Duygu Dağ: Bize biraz kendinden ve Gizli Bahçe’den bahseder misin?

Nilgün Ercan: Bar hayatıma bir arkadaşım vasıtasıyla işletmeci olarak başladım. Birkaç üzücü ve fiyasko denemeden sonra kendi yerimi açayım dedim. Gizli Bahçe de bu deneyimlerden doğdu.

DD: Bir yer açmaya karar verdiğinde Beyoğlu’nu mu düşündün?

Evet, tabii ki. Burada yaşıyordum. Bir de Beyoğlu’nu çok seviyordum, hâlâ çok seviyorum. Başka semtlerin eğlence kültürünü bu kadar tanıdığını ve anladığını düşünmüyorum. Beyoğlu 400 yıldan fazla zamandır eğleniyor. Çok şahane değil mi ya! (gülüyor) 400 yıl! İmparatorluk gibi Pera. Dün “İşler kötü” dedi bindiğim bir taksinin şoförü. “400 yıldır her şey buralarda, burada iş bitmez, sen merak etme” dedim. 400 yılı duyunca bir sevindi adam! İçi rahatladı. Her şey bitecek diye düşünüyor herhalde.

Bahar Bayhan: Ama bir yandan da öyle bir algı yaratılıyor sanki?

O bir yanılgı. 40 yıldır buralarda takılıyorum. -Afedersiniz- içkili olduğum zamanlar da oldu. Kendimi sızmış hâlde bir yerde de buldum, herkes sahiplendi gittiğim yerlerde ve hiçbir zaman başıma bir iş gelmedi. Tabii ki birilerinin başına bir şeyler gelebilir. Her yerde gelebilir, ama Beyoğlu’nda olduğu zaman gazetelerde, televizyonlarda daha bir yankılanıyor, Beyoğlu’nu aşağılama durumu var sürekli. O yüzden insanlar gelmeye korkuyorlar. 

Üzücü şeyler de oldu tabii. Bombalar patladı, onlar da çok etkili oldu. Bunu söylemek istemezdim ama Gezi olayları da Beyoğlu’nu bitirdi. Çünkü insanlar başka yerlere gitmeye başladılar. Haklı olarak buradan, buranın esnafından soğudular. Beşiktaş sahiplendi, Beşiktaş’a gittiler. Böyle gelişti olaylar, insanlar da haklı. Bir yandan bu esnafın hatası, bir yandan sosyo-politik, kültürel durumlar. Buraya çok Arap geliyor diye gelmeyen de çok oldu. Avrupalı turistin ayağı kesildi. Eskiden bir sürü küçük hostel açılmıştı. O hosteller teker teker kapatıldı, çoğu ruhsatsızdı. O yüzden Avrupalı turist de ucuz oteli nerede bulursa oraya gidiyor artık. Kadıköy işin ayrı bir sahnesi oldu. Buradan bıkan, yorulan insanlar Kadıköy’e kaçtı. Bana göre eğlence hâlâ Beyoğlu’nda devam ediyor.

BB: Yıllardır eğlence sektöründesin. Gizli Bahçe’yi ne zaman açtın?

90’lı yılların başında, 93-94 yıllarında açtım. Ama o yıllarda o kadar ünlü bir yer değildi tabii. Kafe-bar gibiydi burası. Tanınmasına 96 diyebiliriz. O sırada Hüseyin (Çağlar) geldi. Onunla beraber işletmeye başladık. O gelince biraz daha club tarzı müzik de çalmaya başladık. Ben daha ziyade funk, caz gibi şeylere takılıyordum. Gençler değişik müzikler dinlemek istiyorlar, tekno seviyorlar. Ben teknoyla Gizli Bahçe’de tanıştım diyebilirim. Tabii iyi teknoyla tanıştım, benim şansım o oldu. Hiçbir zaman kötü müzik yapılmadı burada, bu konuda hep sağlam durduk. Sonra house müzik doğmaya başladı. Onun da öncesi var tabii, Beastie Boys zamanları var.

DD: Mekânın ismi neden Gizli Bahçe?

Hep inzivaya çekilmek isteyen bir insan olduğum için olabilir, ama hiçbir zaman çekilemedim. En azından dükkânımın adı Gizli Bahçe olsun demiş olabilirim. Öyle bir hissi vardı buranın ilk girdiğimde. Şurada terasa açılan bir kapı vardı, yıkılmış bir duvar sıvası vardı, öne doğru sarkmış. Oralar örümcek ağları doluydu. İki kanatlı bir kapı vardı, o kapıyı bir açtım, “Aha gizli bahçe!” dedim. Çok büyülüydü o an benim için, film karesi gibiydi. İsmi de öyle geldi.

DD: Mekândaki meşhur koltuklardan bahsedebilir misin? 90’ların sonlarında, başka hiçbir mekânda görmediğimiz bir şeydi barda koltuk olması, gündüz de gelirdik buraya. 

Koltuklar evlatlarım gibi. Cüce sandalyeleri, masa olarak fıçılar bulunan bir sürü mekân vardı. Hep öyle eğlendik önceleri. Bu herkese çok garip geldi tabii, kendi evlerindeymiş gibi rahat etti insanlar. Bir sürü yerden ziyade burada olmayı istediler. İyi müziğe geldiler. Ben seviyorum ev ortamı olmasını. İnsanlar içlerinden geldiği gibi çalsın, o da çok önemli benim için. Ben kimseye “şöyle çal, böyle çal” demem. İnsanlar çalarlar, beğenirim ya da beğenmem, o benim fikrim. Önemli olan, insanlar burada iyi müzik olduğunu biliyor ve burada ne çaldıklarına dikkat ediyorlar. Mesela başka bir yerde bambaşka bir müzik yapıyorlar, burada Gizli Bahçe müziği yapmaya çalışıyorlar. 

DD: Gizli Bahçe müziği diye bir şey var mı?

Var tabii. Kadıköy’de bir yerde çalıyordum. Bir kadın geldi yanıma, “Siz tıpkı Gizli Bahçe gibi çalıyorsunuz” dedi. 

Fotoğraflar: M. Cevahir Akbaş
BB: Burada yetişmiş dj’ler de var.

