Türkiye’de 2000’lerde gerek kent yazınının gerekse kentsel toplumsal hareketlerin başat konusu olan “kentsel dönüşüm”, 1980’lerin ikinci yarısından itibaren önce İstanbul’da başlayan, ardından Türkiye’nin sadece metropoliten alanlarına değil, orta ölçekli kentlerine de sirayet eden radikal sosyomekansal değişimi kristalize etmesi açısından en verimli kavramlardan biri. Kentlerin bu denli hızlı ve demokratik katılımın olmadığı imar kararlarıyla yapılaşarak dönüşümünün yarattığı sorunlara karşı gelişen eleştirel yaklaşımlarda birinci sırayı “rant” tartışmaları alır. Buna bağlı olarak kentli sınıfların ortaya çıkacak bu ranttan alacakları pay üzerinden mülkiyet hakkı tartışmaları ve ardından da bir yanı mülkiyet hakkı mücadelesi, bir yanı çevrenin ve kültür değerlerinin tahribatına karşı mücadeleden oluşan kentsel toplumsal muhalefet ve mücadele biçimleri kentsel dönüşüm tartışmasının/yazınının ana eksenini oluşturur. Bu eksen, uluslararası eleştirel kent yazınındaki, kente hak, kentsel adalet ve rant farkı gibi bazı verimli felsefi/kuramsal çerçevelerden de beslenerek sağlamlaşır.  

Bu dönüşüm kentlerin sınıfsal coğrafyalarını yeniden şekillendirmekte, dolayısıyla toplumsal sınıfların gündelik yaşantılarının üzerinde inşa edildiği zeminler zayıflamakta, çözülmektedir. İstanbul’un modern sınıfsal coğrafyası 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren oluşmaya başlamıştır. Bu dönemdeki büyüme eksenleri, kentin I. ve II. Dünya Savaşlarından sonra aldığı farklı nitelikteki göçlerin mekanda yer seçmesinde ve kentin fiziksel yayılmasında belirleyici olmuştur. İstanbul’un 1980’li yıllardan sonra girdiği kentsel dönüşüm sürecinde bu yerleşik sınıfsal eksenlerde dramatik kırılmalar gerçekleşmektedir. Bu eksenler, merkezde göreceli olarak planlı, kat mülkiyetine sahip modern orta sınıf mahalleleri ile onları çevreleyen, pek çoğu apartmanlaşarak ilçe ölçeğine ulaşmış gecekondu mahallelerinden oluşur. Kentsel dönüşüm süreci bu mahallelerin sakinlerini eşit biçimde etkilemez. Bu nedenle de dönüşümün kazananları ve kaybedenleri sadece sınıfsal olarak ele alınamaz. Dönüşümün etkisi sınıfın içinde yaş, toplumsal cinsiyet, sahip olunan mesleki beceri ve çalışma fırsatlarına göre farklı mağduriyetler yaratarak seyreder. Kentsel dönüşüm yazınının henüz yeterince görmediği, dönüşüm kararlarını alan yerel ve merkezi siyasi otoritenin ve dönüşüm alanlarında kentsel mücadele yürüten yerel muhalefetin de aktif gündeminde olmayan yaşlılar, dönüşümün en sessiz mağdurlarıdır. Bu kısa yazıda, dönüşüm alanlarının yerleşik nüfusu içinde önemli bir nüfus oranına sahip olan yaşlıların yaşadığı mağduriyetler üzerine sınırlı bir tartışma yürütülecektir.  

Çevrede İnşa Olan Yeni Orta Sınıf ve “Merkezini” Kaybeden Yaşlılar 

1980’lerin ikinci yarısından itibaren mekanda izlenen olgu özellikle metropoliten kentlerin merkezlerindeki yerleşmelerde azalan ve bu nedenle de çok değerlenen kentsel arsa nedeniyle yapılaşmanın metropoliten alanların çeperlerine doğru sıçramasıydı. Bu sıçrama 1984’te yapılan Yerel Yönetimler Reformu ve ardından bir dizi radikal kentsel politika kararı sonucunda, öncelikle İstanbul’da metropoliten çeperdeki eski çiftlik arazilerinin toplu konut projeleri ile imara açılması ile gerçekleşmeye başladı.1 Bu sıçramada (bu yazının kapsamını aşacağı için burada değinilmeyecek olan pek çok değişken arasında) şüphesiz en belirleyici olan metropoliten çeperde yapı izni olmayan, parselasyon yapılmamış ve hisseli mülkiyet nedeniyle mülkiyeti fazla parçalanmamış arazilerin fiyatlarının ucuzluğuydu. Tarla, çiftlik ya da orman arazisi statüsündeki bu araziler üzerinde özel ya da kamu-özel ortaklığıyla gerçekleşen toplu konut projelerinin sayısı 1990’ların sonlarında 100 proje civarında iken 2000’lerin ortalarında 1000’e ulaşarak süreç hızlandı. 2019’a geldiğimizde ise bu sıçrama 3000’i aşkın proje ile İstanbul’un metropoliten çeperini Anadolu, Avrupa ve İstanbul yakalarında2 beton kütlesel bloklar ve kulelerden oluşmuş bir duvar-çeper görüntüsüne ulaştırdı.

Fotoğraf: Emirkan Cörüt

İstanbul’un metropoliten çeperinde radikal yasal düzenlemeler ve parçacı imar planlarıyla geliştirilen kentsel arsaların fiyat avantajı, inşaat sektörü için her türlü dezavantajın göze alınabileceği bir kârlılık ortaya koymaktaydı. Bu arazilerin dezavantajlarının başında, kentin merkezi konut, iş ve kamusal hizmet alanlarına uzaklığa ve kırsal arazi kullanım biçimlerine bağlı olarak yeterli toplu ulaşım hizmetlerinin ve kentsel altyapının bu alanlara ulaşmamış olması geliyordu. Bu sorun özel otomobil sahipliğinin teşvik edilmesi ve özel toplu konut yönetimi ve güvenliği firmalarının sağladığı özel ulaşım (özel servis araçları), su, temizlik ve çöp toplama gibi hizmetlerin sağlanması ile çözülmeye çalışıldı. Bu hizmetler, bu yeni yaşam biçimini tercih eden ev sahibi ve kiracılar için yeni bir ödeme kalemini oluşturmakta,  site aidatları neredeyse kentin merkezindeki orta sınıf konut alanlarındaki kiralara denk gelmekte, bazı projelerde ise bunun da üstüne çıkmaktaydı. 

