınıf üzerinden aramızda kurulan o heterojen sınırları 2019’a girer girmez bir kez daha hatırlatmış olsa da, beraber ve insanca yaşama yolları arayan, bunun için hak mücadelesine öncelik veren dayanışmacı oluşumların da var olduğunu unutmamak gerek.


  1. Strassoldo, 1982’den aktaran Rigo, E. (2005) “Citizenship at Europe’s Borders: Some Reflections on the Post-colonial Condition of Europe in the Context of EU Enlargement”, Citizenship Studies, Vol.9, No.1, s.4.
  2.  Balibar, E. (2002) Politics and the Other Scene, Verso Books, s. 79-84.
  3. Bu saha çalışması sonucunda şu rapor hazırlandı: Biner, Ö., C. Soykan (2016) Suriyeli Mültecilerin Perspektifinden Türkiye’de Yaşam Mülteci-der Raporu, www.multeci.org.tr/wp-content/uploads/2016/10/SURIYELI-MULTECILERIN-PERSPEKTIFINDEN-TURKIYE-DE-YASAM.pdf 
  4. A.g.y., s. 82.
  5. Kasparek, B., M. Speer (2015) “Of Hope. Hungary and the Long Summer of Migration”, https://bordermonitoring.eu/ungarn/2015/09/of-hope-en/ (Erişim Tarihi: 18.02.2019)
  6. Balibar, E., A.g.y. s. 82.
  7. Heller, C., L. Pezzani, M. Stierl (2018) “Toward a Politics of Freedom of Movement”, Open Borders: In Defense of Free Movement içinde, haz. R. Jones, Athens, GA: University of Georgia Press, s. 65-66.
  8. Heller, C., L. Pezzani, M. Stierl, A.g.y., s. 61.
  9. A. g. y., s. 66-67.
  10. Danış, D. (2018) Türkiye’de Kent Mültecileri ve Misafirperverlik, TESEV Raporu, http://tesev.org.tr/tr/yayin/turkiyede-kent-multecileri-ve-misafirperverlik/ (Erişim Tarihi: 18.02.2019)

DÖN