Kentsel alanlarda, özellikle İstanbul gibi öteden beri kendine yeterlilik kriterinin sorgulanabileceği bir metropolde gıda, toptan ve perakende sektörünün kârını maksimize etmesi için bir metaya, yaşam alanları açısından bir lojistik sorunu haline gelmişken, doğal ve sağlıklı gıdaya erişim meselesi de giderek bir ayrıcalık durumuna dönüşmüş durumda. Market zincirleri için yeni mağazanın nereye açılacağı ve ürün gamının bu mağazalar haritasında nasıl dağıtılacağı sorusunun cevabı öncelikle bir pazar araştırmasının sonucu. Şayet ihtiyacı gidermek söz konusu ise bunun olsa olsa dolaylı bir etki olduğunu söyleyebiliriz. Bunun teknik adı da talebi karşılayacak arzın mekansal organizasyonu olsa gerek. 

Mevcut gıda sisteminin boşluklarından sızan, bizim alternatif gıda inisiyatifleri olarak genelleştirmeyi tercih ettiğimiz oluşumların da, pek çok özelliğiyle birlikte, lojistik devine karşı bir lojistik, gıda sisteminin karşısında başka bir gıda sistemi projesi ortaya koyduğunu düşünüyoruz. Derginin bütününde de serimlemeye çalıştığımız üzere, alternatif gıda inisiyatifleri hem anaakım lojistik ağından (kuru gıda ve sebze-meyve toptancılığı) hem de enformel gıda tedarik ilişkilerinden farklılaşarak kendine has bir lojistik, tedarik ve/veya dağıtım/tüketim ilişkileri kurmakta. Aynı zamanda alternatif gıda inisiyatifleri bu ilişkileri kendine has bir politik motivasyonla, mekansallıkla ve görünürlükle yapmaktalar. Dolayısıyla, alternatif gıda inisiyatiflerini tespit ederken temel kriterlerimizden birinin bu inisiyatiflere erişim/bu inisiyatiflerin kamusallığı meselesi olduğunu söylemek isteriz. Bizim bilme sınırlarımız dahilinde olup da kendini kamusal alanda ifade etmeyen, dolayısıyla bir tür enformelliği barındıran farklı türde gıda tedarik ilişkilerine bu kamusallık -dolayısıyla yurttaşa yönelik politiklik- eksikliğinden dolayı alternatifler içerisinde yer vermedik.

Bu inisiyatiflerin ortak ve farklı yönleriyle nasıl bir yelpaze ve repertuvar geliştirdiklerini gözleyebilmek için bazı kategoriler oluşturma ihtiyacı hissediyoruz. Öncelikle bu inisiyatifler gerek kendilerini adlandırma ve kamuoyuna sunma şekilleriyle gerek kimi organizasyonel özgünlükleriyle çeşitli katmanlarda farklılaşıyor. Bunları gıda toplulukları, kolektifler, kolektif mutfaklar, sokak kolektifleri, tüketim kooperatifleri ve üretici pazarları olarak ayırmayı tercih ettik. Her bir inisiyatifin oluşumunda, gıdaya erişim şeklini değiştirmek, gıda üreticisinin ve tüketicisinin farklı hizmetlere ve ürünlere erişim sorununa odaklanmak, küçük üreticiliğin devamlılığına katkı koymak, dayanışma ilişkileri geliştirmek, kolektif çalışmak gibi motivasyonların eşlik ettiği bir lojistik stratejisi görüyoruz. Kentsel tarım pratiklerini, gıdaya erişimi bilfiil üretim faaliyetini merkeze alarak çözmeyi hedefledikleri için ayrı değerlendirmeyi uygun gördük.

Tüm bu katmanları ortak kesen üç temel eksen olduğunu düşünüyoruz. Bunlardan ilki tüm bu inisiyatiflerin bir tür yerel çalışma öngörmesi, bir yerel tanımının olması ve kendisi gibi yerel çalışmalarla ilişkiyi öncelemesi. Bu yerellik bir mahalle ya da semt gibi, küçük üreticilerin köy ya da havza örgütlenmesi gibi mekansal olduğu gibi çalışma içine katmayı hedeflediği kesim üzerinden bir alan çalışması şeklinde farklılaşabilir. İkincisi, gerek inisiyatif içinde gerek inisiyatifler arasında güven ilişkisi kurarak ilerlemeye çalışması. Güven ilişkisi, organik sertifikanın üretici ve tüketici arasındaki aracı rolünün eleştirilerek tanış olma halinin öncelik haline getirilmesi olduğu gibi kurumsallaşmanın kendisini güvenin merkezine yerleştirmek ya da mahalle ilişkilerinin güçlendirilmesi olarak da kabul görebilir. Üçüncüsü ise gıdaya erişimde etik ve adaletin tahsisini hedeflemek. Burada etik ve adalet kavramları karşılığını, kent yoksullarının karşılanabilir fiyatlarla gıdaya erişiminde bulabileceği gibi doğayla uyumlu bir tarımsal üretimin gelişmesinde veya tüketim kültürünün israfa dayalı yapısının teşhirinde de bulabilir. Dolayısıyla farklı katmanlardan inisiyatiflerin bu üç temel eksene bakışının ve bu meseleleri pratiğine yansıtma şeklinin de ne kadar renkli bir yelpaze sunduğunu gözlemleyebilirsiniz.

Altı farklı katmandan ikişer inisiyatife bu üç eksenle ilgili çeşitli sorular sorduk. Sayıları giderek artan bu inisiyatiflerin içinden nasıl bir seçki hazırlayacağımıza dair bazı kıstaslar koymamız gerekti. Örneğin gıda toplulukları ve tüketim kooperatiflerinin sayısı bu derginin sınırlarını zorlayacak sayıya ulaştığı için bahsettiğimiz ilkelerle faaliyet gösteren ilk ve en güncel örneklerle temas kurmaya çalıştık (2000’li yılları bu inisiyatiflerin İstanbul’da ortaya çıktığı dönem olarak görüyoruz. Öncesindeki kooperatifçilik deneyiminin bu ilkelerle tam olarak örtüşmediğini düşünüyoruz.) Kimi inisiyatifler sorularımıza yazılı cevap vermeyi, kimisi yüz yüze görüşmeyi tercih etti. Mülakatlardaki kimi soruların daha benzer, kimisinin daha detaylı olmasından aradaki fark ayırt edilebilir. Son birkaç yıl içinde sayıları her ne kadar hızlı bir artış gösteriyor olsa da bu inisiyatiflerin ve canlı tutmaya çalıştıkları umut mekanlarının İstanbul gibi bir metropolde hâlâ marjinal bir konumda olduklarını da not düşmek gerekir. Ancak bu oluşumların sembolik olmanın ötesine geçen heyecanı, farklı ve ortak yaklaşımları birlikte ele alındığında gelecekte nasıl bir karşı projenin temellerini oluşturabilecekleri de görülecektir.


Küçükyalı Gıda Topluluğu 

“Küresel merkezlerin kopartmaya çalıştığı, kenti kıra yabancılaştırmaya çalıştığı bir ilişkiyi biz akıntının tersine giderek yeniden kurmaya çalışıyoruz.”

Öncelikle, kendinizi bir “yerel” çalışma olarak ifade eder miydiniz?

Biz Küçükyalı Gıda Topluluğu’nu kuralı sekiz sene oldu. Adını Küçükyalı koyduk ama istiyorduk ki Küçükyalı içinden mahallelere ayrılsın. Çünkü Küçükyalı esasında bir beldedir. Mahallelere, sonra caddelere, sonra sokaklara ayrılsın istiyorduk. Bunu başaramadık tabii, ama hedefimiz bu. Bu yerel bir şey midir? Evet, sonuna kadar yerel bir şeydir. Çünkü değil bir il, bir ilçe, bir belde, bir mahalle, bir sokaktan bahsediyoruz. O sokağın kendine özgü özellikleri var mıdır? Küçükyalı için söylüyorum, vardır. Çünkü Küçükyalı öyle kozmopolit bir yer değil. Zaten insanlar da birbirine benzer. Bu anlamda yereldir.

Yerelden ne anlıyorsunuz peki? Özellikle Küçükyalı’yı, bir beldeyi, bir sokağı hedeflemenizin özel bir anlamı var mı?

Bizi o bir sokakta birbirimize benzeten, bizi birbirimizle tıpkısının aynısı yapan bir şey varsa, bu yerelliktir. Bu gıda topluluğu örneğinde, ortak değerimiz nedir? Beslenmeyle ilgili kaygıdan tut, gıdanın fiyatlarında aracılık meselesine kadar birçok değeri içeriyor. Bu, zorlasan, bir kimlik denir. Küçükyalı için belki kimlik demek zor olur; ama Edremit’te olsak belki daha rahat söylenebilirdi. Yerelden bunu anlıyorum. Neden ölçeği daraltmak istiyoruz? Çünkü üreticiden türeticiye ulaşacak gıdanın yolculuğundan dağıtımına, kargolanmasına ve paraların toplanmasına kadar pek çok problem içeren bir şey. Bu ne kadar dar alanda yapılırsa o kadar sağlıklı olur. Örneğin Küçükyalı’ya hiç kimse Maltepe’den ürün almaya gelmiyor, buranın insanları geliyor.

Tabii bu türetici ayağı. Üretici ayağında da, aslında Ivan Illich bir metninde diyor ki, “Orta çağda bir insan bulunduğu, yaşadığı yerdeki en yüksek yere çıksa, şöyle 360 derece dönse, yediği, içtiği, tükettiği, giydiği her şeyin %80’inin üretildiği mekanı görebilir.” O yüzden, biz gıda topluluğunda geleneksel ilişki biçimini yeniden canlandırıyoruz ama modern teknolojiyi, bilgisayarı, telefonu, interneti kullanarak. Yaptığımız şey ise tamamen geleneksel. Bunun üretici ayağına gidersek, Küçükyalı’da belki mümkün değil ama, başka bir yerde, mesela demin dediğim gibi Edremit’te kurulsa ve Edremit’teki insanlar deseler ki “biz sadece Edremit’ten gelecek ürünleri tüketeceğiz”, işte o zaman üreticinin de yerelleşmesi mümkün. Mesela biyobölgeselcilik diye bir kavram var, diyor ki, “Sınırlarımız bizim su havzalarımızdır, diğer bütün sınırlar hayali sınırlardır ve her su havzasının kendi kendine yetmesi bizim temel hedefimizdir.” Ben bunu anlatınca bana şu soruyu soruyorlar: Nar yemeyecek miyiz? Evet yemeyeceksiniz. Yani, sizin su havzanızda nar yoksa nar yemeyeceksiniz, elma varsa elma yiyin. Herkes nar yemek zorunda değil, gibi.

Peki bir yerelde çalışma yapmanın size sağladığı kolaylıklar var mı?

Var. Mesela mekan problemimiz olmuyor. İçine esnaf girdiği zaman mesela kargo sorunumuz olmuyor. Çünkü sipariş edenler o yerde yaşayan insanlar ve sürece hakimler. Pek çok problemi kolayca çözmemizi sağlıyor. Mahallemizin televizyon tamircisinden alüminyum doğramacasına kadar çeşitli esnaflar var içimizde. Dershanesi olan biri var, perdeci var… Elitist bir topluluk değil yani. Bu da kendiliğinden oldu. Biz fiyatlara çok özen gösteriyoruz çünkü. Bu özen herkesin ulaşabilmesini sağlıyor. Bizim şöyle bir formülümüz var: Bir araştırma var, diyor ki “marketten aldığınız 10 liralık şeyin 3 lirası üreticinin cebine gidiyor.” Biz bunu altı-yedi’ye çıkarmaya çalışıyoruz. Böyle olunca, üretici iki katını kazanma şansı elde ediyor, türetici de %30 daha az ödemiş oluyor. Burayı yakaladığınızda bir topluluk düşünün ki gerçek, adil, sağlıklı gıda tüketiyor ve marketten daha ucuz. Biz bunu yapmaya çalışıyoruz.

Bizim kentte duyduğumuz kaygıları kırda duyan insanlar da var. Biz esas o insanlarla ilişki kurmak istiyoruz.

Güven meselesine gelelim… Topluluk içinde nasıl bir güven ilişkiniz var? Güven meselesi çalışmanızda önemli bir yer teşkil ediyor mu?

Bir topluluğun iç çalışma düzlemi vardır, bir de üreticiyle kurulan ilişki vardır. Gıda söz konusu olduğunda ise temel mesele üretici ile topluluk arasındaki ilişkinin neye dayandığı. Burası sıkıntılı bir mevzu. Neden? 2018’de İstanbul’da yaşayan kentli, bırak üreticiyi, kendine bile güvenmiyor. Örneğin organik dediğimiz şeyin sertifikaya bağlanması kentlinin güven ihtiyacının bir sonucu. “Bak sertifikam var” diyor. Gıda topluluğunda biz, sertifikadan çok üretici ile kurduğumuz ilişkinin niteliğine odaklanıyoruz. Sertifika varmış yokmuş bizi ilgilendirmiyor. Listemize girmek için bu zorunlu bir koşul değil. Bu güveni kurmak adına birkaç yöntemimiz var, ama en temeli tanışıklık. Üretici ile tanışmak. Bir telefon mesafesinde olmak, gitmek, onun yerinde kalmak, hangi buğdayı ektiğini bilmek, gerekirse ekerken, hasatta yardım etmek. O buğdayı una çevirirken değirmende bulunmak. Bunlar yaptığımız işler, ezbere konuşmuyorum. Domates fidesini toprakla buluşturacağı zaman ona katılmak… Bu doğrudan kurduğumuz bir güven ilişkisi. Bize biri başvurduğu zaman “listenize girmek istiyorum” diye, biz önce tanışmak istiyoruz, arazisini görmek istiyoruz. Çünkü bizim kentte duyduğumuz kaygıları kırda duyan insanlar da var. Biz esas o insanlarla ilişki kurmak istiyoruz. Bu kaygıların iki boyutu var. Birincisi ekolojik boyut, ikincisi sosyolojik boyut. Özellikle bizimle birlikte bu iki kaygıyı da taşıyan üreticilerle temas ettiğimizde zaten sağlıklı, sürdürülebilir, gittikçe büyüyen bir ilişki kuruluyor. Bu çok kıymetli bir şey. Çünkü bu koparılmaya çalışılan bir ilişki. Küresel merkezlerin kopartmaya çalıştığı, yabancılaştırmaya çalıştığı; kenti kıra yabancılaştırmaya çalıştığı bir ilişkiyi biz akıntının tersine giderek yeniden kurmaya çalışıyoruz.