Onları anmadan bu röportaj, röportaj sayılmaz. Onların çok emeği geçti buraya, hâlâ da geçiyor. Mesela Barış K. küçücüktü buraya ilk geldiğinde. Yere halı zımbalıyorduk o sırada. Onun da eline bir zımba makinesi verdik. O gün burada işe başladı Barış. Hüseyin de ona inandı, dj’lik yolunda basamak basamak ilerledi. Çok yetenekliydi zaten, müzik adamıydı. İsmet (Polat) çaldı burada, İsmet çok önemli bir dj’di bizim için. Rahmetli oldu sonra, çok genç yaşta kaybettik. Tufan Demir 12 yıldır burada çalıyor. O da çok başarılı bir dj oldu. 

DD: Bu binanın tamamı Gizli Bahçe ama sadece ikinci katı kullanıyorsun. Giriş katının da açık olduğu zamanları hatırlıyorum.

Ne güzel zamanlardı! O zamanlar girişteki küçük odayı gelen soluklansın, bir bira, bir kahve içsin, yukarı müzik başlayınca çıksın diye yapmıştık. Ruhsat furyasına denk geldi. Buralarda bir sürü teras açmışlardı. Her binanın çatısını kaldırıp teras yapıp oraları bar gibi işletiyorlardı. Belediye hepsine baskın düzenleyip ruhsatları olmadığı için oraları mühürledi. O furyadan bizim o küçücük odacık da etkilendi. 2000’lerin başında kısa bir süre açık tutmuştum.

DD: Şimdi diğer katları da açsan dolmaz mı?

Dolar herhalde, ama nasıl bilmiyorum. Müzik dinleyen insanlar olsun, terasta dans etsinler. Dj de orada. Alt kat o yüzden biraz ziyan oldu. Sigara yasağı da etkiledi tabii. Terasın üstünü açıyoruz yazın, sigara içebiliyor insanlar. Ama hâlâ alt katta bir şeyler yapma hayalim var. 

DD: Beyoğlu’nda işletmeci olmak zor mu? Erkek olsaydın neler farklı olurdu?

Erkek olsaydım hiçbir şey farklı olmazdı bence. Ben yine aynı insan olurdum. Macerasever, her zaman randevusuna geç kalan, unutkan. Aynı müzikleri dinlerdim. Erkek de olsam aynı şartlara doğmuş olacaktım. 

BB: Bu piyasada tutunmak açısından bir farkı olur muydu?

Ben kadın olmanın avantajını bile gördüm. En azından beni dövmediler (gülüyor). “Kadına vurulmaz!” Beyoğlu’nda eskiden kabadayılar, ağır abiler vardı. Kahvelerde mafya babaları olurdu. Öyle zamanlarda açtım ben burayı. Hepsinin de saygısını kazandım. Arkada bir Laz pavyonu vardı mesela, biz o zaman gece 2’ye kadar açıktık. O zamanlar ruhsatlar 2’ye kadardı, sonra uzatıldı. Uyuyacağım, uyuyamıyorum. Sokağa hoparlör koymuşlar, Laz havaları çalınıyor. Bir gün gittim, “Ben arkada oturuyorum, patronunuzla bir şey konuşacağım” dedim kapıdaki adama. İçeri geçtim, patron karşıladı “Bacım hoşgeldin” diyerek, ceketinin önünü ilikledi adam. Öyle saygılı. Derdimi anlattım. Allah razı olsun, o hoparlörü içeri aldılar. En azından hatrımız vardı. Herkesle selamımız, sabahımız oluyordu burada. Girdiğim çok pavyon olmuştur. Güzeldir Beyoğlu, arka sokaklarda dolaşmayı bilmek lazım. İnsanlara selam vermek iyidir, göz teması iyidir. Ben hep bunun faydalarını görmüşümdür. 

Fotoğraflar: M. Cevahir Akbaş
BB: Zaman içinde eğlence dinamiği farklılaşıyor. Beyoğlu’ndaki işletmeci profili de farklılaşıyor mu?

Farklılaşıyor tabii. Sokağa çıkarken başıma ne gelecek acaba diyorum. Daha sakin yaşamanın yollarını bulmak lazım. Güzel yerlerin açılmasına vesile olmak lazım. En azından birçok bar beni örnek aldı. Kültür yayılan bir şeydir sonuçta. Sen istesen de istemesen de adam senin müziğini çalar, dj’ini çalar, dekorunu çalar. Çalsın. Bu gibi yerler öyle çoğalır diye düşünüyorum. İyi tarafından bakmak lazım. Tabii ambiyansı olmayan bir sürü yer var, ama bunların arasında insanlar iyi yerleri arayıp buluyorlar. Benzer yerler oluşmaya başladı. Her yerde dj çıkıyor artık, bu çok önemli bir gelişme. Eskiden hiçbir yerde dj çıkmazdı. Bir kaset takarlardı, sabahtan akşama onu dinlerdik. 

DD: Geçenlerde Feminist Mekân’da Şahika Teras’ın işletmecisi Üzüm Derin Solak’ın konuşması vardı. Seçme şansı olsa mekânının farklı bir yerde olmasını isteyip istemeyeceği soruldu. İstemeyeceğini, mekânını çok sevdiğini söyledi. “Çok iyi komşularım var, Gizli Bahçe var, Peyote var” dedi.

Sağolsun. Benim de böyle bir hissim var. “Peyote kapanacak” dediler bir ara, öyle üzüldüm ki. Her gece gidiyor değilim, ama üzüldüm yani. İnsan istiyor böyle komşular. Şimdi Muaf kapansa benim için aynı şey. Muaf da bizim dost mekânımız. Onlar kalsın oldukları gibi. Kendi müşterileri var. Kendi kültürlerini yayıyorlar. Çok güzel işler bunlar. Eskiden biz nerede oturacağımızı bilmezdik. Peripetie açıldı, tapındık ona. Bizim gibi insanların gidebileceği bir tane kafe vardı, düşünebiliyor musunuz! Hayal Kahvesi çok sonradan açıldı. Şöyle karşılıklı oturup iki lafın belini kıralım, sıcak bir ortam olsun, müzik iyi olsun, irite etmesin seni, bir şeyler ye, iç… Yoktu. 

DD: Bir dönem Gizli Bahçe’de fotoğraf yasağı vardı. Neden?

20 yıl kadar fotoğraf çektirmedim burada. Benden izinsiz çekilmiş fotoğraflar dosyası var bende mesela, çocuklar sonradan hediye ettiler. Mimar Sinan Üniversitesi Fotoğraf Bölümü’nde okuyanlar gündüz gelip çekmişler. “Ben niye yokum hiçbir fotoğrafta?” dedim. “Sen yasaklamıştın, biz de sen yokken gelip çekiyorduk” diye itiraf ettiler.  İyi ki çekmişler, hatıra kaldı onlar şimdi. Öyle bir sergi düşünüyorduk 2013’te, eski fotoğraf ve videoları sergileyelim, eski dj’leri çağıralım. Gezi olayları patlak verince maalesef yapamadık. 