Diğer yandan, bu kente “uzak” ve “kapalı” siteler başlangıçta (pek çoğunda bugün de) kamusal sağlık ve eğitim hizmetlerinin de olmadığı alanlardı. Özel sermayeli projelerde özel sağlık hizmetleri ve özel okullarla bu sorun belli oranda aşılmaya çalışıldı. Toplu Konut İdaresi’nin (TOKİ) projelerinde ise sağlık ocağı ve okul, proje kapsamına alınarak orta gelir grubu için kentin dışına çıkmanın dezavantajları azaltılmaya çalışıldı. Ancak gerek özel sektör gerekse TOKİ tarafından inşa edilen bu siteler, kentin merkezi mahallelerindeki çoğu emekli maaşıyla geçinen yaşlılar için maddi açıdan erişilebilir olmadığı gibi, yaşlılar için gereken kamusal hizmetler açısından da yeterli değildi. Ayrıca kentin merkezindeki risklerden uzaklaşma vaadi ile reklamı yapılan bu yeni nesil “modern, güvenlikli, ayrıcalıklı,” yaşam çevrelerinin reklam afişlerinde ve TV reklam kuşaklarında genç çiftler, çocukları ve evcil hayvanları ile güvenlikli, kişisel otoparklı, açık/kapalı spor alanları olan, çevre düzeni özenle yapılmış yemyeşil bir dünyada görüntüleniyorlardı. Güvenlikli kapılar, elektronik şifreli ziller, elektronik otopark kartları ve daha pek çok “akıllı” teknoloji, bu teknolojiyi kolayca kullanan yeni nesil orta sınıf için bir çeşit statü göstergesi olarak sunuluyordu. Burada yaşlılar yoktu. Bu reklamlardaki imaj ve söylem, yeni orta sınıfı sanki ağacın kovuğundan çıkmış, nesilsel açıdan öncesi ve sonrası olmayan, çocukların büyümediği, ebeveynlerin yaşlanmadığı bir aile formu olarak kurgulamaktaydı. 

Kentin merkezine bazen saatler uzaklıkta olan bu yeni nesil banliyölerdeki gündelik yaşam, yeni orta sınıf çekirdek ailede büyükanne ve büyükbabaların torunlarının bakımını tamamen ya da belli aralıklarla üstlenmiyormuş, aynı şekilde bu çekirdek ailenin ebeveyni olan genç çiftin kendi ebeveynleriyle ilgili geleneksel sorumlulukları yokmuş gibi kurgulanmaktaydı. Oysa Türkiye’de çocuk, yaşlı ve hasta bakımı gibi sorumluluklar henüz yeterince kamuya devredilmemiştir. Bu hizmetlerin özel olarak satın alınmaları ise Türkiye’de profesyonel özel bakım hizmetlerinin yeterince gelişmemiş-yaygınlaşmamış olması nedeniyle çeşitli riskler barındırmaktadır.4 Bu risklerin başında güvencesiz-izinsiz yabancı işçi çalıştırmaktan kaynaklanabilecek yasal yaptırımlarla karşılaşma ihtimali ve çalıştırılan yabancı işçiye güven sorunları gelmektedir. Dolayısıyla nesillerarası dayanışma farklı ölçülerde devam etmektedir. Özellikle İstanbul’da yeni orta sınıf, çocuklarının bakımı veya gözetilmesi için halen kendi ebeveynlerinden tamamen ya da belli oranlarda destek almakta ve kendi ebeveynleri bakıma muhtaç ise bu bakımın sorumluluğunu tamamen ya da belli ölçülerde yüklenmektedir. Dolayısıyla metropoliten çeperde yeni orta sınıflar için mimari-fiziki çevre olarak iyi çözümlenmiş konut projeleri, Türkiye’de halen süren nesilsel dayanışmanın mekansal çözümlerini aynı biçimde üretememiştir. 

Kentin yeni nesil orta sınıfları çeperdeki bu yeni nesil banliyölere doğru hareketlenirken kentin eski nesil orta sınıfları merkezdeki eski nesil mahallelerinde kalmaktadır. Bu ayrılma, nesiller arasında bir ihtiyaç olan gündelik yaşamdaki dayanışmayı mekansal olarak zorlaştırmaktadır. Bu zorluğun bedelini yaşlılar çeşitli biçimlerde ödemektedirler. Eğer torunlarına bakmak ya da onları gözetmek gibi bir görevi üstlenmişlerse ya da kendileri bakıma muhtaçsa, yaşadıkları mahalleyi ve yerleşik sosyal ilişkilerini bırakıp çocuklarının oturduğu siteye (ya da onun yakın çevresindeki başka bir siteye) ya da çocuklarının yanına taşınmak zorunda kalmaktadırlar. Bu durum onları sosyal çevresinden ve kendi yaşam alışkanlıklarından koparmakta ve yeni alışkanlıkların edinilmesinin zor olduğu yaşlarda yeni bir çevreye uyum sağlamaya zorlamaktadır. 

Diğer yandan kentin merkezi mahallelerinde yeni orta sınıfın ayrılması ile boşalan alanlara, daha çok genç, bekar, beyaz yakalılar, öğrenciler, yaratıcı sektörlerde çalışan tasarımcılar, sanatçılar ve eğlence dünyası çalışanları taşınmaya başlayacaktır. Merkezi mahalleler kısa süre sonra bu yeni sakinlerinin ihtiyaçlarına göre dönüşmeye başlayacak ve merkezi konut alanlarındaki geleneksel çarşılar ve apartmanların giriş katlarındaki dükkânlar işlev değiştirmeye başlayacaktır. Terziler, kumaşçılar, yüncüler, yorgancılar, berberler, hırdavatçılar, kıraathaneler, mahalle bakkalları, kasapları ve manavlarının yerini kafeler, güzellik salonları, tasarım atölyeleri, dekorasyon ve mimarlık büroları alarak eski mahallede “yeni sokaklar” ortaya çıkacaktır. Bu yeni sokaklar bir yandan, eski mahallenin yaşlılarının gündelik yaşam alışkanlıklarını ve mekansal haritalarını bulanıklaştırırken, diğer yandan da eski sokakların yaşlı esnaf ve zanaatkârını, artan kiralar ve dönüşüm baskısıyla işini bırakmaya zorlayacaktır. Yaşamlarını değiştirebilme ve yeni bir hayatı kurgulayabilme gücünün biyolojik, maddi ve manevi olarak azaldığı yaşlarda, eski mahallelerin çoğu emekli yaşlı orta sınıfları dramatik bir mekansal yabancılaşmayla baş etmek zorunda kalmaktadırlar.  

Kentsel Dönüşüm ve Yeni Bir Yaşlılık Travması Olarak “Değişime Zorlanma”  

1980’lerin sonlarından itibaren metropoliten çeperlere doğru sıçrama, lüks kapalı siteler ve toplu konut projeleri ile gerçekleşirken, kentin merkezi mahallelerindeki konut stoku hem arazi kıtlığı hem de çeperde inşa olan bu yeni nesil konut arzının yarattığı cazibe karşısında giderek eskimekte ve gözden düşmekteydi. Ancak metropoliten çeperde yeterince gelişmemiş olan kentsel sektörler, ulaşım sorunları, yeni maliyetler kent merkezindeki semtlerde yerleşik/güçlü sosyal-kültürel bağlar ve aidiyetler merkezin cazibesini sürdürmesini sağlıyordu. Kentin dışında fiziki/mimari/çevresel tasarım ve yeni nesil inşaat kalitesi yeni bir sınıfsal gösterge olarak ortaya çıktığı için kentin merkezindeki eski binalar hızla gözden düşerken, arsalar buna ters orantılı biçimde değer kazanıyordu. Kentin merkezini dönüşüm baskısı altına alacak olan işte bu orantısız bina-arsa değeri ilişkisi olacaktır. Arsa değeri ile bina değeri arasındaki bu fark arttıkça dönüşüm baskısı da artacaktır.