Sizin gibi çalışan başka inisiyatiflerle ne tür bir ilişkiniz var? Onları rakip olarak değil de dost olarak görmenizi sağlayan etken nedir? Nasıl oluyor da aynı düzlemde, beraber, dayanışmacı bir ilişki kurduğunuza inanıyorsunuz? Bu ilişkiyi ve duyguyu ne tür pratiklerle inşa ediyorsunuz?

En başta söylediğim gibi, bizde sınır çekmek yok, önyargı yok, birlikte hareket edebileceğimiz herkesle birlikte hareket etmek için azami özen gösteriyoruz. Özlemini duyduğumuz şey, ağ tipi biraradalık. Bir ağın hiçbir merkezi yok, değişik yerellikler bir araya geliyorlar. Buna Guattari’nin çok güzel bir örneği var: “bir ayrıkotu gibi bir arada olmak” diyor. Ayrıkotlarına baktığınız zaman çok zayıftır, kopardığınızda gelir ama kökleri… Onları bir arada tutan işte o dayanışma, paylaşım, dostluk, şenlik, bu ilkeler o kadar güçlüdür ki bütün ayrıkotlarını koparsan da yine çıkar. O yüzden biz, bu yörüngede her türlü topluluk, kooperatif, dernek, vakıf, sendika… hepsiyle ilişkimizi maksimumda tutmaya çalışırız. Farklı deneyimler kıymetli, çünkü burada tuğla üstüne tuğla konuluyor. Herkesin koyduğu tuğla önemli; hatta, yanlış konulan tuğlalar da önemli. Ne yazık ki bu toprakların kültüründe eleştiri kırıcı, yıkıcı anlaşılıyor. Öyle olmayacak şekilde, dilimizi şiddetsiz kurmaya özen gösteriyoruz. Bir şeyler yanlış yapıldığında onların bir daha tekrar etmemesi için dikkat etmemiz gerekiyor. 

Bunun dayanışmacı bir ilişki kurduğunu hangi somut düzlemde düşünebiliriz? Ne tür duygular, pratikler inşa ediyoruz ki buna dayanışmacı diyebiliyoruz?

Bu kadar farklı kimliklerden, toplumun farklı sınıflarından insanların gelip aynı kaygıları güden insanlarla tanışması herkesi rahatlatıyor. Özellikle farklı sınıflardan insanların karşılaşması çok rahatlatıyor. Böyle bir rahatlık, insanın kendine güvenini artırıyor. Çünkü “doğru bir şey yapıyorum” duygusu elimizden çok kolay alınabilecek bir duygu. Bu duygunun bende yarattığı sonuç, devam etme iradesini pekiştirmesi. Bu bence çok önemli. Mesela, son çalıştaydan sonra Beşiktaş Kooperatifi Girişimi’nin hızlanması bunun çok güzel örneği. Çünkü bu işe yeni başlayan herkes gördü ki, burada kimse kimseyi rakip olarak görmüyor. Burada herkes, bir ötekinin de daha sağlam olabilmesi için gerekli gayreti gösteriyor. Zaten yaptığımız işin bütün tinselliği de burada. Asla rekabetçi bir şey olamaz. Tam tersi, yan yana, beraber olabileceğimiz bir şey. O yüzden çok önemli başkalarıyla kuracağımız ilişkinin niteliği.

İşin adalet kısmına gelelim. Gıda konusundaki adalet sorunsalına nasıl yaklaşıyorsunuz?

Biz gıdamıza “adil ve gerçek gıda” diyoruz. Çünkü temel bir sorunumuz var: Gıdanın değerini ne belirleyebilir? Biz neredeyse on yıldır takas şenliği de yapıyoruz. Yaptığımız takas şenliklerinden birinde, Maltepe’de, hiç unutmuyorum, 80 ekran bir televizyonla bir kilo elma takas edildi. Sonra biz, günün yorgunluğunu atmak için çay kahve içerken, hangisi daha değerli diye tartıştık; bir kilo elma mı daha değerli, 80 ekran bir televizyon mu? Bu değeri doğru biçemezseniz, adil bir alışveriş olmaz. Aslında bence gıda topluluklarındaki en büyük problem şu: Alışverişi adil hale nasıl sokacağız? Şu anda ne yazık ki bu adaleti piyasa belirliyor. Ama bu acaba tek yöntem mi? Çünkü belki biz mevcut ekonomik ilişkilerimizi bir şevkat ekonomisine, bir dayanışma ekonomisine, bir paylaşım ekonomisine çevirirsek, orada değer de adalet kavramı da değişecektir. Bunlar tabii yolun yolcusunun soruları. Üzerine düşündüğümüz, kafa yorduğumuz sorular… Ama işin etik tarafına gelirsek bence orası daha kolay çözülebilecek bir şey. Bir kere etik anlamda, biz herhangi bir ürünü satın aldığımız zaman sadece onu orada üreten üreticinin değil, habitatın da sürdürülebilirliğinin gözetilmesini umursuyoruz. 

Adalet meselesini gıdaya erişim açısından düşünelim. Bu çalışmayı yaptığınız yerel ile sizce ürün fiyatlarınız arasında bir bağlantı var mı?

Küçükyalı’da çalışıyor olmamız, ürün yelpazesini ve fiyatlarını çok doğal olarak belirliyor. Mesela, Fethiye’de keçi sütünden peynir yapan, çok emek harcayan bir kadın var; ilk zamanlar listemize koymuştuk, kilosu da 70 TL idi. Küçükyalı’da 100 kişi yaşıyorsa, 99’u 70 TL veremez bir peynire, mesela ben de veremem. Ama hakikaten iyi işler yapan bir üreticiydi, listeye koyduk, üç ay kimse sipariş vermeyince aradık kendisini, dedik durum böyle. Şu an listemizde keçi peynirinin kilosu 29 lira, bunu verebilen insanlar var. Bu yüzden, Küçükyalı’da oturan insanların ekonomik durumu, listemizi de belirliyor. 

Mevcut kent yapısı, İstanbul gibi bir metropol, sağlıklı nitelikli gıdaya erişim konusunda sizce ne tür adaletsizlikler üretiyor? Kendinizi bu adaletsizlik konusunda ne tür bir konumlandırmada bulunduruyorsunuz?

Bütün sistem toptan adaletsiz zaten. İstanbul genelinde 150 bin kamyonun gıda getirdiği söyleniyor, bilmiyorum ne kadar doğru. Belli ki, bunda hem üretenler hem tüketenler sömürülüyor; pastanın büyük bölümünü çok küçük bir zümre topluyor, kimsenin de bir haberi olmuyor. Biz tam olarak bunun karşısındayız. Zaten bize gelen insanlar da bu kaygılarla geliyor. Çeşitli PR çalışmalarıyla, reklamlarla, billboardlarla, televizyonlarla, gazetelerle yalanlar pompalanıyor. O yalanları söyleyenler de bir müddet sonra kendi yalanlarına inanıyor. Biliminsanları satın alınıyor. Doğru değil mi? Para… Zaten o yüzden topluluk olmaya çalışıyoruz. Bütün bu yalanlar karşısında kendi doğrultumuzu bulabilmek için bir araya gelebileceğimiz insanlara ihtiyacımız var.


Kuzguncuk Gıda Topluluğu 

 “İstanbul gibi çok kalabalık, herkesin biraz da yalnız ve yabancı hissettiği bir şehirde toplulukların  temel işlevi insanları bir araya getirmek.”

Sizce “yerelde” bir çalışma yapmanın özel bir anlamı var mı? Hatta, buna özellikle hassasiyet göstermenin bir manası var mı?

“Yerel” biraz göreceli bir kavram. Bu “yerel”den ne anladığımızla ilgili. Yereli sadece coğrafi bir alan olarak mı düşünüyoruz, kültür olarak mı? İnsanlarıyla, hayvanlarıyla, bitki örtüsüyle, iklimiyle birlikte mi ele alacağız? Coğrafi olarak çok büyük bir bölgeyi, örneğin tüm dünyayı düşününce Türkiye yerel olabilir. Türkiye’de Marmara, Marmara’da İstanbul yerel olabilir. Kuzguncuk Mahallesi de İstanbul’a göre yerel mesela.

Şöyle düşündük biz, kafamız biraz karışık.  Kuzguncuk Gıda Topluluğu hem yerel hem değil. Bu topluluğa Kuzguncuk Mahallesi ve yakınında yaşayan insanlar dahil olduğu için yerel. Ancak tam anlamıyla yerel olması için gıda tedariğinin de bu mahalleden yapılması gerekirdi. Yani Kuzguncuklular Kuzguncuk’ta üretilen gıdaları tüketiyor olsalardı tam anlamıyla yerel bir topluluk diyebilirdik. Halbuki bizim gıdalarımız Türkiye’nin dört bir yanından, Tekirdağ’dan Kars’a kadar pek çok farklı bölgeden geliyor. Bu bakımdan Kuzguncuk’a, daha büyük resme bakıldığında, (Örneğin mercimeğimiz Kanada yerine Türkiye’de üretildiği, bu şekilde Türkiyeli üreticiye destek olduğumuz için) yerel demek mümkün.

Peki, gıda tedariği ile bahsettiğiniz türdeki yerelliğin ilişkisini nasıl düşünebiliriz?

Aslında topluluğa sadece gıda üretim-tüketim ilişkisi olarak bakmıyoruz, “yerel”liğin önemli bir sosyal yansıması olduğunu düşünüyoruz. Topluluk öncelikle Kuzguncuk Mahallesi’nde yaşayan insanları bir araya getiriyor. Haberleşmek, birlikte gönüllü çalışarak ortak ve temel ihtiyacımızı karşılamak ilişkilerimizi güçlendiriyor. Özellikle İstanbul gibi çok kalabalık, herkesin biraz da yalnız ve yabancı hissettiği bir şehirde toplulukların (gıda veya başka amaç için bir araya gelen tüm topluluklar) temel işlevi insanları bir araya getirmek.

Herkes kendi ihtiyaçları doğrultusunda, çevresindekilerle çeşitli amaçlarla bir araya gelip bir topluluk kurabilir. Kurulan topluluk, söz konusu ihtiyacı karşılamak yönünde bireysel çabadan daha etkili olur.

Ama topluluk vesilesiyle bir araya gelmenin yanı sıra, Türkiye’nin her yerinden küçük üreticilerle de ilişki kurma imkanı buluyoruz. Topluluk, mahalleliyi birlikte daha güçlü kılarken, küçük üreticileri de destekliyor. Gıdamızın nereden geldiğini, kimin ürettiğini, nasıl ürettiğini biliyoruz. Biz yediklerimize yabancılaşmıyoruz, üretici de ürettiği gıdanın nereye gittiğini biliyor. Biz Kuzguncuk topluluğunu yeniden canlandırmaya yakın bir zamanda başladığımız için henüz tecrübe etmedik ama topluluklar zaman zaman üreticileri ziyaret edip onların evinde kalıyor, üretime ortak oluyor, sohbet ediyor, ürünlerini görüyor… Bunun, günümüz “süpermarket dünyası”nda yakınına bile yaklaşamayacağımız bir samimiyet ve güven sağladığına inanıyoruz.

Siz güven demişken, oradan devam edelim. Güven mefhumunun çalışmanızda nasıl bir yeri var?

Birbirimizle -hem toplulukluk içi, hem diğer topluluklarla, hem üreticilerle- kurduğumuz ilişkide güven önkoşul! Hatta ilk başta “güven” dışında bir hissiyatımız yok diyebiliriz. İnsanlar ya gönüllü emek veriyor ya da topluluğa güveniyor ki  gıda siparişi veriyor. Üreticiye güveniyoruz ki ondan ürün sipariş ediyoruz. Üretici topluluğa güveniyor ki ödemesini sonradan almak koşuluyla ve topluluğun kâr amacı gütmediğine inanarak bize ürün gönderiyor. Mesela Küçükyalı Gıda Topluluğu da bize güvendi, bilgilerini ve deneyimlerini paylaştılar, ilk günlerden beri de destek vermek için yanımızda oldular. Kimsenin kimseyle arasında bir çıkar ilişkisi ya da topluluklar arasında bir hiyerarşi yok.

Üreticilerinizi de buna göre seçtiğinizi söyleyebilir miyiz?

Şu anda biz gıdamızı Küçükyalı ile aynı üreticilerden temin ediyoruz. Yani onların seçimlerine güveniyoruz, üreticilerle tanıştıklarını, çiftliklerini, tarlalarını ziyaret ettiklerini biliyoruz. Farklı üreticilerle iletişime geçtiğimiz aşamada, teknik denetim uygulamak bizim de içimize daha çok sinecek diye düşünüyoruz. Bu yüzden mutlaka benzer seçim kriterlerimiz olur, ancak her ne kadar haberli/habersiz denetime gitsek de tüm üretim aşamalarına şahit olmamız mümkün değil. Her bir ürünün laboratuvar analizlerini yaptırmamız maddi olarak mümkün mü, emin değiliz. Dolayısıyla da, son kertede yine, üreticiyle tanıştıktan ve vakit geçirdikten sonra onun sözüne ve samimiyetine güveneceğiz.

Temel motivasyonlarınız arasında gıdaya erişimde eşitsizlik ve adaletsizlik sorununa eğilmek var mı?

Eşitsizliğin pek çok boyutu var. Bütçenize göre makul fiyatlı gıdaya erişememek de bir adaletsizlik meselesi, sağlıklı gıdaya erişememek de. İdeal olan, gıda topluluğun her iki meseleye de cevap verebilmesi. Bu yüzden üretici ve ürün seçerken her iki koşulu da göz önünde bulundurarak (gıda üretimi ve ulaşımının doğa üzerinde etkilerini de göz ardı etmeden) hareket etmeye çalışacağız.

Topluluğun bir formülü, hazır kuralları olduğunu düşünmüyoruz. Bizce herkes kendi ihtiyaçları doğrultusunda, çevresindekilerle çeşitli amaçlarla bir araya gelip bir topluluk kurabilir. Kurulan topluluk, söz konusu ihtiyacı karşılamak yönünde bireysel çabadan daha etkili olur. Bir şeyi (sağlıklı gıdayı, daha ucuz gıdayı, küçük üreticiyi destekleyebilme olasılığını) birlikte, bir topluluk olarak talep etmek ve aramak, o şeye ulaşabilmeyi mümkünleştiriyor.