Fotoğraf çektirmeme sebebim de kendi tercih ettiğim müşteri kitlem dışında kimsenin burayı bilmesini istemememdi. Fotoğrafların bir yerlerde yayımlanmasını, “Aaa böyle de bir yer varmış” denmesini katiyen istemedim. İnsanlar buraya müzik dinlemeye gelsin istedim. Aynı tür insanlar gelsin istedim, aksi takdirde o ambiyansı yakalayamazsın. İnsanlar dinlediği müzikle, takıldığı mekânlarla ayrılıyor. Buraya birahane müşterisi gelse buradaki insanları rahatsız ediyor. Senelerce tabela asmadık, dört-beş senedir var. Biraz korunaklı tutmaya çalıştım, çünkü çok değişik kültürleri barındıran bir ülkede ve şehirde yaşıyoruz. İnsan kendi müşterisini biraz ayırmalı diye düşündüm. Pek çok kişiye ayrımcılık gibi gelebilir, ama bana öyle gelmiyor. İyi müzik dinlediği ve kimseye rahatsızlık vermediği müddetçe herkes buraya gelebilir. O kadar basit.

DD: Bizim için burası hep eşitleyen bir mekân olmuştur. 

Kesinlikle. Dil, din, cins, ırk; bunların hiçbiri beni ilgilendirmez. Beni ilgilendiren kültür. Buraya herhangi bir bar gibi gelenler elini bara vurup “Bira ver bana” diyebiliyor. Şuradaki 150 yaşındaki sehpama ayağını uzatıp ukalalık yapabiliyor. Sen çalarken eliyle “yüksel” diye işaret edenler de oluyor. Bunların olmaması için önlemler aldım. Mekân değerli. Yok çünkü. Bu kadar uğraştığın bir yere de biraz ayrıcalıklı davranabiliyorsun. Evin gibi yani. Evine de herkesi almazsın. 

BB: Gizli Bahçe gibi müziğin gidişatına yön vermiş başka mekânlar oldu mu?

Free jazz’cı bir kafam var, o yüzden yeni müziklere kapım hep açık oldu. Eğer iyiyse müziğin eski ya da yeni olması beni ilgilendirmez. “İyi müzik vardır, bir de kötü müzik vardır” demiş ya Louis Armstrong. İyi olması yeterli benim için. Yeni dj’leri takip ediyorum. Latin Amerikalı dj’ler bomba gibi, o kadar iyi müzikler yapıyorlar ki, o topraklardan verim fışkırıyor. Elektronik müzikte, teknoda çok başarılılar. Bu tür gelişmeler çok ilgimi çekiyor. Müzik dünyada başka bir yere doğru gidiyor. Bizim de onu yakalayabilmemiz için çok çalışmamız ve takipçi olmamız lazım. Yeni müzik yapan insanlara her zaman şans tanımamız lazım. Sosyal medyada mesajlar atanlara samimiyetle cevap veriyorum. “Bu bizim dükkânda gider, bu gitmez” diyebiliyorum. Müziğimi bilmeyenler burada çalmak isteyebiliyor. Bir kere gel dinle yapılan müziği, insanlar nasıl eğleniyor, bir bak. Bir mekânda çalacaksam öncesinde gidip bakarım. Atmosferi soluman lazım. Tatmin için gitmeyeceksin oraya, insanlara müzik öğretmek, dinletmek için gideceksin. Ne dinliyorlar, ona göre hazırlık yapacaksın. Kafanda bir taslak oluştur en azından. Hiçbir fikirleri olmadan geliyorlar. 

DD: Gizli Bahçe’den önce Beyoğlu’nda gitmeyi sevdiğin yerler, hafıza mekânların nereler?

Eskiden gitmeyi sevdiğim yerlerin hiçbiri yok şu an. Köprüaltı var mesela, orada içerdik biz. Eski Kemancı, daha da eskiden çay bahçesiydi orası. “Abi şunu çalsana, abi bunu çalsana” diye diye orayı bar yaptık. Bizim sayemizde, biraz müşteri tercihiyle rock bar olmuş bir yerdi. Gittiğin yere karakter kazandırıyordun. Sine Kafe vardı mesela, Turhan’ın (Duru) yeri. Mephisto vardı. küçük İskender’in cenazesinde arkadaşlarla karşılaştım, Mephisto’da oturduğumuzdan, orada neler yaptığımızdan bahsettik. Şimdi oraya kitap almaya uğruyorum, her zaman var olsunlar, ama eski hâli güzeldi Mephisto’nun. Üst katında kafe vardı ve herkes orada toplanırdı. İnsanlar arasında bir kültür alışverişi vardı, gittikleri filmlerden, oyunlardan söz ederlerdi. Gitmekten en zevk aldığım yer Atatürk Kültür Merkezi’ydi. Yuvam gibiydi orası benim. Hep yok olan yerlerden söz ediyoruz, çok üzücü. Narmanlı Han mesela, gidip takıldığımız bir yerdi. Deniz Pınar orada plakçı açmıştı. Çok önemli yerlerdi bunlar. 

DD: Burası kapansa ben de senin AKM kapanınca yaşadığın hissi yaşarım sanırım, yuvam kapandı hissi.

Evet. Rüya gibi yerler vardı. Venüs Tiyatrosu da benim için öyle özel bir yerdi. Galata’daki Güney’in esnaf lokantası olduğu zamanları çok özlüyorum. Öğrenci harçlığıyla doyardık. Oradan Beyoğlu’na eğlenmeye çıkardık. Şimdi Güney’de şampanya patlatıyorlar. Öyle ilginç bir güruh var. İstesen de istemesen de, Beyoğlu Beyoğlu olduğu sürece insanlar gelecek, onlara göre de ambiyanslar değişecek. Kültürler arası ilişkiler bunlar. Dolayısıyla insanlar ihtiyaca göre yerler açıyorlar. Şimdi her yerde kahve dükkânları. Devasa pastalar yiyor insanlar. 

DD: Beyoğlu’nun “çok bozulduğu”, “bittiği” şeklindeki söylemlere katılıyor musun?