Fotoğraf: Bekir Dindar

1980’lerin ortalarına kadar kentin merkezi mahalleleri, sınıfsal coğrafyayı da yansıtacak biçimde kabaca dört konutlaşma tipolojisine sahipti ve her bir tipolojide binaların arsa değeri farklı dinamiklerle yükseliyordu. Birinci tipoloji 19. yüzyılın ikinci yarısından 1920’lere kadar İstanbul’un modern konut gelişiminin ilk örneklerini barındıran Tarlabaşı, Yeldeğirmeni, Fener, Balat, Hasköy gibi tarihi mahallelerdeki konutlardı. Bu alanlarda arsa değerini artıran en önemli unsur kentin modernleşme tarihinin kalbinde bulunmalarıydı. Buna karşın kentin eskimiş ve bakımsız kalmış binalarıyla bu semtler daha çok, farklı göç dalgalarıyla kente yerleşmiş emekçi sınıfların barındığı kentsel yoksulluk mahalleleri haline gelmişti. Bu nedenle konumu açısından yüksek arsa değerine karşın düşük bina değerine sahip mahallelerdi. Bu mahalleler göreceli olarak genç bir nüfus barındırmaktadır. Emek yoğun, düşük ücretli, uzun çalışma saati olan işlerde çalışan, çoğunluğunu yoksul kiracıların oluşturduğu bu mahallelerin eski sakinleri oraları terk edeli uzun zaman olmuştu. Bu alanlardaki bina değerleri, bakımsızlık ve mahallenin çöküntü alanına dönüşmüş sosyomekansal dokusu nedeniyle daha da düşmüş ve emlak yatırımcıları için kârlı hale gelmişti. 

İkinci tipoloji, 1940’lı yıllarda başlayan, 1965’te çıkan Kat Mülkiyeti Kanunu ile hız kazanan, yapsatçı inşaatçılar tarafından üretilmiş düşük maliyetli apartmanlardan oluşur. Çoğu zaman Laz Müteahhitlerin eseri olarak görülen bu tipoloji Laz müteahhitlerle başlamaz ama 1970’li yıllarda yaygınlaşmasında önemli rolleri vardır. Önce beş, sonra yedi ve 1980’lere doğru dokuz-on iki kata çıkan, bir katta birden çok daireli bu apartman bloklarda konut satın alanlar, dar gelirli ama güvenceli işi olan ve gelirlerinden tasarruf edebilen ücretli çalışanlarla, esnaf ve zanaatkâr orta sınıflardır. Bu tipoloji, İstanbul’un aldığı iç göçler sonucunda oluşmaya başlayan yeni sınıfsal coğrafyasının ve dönemin orta sınıfının en iyi temsillerinden biridir. Bu tipoloji kentin tarihi yerleşim alanlarındaki eski mahalle ve mahalle çeperlerinde dönemin kentli orta sınıflarının eskimiş az katlı ahşap ya da kâgir evlerini ya da boş arsalarını kat karşılığı inşaatçıya vererek çok katlı apartmana dönüştürmeleri ile gerçekleşmektedir. 

Fotoğraf: Bekir Dindar

Arsa sahibi yeni bina yapılana kadar inşaatçının ödediği kira ile yine kendi mahallesinde başka bir eve kiraya çıkmakta ve bina bittiğinde yeni dairesine taşınmaktadır. Önce Şişli, Kadıköy, Üsküdar, Fatih, Bakırköy, Beşiktaş, Cihangir gibi merkezi semtlerde ardından da bu semtlerin eteklerindeki boş arazileri ve bazı gecekondu mahallelerini içine alarak yayılan bu tipolojinin, eski orta sınıf olarak betimlenebilecek, çoğunluğu emekli, yaşlı ev sahipleri en az 30-40 yıldır aynı mahallede oturmaktadır. Bu mahallelerde de bina değeri ile arsa değeri arasındaki farkın giderek artması parsel ya da ada bazında yenileme projelerini mahallenin ana gündem konusu yapmaktadır. Eski orta sınıfın çalışan ya da işsiz çocukları ve torunları bu fırsatları kollamakta ve bu maddi fırsat karşısında yaşlıların isteksizliklerini en hafifinden huysuz ihtiyarlığa indirgemektedirler.

İstanbul’da üçüncü konut tipolojisi gecekondulardır. Gecekondu çalışmaları Türkiye’de kentsel çalışmalar alanındaki en zengin yazını oluşturduğu gibi kentsel sorunlar denince de ilk akla gelen konu olmaktadır. Gecekondu mahallelerinde bir türlü tam olarak çözülemeyen ve yerleşimin kamuoyunda meşrulaşmasındaki engeli oluşturan arazi mülkiyeti sorunu, bu alanları kamu kaynaklı ya da kamu ortaklı kitlesel kentsel dönüşüm projeleri için elverişli araziler haline getirmektedir. Ancak bu alanlar aynı zamanda, göçmen emekçi sınıfların önce akrabalık ve hemşerilik, ardından da etnik, politik ve dinsel aidiyetler üzerinden kurdukları dayanışma ilişkileri ile kentin en güçlü ve yerleşik sosyal ağlara sahip yerleşimleridir. Bu ağlar bir direnme ve pazarlık gücü oluşturmaktadır. Uzun süren mücadele ve pazarlıkların ana eksenini, dönüşümün yaratacağı yeni değer üzerinden alınacak pay oluşturmakla birlikte dönüşüm sonucunda yerinde kalabilme talebi de başat konulardan biridir. Bu alanların yaşlı nüfusu bu pazarlığın içinde aktif olarak yer alır. Çünkü gecekondusunu kendi elleriyle yapmış, mahallenin oluşumunun canlı tanığı ve kurucu aktörüdür. Ancak yerinde dönüşüm mücadelesinde öne çıkan yaşlı kadın ve erkekler yerlerinden edilmeyecekleri bir dönüşümü talep ederken, ortaya çıkacak yeni değerin onları bir daha bu mahallelerre geri döndürmeyeceğini bilirler. Geri dönseler de artık mahallelerinin yerinde dev apartman bloklarından oluşan siteler, çözülmüş ve yeniden bir araya gelmesi mümkün olmayan sosyal ağlar, yabancı komşular ve kültürel uyum sorunlarını bulacaklardır.  

1980’lerin sonlarına kadar İstanbul’un sınıfsal coğrafyasını oluşturan dördüncü konut tipolojisi kentin doğal ve tarihi zenginliklerinin bulunduğu yerleşim alanlarında ortaya çıkan değeri ödeyebilen yüksek ve düzenli geliri olan orta üstü sınıflar ve burjuva sınıfının konut alanlarıdır. Bu alanların başında Boğaz’ın özellikle Avrupa Yakası’nda merkeze görece yakın kıyı yerleşmeleri, Moda-Fenerbahçe-Bağdat Caddesi eksenleri, Bakırköy-Yeşilyurt ekseni, Cihangir-Harbiye-Şişli-Nişantaşı ekseni ve Levent-Etiler ekseni gelmektedir. 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında İstanbul’da modern sınıfların mekanı inşasında kentin yeni burjuvazisi ve yüksek bürokrasisinin birbirleri ile yarışarak oluşturdukları bu yeni modern mahalleler, 1950’lerden sonra da kentin üst düzey memurları, tüccarları, uzman meslek sahipleri ve rantiye mirasyedilerin yaşadığı mahalleler olmayı sürdürecektir. 