Topluluklara ilgi duymamızdaki temel sebep etik, sağlıklı, doğal üretim yapan küçük üreticiler ile tükettiği gıdanın nereden geldiğini bilmek, sağlıklı beslenmek isteyen türeticiler arasında bağ kurmak. Galiba erişim ve eşitsizlik değildi ilk düşüncemiz. Aslında şimdi konuşunca, ikimizin motivasyonu farklıymış, fakat birbirini tamamlıyor.

*Benim için ilk motivasyon kaynağı endüstriyel tarımın doğaya olumsuz etkisini öğrenmek oldu. Endüstriyel tarımın ortaya çıkardığı su ve karbon ayak izi, tarım alanı açmak için ormansızlaştırma, ilaç kullanımı nedeniyle toprakların gittikçe daha da sağlıksız olması ve belli bir süre sonra artık hiçbir tarımsal üretim için uygun olmayacağı, tek ürün tarımının (monocropping) biyoçeşitliliği tehdit etmesi gibi sebepler beni alternatifler aramaya itti. Bu tarz bir üretimin tüketici olarak bir parçası olmak istemedim ve bu noktada gıda toplulukları karşıma çıktı.

*Buna ek olarak, ben tüm küresel sorunların yerel hareketle çözülebileceğine inanıyorum. Endüstriyel tarım küresel bir sorun ve yerelde, topluluklarla, küçük üreticilerle oluşan alternatifler çoğalarak bu büyük sorunun çözümü olabilir. Bu bir tekstil topluluğu olup hızlı modaya alternatif olabilirdi, bir tamir topluluğu olup tüketim kültürüne alternatif olabilirdi. Sonuç olarak, küresel sorunlar yerelden başlayarak çözülebilir. Benim motivasyonum sadece gıda odaklı değil; yerel hareketlere inanmamla ilgili.

Mahalle ile ilişkileriniz nasıl? Mahalle dinamiklerini gözeterek bir çalışma yaptığınızı söyleyebilir miyiz?

Mahalleye yeni geldik aslında, bu yüzden iç dinamiklerini, alım gücünü gözettik, iyi gözlemledik, araştırdık diyemeyiz. Yalnız daha önceden zaten Kuzguncuk Gıda Topluluğu varmış, son zamanlarda aktif değilmiş, biz yeniden hareketlendirmek istedik. Zaten bütün mahalleyi mutlaka kapsayalım, çok insan katılsın gibi bir hedefle yola çıkmadık. Elbette ne kadar çok insan katılsa o kadar iyi, çünkü sosyal anlamda da mahalleye katkı sağlayacağına inanıyoruz.

* Söyleşi yapılan iki kişi bu sorular için kişisel görüşlerini ilettiler.


Anadoluda Yaşam Tüketim Kooperatifi

“Bulunduğumuz mahallelerde, yok olan güven ve dayanışma ilişkisini, çok geniş bir biçimde yeniden tesis etmek istiyoruz.”

Kendinizi bir “yerel” çalışma olarak ifade eder miydiniz? Bir yerel tarifi yapmanızı istesek, nasıl tarif edersiniz?

Kendimizi yerel bir çalışma biçiminde tarif ediyoruz. Yerel çalışma sınırları belirli bir alanda çalışmak biçiminde tanımlanabilir. Alandan kastettiğimiz, mekansal bir tanımla değil; yapılan işin niteliğine dair bir belirleme aynı zamanda. Kooperatifimiz birbirlerine benzer mahallelerde, tüketim dayanışmasını örgütlemek amacıyla çalışma yürütüyor. Her bir şube, girişim, bulunduğu mahallede yürütmelerinde aldığı kararlar doğrultusunda hareket edebilecek kadar bağımsız. Ürünlere ulaşma, farklı kurumlarla işbirliği, kooperatifin varlığını sürdürmesi için ihtiyaç duyduğu işlemler/yasal yükümlülükler noktasında ise ortaklaşa hareket ediyor.

Mahalle yerelinde çalışmayı özellikle mi seçtiniz?

Kooperatifimiz özellikle yoksul mahallelerde çalışma yürütüyor. Aslında bu durumu, bizim bir seçimimiz gibi değil de, mahallelerden öğrendiğimiz bir çalışma yöntemini sürdürme gayreti biçiminde tanımlanmak daha doğru olur. Çalışma yürüttüğümüz mahallelerde 12 Eylül öncesinde, çeşitli sorunları bir araya gelerek çözme tutumu daha yaygındı. Elbette bu tutumlar nerede yaygınsa, dayanışma girişimlerinin istismarı da oralarda bir o kadar yaygın olmuş. Tüketim kooperatifleri bu mahallelerde filizlenmiş ama sonra Halk Ekmek örneğinde olduğu gibi, buralarda yaşayan insanların emekleriyle kurulan kurumlar onlara yabancı birer araca dönüşmüş. Bugün yaşadığımız pek çok sorunun arkasında, dayanışma eksikliği ve bu yabancılaşmanın olduğuna inanıyoruz. Pek çok sorunun çözümünde ilk adımın bu güvensizliğin ortadan kaldırılması olduğunu düşünüyoruz. Tüketim kooperatiflerinin, insanların en temel, en vazgeçilmez ihtiyaçlarını karşılamada önemli bir dayanışma ağı oluşturacağı düşüncesi bizleri bu alanlarda kooperatif çalışmalarını güçlendirmeye yöneltti.

Farklı mahallelerde tüketim dayanışması çerçevesinde örgütlemeyi de yerel bir çalışma olarak görüyoruz. Çalışmanın mahallelerde yürütülmesi, buralarda yaşayan insanların, gündelik ve en temel sorunlarını (kabaca daha uygun fiyatlarla, daha sağlıklı ürünlere ulaşma) çözmek, bu alanda bilgi ve becerilerini birbirlerinin olanaklarından yararlanarak artırdığını görmeleri, kaybolan güven ilişkilerinin yeniden tesis edilmesinin bir parçası olmak, yürütülen çalışmanın özel yanını oluşturuyor.

Peki bir mahallede çalışmak ile gıda tedariği arasında nasıl bir ilişki var sizce?

Bulunduğumuz mahalleler, yakın zamana kadar köyleriyle bağlarını sürdüren, köy dernekleri vb. vasıtasıyla memleketlerinden topluca ürün getiren, bir araya gelerek topluca alışveriş yapıp tüketim maddelerini ucuza edinmek için çaba harcayan insanların yaşadığı yerlerdi. Dolayısıyla kooperatifin ilişki ağı geliştikçe, kimi ürünlere doğrudan ulaşma, tedarik etme şansımızın daha fazla olacağına inanıyoruz, ki kimi ürünlere bu vesileyle ulaştık.

Aynı zamanda hangi ürünleri edineceğimizi de bulunduğumuz mahalleler, buralarda yaşayan insanların durumu belirliyor. Yakın zamanda bir anket çalışması başlattık ve burada da gördük ki kimse sağlıklı gıdalara ulaştığını düşünmüyor. Hastalanmalarına neden olan besinler olduğunu bile bile ucuz ürünleri tercih etmek durumunda kalıyor. Bu durum bizi, her zaman ekolojik gıdaları değil, daha uygun ve bilinen marketler dışındaki yerlerden, biraz daha sağlıklı, aracısız ürün almaya yönlendirebiliyor. Nerede bulunduğunuz, ürünleri edinme biçiminizi belirliyor.

Çalışmayı başlatma sebebimiz, kurduğumuz tüm ilişkileri de belirliyor. Biz biraz yaptığımız iş üzerinden insanlarla ilişki kurmaya, çalışmayı adım adım geliştirmeye çabalıyoruz. Kooperatifin ilişkilerinin onu başkalarına taşımasını sağlamayı hedefliyoruz. Yaptığımız iş kendisini anlatsın istiyoruz. Öte yandan bu çalışmanın güçlükleri de göz önüne alındığında, ne kadar farklı kurum, çevre, insan bu çalışmaya katılırsa o kadar güçlenip zenginleşeceğine inanıyoruz. Kurulduğu zamandan bu yana bu yönde çağrı yapmaya devam ediyoruz. Anket, tadım günleri, piknikler, yıkılan kentlerle dayanışma için tarhana, konserve, reçel üretimi, battaniye gönderme gibi işlerle kendimizi anlatmaya gayret ettik, herkesin bu çalışmaya katkı koyabileceğini anlatmaya çabaladık. Bir yandan yoksulluğa karşı el açmak yerine el ele vermenin önemini, pratik olarak göstermeye çabalarken, diğer yandan bu işin bir rekabet ortamı doğuracak bir şey olmadığını da göstermeyi hedefliyoruz. Bu anlamda aktivistlerimizin zaman zaman yaptığı tartışmalar sonunda, kooperatifin muhatapları ile yaygın ve anonim bir çağrıyla buluşması yerine, ilişkilerini adım adım geliştirmesini tercih ettik. Ancak şunu da vurgulamamız gerekir ki, yeterli bir yoğunlaşma, bu çalışmanın gerektirdiği bir tempoya da sahip olduğumuzu, dolayısıyla bu çalışmanın ilişki anlamında sahip olabileceği alanı da yarattığımızı düşünmüyoruz.

Birbirinize nasıl güveniyorsunuz? Güven size ne ifade ediyor?

Bir yandan kurumsal bir ilişkinin oluşmasını, diğer yandan mekanik olmayan bir ilişki ağına sahip olmayı amaçlıyoruz. Bulunduğumuz mahallelerde, yok olan güven ve dayanışma ilişkisini, çok geniş bir biçimde yeniden tesis etmek, bunu da kurumun işleyişi üzerinden gerçekleştirmek istiyoruz. Bunun gerçekleşmesi, kişilerin belirleyici olmasından öte, kurumun işleyişinin oturmasına bağlı diye düşünüyoruz. Kişilerin öne çıktığı, kuruma dahil olacakları onların belirlediği bir ilişki değil; kurumun gelişip serpilmesi konusunda sorumluluk alanların dahil olmasına açık, şeffaf, denetlenebilir bir işleyişin güven ilişkisini geliştireceğine, kurumun serpilmesini sağlayacağına inanıyoruz. Aynı zamanda bu çalışmalarda kişisel değil ekiplerin sorumluluk almasıyla işlerin yürümesinin güven ilişkisini perçinleyeceğini düşünüyoruz. Rotasyonla, sorumluluk alanların sayısının artması, çeşitlenmesi ile güven ilişkisi gelişecektir.

Sizin gibi çalışan başka inisiyatiflerle ne tür bir ilişkiniz var? Onları rakip olarak değil de dost olarak görmenizi sağlayan etken nedir?

Bir yerel çalışma yürütüyor olmak demek, olanakların dar olması demektir aynı zamanda. Her yerde öyle ya da böyle birtakım deneyim, olanaklar birikmişken, bu çalışmalar arasında işbirlikleri, diyalog olmaması nasıl olur? Herkesin tek tek bulundukları yerlerde aynı ya da benzer sorunlarla debelenip durmak zorunda kalmasının anlaşılır bir yanı olmaz. Biz, sahip olduğumuz tüm olanakları ortaklaştırmak konusunda başından beri oldukça açık davrandık, başka kurumların olanaklarından fazlasıyla yararlandık. Bu ilişkiler geliştikçe başka bakış açılarıyla buluştuk. Kendimizi geliştirmemize hayli katkısı oldu bu ilişkilerin.

Üreticilerinizi nasıl seçiyorsunuz, kriterleriniz neler? Bu kriterlere uyduklarına nasıl inanıyorsunuz? Beyan yeterli bir kriter mi?

Üreticileri çoğunlukla işbirliği yaptığımız kurumların önerileriyle, sahip olduğumuz ilişkilerin yönlendirmeleriyle seçiyoruz. Kurumların hazırladıkları, kriterleri içeren dokümanlar bizleri de üreticiyi de yönlendirebiliyor, geliştiriyor. Elbette ürün alırken zaman zaman aldandığımız oldu. Üreticilerin örgütlenmesinin bu süreçte önemli bir teminat olabileceğini düşünüyoruz. Üreticileri ziyaret etmenin de önemli bir yöntem olduğunu düşünüyoruz. Ancak her şeyin kurallarla, denetimlerle çözülemeyeceğini de düşünüyoruz… Kabul etmeliyiz ki, aldığımız her ürüne de güvenmiyoruz. Belirli ölçülerde sağlıklı olsalar da tamamıyla ekolojik ürünler aldığımız söylenemez. Ancak birkaç ürünün buna uygun olmasını, çalışmalara katılanlara örnek ürünler olarak sunulmasını sağlamaya çalışıyoruz.

Adil ve sağlıklı gıdaya erişim bir eşitsizlik meselesi mi sizce? Nasıl değerlendirirsiniz?

Adil ve sağlıklı gıdaya ulaşmak tabii ki bir eşitsizlik konusu ve kooperatifin olduğu mahallelerde bu nedenle ilk önceliğimiz maalesef adil ve sağlıklı gıdaya ulaşmak olamıyor. Hiç öyle olmaması gereken bir konu olmasına rağmen kategorize etmek durumunda kalıyoruz ve kötünün iyisi olarak tarif edebileceğimiz ürünlere mahkum ediliyoruz. Bulunduğumuz mahalle, “soluduğumuz hava” yaptığımız çalışmayı elbette belirliyor. Öncelikle mahallede yaşayanlara en vazgeçilmez ihtiyaçlarını soruyoruz, arayışlarımızı bu sorunun cevabı belirliyor. Mahallenin alım gücü bizi yönlendiriyor. Yörelerinden hangi ürünlerin geldiğine bakıyoruz vb.


Beşiktaş Kooperatifi Girişimi

“Nüfusun büyük bir kesiminin sağlıklı ve adil gıdaya erişimi, en doğal hakkı olarak kabul etmesini ve bunu talep etmesini sağlayabilirsek bu, en büyük kazanımımız olur.”

Kendinizi bir “yerel” çalışma olarak ifade eder miydiniz? Bir yerel tarifi yapmanızı istesek, nasıl tarif ederdiniz?