Beyoğlu eskiden de çok bozuktu! Şimdi de Araplar gelmiş, ne olacak? Araplar da gelsin, herkes gelsin. Bu esnaf Arapların ne kötülüğünü gördü? Araplar bu sokağa gelmiyor, gelse bile kola içiyor, kenarda oturuyor, biraz dinleniyor, gidiyor. Bir zararları yok aslında. Seninle ilgileri yok zaten. Alışverişe geliyorlar.

Sen kendi kültürünü korusan barınamazlar burada. On yıl önce gelmiş adam, on yıl sonra, “İyi ki burdasın” diyor bana. Niye gelmiyorsun on yıldır? Sen gelme, o gelmesin, öbürü gelmesin. Ondan sonra “İyi ki burdasın”. Bu ne ya? Geleceksin, mekânını sahipleneceksin ki orası kalsın. Esnaf koruma bilincin olacak. Marketten de alışveriş yapmıyorum, bakkaldan yapıyorum. Kendi kültürüne sahip çıkmazsan bu çokkültürlü bir şehrin göbeğinde nasıl olacak? Kim çok olursa onun kültürü geçerli olur. Herkes gelsin, ama nerede olduklarının farkına varsınlar. O zaman sorun kendiliğinden ortadan kalkar.

“Beyoğlu benim” diyeceksin. Demedin mi Beyoğlu senden gider. Bir tane Beyoğlu var. 

DD: Binanın bir hikâyesi var mı?

Bu bina benim mal sahibim almadan önce Türk bir gazetecininmiş. Ondan önce büyük ihtimalle Rumlarındı, çünkü çok eski bir bina. 100 yaşın üstünde, 150 yoktur ama. Belki eskiden sadece bir ailenindi, sonradan katlara ve dairelere bölündü. Ben geldiğimde işyeri de vardı binada. Üçüncü kat meskendi. Onlar gidince orayı da ben tuttum. Onun üstü ve ikinci kat ben geldiğimde boştu. Birinci katta bir konfeksiyon atölyesi vardı. Giriş katta da eşiyle birlikte çalışan Yorgo isimli bir gömlek ustası vardı. Emekliye ayrıldığında orayı da bana devretti. Girişteki iki oda onundu. Bahçe ve avlu kısmı vardı, oralar ayrıca kiraya verilmişti. Çiçekçi, kâğıtçı gibi kiracıları vardı. O yerler boşaldıkça ben tuttum. Mal sahibim de beni sevdi. Çok saygı duyduğum bir insandır Orhan Amca. Eski pavyon sahibidir. Esnaf olmayı o öğretti bana.

DD: Taksim Meydanı’nda ne gibi değişiklikler yapılmasını isterdin?

O meydana bir şey yapılmasına gerek yok bence. Ağaç dikilsin. İnsanların oturup dinlenebileceği banklar konsun. İnsanlar ağaç gölgesinde otursa, çimen olsa, çimenlerin üzerine uzansalar, güneşlenseler.

DD: Beyoğlu’ndaki mega projeler hakkında ne düşünüyorsun?

Galataport’un işlerine olumlu yansıyacağını düşünen pek çok insan var. Projenin bitmesini heyecanla bekliyorlar. Böyle projelerle hiç ilgilenmiyorum, çünkü başka kültürleri fazlasıyla getirecek bence. Ürkütücü yanları var. İyi bir şeyler ortaya çıkıp çıkmayacağını zaman gösterecek. 

Beyoğlu’ndaki binalara bakım yapılması iyi olurdu. Sahipsiz binalar var, çöküyorlar. Bunlar ürkütücü olabiliyor. Bakım yapmak lazım. Bu bakımı da belli bir kurumun üstlenmesi gerekiyor bence. Nasıl her yeri restore ediyorlar, Beyoğlu’na da bir el atsalar hiç fena olmayacak. Tarlabaşı’na attıkları gibi el atmaktan söz etmiyorum. Olduğu gibi korumaktan söz ediyorum. Olduğu gibi koruyamazsan, AVM’lere dönüştürürsen, oradaki kültürü kökünden kesip atmış oluyorsun. Bir kültürün köklerini kesemezsin, o zaman kültürün kalmaz. Bir şeyler yapılacaksa bu hassasiyetlerin gözetilerek yapılması lazım. Otellere peşkeş çekile çekile devam edersek, sonumuz hiç iyi değil. Burada kişiliksiz, kimliksiz bir semt yaratılır ve o semtin içinde eski esnaf toz gibi ufalanarak yok olur.

Demirören, Narmanlı Han gibi projeler Beyoğlu’nu kişiliksizleştirdi. Böyle olmamalıydı. En azından Narmanlı’ya Gratis açılmamalıydı. Gratis’in orda ne işi var? Sanatla alakalı yerler olabilirdi. Mevcut gerçeklikten bakınca her şey para için yapılıyor bence, bu da bize kapitalizmin vahşi dişlerini gösteriyor. Yeni gelen nesil eskiye dair hiçbir şey bilmeyecek. Emek Sineması öyle yok oldu. Emek’in yerine açılan sinemaya bir kere bile gittik mi biz? Ben gitmedim. Ama kaç kişiyiz, mesele bu. Yeni gelen nesil oralara giriyor, alışveriş yapıyor, kahveler içiyor, çünkü yeni neslin eskisinden haberi yok. Bir kütüphane aç, insanlara faydalı olsun. Kültürünü koru, geliştir. Yine kediler olsun orada. Narmanlı Han kedi doluydu eskiden. Kedileri beslemeye, sevmeye giderdik. Şimdi bir kediyi bile içeri sokmuyorlar.

DD: Bugün Beyoğlu’nda sevdiğin, kapansa üzüleceğin mekânlar neler?

Japon Kültür Merkezi’ni çok severim. Suşi yemeye gidiyorum oraya, Cafe Bunka’ya. Muaf’ı seviyorum, hatta arada dj’lik yapıyorum. Galata’ya inmeyi çok seviyorum, eski dostlarımın mekânlarına uğruyorum. Bir tişört atölyesi var. Galata Kitchen var. Oturup kahve içtiğim Çay Love You var. Serdar-ı Ekrem Caddesi’nde, kaldırımda servis yapan bir çay ocağı. Tayfun’un (Aras) yeri Deform Müzik var. Geçenlerde Lâle Plak’a uğradım, bir plak aldım, veda busesi gibi. AK Müzik’in açtığı Opus3 var, orası benim için önemli bir merkez, hem kitap hem müzik açısından. Günbatımında Tepebaşı’nda oturmayı, çay içmeyi seviyorum.