Bu eksenleri çevreleyen kırsal kullanımdaki araziler (bağ, bahçe, bostan, eski sayfiye evi ve köşk arazisi gibi) bu değer artışına yenilerek hızla kentsel arsaya dönüşecek ve kentin göreceli refaha sahip orta sınıfları için ikinci tipolojiden biraz daha lüks apartmanlar ortaya çıkacaktır. Ancak 2000’li yıllara gelindiğinde metropoliten çeperdeki lüks kapalı sitelere en büyük akışın bu alanlardan olduğu ve mahallelerin nüfusunun hızla yaşlandığı görülmektedir.5 Bu eski nesil lüks konutlar kentin yeni varsıl sınıfları için çekiciliğini yitirmekle birlikte hem coğrafi konum hem mekana gömülü sosyal statü hem de modern, seküler kentsel yaşamın en güçlü sosyomekansal temsiline sahip olmaları nedeniyle arsa değeri ile bina değeri arasındaki fark hızla açılacaktır. Bu alanlarda, metropoliten çeperdeki lüks kapalı konut siteleriyle yarışacak derecede lüks ve kapalı konutlar inşa edilmeye başlanacaktır. Bu mahallelerin kentin yaşlı nüfusunun en yoğun olduğu yerleşmeler olduğu düşünüldüğünde, dönüşüm kararının alınması süreci dahil olmak üzere yaşlılar yaşayacakları bir dizi mağduriyeti sessizce kabulleneceklerdir.

Kentin merkezinde kalmış görece refaha sahip yaşlıların kentsel dönüşümden sağlayacakları maddi fayda kendileri için değil, sonraki kuşaklar için anlam ifade edecek, ama yarattığı mağduriyetlerle kendileri baş etmek zorunda kalacaklardır. Bu mağduriyetlerin başında yaşlılıkta mekan değiştirmenin zorluklarının yanı sıra kentsel dönüşümün sağlayacağı maddi fırsatları kaçırmak istemeyen yakınlarının (kendi çocukları, torunları ve eşleri) ve komşularının yaşlıları uzun süredir yaşadıkları ve kendilerini güvende hissettikleri evlerinden çıkmaya zorlamaları gelmektedir. Yaşlıların, bu değerlenmiş arsa üzerindeki varlıkları fuzuli işgal olarak görülecektir. Pek çoğunun kendi kazançları ve tasarruflarıyla edinmiş oldukları evlerin kullanım değeri yok sayılarak, değişim değerinin ortaya çıkmasına engel olacak davranışlarına yakınları ve komşuları tarafından sembolik ve duygusal şiddetle  (manevi baskı, kötü söz, küfür, küsmek, ilişkiyi sonlandırmak gibi) karşılık verilecektir. Yenilenecek alanda ya da binada ortaya çıkacak maddi fırsat arttıkça, direnmenin bedeli ağırlaşacak ve işin içine tehdit, zorlama, mahkeme kararı ile vesayet altına alma girişimleri girecektir. Yaşlılar sadece evlerini değil, sosyal ilişkilerini, güven duygularını, huzurlarını ve hatta sağlıklarını kaybetme riskiyle karşı karşıya kalacaktır. Bu şiddete dayanabilecek maddi ve sosyal sermayeye sahip olan az sayıda yaşlının dışında kalanlar bu zora sessizce teslim olacaklardır. 

İstanbul’un eskimiş, yeni moda konutlarının ve konut çevresinin şıkırtısı karşısında gözden düşmüş merkezi konut alanlarını, arsaları değer kazanmış binalar toplamı olarak görmenin en tehlikeli yanı binaların orada oluşmuş sosyal ölçeğe gömülü olduklarını gözden kaçırmaktır. Onları yenilerken, içine gömülü oldukları sosyal ölçekten çekip çıkarırken, o sosyal ölçeğin “yaralanması” kaçınılmazdır. Yaraları en yavaş iyileşenler ise yaşlılardır. Kentlerin binaları fiziksel olarak eskirken, o binanın insanları da biyolojik olarak yaşlanırlar. Bu ilişkiyi görmezden gelen bir kentsel dönüşüm politikası ve pratiği kentlerin sosyomekansal ölçekler olduğunu yok sayarak, mekanda tarihsel olarak kazanılmış bütün sosyal hakları, nesilsel, sınıfsal ve mekansal dayanışma ilişkilerini ve aidiyetleri piyasaya ve maddi çıkarın maksimizasyonuna kurban eder.  


1- Kurtuluş, H. (2000) “The Roles of Çiftliks on the Formation of the Metropolitan Fringe in the Expansion of Istanbul Metropolitan Area”, yayımlanmamış doktora tezi, Ankara: Orta Doğu Teknik Üniversitesi.

2- İstanbul üç yakadan oluşur. İstanbul, Anadolu ve Avrupa Yakaları. İstanbul Yakası tarihi yarımadadan başlayan, yani Haliç’in solundaki tarihi şehri ifade eder. Anadolu yakası İstanbul yakasının karşısını ve Avrupa yakası da Haliç’in sağ yanı olan bugün Haliç Tersanesi’nin üzerinde Taksim ekseni ve Boğaz ekseninden itibaren Kuzey Ormanlarından Karadeniz’e ulaşan bölümü ifade eder. İstanbul’a “karaların ve denizlerin sultanı” yakıştırması üç deniz (Boğaz, Marmara ve Haliç)  ve üç karadan (İstanbul, Avrupa ve Anadolu) oluşmasından dolayıdır.

3- Bu toplu konut projelerinin erken örneklerinden bazıları, Anadolu yakasında Saip Molla Paşa Çiftliği ve Korusu üzerinde gerçekleşen Acarkent ve Beykoz Konakları; İstanbul yakasında Dereköy, Yarımburgaz, İspartakule ve Ada Çiftliklerinin arazilerinde gerçekleşen Bahçeşehir, Altınşehir, Beylikdüzü toplu konut projeleri; Avrupa yakasında ise, Kuzey Ormanları, 19. yüzyılda at yetiştirilen İngiliz Çiftliği, Burgaz Çiftliği ve Göktürk köyünün imara açılmasının öncüsü olan Kemer Country projeleridir. Kurtuluş, H. (2000) A.g.y. 

4- Türkiye’de çocuk, yaşlı ve hasta bakım hizmetlerinde yatılı eleman yetersizliği nedeniyle bu hizmetler post-sosyalist ülkelerden, Türki Cumhuriyetlerden ve Asya’dan gelen profesyonel olmayan, becerisiz ve çalışma izni olmadan çalıştırılan geçici göçmen kadın işgücü ile karşılanmaktadır.