Beşiktaş Kooperatifi Girişimi yerel bir çalışmadır. Bir çalışmanın yerel bir çalışma olması için yerelin ihtiyaçlarını karşılama motivasyonuyla, yerelin içinden çıkması ve yerelde örgütlenmesi gerekir. Beşiktaş Kooperatifi Girişimi tamamen Beşiktaş’ta bulunan inisiyatifçilerin, semtin adil ve sağlıklı gıdaya ulaşması amacıyla başlattığı bir girişimdir. Girişim adil ve sağlıklı gıdayı yereldeki bireylere ulaştıran çalışmalara imza atmıştır. Yerelden katılımı önemseyen ve bu konuda da çalışmaları olan bir girişimdir. Çalışmayı yerelde yapmamızın elbette bir anlamı var. Bu çalışma yerel ile iletişimin ve etkileşimin artması ve ihtiyaçların karşılanması konusunda inisiyatif alabilme adına bir imkan olarak görüldü. Yerelde çalışmanın bu noktalar dikkate alındığında özel bir anlamı olduğunu söylemek mümkün. Bununla birlikte yerelde çalışma kapsamında, diğer yerel unsurlarla dayanışma göstermek, ortak inisiyatifler yaratmak da ayrıca önemli. Yerel unsurların hem kendi içinde hem de dışarıdaki yerel unsurlarla ortaklaşması da ayrı bir önem taşıyor.

Mesela, gıdaya erişim meselesini ele alalım. Yerel bir çalışma yapmak ile gıda tedariği arasında bir ilişki var mı? Siz bunu nasıl tarif edersiniz?

Yerelde çalışma yapmak ile gıda tedariği arasında doğrudan bir ilişki olmayabilir. Bu konuda yerelin ihtiyaçlarını dikkate alan bir inisiyatifin gıda tedariğini örgütlemesi ilk aşamada daha sağlıklı gözüküyor. Gıda tedariğini yerelden başlatmak hem daha etkili hem de daha doğrudan olduğu için yerel unsurların örgütleyebileceği bir eylem olarak öne çıkıyor. Bu bağlamda süreci kolaylaştırdığı söylenebilir.

Sizin bu çalışmayı bu yerelde başlatmanız konusunda bir motivasyon sebebi oluşturmuş muydu bu? Yoksa tesadüf eseri mi?

Bulunduğumuz semtte insanların sağlıklı ve adil gıdaya ulaşmasını sağlamak temel motivasyonlarımızdan biri olmuştu. Bunu örgütlemek için yola çıktık. Bu temel üzerinden yerelde bireyler dışında dayanışabileceğimiz unsurlarla temas etmeyi de öngörmüştük. Çalışmalarımız ilerledikçe toplantı mekanı, paket dağıtımı konusunda semtte yer alan bir ticari işletme ile ortaklaştık. Çalışmalarımızın daha da derinleşmesi ile semtteki esnaf ya da diğer unsurlarla ortaklaşmalarımızı genişletebileceğimizi söyleyebiliriz. Bu iletişimin tesadüfi olmadığını ifade edebiliriz.

Fotoğraf: M. Cevahir Akbaş
Peki, çalışmanız için güven meselesini nasıl düşünebiliriz?

Kooperatif girişimimizde temel motivasyonumuz, gıdada adil ve sağlıklı üretim ve tüketim ilişkilerine katkı sunmak. Bunun için en önde gelen motif, üreticiyle temas kurabilmek. Bu temasın sağlıklı işlemesi için üreticilere güven önemli bir noktada yer alıyor. Kooperatif çalışmalarımız genişledikçe, üreticilerle temasımız artıyor ve güven ilişkimiz de gittikçe kurumsallaşıyor.

Birbirinize nasıl güveniyorsunuz?

Beşiktaş Kooperatif Girişimi, birbirini tanıyan arkadaşların başlattığı ve sonrasında semtte adil ve sağlıklı gıda için inisiyatif almak isteyenlerin katılımıyla genişleyen bir oluşum. Girişimde yer alan katılımcılar arasında çalışmalar genişledikçe, katılımcıların aldıkları sorumluluk ve motivasyon derecesiyle güven ilişkisi de gelişiyor.

Sizin gibi çalışan başka inisiyatiflerle ne tür bir ilişkiniz var?

Yerelde başlatılan gıda güvenliği mücadelesi her ne kadar önemli ise, bu konuda bir dayanışma ağının içinde bulunmak da bir o kadar önem arz ediyor. Yerele sağlıklı ve adil gıda temininin daha etkin yapılması için belli ortaklaşmalar ve dayanışmalar bu eylemin temellerinden biri. Konuya bizimle aynı perspektiften bakan oluşumlarla başından beri ilişkilerimizi geliştirmeye çalışıyoruz.

Üreticilerinizi nasıl seçiyorsunuz, kriterleriniz neler?

Üreticileri, bizden önce yola çıkan kooperatiflerin listelerini referans alarak seçiyoruz. Üreticilerle temasımız gelişmeye başlasa da henüz üreticileri ve ürettikleri ürünleri değerlendirecek yeterlilikte değiliz. Semtte adil gıda teminini bu listeler üzerinden yaparken, kendi denetimimizi gerçekleştirebilme konusuna da kafa yoruyoruz.

Sizce bu çalışmayı yapmanızı başlatan temel motivasyonlar arasında erişim meselesi nasıl bir rol oynuyor? Mahallenizin kendi iç ekonomisi/alım gücü arasındaki farklılaşma sizin çalışmanızda önemli bir yer teşkil ediyor mu?

Erişim meselesi çalışmamıza başlamamız konusunda önemli itici unsurlardan biri oldu. Sağlıklı ve ekolojik gıdalar bir zamandır adına organik denen ve manipülasyona açık bir piyasa kategorisi içerisinde sunuluyor. Beşiktaş’ta da ekolojik gıdaya adil erişim konusunda sorunlar söz konusu. Dolayısıyla girişimimiz semtte yaşayan insanların bu erişim meselesine dair inisiyatif alması anlamına geliyor. Başka mahallede de olsaydık bu çalışmayı bu formatla gerçekleştirirdik. Tabii bunu söylerken Beşiktaş’ta örgütlenme, yerelin sorunlarına dair sorumluluk alma konusunun da bu semtte yaşayan insanlar olarak kritik olduğunu düşünüyoruz.

Mesela, hedef kilenizi nasıl tanımlıyorsunuz?

Hedef kitlemiz konusunda sınırları çizilmiş katı bir çerçevemiz yok. Adil ve sağlıklı gıdaya erişim tüm toplumsal kesimleri yatay kesen bir konu. Bu durumun yerelde örgütlenme ve yereldeki sorunlar için semtte yaşayanları inisiyatif almaya çağırma konusunda imkanlar yarattığını da düşünüyoruz.

Mevcut kent yapısı, İstanbul gibi bir metropol, sağlıklı nitelikli gıdaya erişim konusunda sizce ne tür adaletsizlikler üretiyor? Mesela siz “burada ekoloji tartışması yapıyoruz, ama başka bir yerde insanlar yeterli gıdaya bile erişemiyor” diye düşünüyor musunuz?

Türkiye’de gıda piyasası manipülasyona oldukça açık bir piyasa. Son dönemde dünyada gıda fiyatlarında düşüş ya da ılımlı bir artış ivmesi görülürken, Türkiye’de gıda enflasyonu çift hanelerde seyrediyor. Hükümet tarafından gıda enflasyonunu aşağı çekeceği iddia edilen önlemler hayata geçmiyor. Tüm bunlar ürünlerin olması gereken fiyatın üstünde verilmesi anlamına geliyor. Ülke genelindeki gelir adaletsizliği ile birlikte gıda fiyatlarındaki bu artış da dikkate alındığında ciddi bir eşitsizlik olduğunu söylemek mümkün. Bu durumda gıdaya erişimi artırmak adına ithalat yapılarak gıdayı ucuzlatma yoluna gidiliyor bazen. Bunun da üretici dostu bir çözüm olmadığı açık. Biz çözümü, üreticilerin desteklenmesinde görüyoruz. Üreticiyi dışlayarak gıdaya erişim ancak kısa vadeli artırılabilir. Üreticiyi hesaba katmayan çözüm yolları ararsak “ucuz”, “adil” ve “sağlıklı” gıdayı bir arada düşünemeyiz, bunlar arasında tercih yapmak durumunda kalırız. Kooperatif girişimimizdeki temel motivasyonlardan biri olan adil kavramını bu kapsamda değerlendirmek gerekiyor. Gıda piyasasında yerelde bir baskı unsuru oluşturmak ve bu piyasanın demokratikleşmesine ilişkin çalışmalar gerçekleştirmek bu açıdan önemli. Gıdada eşitsizliklerin giderilmesi ve sağlıklı gıdanın erişilebilir kılınması bu çalışmanın temel motivasyonlarından birisi. Tabii burada sadece alım-satımdan bahsetmiyoruz; gıdanın temininde eşitsizlikleri giderecek başka ilişkilerin kurulmasının da olası olduğunu, bu ilişkilerin inşa edilmesi sürecinde de kooperatif çalışmalarının imkan sunduğunu belirtmek gerekiyor. Sırf bizim müdahalemizle bu eşitsizlik ortadan kalkmayacaktır ama nüfusun büyük bir kesiminin sağlıklı ve adil gıdaya erişimi, en doğal hakkı olarak kabul etmesini ve bunu talep etmesini sağlayabilirsek bu her şeyin değişebilmesini sağlayacak en büyük kazanımımız olur.


Buğday Derneği %100 Ekolojik Pazarlar

“Artık tüketici organik gıdanın daha temiz ve sağlıklı olduğunu, bunun bir tercih meselesi değil; bir hak olduğunu biliyor.”

Yerelle ve yerellerle çalışmak bu pazar için ne ifade ediyor?

Yerelle çalışmak bizim için en önemli şey çünkü biz bu pazar projelerini ilk yazdığımızda projenin bazı amaçları vardı. En temel amaçlarından biri, geçim kaynağı çiftçilik olan üreticiyi desteklemek. Yerellik, üreten çiftçinin burada tüketici ile buluşuyor olması ve üretim sırasında başından geçenleri tüketiciye aktarıyor olabilmesini sağlayan esas konulardan bir tanesi. Fakat biz bu yolda ilerledikçe fark ettik ki arada aracılar olmazsa da bir haksızlık oluyor. Üreticinin bizzat burada olması bizim için çok önemli fakat üreticilerin temsilciliğini yapan aracıları da önemsiyoruz. Mesela Adıyaman’da üretim yapan, üstelik geçim kaynağı da çiftçilik olan biri nakliye, mali sıkıntı ya da ürününün azlığı nedeniyle ürününü İstanbul’a getirse bile zarar edecek, maliyetini bile karşılayamayabilir. O zaman bu gibi üreticileri temsil edecek aracı arkadaşlar olması lazım ki o üreticinin de hakkı korunsun, Adıyaman’ın dışına çıkmadan da gelir kazanabilsin.

Yerelde çalışmak sizin için ne ifade ediyor? Yerelden kastım da aslında tam burası. Burasının seçimi sizin için bir tesadüf müydü başlangıçta? Burada bir gönüllülük yaratabildi mi?

Bu projeyi başlattığımız zaman ilk önce Beşiktaş Belediyesi ile görüşmüştük. Bazı standartlarınız olması gerekiyor. Otoparklarının, depo alanının olması, sıcak ya da soğuktan ürünlerin etkilenmemesi için üstünün kapalı olması gibi. Pazarcılar Derneği var, onların da bu fikre kafalarının yatmış olması gerekiyor çünkü dernek bir şeyi onaylamadığında belediye sürekli dernekle işbirliği içinde olduğundan onlarla çatışmak istemiyor. Beşiktaş Belediyesi bizim projemizi çok beğenmişti ve söz vermişti bize yer verecekleri konusunda fakat sonrasında Beşiktaş’ta bize uygun yer bulunamadı. Biz Beşiktaş Belediyesi ile ilerleyemeyeceğimizi fark edince İstanbul’un göbeği olan, gayet de büyük bir yeri olan Şişli Belediyesi ile görüştük. O zamanlar başkan Mustafa Sarıgül’dü. Ciddi destek ve emek verdi. Yerel yönetimlerle çalışıp pazarın, insanların tüm günlerini geçirebilecekleri bir yer olmasını istedik; sadece alışveriş için gelinen bir yer değil. Çocukların etkinliklerinin olduğu, insanların kahvaltı yapabildiği, sadece buradaki yerel halkın değil, bir sürü kişinin vakit geçireceği bir yer istedik. Burası bize bu imkanı sundu.

12 sene içerisinde yerelle bağınızın kuvvetlendiğini söyleyebilir miyiz?

Bu pazar ilk kurulduğu günden beri İstanbul’un her yerinden gelen insan var. 12 sene sonunda, bir yerel yönetimin halkına organik pazar hizmeti sunması artık ciddi bir prestij oldu. Biz yerelden çok etrafa yayıldık. Kartal, Beylikdüzü, Bakırköy daha yerel, çevresindeki insanları besliyor. Şişli belki ilk kurulan, en büyük pazar olduğu ve çeşitlilik daha fazla olduğu için yerel sayılmayabilir.

Fotoğraf: ekolojikpazarlar.org
Pazarlarınızdaki aracıların sürekli eleştirilen alışılagelmiş aracıdan farkı ne?

Normal pazarlarda ürün alıp satan kişilerin aracı olmasına kesinlikle müsaade etmiyoruz. Aracılık yapan kişinin de mutlaka organikle ve temiz gıdayla bağı olması, bir şekilde bunun gönüllülüğünü yapmış olması esas. Aracı dediğimiz, üreticinin ahbabı olan ve en önemlisi de üreticiden aldığı malı, üreticiyi maddi ve manevi olarak mağdur etmeden tüketici ile buluşturan bir kişi. Yani üreticiden bir liraya aldığı şeyi burada on liraya satamaz, üzerine fahiş fiyatlar koyamaz. 

Yol ya da nakliyede fire verildiğinde bunu üretici ile ortak paylaşır. Bütün yükü üreticinin üzerine yıkamaz. Üreticiyi mağdur eden, ürününü sattıktan sonra üreticinin hakkını ona iletmeyen kişileri de üreticiye hakkını vermeye bir komisyonla ikna ediyoruz.

Standart bir aracıdan farklı olmasını sağlayan, olası suistimali engelleyecek nasıl bir referans ya da denetim mekanizması işliyor?

Kurumsal prensip olarak en başından beri herhangi bir üreticinin ürününü bir aracıya vermesinde referans oluyoruz. Çünkü bu başka taraflara çekilebiliyor. Proje sırasında birçok şeyi yaşarken öğrendik ve baktık ki hatalar oldu ve bazı aracılar bazı üreticileri mağdur ettiler. Tersi de oldu. Batan aracılar da oldu. Sonra biz dedik ki bu tecrübeleri paylaşmamız gerekiyor. Şu anda yavaş yavaş, özellikle üreticiler, birisi onlardan mal talep ettiğinde bize soruyorlar “Bizden birileri mal talep etti ama ne dersiniz, üreticiyi mağdur eden biri midir?” diye. Biz orada referans oluyoruz. Ya da bir aracı “Bir üreticiden mal alacağım ama geçmişinde bir şey var mı?” diye soruyor. Artık referans Buğday Derneği.