Duygu Dağ: Bize biraz kendinden ve Gizli Bahçe’den bahseder misin?

Nilgün Ercan: Bar hayatıma bir arkadaşım vasıtasıyla işletmeci olarak başladım. Birkaç üzücü ve fiyasko denemeden sonra kendi yerimi açayım dedim. Gizli Bahçe de bu deneyimlerden doğdu.

DD: Bir yer açmaya karar verdiğinde Beyoğlu’nu mu düşündün?

Evet, tabii ki. Burada yaşıyordum. Bir de Beyoğlu’nu çok seviyordum, hâlâ çok seviyorum. Başka semtlerin eğlence kültürünü bu kadar tanıdığını ve anladığını düşünmüyorum. Beyoğlu 400 yıldan fazla zamandır eğleniyor. Çok şahane değil mi ya! (gülüyor) 400 yıl! İmparatorluk gibi Pera. Dün “İşler kötü” dedi bindiğim bir taksinin şoförü. “400 yıldır her şey buralarda, burada iş bitmez, sen merak etme” dedim. 400 yılı duyunca bir sevindi adam! İçi rahatladı. Her şey bitecek diye düşünüyor herhalde.

Bahar Bayhan: Ama bir yandan da öyle bir algı yaratılıyor sanki?

O bir yanılgı. 40 yıldır buralarda takılıyorum. -Afedersiniz- içkili olduğum zamanlar da oldu. Kendimi sızmış hâlde bir yerde de buldum, herkes sahiplendi gittiğim yerlerde ve hiçbir zaman başıma bir iş gelmedi. Tabii ki birilerinin başına bir şeyler gelebilir. Her yerde gelebilir, ama Beyoğlu’nda olduğu zaman gazetelerde, televizyonlarda daha bir yankılanıyor, Beyoğlu’nu aşağılama durumu var sürekli. O yüzden insanlar gelmeye korkuyorlar. 

Üzücü şeyler de oldu tabii. Bombalar patladı, onlar da çok etkili oldu. Bunu söylemek istemezdim ama Gezi olayları da Beyoğlu’nu bitirdi. Çünkü insanlar başka yerlere gitmeye başladılar. Haklı olarak buradan, buranın esnafından soğudular. Beşiktaş sahiplendi, Beşiktaş’a gittiler. Böyle gelişti olaylar, insanlar da haklı. Bir yandan bu esnafın hatası, bir yandan sosyo-politik, kültürel durumlar. Buraya çok Arap geliyor diye gelmeyen de çok oldu. Avrupalı turistin ayağı kesildi. Eskiden bir sürü küçük hostel açılmıştı. O hosteller teker teker kapatıldı, çoğu ruhsatsızdı. O yüzden Avrupalı turist de ucuz oteli nerede bulursa oraya gidiyor artık. Kadıköy işin ayrı bir sahnesi oldu. Buradan bıkan, yorulan insanlar Kadıköy’e kaçtı. Bana göre eğlence hâlâ Beyoğlu’nda devam ediyor.

BB: Yıllardır eğlence sektöründesin. Gizli Bahçe’yi ne zaman açtın?

90’lı yılların başında, 93-94 yıllarında açtım. Ama o yıllarda o kadar ünlü bir yer değildi tabii. Kafe-bar gibiydi burası. Tanınmasına 96 diyebiliriz. O sırada Hüseyin (Çağlar) geldi. Onunla beraber işletmeye başladık. O gelince biraz daha club tarzı müzik de çalmaya başladık. Ben daha ziyade funk, caz gibi şeylere takılıyordum. Gençler değişik müzikler dinlemek istiyorlar, tekno seviyorlar. Ben teknoyla Gizli Bahçe’de tanıştım diyebilirim. Tabii iyi teknoyla tanıştım, benim şansım o oldu. Hiçbir zaman kötü müzik yapılmadı burada, bu konuda hep sağlam durduk. Sonra house müzik doğmaya başladı. Onun da öncesi var tabii, Beastie Boys zamanları var.

DD: Mekânın ismi neden Gizli Bahçe?

Hep inzivaya çekilmek isteyen bir insan olduğum için olabilir, ama hiçbir zaman çekilemedim. En azından dükkânımın adı Gizli Bahçe olsun demiş olabilirim. Öyle bir hissi vardı buranın ilk girdiğimde. Şurada terasa açılan bir kapı vardı, yıkılmış bir duvar sıvası vardı, öne doğru sarkmış. Oralar örümcek ağları doluydu. İki kanatlı bir kapı vardı, o kapıyı bir açtım, “Aha gizli bahçe!” dedim. Çok büyülüydü o an benim için, film karesi gibiydi. İsmi de öyle geldi.

DD: Mekândaki meşhur koltuklardan bahsedebilir misin? 90’ların sonlarında, başka hiçbir mekânda görmediğimiz bir şeydi barda koltuk olması, gündüz de gelirdik buraya. 

Koltuklar evlatlarım gibi. Cüce sandalyeleri, masa olarak fıçılar bulunan bir sürü mekân vardı. Hep öyle eğlendik önceleri. Bu herkese çok garip geldi tabii, kendi evlerindeymiş gibi rahat etti insanlar. Bir sürü yerden ziyade burada olmayı istediler. İyi müziğe geldiler. Ben seviyorum ev ortamı olmasını. İnsanlar içlerinden geldiği gibi çalsın, o da çok önemli benim için. Ben kimseye “şöyle çal, böyle çal” demem. İnsanlar çalarlar, beğenirim ya da beğenmem, o benim fikrim. Önemli olan, insanlar burada iyi müzik olduğunu biliyor ve burada ne çaldıklarına dikkat ediyorlar. Mesela başka bir yerde bambaşka bir müzik yapıyorlar, burada Gizli Bahçe müziği yapmaya çalışıyorlar. 

DD: Gizli Bahçe müziği diye bir şey var mı?

Var tabii. Kadıköy’de bir yerde çalıyordum. Bir kadın geldi yanıma, “Siz tıpkı Gizli Bahçe gibi çalıyorsunuz” dedi. 

Fotoğraflar: M. Cevahir Akbaş
BB: Burada yetişmiş dj’ler de var.