5- Kurtuluş H., S. Purkis (2013) İstanbul’da Yeni Konut Sunum Biçimleri ve Orta Sınıfların Sosyo Mekansal Yeniden İnşası, Ankara: TÜBİTAK Araştırma Projesi Raporu; İstanbul Üniversitesi Mahallem İstanbul Projesi, www.mahallemistanbul.com (Erişim Tarihi: 25 Şubat 2019)

Türkiye’de 2000’lerde gerek kent yazınının gerekse kentsel toplumsal hareketlerin başat konusu olan “kentsel dönüşüm”, 1980’lerin ikinci yarısından itibaren önce İstanbul’da başlayan, ardından Türkiye’nin sadece metropoliten alanlarına değil, orta ölçekli kentlerine de sirayet eden radikal sosyomekansal değişimi kristalize etmesi açısından en verimli kavramlardan biri. Kentlerin bu denli hızlı ve demokratik katılımın olmadığı imar kararlarıyla yapılaşarak dönüşümünün yarattığı sorunlara karşı gelişen eleştirel yaklaşımlarda birinci sırayı “rant” tartışmaları alır. Buna bağlı olarak kentli sınıfların ortaya çıkacak bu ranttan alacakları pay üzerinden mülkiyet hakkı tartışmaları ve ardından da bir yanı mülkiyet hakkı mücadelesi, bir yanı çevrenin ve kültür değerlerinin tahribatına karşı mücadeleden oluşan kentsel toplumsal muhalefet ve mücadele biçimleri kentsel dönüşüm tartışmasının/yazınının ana eksenini oluşturur. Bu eksen, uluslararası eleştirel kent yazınındaki, kente hak, kentsel adalet ve rant farkı gibi bazı verimli felsefi/kuramsal çerçevelerden de beslenerek sağlamlaşır.  

Bu dönüşüm kentlerin sınıfsal coğrafyalarını yeniden şekillendirmekte, dolayısıyla toplumsal sınıfların gündelik yaşantılarının üzerinde inşa edildiği zeminler zayıflamakta, çözülmektedir. İstanbul’un modern sınıfsal coğrafyası 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren oluşmaya başlamıştır. Bu dönemdeki büyüme eksenleri, kentin I. ve II. Dünya Savaşlarından sonra aldığı farklı nitelikteki göçlerin mekanda yer seçmesinde ve kentin fiziksel yayılmasında belirleyici olmuştur. İstanbul’un 1980’li yıllardan sonra girdiği kentsel dönüşüm sürecinde bu yerleşik sınıfsal eksenlerde dramatik kırılmalar gerçekleşmektedir. Bu eksenler, merkezde göreceli olarak planlı, kat mülkiyetine sahip modern orta sınıf mahalleleri ile onları çevreleyen, pek çoğu apartmanlaşarak ilçe ölçeğine ulaşmış gecekondu mahallelerinden oluşur. Kentsel dönüşüm süreci bu mahallelerin sakinlerini eşit biçimde etkilemez. Bu nedenle de dönüşümün kazananları ve kaybedenleri sadece sınıfsal olarak ele alınamaz. Dönüşümün etkisi sınıfın içinde yaş, toplumsal cinsiyet, sahip olunan mesleki beceri ve çalışma fırsatlarına göre farklı mağduriyetler yaratarak seyreder. Kentsel dönüşüm yazınının henüz yeterince görmediği, dönüşüm kararlarını alan yerel ve merkezi siyasi otoritenin ve dönüşüm alanlarında kentsel mücadele yürüten yerel muhalefetin de aktif gündeminde olmayan yaşlılar, dönüşümün en sessiz mağdurlarıdır. Bu kısa yazıda, dönüşüm alanlarının yerleşik nüfusu içinde önemli bir nüfus oranına sahip olan yaşlıların yaşadığı mağduriyetler üzerine sınırlı bir tartışma yürütülecektir.  

Çevrede İnşa Olan Yeni Orta Sınıf ve “Merkezini” Kaybeden Yaşlılar 

1980’lerin ikinci yarısından itibaren mekanda izlenen olgu özellikle metropoliten kentlerin merkezlerindeki yerleşmelerde azalan ve bu nedenle de çok değerlenen kentsel arsa nedeniyle yapılaşmanın metropoliten alanların çeperlerine doğru sıçramasıydı. Bu sıçrama 1984’te yapılan Yerel Yönetimler Reformu ve ardından bir dizi radikal kentsel politika kararı sonucunda, öncelikle İstanbul’da metropoliten çeperdeki eski çiftlik arazilerinin toplu konut projeleri ile imara açılması ile gerçekleşmeye başladı.1 Bu sıçramada (bu yazının kapsamını aşacağı için burada değinilmeyecek olan pek çok değişken arasında) şüphesiz en belirleyici olan metropoliten çeperde yapı izni olmayan, parselasyon yapılmamış ve hisseli mülkiyet nedeniyle mülkiyeti fazla parçalanmamış arazilerin fiyatlarının ucuzluğuydu. Tarla, çiftlik ya da orman arazisi statüsündeki bu araziler üzerinde özel ya da kamu-özel ortaklığıyla gerçekleşen toplu konut projelerinin sayısı 1990’ların sonlarında 100 proje civarında iken 2000’lerin ortalarında 1000’e ulaşarak süreç hızlandı. 2019’a geldiğimizde ise bu sıçrama 3000’i aşkın proje ile İstanbul’un metropoliten çeperini Anadolu, Avrupa ve İstanbul yakalarında2 beton kütlesel bloklar ve kulelerden oluşmuş bir duvar-çeper görüntüsüne ulaştırdı.

Fotoğraf: Emirkan Cörüt

İstanbul’un metropoliten çeperinde radikal yasal düzenlemeler ve parçacı imar planlarıyla geliştirilen kentsel arsaların fiyat avantajı, inşaat sektörü için her türlü dezavantajın göze alınabileceği bir kârlılık ortaya koymaktaydı. Bu arazilerin dezavantajlarının başında, kentin merkezi konut, iş ve kamusal hizmet alanlarına uzaklığa ve kırsal arazi kullanım biçimlerine bağlı olarak yeterli toplu ulaşım hizmetlerinin ve kentsel altyapının bu alanlara ulaşmamış olması geliyordu. Bu sorun özel otomobil sahipliğinin teşvik edilmesi ve özel toplu konut yönetimi ve güvenliği firmalarının sağladığı özel ulaşım (özel servis araçları), su, temizlik ve çöp toplama gibi hizmetlerin sağlanması ile çözülmeye çalışıldı. Bu hizmetler, bu yeni yaşam biçimini tercih eden ev sahibi ve kiracılar için yeni bir ödeme kalemini oluşturmakta,  site aidatları neredeyse kentin merkezindeki orta sınıf konut alanlarındaki kiralara denk gelmekte, bazı projelerde ise bunun da üstüne çıkmaktaydı. 