Başka inisiyatiflerle nasıl bir ilişki kuruyorsunuz ve güven meselesi nasıl tesis ediliyor?

İnisiyatiflerimiz burada çok sınırlı. Biz bu pazarda bir süre üreticiye kefil olabiliriz fakat buraya gelen tüketici, derneğin lafıyla hareket etmek istemez. Çünkü güven göreceli bir kavramdır; bana göre güvenilir olan üretici size göre güvenilir olmayabilir ve ben buna ikna etmek için zorlanabilirim. Ya da tüketiciye göre çok güvenilir olan bir üretici, derneğin kriterlerine uymuyordur. Bu yüzden bizim baktığımız şey sertifikadır. Sonra üreticiye dair genel bir değerlendirme yaparız. Gıda toplulukları ile bir ilişkimiz yok çünkü onlarda sertifika şart değil. Bu sebeple elle tutulur bir işbirliğine giremiyoruz maalesef ama destekliyoruz. Mesela bu pazara gelip maddi ve manevi sebeplerden alışveriş yapamayan kişilere bu toplulukların var olduğunu, bunların da bir alternatif olduğunu söylüyoruz.

Başlattığınız katılımcı yeni çalışmayı anlatabilir misiniz?

Yatay bir yapıya geçmeye karar verdik. Pazarları denetleyen ve organize eden Buğday Derneği olarak biz danışman olalım, tecrübemizi ve bilgimizi paylaşalım dedik. Fakat karar alma mekanizmasında tüketiciyi, üreticiyi, derneği, belediyeyi ve hatta dükkancıları (Şişli buradan İstanbul’a güvenilir gıda temin ediyor. Bu işi ciddi şekilde yapan organik dükkanlar var ve onlar sabah saat 5:00-7:00 arası buradan, haldeki gibi toptan ürün alıyorlar. Buna da mecburuz çünkü haftanın her günü organik gıda almak isteyen insanlar var) da ekleyerek beş ayaklı komisyon kurup kararları ortak alıp uyguluyor. Sadece Buğday Derneği üzerinden ve belediyenin karar alıp uygulaması üzerinden çıkarıp sorumluluğu paydaşlara dağıtıyoruz. Hem Şişli’de hem Kartal’da başladık ama Beylikdüzü’nde daha başlamadık. Ekolojik Pazarlar Türeticileri İletişim Ağı’nı kurduk. Şu anda bir e-posta ağından sürekli haberleşiyorlar. Komisyonlar da hızla çalışıyor.

Süreç içerisinde kriterlerinizi genişletmenizi gerektiren neler oldu?

Mesela üreticinin tarlasının temiz olmadığını bilsek de sertifikasyon kuruluşu eğer bir şey tespit edemezse sertifikayı iptal etmiyor. Etmediği sürece de ürün satmasını engellemek için yasal hiçbir dayanağımız yok ama kendi içimizde yasaklı üreticiler listemiz var. Bu listeyi, o üretici buraya mal vermeye kalktığı zaman kendi içimizde konuşup, mal almak isteyen kişiyle konuşup pazara girmesini engelliyoruz. Pazardan atılmış, kalıntılı mal sokmuş birisine Tarım İlçe Müdürlüğü bir ceza kesiyor ama sertifika iptal olmadığı sürece üretime devam ediyordu. Belediyeyle protokole, bu pazar kuralına uymayan kişinin tezgah yerini iptal ettiren bir madde koydurduk. Normalde tezgah iptali o kadar az durumda oluyordu ki; öldüğü zaman bile başkasına aktarılıyordu. Bunu “pazar kurallarını men etme” maddesi olarak koydurup denetimi kolaylaştırdık. Bu şekilde yolda öğrendiğimiz çok şey var.

Kentteki tüketicilerin etik ve adil üretilmiş doğal gıdaya erişimini Buğday Derneği nasıl sorunsallaştırıyor? Dernek, ekolojik pazarları nasıl ve ne kadar yaygınlaştırmak, ne kadar yerele yaymak istiyor?

Biz, pazar yerleri projesini ilk yazdığımızda ve hayata geçirmeye karar verdiğimizde bu ürünlerin üst gelir seviyesine sahip insanlar tarafından satın alınabilir olduğunun farkındaydık. Fakat bu bizden değil; Türkiye’deki üretim miktarından, sertifikasyon maliyetinin yüksekliğinden ve bunun emeğe dayalı bir tarım yöntemi olmasından kaynaklanıyordu. Ot ilacı, pestisit kullanmıyorlar ve kıl kurdu ağaca girdi mi bütün ağaç mahvoluyordu. Nakliye bedeli çok fazla ve çok az ürün elde ediliyordu. Gün geçtikçe sektör büyüdü, pazardaki ürün çeşitliliği arttı fakat sertifika maliyetleri, fire azalmadı ve hâlâ sektördeki insanlar özellikle çiftçiler muhteşem paralar kazanmıyor. Şişli projesini başlatırken bir rol model oluşturmak ve bunları belediyelere devredip danışman pozisyonuna geçmek istedik. Bu pazar standartlarının tıkır tıkır işlediğinden emin olup sonrasında dönüp devlet işlerine dahil olmayı, tepedeki karar alma mekanizmaları ile devam etmeyi hayal ediyorduk. Çok yakınlarda Organik Tarım Daire Başkanlığı ile düzenlenen organik tarım çalıştayında Pazar Yerleri Yönetmeliği için hazırlanan taslağın %70’ine biz destek olduk çünkü tecrübelerimiz derin ve onlar meseleye çok dışarıdan bakıyorlar. Organik tarım Türkiye’de her geçen gün gelişiyorken yönetmelik çıkması çok önemli. Çünkü her yerel yönetim kendi bünyesinde denetime hazır, standardı oluşmuş, herhangi bir dernek desteği olmadan yer tahsis edebileceği bir organik pazar kurabilecek. 13 yıl önce sadece 12 tane sertifikasyon kuruluşu vardı, şimdi 33 tane var. Biz bu pazarı ilk kurduğumuzda 25 tezgahla başladık, 300 tezgah var şu anda. Üretim artıyor ve biz burayı ilk kurduğumuzda 35-40 liraya sattığımız taze fasulyeyi 12-13 liraya sattırıyoruz çünkü çeşitlilik fazla. Aslında şu anda orta düzeye inmiş durumda. Yine bir öğrenciyi besleyemiyor, memur ailesine ağır geliyor ama en azından yavaş yavaş da olsa fiyatlar düşüyor. İlk hedeflerimizden biri olan, tüketicide doğal gıda bilincini oluşturduk mu? Oluşturduk. Artık tüketici organik gıdanın daha temiz ve daha sağlıklı olduğunu, o tüketildiğinde uzun vadede kişiye çok fayda sağlayacağını, bunun bir tercih meselesi değil hakkaniyet işi ve hak olduğunu biliyor. Bazı ülkelerde su da kamusal bir hak. Bazı ülkeler kişinin kullandığı suyun %60’ının faturasını almıyor. Bizim ülkemizde o da yok ama bununla ilgili devlet politikaları çıkarılırsa bu artık bir tercih meselesi olmayacak, yavaş yavaş daha çok ulaşılabilir olacağının bilincini oluşturduğumuzu düşünüyorum. Şimdi pazarlarda komisyonlara geçerken belediyelerle protokoller imzalayıp standartlar oluşturuyoruz. Komisyonlardaki karar alma mekanizmaları ile adım adım geriye çekileceğiz.

Organik pazarlar henüz nasıl bir kesim üreticinin ulaşabildiği yerlerse sertifika ve sertifikayla beraber gelen bütün yükümlülükler de orta alt diyebileceğimiz üreticinin ulaşamadığı, dolayısıyla gücü olanın aldığı bir şey. Bu sizce genelgeçer hale gelebilecek bir sistem mi? Yoksa niş olarak kalmaya mahkum mu?

Ben sertifikaya koşulsuz şartsız biat etmiyorum ama içinde bulunduğumuz durumda şart olduğunu düşünüyorum. Gönül ister ki yarın öbür gün sertifikaya gerek kalmadan ülkede öyle tarım politikaları gelişsin ki kimse ilaç atmıyor, herkes ekolojik tarım uyguluyor, kimse de bunu sorgulamıyor olsun. Biz bu sertifikayı alamayan üreticileri gıda topluluklarına yönlendiriyoruz. Onun dışında da mesela tek bir üreticinin bir sertifikanın altına girmesindense kooperatif oluyorlar ve birden çok üretici tek bir sertifikanın maliyetini karşılıyor. Mesela Çıralı Kooperatifi’nde 25 üretici uzun yıllar bir tane kooperatif üzerinden üretim yaptılar. Feriköy Pazarı kurulduğunda üç-dört dükkanı narenciye, avokado, sera salatalık ve domatesleriyle besliyorlardı. Birgi Köyü 50, Kırtık Köyü 100 tane üreticisi ile organik üretiyorlar. Aydın Kirazlı Köyü’nde üreticiler 10’lu, 20’li, 30’lu gruplar halinde tek bir sertifika altındalar. Bu, maliyetleri de düşürüyor, çeşitliliği de artırıyor, üreticinin de belini bükmüyor. Organik tarım yapacağım diyen üretici çevresindekileri teker teker ikna edip halkayı büyütüyor.


Şile Yeryüzü Pazarı

“Pazarda köylü tüketiciye öğretiyor, onu bilinçlendiriyor.  Bundan daha güzel bir şey yok.”

Yerelde ve farklı farklı yerellerle çalışmak, Şile Yeryüzü Pazarı için ne ifade ediyor?

Anlamı büyük. Biz bu organizasyona başlamadan önce Slow Food’u tanıdık. Sonra, “Slow Food prensipleri olan iyi-temiz-adil gıdayı neden Şile’de uygulamıyoruz?” sorusunu tartışıyorduk. O sırada da Belediye’nin köylülere satış imkanı verecek bir alan genişletme çabası vardı. Belediye başkanımıza Slow Food ilkelerini aktardık, bu aktarımı yapınca bir ortak noktaya gelindi.

Nasıl diğer ilçelerde haftada bir hal ve hibrit ürünler odaklı semt pazarları kuruluyorsa, öyle bir semt pazarımız bizim de var. Ama Şile’ye gelenlerin Şile yereline özgü bir şeyler bulma ve Şile köylüsünün de, senelerdir Şile’de yaşayan insanların da elindeki ürünü satma ihtiyacı vardı. Bu iki ihtiyaç birbiriyle örtüştü. Bundan dolayı bizimki de bu ihtiyaçla örtüştü. Biz semt pazarına hiç bulaşmadık. Ama aynı gün kurulmak zorundaydı çünkü Şile’de 57 tane köy var ve buradaki köylüler cuma günleri Cuma namazına ve alışverişe Şile merkeze geliyorlardı. Ve tüm işlerini cumaya bırakıyorlar. Herkes bir araya geldiği için pazar da o gün kurulsun, tüketim olsun, üreticiler daha iyi satış yapabilsin diye o günü seçmiştik. Pazar gününü de, bölgemiz turistik bir bölge olduğu için seçtik.

Köylülerin düzeni şöyle idi: Evinin bahçesinde 10-15 salatalık, marul, bunları toparlayıp, leğende, yol kenarında satmak. Şimdi bunları toparlayıp, yol kenarından merkeze geldiler. Cami kenarında, kaldırım kenarında, böyle bir satış vardı. Bu bir potansiyel değil; bireysel, ufak ufak hareketler. Belediye başkanımızın hedeflerinde köylerimizin potansiyelini kullanmak vardı; köylerde tarımsal üretimi artıralım, iç pazarda daha geniş bir yer alalım, bunu da turizm ile entegre edelim. Biz de Slow Food olarak aynı anda, iyi-temiz-adil gıda ve 40 kilometre sınırı çerçevesini koyduk ve birebir örtüştü… Tam merkezden çember çizdiğinizde 40 kilometre yapıyor; 800 kilometrekare bir alan. Şile’ye baktığınızda %80’i orman ve büyük bir kısmı tarım arazisi. Bu süreçte bu arazilerin nasıl kullanıldığını araştırdık. İlçe tarımını dahil ettik. Hibrit tohum kullanıldığını, kapitalist düzene ayak uydurmuş, endüstriyelleşmiş tohum kullandıklarını, işin kolayına kaçtıklarını gördük, dünya genelinde olduğu gibi… Belediye bu projeyi sürdürülebilir kılmak için bünyesine gıda ve ziraat mühendislerini dahil etti. Tüm paydaşlar olarak bir pazar komisyonu oluşturduk ve çalışmalara devam ettik. Biz onlara atalık tohumları, yerel tohumları, bu tür bir tarımı öğrettik. Bu şekilde daha verimli, katma değeri yüksek bir satış yapabileceğini öğrettik, hâlâ da öğretiyoruz, onun mücadelesini veriyoruz ki çok zor bir mücadele. Köylü ile market arasında bir mücadele. Pazarın etrafına şimdi marketler konuşlanmaya başladı, çünkü buna bir tür rant diye bakılıyor. Halbuki çok yüksek paralar mı kazanılıyor? Hayır. Ama sistem oturdu, köylülerin bir kısmı inancını yitirdi belki, çünkü kolay değil… Çünkü yenik düşüyorsunuz. Köylünün, bizim ya da belediyenin hatasından değil, tüketicinin bilinçsiz olmasından kaynaklı. Tüketicinin kafasına çok fazla şey empoze ediliyor. Biz burada iyi-temiz-adil gıdayı pazara sokmaya çalışmak için iki birim mücadele ediyorsak, bunun karşısında 20 birim direnç var. Öyle zor bir sektördeyiz.

Bu pazar şimdi Şile’de yapılıyor. İstanbul’un totalde 150 köyünü kapsayan Silivri, Çatalca, Sarıyer, Beykoz, hatta Pendik ve Tuzla ilçelerinde değil de Şile’de olmasının sebebi ne? Niye oralarda değil de burada?