Onları anmadan bu röportaj, röportaj sayılmaz. Onların çok emeği geçti buraya, hâlâ da geçiyor. Mesela Barış K. küçücüktü buraya ilk geldiğinde. Yere halı zımbalıyorduk o sırada. Onun da eline bir zımba makinesi verdik. O gün burada işe başladı Barış. Hüseyin de ona inandı, dj’lik yolunda basamak basamak ilerledi. Çok yetenekliydi zaten, müzik adamıydı. İsmet (Polat) çaldı burada, İsmet çok önemli bir dj’di bizim için. Rahmetli oldu sonra, çok genç yaşta kaybettik. Tufan Demir 12 yıldır burada çalıyor. O da çok başarılı bir dj oldu. 

DD: Bu binanın tamamı Gizli Bahçe ama sadece ikinci katı kullanıyorsun. Giriş katının da açık olduğu zamanları hatırlıyorum.

Ne güzel zamanlardı! O zamanlar girişteki küçük odayı gelen soluklansın, bir bira, bir kahve içsin, yukarı müzik başlayınca çıksın diye yapmıştık. Ruhsat furyasına denk geldi. Buralarda bir sürü teras açmışlardı. Her binanın çatısını kaldırıp teras yapıp oraları bar gibi işletiyorlardı. Belediye hepsine baskın düzenleyip ruhsatları olmadığı için oraları mühürledi. O furyadan bizim o küçücük odacık da etkilendi. 2000’lerin başında kısa bir süre açık tutmuştum.

DD: Şimdi diğer katları da açsan dolmaz mı?

Dolar herhalde, ama nasıl bilmiyorum. Müzik dinleyen insanlar olsun, terasta dans etsinler. Dj de orada. Alt kat o yüzden biraz ziyan oldu. Sigara yasağı da etkiledi tabii. Terasın üstünü açıyoruz yazın, sigara içebiliyor insanlar. Ama hâlâ alt katta bir şeyler yapma hayalim var. 

DD: Beyoğlu’nda işletmeci olmak zor mu? Erkek olsaydın neler farklı olurdu?

Erkek olsaydım hiçbir şey farklı olmazdı bence. Ben yine aynı insan olurdum. Macerasever, her zaman randevusuna geç kalan, unutkan. Aynı müzikleri dinlerdim. Erkek de olsam aynı şartlara doğmuş olacaktım. 

BB: Bu piyasada tutunmak açısından bir farkı olur muydu?

Ben kadın olmanın avantajını bile gördüm. En azından beni dövmediler (gülüyor). “Kadına vurulmaz!” Beyoğlu’nda eskiden kabadayılar, ağır abiler vardı. Kahvelerde mafya babaları olurdu. Öyle zamanlarda açtım ben burayı. Hepsinin de saygısını kazandım. Arkada bir Laz pavyonu vardı mesela, biz o zaman gece 2’ye kadar açıktık. O zamanlar ruhsatlar 2’ye kadardı, sonra uzatıldı. Uyuyacağım, uyuyamıyorum. Sokağa hoparlör koymuşlar, Laz havaları çalınıyor. Bir gün gittim, “Ben arkada oturuyorum, patronunuzla bir şey konuşacağım” dedim kapıdaki adama. İçeri geçtim, patron karşıladı “Bacım hoşgeldin” diyerek, ceketinin önünü ilikledi adam. Öyle saygılı. Derdimi anlattım. Allah razı olsun, o hoparlörü içeri aldılar. En azından hatrımız vardı. Herkesle selamımız, sabahımız oluyordu burada. Girdiğim çok pavyon olmuştur. Güzeldir Beyoğlu, arka sokaklarda dolaşmayı bilmek lazım. İnsanlara selam vermek iyidir, göz teması iyidir. Ben hep bunun faydalarını görmüşümdür. 

Fotoğraflar: M. Cevahir Akbaş
BB: Zaman içinde eğlence dinamiği farklılaşıyor. Beyoğlu’ndaki işletmeci profili de farklılaşıyor mu?

Farklılaşıyor tabii. Sokağa çıkarken başıma ne gelecek acaba diyorum. Daha sakin yaşamanın yollarını bulmak lazım. Güzel yerlerin açılmasına vesile olmak lazım. En azından birçok bar beni örnek aldı. Kültür yayılan bir şeydir sonuçta. Sen istesen de istemesen de adam senin müziğini çalar, dj’ini çalar, dekorunu çalar. Çalsın. Bu gibi yerler öyle çoğalır diye düşünüyorum. İyi tarafından bakmak lazım. Tabii ambiyansı olmayan bir sürü yer var, ama bunların arasında insanlar iyi yerleri arayıp buluyorlar. Benzer yerler oluşmaya başladı. Her yerde dj çıkıyor artık, bu çok önemli bir gelişme. Eskiden hiçbir yerde dj çıkmazdı. Bir kaset takarlardı, sabahtan akşama onu dinlerdik. 

DD: Geçenlerde Feminist Mekân’da Şahika Teras’ın işletmecisi Üzüm Derin Solak’ın konuşması vardı. Seçme şansı olsa mekânının farklı bir yerde olmasını isteyip istemeyeceği soruldu. İstemeyeceğini, mekânını çok sevdiğini söyledi. “Çok iyi komşularım var, Gizli Bahçe var, Peyote var” dedi.

Sağolsun. Benim de böyle bir hissim var. “Peyote kapanacak” dediler bir ara, öyle üzüldüm ki. Her gece gidiyor değilim, ama üzüldüm yani. İnsan istiyor böyle komşular. Şimdi Muaf kapansa benim için aynı şey. Muaf da bizim dost mekânımız. Onlar kalsın oldukları gibi. Kendi müşterileri var. Kendi kültürlerini yayıyorlar. Çok güzel işler bunlar. Eskiden biz nerede oturacağımızı bilmezdik. Peripetie açıldı, tapındık ona. Bizim gibi insanların gidebileceği bir tane kafe vardı, düşünebiliyor musunuz! Hayal Kahvesi çok sonradan açıldı. Şöyle karşılıklı oturup iki lafın belini kıralım, sıcak bir ortam olsun, müzik iyi olsun, irite etmesin seni, bir şeyler ye, iç… Yoktu. 

DD: Bir dönem Gizli Bahçe’de fotoğraf yasağı vardı. Neden?

20 yıl kadar fotoğraf çektirmedim burada. Benden izinsiz çekilmiş fotoğraflar dosyası var bende mesela, çocuklar sonradan hediye ettiler. Mimar Sinan Üniversitesi Fotoğraf Bölümü’nde okuyanlar gündüz gelip çekmişler. “Ben niye yokum hiçbir fotoğrafta?” dedim. “Sen yasaklamıştın, biz de sen yokken gelip çekiyorduk” diye itiraf ettiler.  İyi ki çekmişler, hatıra kaldı onlar şimdi. Öyle bir sergi düşünüyorduk 2013’te, eski fotoğraf ve videoları sergileyelim, eski dj’leri çağıralım. Gezi olayları patlak verince maalesef yapamadık. 