Diğer yandan, bu kente “uzak” ve “kapalı” siteler başlangıçta (pek çoğunda bugün de) kamusal sağlık ve eğitim hizmetlerinin de olmadığı alanlardı. Özel sermayeli projelerde özel sağlık hizmetleri ve özel okullarla bu sorun belli oranda aşılmaya çalışıldı. Toplu Konut İdaresi’nin (TOKİ) projelerinde ise sağlık ocağı ve okul, proje kapsamına alınarak orta gelir grubu için kentin dışına çıkmanın dezavantajları azaltılmaya çalışıldı. Ancak gerek özel sektör gerekse TOKİ tarafından inşa edilen bu siteler, kentin merkezi mahallelerindeki çoğu emekli maaşıyla geçinen yaşlılar için maddi açıdan erişilebilir olmadığı gibi, yaşlılar için gereken kamusal hizmetler açısından da yeterli değildi. Ayrıca kentin merkezindeki risklerden uzaklaşma vaadi ile reklamı yapılan bu yeni nesil “modern, güvenlikli, ayrıcalıklı,” yaşam çevrelerinin reklam afişlerinde ve TV reklam kuşaklarında genç çiftler, çocukları ve evcil hayvanları ile güvenlikli, kişisel otoparklı, açık/kapalı spor alanları olan, çevre düzeni özenle yapılmış yemyeşil bir dünyada görüntüleniyorlardı. Güvenlikli kapılar, elektronik şifreli ziller, elektronik otopark kartları ve daha pek çok “akıllı” teknoloji, bu teknolojiyi kolayca kullanan yeni nesil orta sınıf için bir çeşit statü göstergesi olarak sunuluyordu. Burada yaşlılar yoktu. Bu reklamlardaki imaj ve söylem, yeni orta sınıfı sanki ağacın kovuğundan çıkmış, nesilsel açıdan öncesi ve sonrası olmayan, çocukların büyümediği, ebeveynlerin yaşlanmadığı bir aile formu olarak kurgulamaktaydı. 

Kentin merkezine bazen saatler uzaklıkta olan bu yeni nesil banliyölerdeki gündelik yaşam, yeni orta sınıf çekirdek ailede büyükanne ve büyükbabaların torunlarının bakımını tamamen ya da belli aralıklarla üstlenmiyormuş, aynı şekilde bu çekirdek ailenin ebeveyni olan genç çiftin kendi ebeveynleriyle ilgili geleneksel sorumlulukları yokmuş gibi kurgulanmaktaydı. Oysa Türkiye’de çocuk, yaşlı ve hasta bakımı gibi sorumluluklar henüz yeterince kamuya devredilmemiştir. Bu hizmetlerin özel olarak satın alınmaları ise Türkiye’de profesyonel özel bakım hizmetlerinin yeterince gelişmemiş-yaygınlaşmamış olması nedeniyle çeşitli riskler barındırmaktadır.4 Bu risklerin başında güvencesiz-izinsiz yabancı işçi çalıştırmaktan kaynaklanabilecek yasal yaptırımlarla karşılaşma ihtimali ve çalıştırılan yabancı işçiye güven sorunları gelmektedir. Dolayısıyla nesillerarası dayanışma farklı ölçülerde devam etmektedir. Özellikle İstanbul’da yeni orta sınıf, çocuklarının bakımı veya gözetilmesi için halen kendi ebeveynlerinden tamamen ya da belli oranlarda destek almakta ve kendi ebeveynleri bakıma muhtaç ise bu bakımın sorumluluğunu tamamen ya da belli ölçülerde yüklenmektedir. Dolayısıyla metropoliten çeperde yeni orta sınıflar için mimari-fiziki çevre olarak iyi çözümlenmiş konut projeleri, Türkiye’de halen süren nesilsel dayanışmanın mekansal çözümlerini aynı biçimde üretememiştir. 

Kentin yeni nesil orta sınıfları çeperdeki bu yeni nesil banliyölere doğru hareketlenirken kentin eski nesil orta sınıfları merkezdeki eski nesil mahallelerinde kalmaktadır. Bu ayrılma, nesiller arasında bir ihtiyaç olan gündelik yaşamdaki dayanışmayı mekansal olarak zorlaştırmaktadır. Bu zorluğun bedelini yaşlılar çeşitli biçimlerde ödemektedirler. Eğer torunlarına bakmak ya da onları gözetmek gibi bir görevi üstlenmişlerse ya da kendileri bakıma muhtaçsa, yaşadıkları mahalleyi ve yerleşik sosyal ilişkilerini bırakıp çocuklarının oturduğu siteye (ya da onun yakın çevresindeki başka bir siteye) ya da çocuklarının yanına taşınmak zorunda kalmaktadırlar. Bu durum onları sosyal çevresinden ve kendi yaşam alışkanlıklarından koparmakta ve yeni alışkanlıkların edinilmesinin zor olduğu yaşlarda yeni bir çevreye uyum sağlamaya zorlamaktadır. 

Diğer yandan kentin merkezi mahallelerinde yeni orta sınıfın ayrılması ile boşalan alanlara, daha çok genç, bekar, beyaz yakalılar, öğrenciler, yaratıcı sektörlerde çalışan tasarımcılar, sanatçılar ve eğlence dünyası çalışanları taşınmaya başlayacaktır. Merkezi mahalleler kısa süre sonra bu yeni sakinlerinin ihtiyaçlarına göre dönüşmeye başlayacak ve merkezi konut alanlarındaki geleneksel çarşılar ve apartmanların giriş katlarındaki dükkânlar işlev değiştirmeye başlayacaktır. Terziler, kumaşçılar, yüncüler, yorgancılar, berberler, hırdavatçılar, kıraathaneler, mahalle bakkalları, kasapları ve manavlarının yerini kafeler, güzellik salonları, tasarım atölyeleri, dekorasyon ve mimarlık büroları alarak eski mahallede “yeni sokaklar” ortaya çıkacaktır. Bu yeni sokaklar bir yandan, eski mahallenin yaşlılarının gündelik yaşam alışkanlıklarını ve mekansal haritalarını bulanıklaştırırken, diğer yandan da eski sokakların yaşlı esnaf ve zanaatkârını, artan kiralar ve dönüşüm baskısıyla işini bırakmaya zorlayacaktır. Yaşamlarını değiştirebilme ve yeni bir hayatı kurgulayabilme gücünün biyolojik, maddi ve manevi olarak azaldığı yaşlarda, eski mahallelerin çoğu emekli yaşlı orta sınıfları dramatik bir mekansal yabancılaşmayla baş etmek zorunda kalmaktadırlar.  

Kentsel Dönüşüm ve Yeni Bir Yaşlılık Travması Olarak “Değişime Zorlanma”  

1980’lerin sonlarından itibaren metropoliten çeperlere doğru sıçrama, lüks kapalı siteler ve toplu konut projeleri ile gerçekleşirken, kentin merkezi mahallelerindeki konut stoku hem arazi kıtlığı hem de çeperde inşa olan bu yeni nesil konut arzının yarattığı cazibe karşısında giderek eskimekte ve gözden düşmekteydi. Ancak metropoliten çeperde yeterince gelişmemiş olan kentsel sektörler, ulaşım sorunları, yeni maliyetler kent merkezindeki semtlerde yerleşik/güçlü sosyal-kültürel bağlar ve aidiyetler merkezin cazibesini sürdürmesini sağlıyordu. Kentin dışında fiziki/mimari/çevresel tasarım ve yeni nesil inşaat kalitesi yeni bir sınıfsal gösterge olarak ortaya çıktığı için kentin merkezindeki eski binalar hızla gözden düşerken, arsalar buna ters orantılı biçimde değer kazanıyordu. Kentin merkezini dönüşüm baskısı altına alacak olan işte bu orantısız bina-arsa değeri ilişkisi olacaktır. Arsa değeri ile bina değeri arasındaki bu fark arttıkça dönüşüm baskısı da artacaktır.