Birincisi, coğrafyasından dolayı. İstanbul’un akciğeri Şile. %80 ormanlık alanı Şile karşılıyor. 800 kilometrekare alanının olması, 57 köyün bir arada olması… Hiçbir ilçede böyle bir arada değil 57 köy. Bir şey daha var; köylünün etnik yapılarının farklı olması. Bizde Boşnak köyü var, Ahıska Türkleri köyü var, Gürcü köyü var, eskiden bir Rum yerleşkesi vardı, Manav köyleri var. Bunların çeşitliliği de köyler arasında farklılıklara neden oluyor, bu da bir avantaj olarak dönüyor. Coğrafya da geniş olunca, e tabii Şile’de karpuz yetişmesi kimsenin aklına gelmez, İstanbul karpuzu bu. Ben sana karpuz mevsiminde karpuz getirsem, senin aklına Ege gelecek, Güneydoğu gelecek. Hayır bu Şile’nin karpuzu. Biz kentlere beton döktüğümüz için, o kır hayatının İstanbul içinde de olduğunu görmüyoruz, dikkat etmiyoruz. Şile’de olmasının sebebi, birazcık da buna yerel yönetimin inanması. Bu tip konuların hepsinde karar merciinde olan belediye başkanları veya büyükşehir belediyesi ve bizim gibi STK’ların rolü büyük. 

Bu çalışma kapsamında, birbirinizle kurduğunuz ilişkilerde “güvenin yeri” nedir? Güven neden önemlidir, nasıl önemlidir?

Köylü, belediye, STK, tarım, üretici, tüketici. Ana ayaklar bunlar. Bunların hepsi birbiriyle bağlantılı. Biri diğerine güvenmese, sendeleyecek o konu. Biz STK olarak belediyeye güvenmek durumundayız ve o da güven sağlamış bize. Talepleri yerine getiriyor. Geldiniz, pazarı ziyaret ettiniz; belki de Türkiye’de olmayan bir konstrüksiyon var pazarda. Doğru yapı mıdır, uygun mudur, bu tartışılabilir; ama köylüye bir yer inşa edilmiş. Güvendiği için bunu yapmış; peki niye güvenmiş? STK’nın “Evet, bu tarım burada yapılabilir” sözüne güvenmiş. Biz de onlara güvenmişiz. Güvenin bir diğer ayağı olan tüketiciye gelelim. Tüketici o pazara geliyor, en çok neye güvenerek geliyor? Televizyonda gördüğü, mesela X gurmeyi, Y aşçıyı pazarda görüyor. Onlara da güvendiği için geliyor. Referans olarak görüyor. E tabii pazarla ilgili bizim aldığımız negatif hiçbir yorum yok. Sadece, bizim pazarın müşterisi olmayan kişilerden çıkan yorumlar var. Marketle kıyaslayan, endüstriyel ürünlerle kıyaslayan, onlardan doğru bir negatif enerji oluyor. Onun dışında, her hafta ekmeğini, sütünü pazardan alan var. Bu alışkanlığa dönüşmüş durumda. Güveni pazarda üreticiye duymak… Pazara gelip sadece Ayşe Teyze’den ürün alan insanlar var. Güven tam orada kuruluyor. Süte zam geldi, her şeyin fiyatı arttı. Mesela, bizim üreticide süt 3 TL idi, 3,5 TL yaptılar ama 4 TL yapmaya utandılar. Mesela imalatta bir sorun olmuş, tüketici geri getiriyor ürünü -olabilir böyle şeyler- üretici diyor “olur mu ben sana yenisini vereyim”. Böyle bir ilişki gelişiyor. Mesela 200 kişi pazara aidiyet duyuyor, sadakatle geliyor. Onun bence temel sebebi de güven. Bir de tabii, Slow Food’a güven var. Yeryüzü Pazarı bir marka, dünyada 62, Türkiye’de iki tane var. Biri Foça, biri de biziz. Şimdi böyle dünya markası olmuş bir hareketin ucunda olan bir şey Yeryüzü Pazarı.

Peki, tam da bu noktada, 500 içinde 200 kişilik bir sadakat var. Ama kalan 300 kişilik tüketici grubunun güven için çeşitli arayışları olabiliyor; sertifika vs. gibi. Ama siz diyorsunuz ki bizim ürünlerimiz sertifikalı değil, biz o işi o şekilde yapmıyoruz. Bu ilişki kurma meselesinde, Tarım İl Müdürlüğü, Tarım İlçe Müdürlüğü, Gıda Kodeksi, İyi Tarım Uygulamaları vb. bir sürü içerisine girilmesi beklenen ve onun çerçevesi içinde olunduğunda güven ilişkisini hisseden bir tüketici kitlesi var… Peki, sizin önerdiğiniz model ne? Sertifikasyon değil ama, “başka bir modelle güven ilişkisini kuruyoruz” dediğiniz model ne?

Bir semt pazarına gidelim, halden ürün almış. Hemen hemen bütün tezgahtarlar, “organik bunlar” diye bağırır. Kimse itiraz ediyor mu? Herhangi bir yaptırım uygulanıyor mu? Devlet uygulamıyor, halbuki kanunda var. Mesela buraya gelirken bir peynircinin camında “organik peynir” yazıyordu. O organik peynir mi? Değil. Bu bir eğitim meselesi esasında. Organik, doğal ürün, iyi tarım, vs. bunları insanların ayırt edemediğini görüyoruz. İlaçsız olan, markette satılmayan bir ürünün direkt adı “organik” değil. Öyle baktığı için vatandaş bu kafayla geliyor bizim pazara da. Burada köylüler varsa, köylüden çıktı ise bu ürünler, hemen doğal, organik sanılıyor… Organik kelimesinin içi boşalmış durumda. Yani, biz Şile’de nasıl organik yapacağız? Organiğin birtakım kuralları var. Yapılan yerler var ama bizim organik için gerekli o kadar kıstasa uyma şansımız yok. Yalancı oluruz. Başka şeylere girmemiz gerekir. Yazın 1 milyon 600 bin aracın bir günde geldiği tespit edildi Şile’ye. Bu kadar aracın geldiği yerde, egzozdan karbon ayak izine, hava kirliliğine vs. bu meselelere girdiğinde senin organik tarım yapma şansın yok. Ama biz ne yapıyoruz? İlaçsız, iyi tarım yapıyoruz. Tüketiciyi devletin bilinçlendirmesi lazım. Bu kahveyi sütlü, kafeinsiz diye ayırabiliyorsak, ürünleri de herhangi bir söylentiye gerek kalmadan net bir şekilde ayırması gerekir devletin. Biz sözde ayırmış durumdayız.

Bu adil ve sağlıklı gıdaya erişim meselesindeki eşitsizlik… Tamam, Şile’de böyle bir şey kuruldu ama bu ihtiyaç ülkenin, dünyanın ihtiyacı. Sizce bu, herkesin doğuştan bir hakkı olarak görülüp, nasıl yaygınlaşabilir? Şile’den ibaret kalmaması sizce hangi yolla mümkün?

Bunu yapabilmek için güveni sağlamak zorundasın, inandırmak zorundasın. En önemli konu da gelir. Üreticinin para kazanması, ekonomik olarak tatmin olması gerekiyor insanların. Ahmet yapmış kazanmış, Mehmet diyor “e ben niye yapmayayım”, o da yapıyor, bu şekilde yayılıyor. Bu yayılmayı bir kere sağlamak lazım. Bunu sağlamak için de, üreticiye yerelinde herkesin destek vermesi lazım. Siyaset filan düşünmeden, hangi partiye, kuruma ait olursa olsun desteğini kesinlikle vermeleri lazım. STK’ların mutlaka taşın altına elini sokması lazım, çünkü dünya televizyonda gözüktüğü gibi değil. Köylüler de televizyon bağımlısı; ama tarlaya indiği zaman, gerçekleri birileri gösterdiğinde ve para da kazandığında bu yayılıyor. Yeni üretici başvuruları var mesela pazara… Neden? O, diğerini gördüğü için geliyor. Slow Food gibi, Buğday Derneği gibi, Kadıköy Kooperatifi gibi çalışmaların çoğalması şart.

Peki, bilinçsizlik dışında işin çok genel ve ne kadar itiraz edilebileceği de tartışmalı olan şöyle bir tarafı var: Yaygınlaşma meselesini, kent yoksulunun da sağlıklı ve adil gıdaya erişimi üzerinden düşünürsek, bu yaygınlaşma nasıl sağlanabilecek? Bu, sadece orta-üst sınıf ya da turist zevki olmaktan nasıl çıkacak sizce?

Bu dünyanın tartıştığı bir konu ve zor. Ülkemizin koşullarında GSMH’ye, asgari ücrete baktığında, iyi-temiz-adil gıdaya bütçe ayıracak kısmın nüfusun %1’lik bir kesimi olduğunu söylemek mümkün. Gönül istiyor ki herkes buna rahatlıkla ulaşsın. Hatta Slow Food’un sloganlarından biri “lezzet bir insanlık hakkıdır”. İyi beslenme de bir insanlık hakkıdır ama bunu hem ekonomik şartlar hem de rekabet, haksız rekabet ortamı, endüstriyelleşme zorluyor. Herkesin her şeyi giyebildiği, tadabildiği bir sistem yaratmak gerekmiyor mu? Nasıl olacak?

Hibritin verimine karşı neden atalık tohumun verimini artırmayalım mesela? Bunlara kafa yorsak. Bahçeyi tarlayı lavanta ile çevirince şu gelmiyor, arap sabunu kullanınca şu olmuyor vs. gibi bilgi paylaşımlarını çoğaltmak lazım. Doğallığı çoğaltmak lazım. Çok fazla belediyeyle iletişim kurmaya çalışıyoruz, Yeryüzü Pazarı’nı nerede yapalım diye… Anlatıyoruz, kayboluyorlar sonra. Onların derdi başka: Oy ve para derdindeler. Bizim çalışmanın ekonomik etkisi uzun vadeli. Şimdi üç-dört yıl oldu, kırsal kalkınma, kırsal turizm gibi bir etkiye yöneldi. 57 köyden 12 köy bunun içinde. Ağva’ya da bir pazar kurulacak. Şu an kayıtlı üretici sayısı 40 civarı. Bunların içinde ikincil ürün yapan da var; reçel, sirke, gibi işlenmiş ürünler. Yüzdelik dilime girmeyecek bir azınlık tabii. Çünkü başka köyler pazara gelmek yerine yolun kenarında, evinin önünde satmayı tercih ediyor. 


Bombalara Karşı Sofralar Derneği

“Söylemimiz, tüketimi nasıl tersine dönüştürebiliriz, sürdürülebilir bir noktaya nasıl getirebiliriz, paranın olmadığı ilişkileri nasıl kurabiliriz üzerine.”

Nasıl bir çalışma anlayışınız var?

Gönüllü olarak çalışıyoruz ve kesinlikle aramızda hiyerarşi yok. Tanıdıklarımız geliyor. Bazıları meyve sebze kesmek için bazısı pişirmek için bazısı yemek için. Sloganımızda da o var zaten: “Hazırlamaya gelmesen bile yemek yemeye gel tanışalım, konuşalım, aramızdaki yabancılığı atalım.” Şehir kültürü hep yabancılaştırma üzerine. Toprakla haşır neşir olamıyoruz ve her yer beton. İsraf ve betonun dışında farklı, alternatif bir alan örmeye çalışıyoruz. Sembolik de olsa bu sofrayı kuruyoruz. Hayvansal ürün yok bu sofrada. Esnaf da bitmek üzere olan sebze meyveleri bize vererek destek oluyor. Biz de bunlardan yemek oluşturuyoruz ve geri dönüştürüyoruz. Sadece bununla sınırlı değil. Yaşam hakkını da barınmayı da işgal evleriyle savunan, “arabadan in bisiklete bin” gibi uygulamalarla petrol kökenli savaşlara karşı çıkan büyük bir organizasyonun parçasıyız. McDonalds’a girip ücretsiz yemek hakkını kullandığı için evsizlerin dövüldüğünü de görüyorduk. Ben de yaşadım ramazanda oruçluyken. Bir AVM’de iftarımı açmaya çalışıyorken oranın güvenliği burada yapamayacağımı söylemişti. Paramın olmadığını, herkes gibi orucumu açtığımı söylemiştim. Buna karşın beni dışarı çıkartıp hakaret ettiler. Halbuki ben hayvanlar için de yiyecek toplamıştım. Biz sadece insanları görüyoruz mahalle kültüründe halbuki hayvanlar da o mahallenin bir parçası ve çöpe giden yemekler her canlı için zarar. Yerellerle birleşip sömürü düzeni ve tüketim kültürüne karşı alternatif alanlar örüyor bizim çalışmamız.

Sofralarınızı İstanbul’da nerede kuruyorsunuz?

Galatasaray Meydanı’nda kuruyorduk ama ilki Gezi Parkı’nda kurulandı. Orada ekolojik bir direniş, farklı bir alan yaratmaya çalışan kitleler vardı. Biz de bu direniş içinden doğduk. OHAL’e kadar düzenli yapmaya çalışırken sıkıntılar da oluyordu, inisiyatifi elimizden alma çabaları da. OHAL’den sonra saçma nedenlerle yiyecekleri dağıtamazsınız dediler. Neden izin alınmadığı, neden dağıttığımız sorgulandı, yemeklerde hastalık olabileceği, sağlık kontrolü zorunluluğu gibi bahaneler çıkardılar.

Galatasaray’da bu çalışmayı yapıyorken bu çalışmaya katılan o civarda yaşayan insanlar mıydı? Yoksa çeşitli yerlerden gelenler miydi? Bir mahallelilik hali var mıydı?

Tepebaşı’ndayken tamamen mahalle esaslıydı. Kafeler yardım ediyordu, halk gelip şarkı söylüyordu, oturup yemeğe katılıyordu. Belli bir süre sonra Galatasaray’a kaydırınca biraz daha dışarıdan gelen arkadaşlar da katıldı. Kendi mahallemizle birlikte diğer insanlara ulaşmak da önemli. Oraya bir sürü turist de geliyor ve eleştirdiğimiz tüketim kültürünü devam ettiriyor. Biz de “tüketimi böyle sürdürmeden de, restoranlara gitmeden de temiz ve güzel, sömürüsüz, hayvanların ölmediği vegan yiyeceklerle doyabiliriz” diyorduk. Galatasaray daha genele hitap ederken Tepebaşı daha yerele hitap ediyordu.

Şimdi nerede kuruyorsunuz?

Şimdi Kadıköy’de yapıyoruz. Kadıköy’de Altıyol, Yeldeğirmeni gibi çeşitli yerlerde kurduk fakat çoğunlukla ilgi kayboldu. İnsanlar, OHAL’den mi demek lazım yoksa kent koşturmacası mı, iletişim bile kurmak istemiyorlar, çok yabancılaştık birbirimize.