Fotoğraf çektirmeme sebebim de kendi tercih ettiğim müşteri kitlem dışında kimsenin burayı bilmesini istemememdi. Fotoğrafların bir yerlerde yayımlanmasını, “Aaa böyle de bir yer varmış” denmesini katiyen istemedim. İnsanlar buraya müzik dinlemeye gelsin istedim. Aynı tür insanlar gelsin istedim, aksi takdirde o ambiyansı yakalayamazsın. İnsanlar dinlediği müzikle, takıldığı mekânlarla ayrılıyor. Buraya birahane müşterisi gelse buradaki insanları rahatsız ediyor. Senelerce tabela asmadık, dört-beş senedir var. Biraz korunaklı tutmaya çalıştım, çünkü çok değişik kültürleri barındıran bir ülkede ve şehirde yaşıyoruz. İnsan kendi müşterisini biraz ayırmalı diye düşündüm. Pek çok kişiye ayrımcılık gibi gelebilir, ama bana öyle gelmiyor. İyi müzik dinlediği ve kimseye rahatsızlık vermediği müddetçe herkes buraya gelebilir. O kadar basit.

DD: Bizim için burası hep eşitleyen bir mekân olmuştur. 

Kesinlikle. Dil, din, cins, ırk; bunların hiçbiri beni ilgilendirmez. Beni ilgilendiren kültür. Buraya herhangi bir bar gibi gelenler elini bara vurup “Bira ver bana” diyebiliyor. Şuradaki 150 yaşındaki sehpama ayağını uzatıp ukalalık yapabiliyor. Sen çalarken eliyle “yüksel” diye işaret edenler de oluyor. Bunların olmaması için önlemler aldım. Mekân değerli. Yok çünkü. Bu kadar uğraştığın bir yere de biraz ayrıcalıklı davranabiliyorsun. Evin gibi yani. Evine de herkesi almazsın. 

BB: Gizli Bahçe gibi müziğin gidişatına yön vermiş başka mekânlar oldu mu?

Free jazz’cı bir kafam var, o yüzden yeni müziklere kapım hep açık oldu. Eğer iyiyse müziğin eski ya da yeni olması beni ilgilendirmez. “İyi müzik vardır, bir de kötü müzik vardır” demiş ya Louis Armstrong. İyi olması yeterli benim için. Yeni dj’leri takip ediyorum. Latin Amerikalı dj’ler bomba gibi, o kadar iyi müzikler yapıyorlar ki, o topraklardan verim fışkırıyor. Elektronik müzikte, teknoda çok başarılılar. Bu tür gelişmeler çok ilgimi çekiyor. Müzik dünyada başka bir yere doğru gidiyor. Bizim de onu yakalayabilmemiz için çok çalışmamız ve takipçi olmamız lazım. Yeni müzik yapan insanlara her zaman şans tanımamız lazım. Sosyal medyada mesajlar atanlara samimiyetle cevap veriyorum. “Bu bizim dükkânda gider, bu gitmez” diyebiliyorum. Müziğimi bilmeyenler burada çalmak isteyebiliyor. Bir kere gel dinle yapılan müziği, insanlar nasıl eğleniyor, bir bak. Bir mekânda çalacaksam öncesinde gidip bakarım. Atmosferi soluman lazım. Tatmin için gitmeyeceksin oraya, insanlara müzik öğretmek, dinletmek için gideceksin. Ne dinliyorlar, ona göre hazırlık yapacaksın. Kafanda bir taslak oluştur en azından. Hiçbir fikirleri olmadan geliyorlar. 

DD: Gizli Bahçe’den önce Beyoğlu’nda gitmeyi sevdiğin yerler, hafıza mekânların nereler?

Eskiden gitmeyi sevdiğim yerlerin hiçbiri yok şu an. Köprüaltı var mesela, orada içerdik biz. Eski Kemancı, daha da eskiden çay bahçesiydi orası. “Abi şunu çalsana, abi bunu çalsana” diye diye orayı bar yaptık. Bizim sayemizde, biraz müşteri tercihiyle rock bar olmuş bir yerdi. Gittiğin yere karakter kazandırıyordun. Sine Kafe vardı mesela, Turhan’ın (Duru) yeri. Mephisto vardı. küçük İskender’in cenazesinde arkadaşlarla karşılaştım, Mephisto’da oturduğumuzdan, orada neler yaptığımızdan bahsettik. Şimdi oraya kitap almaya uğruyorum, her zaman var olsunlar, ama eski hâli güzeldi Mephisto’nun. Üst katında kafe vardı ve herkes orada toplanırdı. İnsanlar arasında bir kültür alışverişi vardı, gittikleri filmlerden, oyunlardan söz ederlerdi. Gitmekten en zevk aldığım yer Atatürk Kültür Merkezi’ydi. Yuvam gibiydi orası benim. Hep yok olan yerlerden söz ediyoruz, çok üzücü. Narmanlı Han mesela, gidip takıldığımız bir yerdi. Deniz Pınar orada plakçı açmıştı. Çok önemli yerlerdi bunlar. 

DD: Burası kapansa ben de senin AKM kapanınca yaşadığın hissi yaşarım sanırım, yuvam kapandı hissi.

Evet. Rüya gibi yerler vardı. Venüs Tiyatrosu da benim için öyle özel bir yerdi. Galata’daki Güney’in esnaf lokantası olduğu zamanları çok özlüyorum. Öğrenci harçlığıyla doyardık. Oradan Beyoğlu’na eğlenmeye çıkardık. Şimdi Güney’de şampanya patlatıyorlar. Öyle ilginç bir güruh var. İstesen de istemesen de, Beyoğlu Beyoğlu olduğu sürece insanlar gelecek, onlara göre de ambiyanslar değişecek. Kültürler arası ilişkiler bunlar. Dolayısıyla insanlar ihtiyaca göre yerler açıyorlar. Şimdi her yerde kahve dükkânları. Devasa pastalar yiyor insanlar. 

DD: Beyoğlu’nun “çok bozulduğu”, “bittiği” şeklindeki söylemlere katılıyor musun?