Fotoğraf: Bekir Dindar

1980’lerin ortalarına kadar kentin merkezi mahalleleri, sınıfsal coğrafyayı da yansıtacak biçimde kabaca dört konutlaşma tipolojisine sahipti ve her bir tipolojide binaların arsa değeri farklı dinamiklerle yükseliyordu. Birinci tipoloji 19. yüzyılın ikinci yarısından 1920’lere kadar İstanbul’un modern konut gelişiminin ilk örneklerini barındıran Tarlabaşı, Yeldeğirmeni, Fener, Balat, Hasköy gibi tarihi mahallelerdeki konutlardı. Bu alanlarda arsa değerini artıran en önemli unsur kentin modernleşme tarihinin kalbinde bulunmalarıydı. Buna karşın kentin eskimiş ve bakımsız kalmış binalarıyla bu semtler daha çok, farklı göç dalgalarıyla kente yerleşmiş emekçi sınıfların barındığı kentsel yoksulluk mahalleleri haline gelmişti. Bu nedenle konumu açısından yüksek arsa değerine karşın düşük bina değerine sahip mahallelerdi. Bu mahalleler göreceli olarak genç bir nüfus barındırmaktadır. Emek yoğun, düşük ücretli, uzun çalışma saati olan işlerde çalışan, çoğunluğunu yoksul kiracıların oluşturduğu bu mahallelerin eski sakinleri oraları terk edeli uzun zaman olmuştu. Bu alanlardaki bina değerleri, bakımsızlık ve mahallenin çöküntü alanına dönüşmüş sosyomekansal dokusu nedeniyle daha da düşmüş ve emlak yatırımcıları için kârlı hale gelmişti. 

İkinci tipoloji, 1940’lı yıllarda başlayan, 1965’te çıkan Kat Mülkiyeti Kanunu ile hız kazanan, yapsatçı inşaatçılar tarafından üretilmiş düşük maliyetli apartmanlardan oluşur. Çoğu zaman Laz Müteahhitlerin eseri olarak görülen bu tipoloji Laz müteahhitlerle başlamaz ama 1970’li yıllarda yaygınlaşmasında önemli rolleri vardır. Önce beş, sonra yedi ve 1980’lere doğru dokuz-on iki kata çıkan, bir katta birden çok daireli bu apartman bloklarda konut satın alanlar, dar gelirli ama güvenceli işi olan ve gelirlerinden tasarruf edebilen ücretli çalışanlarla, esnaf ve zanaatkâr orta sınıflardır. Bu tipoloji, İstanbul’un aldığı iç göçler sonucunda oluşmaya başlayan yeni sınıfsal coğrafyasının ve dönemin orta sınıfının en iyi temsillerinden biridir. Bu tipoloji kentin tarihi yerleşim alanlarındaki eski mahalle ve mahalle çeperlerinde dönemin kentli orta sınıflarının eskimiş az katlı ahşap ya da kâgir evlerini ya da boş arsalarını kat karşılığı inşaatçıya vererek çok katlı apartmana dönüştürmeleri ile gerçekleşmektedir. 

Fotoğraf: Bekir Dindar

Arsa sahibi yeni bina yapılana kadar inşaatçının ödediği kira ile yine kendi mahallesinde başka bir eve kiraya çıkmakta ve bina bittiğinde yeni dairesine taşınmaktadır. Önce Şişli, Kadıköy, Üsküdar, Fatih, Bakırköy, Beşiktaş, Cihangir gibi merkezi semtlerde ardından da bu semtlerin eteklerindeki boş arazileri ve bazı gecekondu mahallelerini içine alarak yayılan bu tipolojinin, eski orta sınıf olarak betimlenebilecek, çoğunluğu emekli, yaşlı ev sahipleri en az 30-40 yıldır aynı mahallede oturmaktadır. Bu mahallelerde de bina değeri ile arsa değeri arasındaki farkın giderek artması parsel ya da ada bazında yenileme projelerini mahallenin ana gündem konusu yapmaktadır. Eski orta sınıfın çalışan ya da işsiz çocukları ve torunları bu fırsatları kollamakta ve bu maddi fırsat karşısında yaşlıların isteksizliklerini en hafifinden huysuz ihtiyarlığa indirgemektedirler.

İstanbul’da üçüncü konut tipolojisi gecekondulardır. Gecekondu çalışmaları Türkiye’de kentsel çalışmalar alanındaki en zengin yazını oluşturduğu gibi kentsel sorunlar denince de ilk akla gelen konu olmaktadır. Gecekondu mahallelerinde bir türlü tam olarak çözülemeyen ve yerleşimin kamuoyunda meşrulaşmasındaki engeli oluşturan arazi mülkiyeti sorunu, bu alanları kamu kaynaklı ya da kamu ortaklı kitlesel kentsel dönüşüm projeleri için elverişli araziler haline getirmektedir. Ancak bu alanlar aynı zamanda, göçmen emekçi sınıfların önce akrabalık ve hemşerilik, ardından da etnik, politik ve dinsel aidiyetler üzerinden kurdukları dayanışma ilişkileri ile kentin en güçlü ve yerleşik sosyal ağlara sahip yerleşimleridir. Bu ağlar bir direnme ve pazarlık gücü oluşturmaktadır. Uzun süren mücadele ve pazarlıkların ana eksenini, dönüşümün yaratacağı yeni değer üzerinden alınacak pay oluşturmakla birlikte dönüşüm sonucunda yerinde kalabilme talebi de başat konulardan biridir. Bu alanların yaşlı nüfusu bu pazarlığın içinde aktif olarak yer alır. Çünkü gecekondusunu kendi elleriyle yapmış, mahallenin oluşumunun canlı tanığı ve kurucu aktörüdür. Ancak yerinde dönüşüm mücadelesinde öne çıkan yaşlı kadın ve erkekler yerlerinden edilmeyecekleri bir dönüşümü talep ederken, ortaya çıkacak yeni değerin onları bir daha bu mahallelerre geri döndürmeyeceğini bilirler. Geri dönseler de artık mahallelerinin yerinde dev apartman bloklarından oluşan siteler, çözülmüş ve yeniden bir araya gelmesi mümkün olmayan sosyal ağlar, yabancı komşular ve kültürel uyum sorunlarını bulacaklardır.  

1980’lerin sonlarına kadar İstanbul’un sınıfsal coğrafyasını oluşturan dördüncü konut tipolojisi kentin doğal ve tarihi zenginliklerinin bulunduğu yerleşim alanlarında ortaya çıkan değeri ödeyebilen yüksek ve düzenli geliri olan orta üstü sınıflar ve burjuva sınıfının konut alanlarıdır. Bu alanların başında Boğaz’ın özellikle Avrupa Yakası’nda merkeze görece yakın kıyı yerleşmeleri, Moda-Fenerbahçe-Bağdat Caddesi eksenleri, Bakırköy-Yeşilyurt ekseni, Cihangir-Harbiye-Şişli-Nişantaşı ekseni ve Levent-Etiler ekseni gelmektedir. 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında İstanbul’da modern sınıfların mekanı inşasında kentin yeni burjuvazisi ve yüksek bürokrasisinin birbirleri ile yarışarak oluşturdukları bu yeni modern mahalleler, 1950’lerden sonra da kentin üst düzey memurları, tüccarları, uzman meslek sahipleri ve rantiye mirasyedilerin yaşadığı mahalleler olmayı sürdürecektir. 