Faaliyeti yürütürken ekip içerisinde ve başka inisiyatiflerle kurduğunuz ilişkilerde güvenin yeri ne?

Planlı değil organik bir ilişki var. Gönüllülük esaslı olduğundan belirli kişiler yorulunca çok az kişi ilgilenebiliyordu ama iyi tarafı aktif çalışıyor, heyecanlı geliyorlardı. Samimi bir çalışma içinde sürtüşme olmamasına çalışıyoruz. Parayı katmıyoruz fakat paradan gelen, para olmasa da ortaya çıkan çıkar ilişkisi zedeliyor. Ne kadar olmaması için uğraşsak da bazen güveni zedeleyen önlem almamız gereken suistimal ve tacizler olabiliyor. Mesela polisin OHAL’i bahane edip kimlik sorması ve hep rahatsız etmesi de genel olarak güveni zedeleyen bir olay. Ya da kimse bilemiyor çalışmaya dahil olan kişi tacizci mi, ırkçı mı diye. Bundan dolayı güven sarsılabiliyor. Kendi içimizde ırkçılığa, türcülüğe ve cinsiyetçiliğe karşı olduğumuzu ifade ediyoruz ama gelenlere “sen gelme” diyemiyoruz. Bir vaka olduğunda kendi içimizde karar ve inisiyatif alıyoruz. Kişilere “özeleştiri ver” ya da “katılma” diyoruz. Bu davranışlardan hoşlanmadığımızı söylüyoruz. Bir sürü olumsuzluk yaşamamıza rağmen insanlar aslında bir şeylerin değişmesini istiyorlar. Kentlerde betonlar arasında sıkışmışlık insanları karamsarlığa düşürüyor fakat insanlarla sohbet ettikçe düşman olarak gördüklerimizin ne kadar değişmeye açık olduğunu, haksızlığa karşı isyan edebileceğini, hakkını arayabileceğini görüp motive oluyoruz ve bunlardan güç alıyoruz.

Gıdaya erişim yolunda adaleti sağlama konusunda özel olarak evsizlerle bir güven ilişkisi kurabiliyor musunuz? Yemek artıklarını aldığınız market ya da bakkal ya da restoranlarla güveni nasıl kuruyorsunuz?

Biz özellikle politik nedenlerden dolayı, israf kategorisine alınan yemek artıklarını artı ürün olarak görüyoruz. Bu artı ürünler aslında yenilebilir gıdalar ve para üzerinden değerlendirilmemesi gerekiyor. Sömürü düzeni bu arta kalan ürünlerin çöpe gitmesini israf olarak dışa vuruyor. Biz bunu yerelimizdekilere dokunan, anlaşılır bir şekilde ifade ediyoruz. Yiyecekleri dükkanlarından alacağımızı ancak kesinlikle para karşılığı olmamasını, çöpe gitmek üzere olanları istediğimizi söylüyoruz. Bunların aç kalanlara ve evsizlere ulaşmasını istediğimizi söylüyoruz. Aç veya evsiz olmasa da parayla ilişkiye ve israfa tepkili insanlar da geliyor ama biz ilk söylemi marketlere karşı kuruyoruz. Onlar da yardım etmek istiyorlar. Bazen malzeme toplamaya geç gittiğimizde “Niye gelmediniz biz size verecektik” diyorlar, yani onlar da sorumluluk alıp bizi denetliyorlar ve bu bizi motive ediyor. Bir esnaf bir röportajda bu sofraların bir parçası olmaktan gurur duyduğunu söylüyordu. Bir baskı kurmuyoruz, kendisi istiyor bunu ve bir aidiyet hissediyor. Genele de yaymak gerekiyor bunu.

Adil ve sağlıklı gıdaya erişmek bir eşitsizlik meselesi. Faaliyete, bunu aşmaya yönelik mi başlamıştınız?

Dünya çapındaki küreselleşme olgusu herkesi yutup kültürden ekonomiye ve üretime kadar her şeyi metalaşmaya itiyor. İnsanın, hayvanın, bitkinin veya doğanın meta olarak görülmemesi için çalışıyoruz. Hareketi, bunların hepsinden etkilenerek gelen insanlar olarak görüyoruz.

Sizce bunun gibi bir çabanın sadece Galatasaray’da ya da Kadıköy’de değil de 15 milyonun yaşadığı İstanbul’da daha yaygınlaşması için ne yapmak gerekiyor? Sembolik olmasının ötesine taşınarak hakikaten nasıl kalıcı ve yaygın hale gelebilir?

Daha fazla yerele ulaşabilmesi için aslında sofrada nasıl bir rutinin işlediğine dair kılavuz hazırlama yönünde çalışmalar yaptık. İnisiyatif çıkmadığı ve tek başıma kaldığım için devam ettiremedik. Bir sürü yerde buna meyilli, “nasıl bir yol takip edebiliriz?” diye soran insanlar var. Model sunmaktansa nasıl yapabileceğimizi sormak daha mantıklı. Kendi yerellerimizde ortaya çıkan, kötü olsa da örnekleri bireysellikten kolektif bir deneyime aktarmak örnekleri yaygınlaştırabilir. Taksim’de olan şartlar çeperde de geçerli. Taksim’de kolektif çıkmıyorsa Sultanbeyli’de de yapamıyoruz. Orda yapılamamasının tek sebebi mekanın olmaması değildi; inisiyatif de çıkmamasıydı. Gönüllülük emrederek işleyemiyor. Öylesi, böyle bir konseptle fikirsel ve yöntemsel olarak çok tezatlık oluşturur. Hem kolektivite hem de gönüllülük olduğu zaman bazı sorunlar ortaya çıkabiliyor. Mesela Sultanbeyli’de çok zor olduğunu orada yaşadığım için biliyorum. Oradaki yaşayış, hemen tüketeyim daha az alayım mantığında olduğundan yemeklerin çöpe gitmesi daha az. Taksim’de aşırı bir tüketim var. Merkezi yerlerde sembolik anlamı olan pratikler belki daha mantıklı. Çoğu yer daha kentsel dönüşüm etkisine girmedi. Bahçelik alanlar ve burada permakültürle kendi ürününü kendi sağlayabileceği yerler var; devlet bunun olmasını istemiyor, inşaata açıyor ve yok olmaya başlıyor. Bir noktadan sonra Taksim, Kadıköy gibi olacak oralar da ama şu anda değil. İleride oralara da sıçrayacak.

Bombalara Karşı Sofralar’ın küresel anlamda da yoğunlaştığı yerler Kuzey Amerika ve Avrupa mı? Oralarda olmasının sebebi de, Küresel Güney’de büyük bir açlık varken orada israf ve tüketim kültürünün yoğun olması mı?

İsrail’de, Afrika ülkelerinde; Tayland’da, Tayvan’da da var. Fakat orada daha çok israf ve açlık üzerine kurulan bağ üzerinden bu çalışma yapılıyor. Biz de o sloganı atıyoruz ama bizde görünür olan tüketimin artması ve evsizlik. Söylemimiz, tüketimi nasıl tersine dönüştürebiliriz, sürdürülebilir bir noktaya nasıl getirebiliriz, paranın olmadığı ilişkileri nasıl kurabiliriz üzerine. Ama bir yandan da insanlar obez olmaya başlıyor, ikisi aynı anda oluyor. Sınırını tam nasıl çekeceğiz belli değil ama birleştiğimiz noktalar olacak. Hepsi tüketim kültürünün, ekonominin merkezileşmesinin ve kapitalizmin sömürü düzeninin bir sonucu. Protesto etmek dışında bu hareketin belli kazanımları oldu. Almanya’da devlet desteğinde, internet ortamında ihtiyaç sahibi insanların üye olup yiyecek artıklarını kazandığı food sharing (gıda paylaşımı) sistemi var. Bu anlayışla çalışan ve kira vermeyen Freegan kafeler var. Freegan beslenenlerin bazıları da “satın alacağıma zaten çöpe gitmek üzere olan yoğurt veya yumurtayı bu yolla alayım” diyerek hayvansal ürün tüketiyor. Toprakla haşırneşir olup kendimizi beslediğimiz permakültür buna ekleniyor. 


Çorbada Tuzun Olsun Derneği

“Gıda dağıtımı bizim için bir araç. Bizim amacımız, evsizlerle iletişim kurmak ve onları topluma kazandırmak.”

Yerellikten ne anlıyorsunuz? Yerel çalışmanın sizin için nasıl bir önemi var?

Yerellikten, subsidiarite ilkesini, yani hizmetin halka en yakın birimler ve sosyal gruplar tarafından görülmesini anlarız. Organizasyonel olarak yerelle çalışmak da, mahalli organizasyonlar ile paydaş olarak işbirliğinde bulunmak demektir. Bu yürütme eylemi katılımcılığa, sürdürebilirliğe ve yönetişime dayanır.

Gıdaya erişimde yerellik, sürdürülebilir kalkınma hedeflerini bize hatırlatır. Üretimin daha verimli, daha ulaşılabilir olmasını ve tüketimin daha güvenli kılınmasını sağlayarak insan hayatının sürdürebilirliğini sağlar.

Kurduğumuz ilişkilerde güven, faaliyet yürüttüğümüz yerelde gerek faaliyetimizin ana odak kitlesi “evsiz- sokakta yaşayan” dezavantajlı grubu ile olan ilişkilerimizi, gerekse çalıştığımız bölgedeki sosyal çevre ile mahalli organizasyonlarla olan ilişkilerimizin kuvvetini ifade eder.

Bizler kendimizi “yerel” bir çalışma olarak görüyoruz. Faaliyet gösterdiğimiz bölge insanlarına, çalıştığımız bölgedeki iletişimimiz ve ilişkilerimizle hizmet ediyoruz. Bu yüzden verimliliğimizin artması için yerel iletişimi ve ilişkilerimizi kuvvetlendirmeye çalışarak, kurduğumuz dış iletişimi ve dış ilişkileri de yerel çalışmalarımıza destek olacak şekilde kullanıyoruz.

Yerel çalışmayı seçmemizin sebebi, evsizlik gibi birçok farklı dezavantajlı grubu içerisinde barındıran sosyal travmaya (kadına şiddet, mülteci, çocuk istismarı, madde bağımlılığı vb.) bağlı sorunların çözümünün yerellikte bulunmasıdır. Evsizlik bir barınma değil, bir barınamama sorunudur. Barınabileceğimiz bir toplumu, yerelliğin gücünden faydalanarak ve yerelliği unutmayarak çözebiliriz. Yerellik özel olmakla beraber hassasiyet gösterilmesi gereken bir kavram. Birçok topluluk veya kurum, yerelliğin farkındalığını taşımadıkları için çevresinde bulundukları çözümleri ıskalar. Gıda tedariğinde de yerelliği önemli görüyoruz. Yerel gıda tedariği, israfın önüne geçmeyi, sürdürebilirliğin sağlanmasını ve korunmasını sağlar. Yerel ilişkilerin kuvvetli kurulması, yaşanılan yerel bölgeyi ekonomik ve sosyal olarak besler, zamanla kaynaklarını da daha kuvvetli hale getirir.

Kurduğumuz yerel ilişkileri bu bilinç doğrultusunda kurduk. Esnaftan, mahalli idareye kadar yerel ilişkilerimizin kuvvetli olmasına verimlilik ve sürdürebilirlik açısından önem veriyoruz. Bu stratejiye olan inancımızda yanılmadığımızı, yerel edinimlerimizden ve bu edinimlerle ürettiğimiz değerden görebiliriz.

Dolayısıyla güven unsurunun ilişkilerinizde ve çalışmanızın kendisinde özel bir önemi olduğu söylenebilir mi?

 Güven bizim özümüzdür. Sürdürebilirliğimizin, birlik ve beraberliğimizin temelinde güven yatar. Birbirimizle kurduğumuz ilişkilerde güvenin var olması, motivasyon ve takım çalışması adına önemlidir. Başka inisiyatif veya kurumlarla, üreticiler ve destekçilerle kurduğumuz ilişkilerde güven, işbirliğimizin verimliliği, sürdürebilirliği ve motivasyonu için önemlidir. Dezavantajlı grup ile kurduğumuz güven ilişkisi ise yaptığımız işin en can alıcı noktasıdır. Gıda dağıtımı bizim için bir araç. Bizim amacımız, evsizlerle iletişim kurmak ve onları topluma kazandırmak. Evsizler, onlara yemek götürdüğümüz için değil; onlar için endişelenen, ihtiyaçlarını sağlamak, iletişim kurmak ve onları yalnız bırakmamak için her akşam yanlarına giden birileri olduğu için bizimle iletişim kuruyorlar. Her gün onlar için mücadele eden birileri var.

Güven konusunda örnek vermek gerekirse bağış yapmak isteyen insanlardan, sponsor olmak isteyen kurumlara kadar herkesin önce bir kere organizasyonumuzun dağıtımına katılmalarını isteriz. Biliyoruz ki bir kere gelip evsizlerin derdini ve bizim çözümümüzü paylaşan insanlar, evsizlerin derdiyle dertlenmeye ve çözümün parçası olmaya devam edecekler. Bunun bizi hiç yanıltmadığını kısa sürede geldiğimiz noktadan gözlemleyebiliyoruz. Aynı şekilde hiçbir zaman kayıtsız yardım almıyoruz. Eğer nakdi veya ayni bir bağış yapılacaksa, kayıt ile alıyor kayıt ile teslim ediyoruz. Dernek Başkanı olarak ben de bu kuralı makbuz olmadığında, o an bağış alamayacak bile olsam bozmam. Bizler yaptığımız işe güvendiğimiz için inanıyoruz. Bu yüzden inandığımız şeye zarar vermemek ve inanan insanların sayısının da artması adına güven inşa etmeye önem veriyoruz. Tercihlerimizin de güven inşa edici olmasına özen gösteriyoruz. Bireysel tercihler yerine ilkeler ve kurumsallıktan yana hareket etmeye çalışıyoruz.

İlkelerimize zarar vermeyecek her müşterek işbirliğinde de bulunmaya çalışarak, faaliyet gösterdiğimiz alanda örnek olmaya çalışıyoruz. Beyoğlu’nda evsizlik sorunu üzerine çalışan kurumlarla birbirimizin eksik kaldığı noktalarda birbirimize destek olmaya çalışıyoruz. Örneğin, Üsküdar’da evsizlerle ilgili çalışan bir paydaşımızla dokuz ay boyunca Üsküdar bölgesindeki evsizlere sosyal travma atölyesi yaptık.