Beyoğlu eskiden de çok bozuktu! Şimdi de Araplar gelmiş, ne olacak? Araplar da gelsin, herkes gelsin. Bu esnaf Arapların ne kötülüğünü gördü? Araplar bu sokağa gelmiyor, gelse bile kola içiyor, kenarda oturuyor, biraz dinleniyor, gidiyor. Bir zararları yok aslında. Seninle ilgileri yok zaten. Alışverişe geliyorlar.

Sen kendi kültürünü korusan barınamazlar burada. On yıl önce gelmiş adam, on yıl sonra, “İyi ki burdasın” diyor bana. Niye gelmiyorsun on yıldır? Sen gelme, o gelmesin, öbürü gelmesin. Ondan sonra “İyi ki burdasın”. Bu ne ya? Geleceksin, mekânını sahipleneceksin ki orası kalsın. Esnaf koruma bilincin olacak. Marketten de alışveriş yapmıyorum, bakkaldan yapıyorum. Kendi kültürüne sahip çıkmazsan bu çokkültürlü bir şehrin göbeğinde nasıl olacak? Kim çok olursa onun kültürü geçerli olur. Herkes gelsin, ama nerede olduklarının farkına varsınlar. O zaman sorun kendiliğinden ortadan kalkar.

“Beyoğlu benim” diyeceksin. Demedin mi Beyoğlu senden gider. Bir tane Beyoğlu var. 

DD: Binanın bir hikâyesi var mı?

Bu bina benim mal sahibim almadan önce Türk bir gazetecininmiş. Ondan önce büyük ihtimalle Rumlarındı, çünkü çok eski bir bina. 100 yaşın üstünde, 150 yoktur ama. Belki eskiden sadece bir ailenindi, sonradan katlara ve dairelere bölündü. Ben geldiğimde işyeri de vardı binada. Üçüncü kat meskendi. Onlar gidince orayı da ben tuttum. Onun üstü ve ikinci kat ben geldiğimde boştu. Birinci katta bir konfeksiyon atölyesi vardı. Giriş katta da eşiyle birlikte çalışan Yorgo isimli bir gömlek ustası vardı. Emekliye ayrıldığında orayı da bana devretti. Girişteki iki oda onundu. Bahçe ve avlu kısmı vardı, oralar ayrıca kiraya verilmişti. Çiçekçi, kâğıtçı gibi kiracıları vardı. O yerler boşaldıkça ben tuttum. Mal sahibim de beni sevdi. Çok saygı duyduğum bir insandır Orhan Amca. Eski pavyon sahibidir. Esnaf olmayı o öğretti bana.

DD: Taksim Meydanı’nda ne gibi değişiklikler yapılmasını isterdin?

O meydana bir şey yapılmasına gerek yok bence. Ağaç dikilsin. İnsanların oturup dinlenebileceği banklar konsun. İnsanlar ağaç gölgesinde otursa, çimen olsa, çimenlerin üzerine uzansalar, güneşlenseler.

DD: Beyoğlu’ndaki mega projeler hakkında ne düşünüyorsun?

Galataport’un işlerine olumlu yansıyacağını düşünen pek çok insan var. Projenin bitmesini heyecanla bekliyorlar. Böyle projelerle hiç ilgilenmiyorum, çünkü başka kültürleri fazlasıyla getirecek bence. Ürkütücü yanları var. İyi bir şeyler ortaya çıkıp çıkmayacağını zaman gösterecek. 

Beyoğlu’ndaki binalara bakım yapılması iyi olurdu. Sahipsiz binalar var, çöküyorlar. Bunlar ürkütücü olabiliyor. Bakım yapmak lazım. Bu bakımı da belli bir kurumun üstlenmesi gerekiyor bence. Nasıl her yeri restore ediyorlar, Beyoğlu’na da bir el atsalar hiç fena olmayacak. Tarlabaşı’na attıkları gibi el atmaktan söz etmiyorum. Olduğu gibi korumaktan söz ediyorum. Olduğu gibi koruyamazsan, AVM’lere dönüştürürsen, oradaki kültürü kökünden kesip atmış oluyorsun. Bir kültürün köklerini kesemezsin, o zaman kültürün kalmaz. Bir şeyler yapılacaksa bu hassasiyetlerin gözetilerek yapılması lazım. Otellere peşkeş çekile çekile devam edersek, sonumuz hiç iyi değil. Burada kişiliksiz, kimliksiz bir semt yaratılır ve o semtin içinde eski esnaf toz gibi ufalanarak yok olur.

Demirören, Narmanlı Han gibi projeler Beyoğlu’nu kişiliksizleştirdi. Böyle olmamalıydı. En azından Narmanlı’ya Gratis açılmamalıydı. Gratis’in orda ne işi var? Sanatla alakalı yerler olabilirdi. Mevcut gerçeklikten bakınca her şey para için yapılıyor bence, bu da bize kapitalizmin vahşi dişlerini gösteriyor. Yeni gelen nesil eskiye dair hiçbir şey bilmeyecek. Emek Sineması öyle yok oldu. Emek’in yerine açılan sinemaya bir kere bile gittik mi biz? Ben gitmedim. Ama kaç kişiyiz, mesele bu. Yeni gelen nesil oralara giriyor, alışveriş yapıyor, kahveler içiyor, çünkü yeni neslin eskisinden haberi yok. Bir kütüphane aç, insanlara faydalı olsun. Kültürünü koru, geliştir. Yine kediler olsun orada. Narmanlı Han kedi doluydu eskiden. Kedileri beslemeye, sevmeye giderdik. Şimdi bir kediyi bile içeri sokmuyorlar.

DD: Bugün Beyoğlu’nda sevdiğin, kapansa üzüleceğin mekânlar neler?

Japon Kültür Merkezi’ni çok severim. Suşi yemeye gidiyorum oraya, Cafe Bunka’ya. Muaf’ı seviyorum, hatta arada dj’lik yapıyorum. Galata’ya inmeyi çok seviyorum, eski dostlarımın mekânlarına uğruyorum. Bir tişört atölyesi var. Galata Kitchen var. Oturup kahve içtiğim Çay Love You var. Serdar-ı Ekrem Caddesi’nde, kaldırımda servis yapan bir çay ocağı. Tayfun’un (Aras) yeri Deform Müzik var. Geçenlerde Lâle Plak’a uğradım, bir plak aldım, veda busesi gibi. AK Müzik’in açtığı Opus3 var, orası benim için önemli bir merkez, hem kitap hem müzik açısından. Günbatımında Tepebaşı’nda oturmayı, çay içmeyi seviyorum.

DÖN