Bu eksenleri çevreleyen kırsal kullanımdaki araziler (bağ, bahçe, bostan, eski sayfiye evi ve köşk arazisi gibi) bu değer artışına yenilerek hızla kentsel arsaya dönüşecek ve kentin göreceli refaha sahip orta sınıfları için ikinci tipolojiden biraz daha lüks apartmanlar ortaya çıkacaktır. Ancak 2000’li yıllara gelindiğinde metropoliten çeperdeki lüks kapalı sitelere en büyük akışın bu alanlardan olduğu ve mahallelerin nüfusunun hızla yaşlandığı görülmektedir.5 Bu eski nesil lüks konutlar kentin yeni varsıl sınıfları için çekiciliğini yitirmekle birlikte hem coğrafi konum hem mekana gömülü sosyal statü hem de modern, seküler kentsel yaşamın en güçlü sosyomekansal temsiline sahip olmaları nedeniyle arsa değeri ile bina değeri arasındaki fark hızla açılacaktır. Bu alanlarda, metropoliten çeperdeki lüks kapalı konut siteleriyle yarışacak derecede lüks ve kapalı konutlar inşa edilmeye başlanacaktır. Bu mahallelerin kentin yaşlı nüfusunun en yoğun olduğu yerleşmeler olduğu düşünüldüğünde, dönüşüm kararının alınması süreci dahil olmak üzere yaşlılar yaşayacakları bir dizi mağduriyeti sessizce kabulleneceklerdir.

Kentin merkezinde kalmış görece refaha sahip yaşlıların kentsel dönüşümden sağlayacakları maddi fayda kendileri için değil, sonraki kuşaklar için anlam ifade edecek, ama yarattığı mağduriyetlerle kendileri baş etmek zorunda kalacaklardır. Bu mağduriyetlerin başında yaşlılıkta mekan değiştirmenin zorluklarının yanı sıra kentsel dönüşümün sağlayacağı maddi fırsatları kaçırmak istemeyen yakınlarının (kendi çocukları, torunları ve eşleri) ve komşularının yaşlıları uzun süredir yaşadıkları ve kendilerini güvende hissettikleri evlerinden çıkmaya zorlamaları gelmektedir. Yaşlıların, bu değerlenmiş arsa üzerindeki varlıkları fuzuli işgal olarak görülecektir. Pek çoğunun kendi kazançları ve tasarruflarıyla edinmiş oldukları evlerin kullanım değeri yok sayılarak, değişim değerinin ortaya çıkmasına engel olacak davranışlarına yakınları ve komşuları tarafından sembolik ve duygusal şiddetle  (manevi baskı, kötü söz, küfür, küsmek, ilişkiyi sonlandırmak gibi) karşılık verilecektir. Yenilenecek alanda ya da binada ortaya çıkacak maddi fırsat arttıkça, direnmenin bedeli ağırlaşacak ve işin içine tehdit, zorlama, mahkeme kararı ile vesayet altına alma girişimleri girecektir. Yaşlılar sadece evlerini değil, sosyal ilişkilerini, güven duygularını, huzurlarını ve hatta sağlıklarını kaybetme riskiyle karşı karşıya kalacaktır. Bu şiddete dayanabilecek maddi ve sosyal sermayeye sahip olan az sayıda yaşlının dışında kalanlar bu zora sessizce teslim olacaklardır. 

İstanbul’un eskimiş, yeni moda konutlarının ve konut çevresinin şıkırtısı karşısında gözden düşmüş merkezi konut alanlarını, arsaları değer kazanmış binalar toplamı olarak görmenin en tehlikeli yanı binaların orada oluşmuş sosyal ölçeğe gömülü olduklarını gözden kaçırmaktır. Onları yenilerken, içine gömülü oldukları sosyal ölçekten çekip çıkarırken, o sosyal ölçeğin “yaralanması” kaçınılmazdır. Yaraları en yavaş iyileşenler ise yaşlılardır. Kentlerin binaları fiziksel olarak eskirken, o binanın insanları da biyolojik olarak yaşlanırlar. Bu ilişkiyi görmezden gelen bir kentsel dönüşüm politikası ve pratiği kentlerin sosyomekansal ölçekler olduğunu yok sayarak, mekanda tarihsel olarak kazanılmış bütün sosyal hakları, nesilsel, sınıfsal ve mekansal dayanışma ilişkilerini ve aidiyetleri piyasaya ve maddi çıkarın maksimizasyonuna kurban eder.  


1- Kurtuluş, H. (2000) “The Roles of Çiftliks on the Formation of the Metropolitan Fringe in the Expansion of Istanbul Metropolitan Area”, yayımlanmamış doktora tezi, Ankara: Orta Doğu Teknik Üniversitesi.

2- İstanbul üç yakadan oluşur. İstanbul, Anadolu ve Avrupa Yakaları. İstanbul Yakası tarihi yarımadadan başlayan, yani Haliç’in solundaki tarihi şehri ifade eder. Anadolu yakası İstanbul yakasının karşısını ve Avrupa yakası da Haliç’in sağ yanı olan bugün Haliç Tersanesi’nin üzerinde Taksim ekseni ve Boğaz ekseninden itibaren Kuzey Ormanlarından Karadeniz’e ulaşan bölümü ifade eder. İstanbul’a “karaların ve denizlerin sultanı” yakıştırması üç deniz (Boğaz, Marmara ve Haliç)  ve üç karadan (İstanbul, Avrupa ve Anadolu) oluşmasından dolayıdır.

3- Bu toplu konut projelerinin erken örneklerinden bazıları, Anadolu yakasında Saip Molla Paşa Çiftliği ve Korusu üzerinde gerçekleşen Acarkent ve Beykoz Konakları; İstanbul yakasında Dereköy, Yarımburgaz, İspartakule ve Ada Çiftliklerinin arazilerinde gerçekleşen Bahçeşehir, Altınşehir, Beylikdüzü toplu konut projeleri; Avrupa yakasında ise, Kuzey Ormanları, 19. yüzyılda at yetiştirilen İngiliz Çiftliği, Burgaz Çiftliği ve Göktürk köyünün imara açılmasının öncüsü olan Kemer Country projeleridir. Kurtuluş, H. (2000) A.g.y. 

4- Türkiye’de çocuk, yaşlı ve hasta bakım hizmetlerinde yatılı eleman yetersizliği nedeniyle bu hizmetler post-sosyalist ülkelerden, Türki Cumhuriyetlerden ve Asya’dan gelen profesyonel olmayan, becerisiz ve çalışma izni olmadan çalıştırılan geçici göçmen kadın işgücü ile karşılanmaktadır.

5- Kurtuluş H., S. Purkis (2013) İstanbul’da Yeni Konut Sunum Biçimleri ve Orta Sınıfların Sosyo Mekansal Yeniden İnşası, Ankara: TÜBİTAK Araştırma Projesi Raporu; İstanbul Üniversitesi Mahallem İstanbul Projesi, www.mahallemistanbul.com (Erişim Tarihi: 25 Şubat 2019)

DÖN