Gıda denetimini sağlamak adına ise tüm gıda üretimini kendi mutfağımızda yapmaya çalışıyoruz. Yiyemeyeceğimiz hijyen ve tattaki gıdayı dağıtmama gibi bir ilkemiz var.

Gıdaya erişim noktasında sizin çalıştığınız kesim ciddi anlamda dezavantajlı bir kesimi ifade ediyor. Dolayısıyla gıdaya erişimdeki adaletsizlikleri, gıdaya erişim meselesinin ciddi bir eşitsizlik meselesi olduğu ortaya çıkıyor. Etik ve adalet mefhumlarına nasıl bakıyorsunuz?

İkisini sağlayabildiğimiz oranda yaptığımız işin ve kurumumuzun güvenilirliğini sağlayabildiğimizi düşünüyoruz. Adil ve sağlıklı gıdaya erişimin herkesin hakkı olduğuna inanıyoruz. Evsizleri topluma geri kazandırırken, besin ihtiyaçlarını sağlıklı olarak giderebilmelerini hedefliyoruz.

Sağlıklı ve güvenli gıdaya erişim koşullarını sağlamak istiyoruz. Bu erişim aracılığıyla, toplum düzeninden kopan dezavantajlı grup evsizler ile toplum arasında bir köprü inşa etmeyi ve topluma geri kazandırmayı hedefliyoruz. Beyoğlu bölgesinde çalışıyor olmamızın sebebi, bu bölgenin İstanbul’da evsiz dezavantajlı grubu popülasyonunun en yüksek olduğu bölge olması. Bu bölge dışında Beşiktaş bölgesinde gıda dağıtımı ve keşif çalışmalarına haftada bir gün olmak üzere başladık.

Hedef kitlemiz birçok dezavantajlı grubu kapsayan geniş yelpazesi olan bir grup. Derin sosyal travma ve madde bağımlılığı, evsiz dezavantajlı grubunun topluma geri kazandırılma ve toplum düzeninde yer edindirilmeleri konusunda pranga görevi görüyor. Evsizleri bu prangalardan kurtarabilmenin en önemli kısmı, onlarla diyalog kurarken, öte yanda barınabilecekleri, barınmak isteyecekleri bir toplumu inşa edebilmek.


Kadın Kadına Mülteci Mutfağı

“Kadınların kendi ayakları üzerinde durmasını sağlamak, evdeki baskıcı erkek egemen zihniyeti kırmak üzerine bu çalışmaya başladık.”

Kadın Kadına Mülteci Mutfağı’nın kurulmasına öncülük eden Okmeydanı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği (OKDER) mutfağın kuruluş sürecini ve faaliyetlerini anlattı.

KKMM yerel çalışmadan ve yerelle çalışmadan ne anlıyor? Bu meseleyi nasıl görüyor?

Biz çalışmayı yerel olarak düşünmenin, yerellerin desteğini almak açısından daha doğru olduğuna inanıyoruz. Bu tip çalışmaları herkesin kendi yerelinde düşünmesinin, yapmasının daha doğru olacağına inanıyoruz. Bizim başka bir bölgede buna benzer bir çalışmayı yapma hedefimiz yok. Ama yerellerde, somut olarak mahallede yapılan çalışmalarla dayanışma yapmak diye bir hedefimiz var. Bu çalışmayla öğrendiğimiz şu oldu: Bu tip yerellerdeki mahalleliyle (o mahallede yaşayan tüm toplulukları kastediyorum) birlikte yapmak hem daha sağlıklı, hem de amacına ulaşması bakımından verimli. Bizim amacımız bu yerel çalışmadan bir hareket oluşturma değil; biz, mültecilerle ve kendi mahallemizdeki kadınlarla bu mutfak üzerinden kendimizi tarif ettik. Yaşadığımız toplumda, kendi yerelindeki çalışmalar orada yaşayanlarla temas kurulduğu ölçüde karşılık bulur. Toplumsal olarak zor bir konjonktürden geçiyoruz. Güvensizliğin yaygın olduğu günümüzde bu tip çalışmaları o mahallede yaşamayan birilerinin yürütmesinin zor olduğunu ve kısırdöngü içine girdiğini görüyoruz, düşünüyoruz.

Peki, böyle bir çalışmayı Gazi Mahallesi’nde yapmakla Okmeydanı’nda yapmak arasında bir fark var mı? Yani daha doğrusu, Okmeydanı’nda yapmayı özgün kılan bir tarafı var mı?

Bizce yok. Her yerde bu tür çalışma yapılabilir. Tabii ki insanlar bu mekanın, Okmeydanı’nın kendi koşullarından kaynaklandığını düşünüyor, maalesef öyle bir durum yok. Dernek 2014’te kurulduğunda, bu mahalleye mülteciler yeni gelmeye başlamışlardı. Bizim derneğin mültecilerle ilgilenebileceğini bilmediğimiz için tüzüğümüze bu konuyu almamıştık. Sonra tabii ki bir karar vermek durumundaydık: OKDER olarak, mültecilere destek verecek miyiz, vermeyecek miyiz? İnsani temelde destek verelim dedik, derneğimizin kapılarını mahallemize yeni gelen komşularımıza açtık. 

Bu komşularımızın yaşadıkları evlere gitmeye başlayarak sürecin içinde kendimizi bulduk. 

Temel yaklaşımımız şuydu: Savaşın yıkıcı etkisiyle kaçıp kendisine sığınacak bir yer bulmuş birine kucak açmak, sahiplenmek ve kaldığı ölçüde bir komşuluk hukuku oluşturmak aslında hepimizin güvenli bir alanda yaşamasına olanak sağlayacağına inandığımızdan bütün arkadaşlarımızla seferber olduk. Dolayısıyla da benim komşum eğer güvensizse, açsa, yatacak yeri yoksa, o mahalle, o bölge çok güvenli bir alan değildir.

Mülteciler ülkeye geldiklerinde önce kendi ekonomilerine en uygun yeri, sonra da orada tanıdık birinin varlığı ile yerleşmeye başlıyorlar. Bizler de iç göçle gelen aileleriz, dolayısıyla bizler de bu bölgeye tanıdıklarımızın tavsiyesi üzerine geldik. Çünkü herkes önce güvendiği birilerinin yanında kalmak ve yerleşmek ister. Ama mültecilerin yaşadıkları zorunlu bir göçten bahsediyoruz. Birlikte yaşamanın ne kadar zor olduğunu farkındayız. Dernek olarak mülteci komşularımıza ayırım yapmaksızın, siyasal, mezhepsel düşüncelerine bakmaksızın insani temelde destek verdik. Bu çalışmaları yaparken ileriye yönelik bir proje çalışması dizayn etmedik. Sürecin doğal akışı içinde gitmesi bizleri bugünlere getirdi. 

Mutfak fikri de bu doğallığın içinde filizlendi diyebiliriz. Mülteci kadın komşularımızla bu süreci iki yıldır sürdürüyoruz. İki yıldır da tartışmaya devam ediyoruz. Bu süreçte birlikte yola çıktığımız komşularımızla demokratik bir ilişki kurmaya özen gösterdik, bu özeni göstermeye devam ediyoruz. Çünkü bu demokratik işleyişin ne kadar samimi olup olmadığı, yapılan çalışmanın ömrünü de belirler. Bu süre zarfında “Size ne kardeşim!” demedik. “Biz böyle yapıyoruz” demedik. Dayatmacı olmak yerine katılanların ikna olmasını bekledik. O zaman faaliyetin mayası daha sağlam oluyor. 

Peki bu çalışmanın yerelde sağlıklı ve güvenilir gıdaya erişime dair bir katkısı oldu mu? Yoksa buranın yaptığı ürünler mahalle dışına yönelik mi?

Biz mutfak fikrini önceden düşünerek yapmadık. Anladığımız bir alan da değildi aslında. Her gün yüzlerce mülteci kadın derneğe gelerek ihtiyacını ifade ediyordu. Bu yaklaşık 1,5 sene sürdü. Bizler gönüllülerimizle birlikte bu süre içinde 800 ailenin temel ihtiyaçlarını karşıladık, halısından masasına kadar, devlet ve fon katkısı olmadan gerçekleştirdik. Bu arada bu çalışmanın toplum içinde karşılık bulması adına bir gönüllü ağı oluştu. Mültecilerin temel ihtiyaçlarını güven temelinde karşılayınca, derneğe düzenli gidip gelen kadınlar oldu. Artık tanışır, selamlaşır olduk. Sonra sohbet etmeye başladık. Tabii ki bu süre içerisinde güven ilişkisi oluştu. Bizden mültecilere yönelik kötü bir davranış oluşmadığını gördüler. Ayrıca mülteci kadınların da Türkiyeli kadınlar gibi büyük bir baskı altında olduklarını gözlemledik. Hayatın bütün yük ve sorumluluğu aslında kadınların üzerinde: Çocuğa kadın bakıyor, yardım için kadın araştırıyor, ev buluyor. Erkek, varsa işe gidiyor, iş yoksa evde yatıyor. 

Bizim mahalledeki acil konu, mülteci kadınların kendilerini ifade etmesine, birbirleriyle tanışmasına ve onlara destek olmasına olanak sağlayacak bir alana ihtiyaç duyulması oldu. Dernek mekanı süreç içinde hem ihtiyaçların karşılanma yeri hem de bu ihtiyaç vesilesiyle tanışıp arkadaşlıkların kurulduğu bir mekana dönüştü.  

Mülteci kadınlarla yaptığımız sohbetlerde, birilerinden yardım istemek yerine kendi yapabilecekleri işler olursa yapacaklarını söylüyorlardı, ama çok çocuklu olduklarından dolayı da çocukları bırakacakları yerin olmayışı ise bir sorundu…

Dernek yönetimi de bir karar sürecine geldi. Hem mahalledeki kentsel dönüşüm ve mülkiyet sorunları gibi çetrefilli sorunlarla uğraşmak hem de hiçbir deneyim sahibi olmadığı bir alandaki sorunlarla ilgilenmek üzere.

Benzer başka çalışmalarla bir ilişkiniz var mı? Varsa o güven ilişkisini nasıl kuruyorsunuz?

Var. Biz bir ağ oluşturduk. Bizim daha önce göçmenler meselesiyle ilgili bir deneyimimiz yok. Benim de, mahalledeki arkadaşlarımın da yok. Bununla ilgili ilk deneyimimiz Göçmen Dayanışma Ağı ile ilişkilenmekti. Biz önce o ağla ilişki kurduk, gidip geliyorduk. Sonra baktık, orada bir sürü insan var ama somut, yerelde insanlara değecek bir çalışma yok.

Biz mültecilere daha somut dokunan, bir çalışmanın ancak yerellerde yani mültecilerin yaşadıkları mahallelerde ve orada yaşayanlarla birlikte bir çalışmanın sağlıklı olabileceğine inandık. “Herkes kendi mahallesinde bu çalışmayı yapabilir mi?” diye tartıştık. Yapabiliriz. Bu sebeple Mülteciyim Hemşehrim ağını kurduk. Bu ağın temelleri de mahallelere dayanıyordu. Mahalleler Birliği içindeki mahallelere bu çağrı yapıldı, ama kimse çok fazla bu mevzuya girmek istemediği için üç mahalle buna cevap verdi. Mahmut Şevket Paşa Mahallesi ve Yarımburgaz Mahallesi olarak başladık. Sonra sürece Bayramtepe Mahallesi dahil oldu.

Hem kent savunuculuğu, hem mülteci meselesinde biz bu üç mahalle ile dayanışma içindeyiz. Yarımburgaz Mahallesi’nde mutfak değil de mesela orada Türkiyeli ve Suriyeli çocukların futbol etkinlikleri başta olmak üzere çeşitli etkinlikler yapılıyor. Mutfak olmasa da daha minyatür bir mutfak filizleniyor diyebiliriz. Bayramtepe Mahallesi’nde ise sanatsal etkinlikler yapılıyor.

Etik ve adalet mevzusuna gelelim. Sağlıklı, adil üretilmiş temiz gıdaya erişim bir hak ise, organik-ekolojik dediğimiz gıdanın fiyatının yüksek olması, onu bir hak değil bir tür lüks olarak algılamaya itiyor. Kadıköy, Şişli gibi bir yerde bu algı kolay kırılabilse de Ümraniye, Gaziosmanpaşa veya başka yerlerde böyle bir şeyin tahayyülünü neden kuramıyoruz?

Biz derneği kurarken aslında kendi yaşam alanlarımızı korumaktan bahsettik. Bu sadece kent ile değil; beslenmekle de ilgili, haklara erişimle de ilgili. Kapitalizmin vahşileşmeye başladığı yerde, her şeyin ilaçlaştığı bir sektöre döndü gıda. Daha çok üretim yapılması için, zamanında üretim yerine kimyasal girdiler takviye ederek karşımıza getiriyorlar. Bizim belki dernek olarak gücümüz yok ama buna duyarlı olmak gerektiğine inanıyoruz. Bizlerin sağlıklı ürünlere ulaşma hakkımız var. Bu bir hak ve bunun engellenmesi veya başka bir şekilde karşımıza çıkartılmasına izin vermememiz gerektiğini bilince çıkartmamız gerekiyor. Biz bunu kendi üyelerimizle de tartıştığımızda “Bu bir hak ise, bu hakka ulaşmak için mücadele etmemiz gerekiyor” dedik. Burada, diğerlerinden belki farkımız, yerellerin-belediyelerin görevi olan işleri kendi üzerimize almıyoruz; sorumlusu olan kurumun yapması için zorluyoruz, yaptırmaya çalışıyoruz. 

Dolayısıyla bizler aslında amme hizmeti yapmıyoruz. Eğer belediyenin karşılaması gereken bir hak varsa, belediyenin stratejik raporuna girmiş ise, bunu yaptırmaya çalışıyoruz. Biz bu kurumların görevini yapmıyoruz, yapmayı üstlenmiyoruz.

Ama gıda kamusal bir hizmet değil. Dolayısıyla devlet, kamu adına yapmıyor bunu.

Evet. Ama aslında belediyeler bunu yapabilir. Tedarikçiliğini yapabilir, taşımayı yapabilir. Temel sorun nedir? Nakliye meselesi. Bu nakliye meselesini belediye çözebilir. O zaman biz belediyeye, “Senin, sınırların içerisinde yaşayan vatandaşların daha sağlıklı ürüne erişme hakkı için çaba göstermen lazım” diyebiliriz. Mesele bunu hak olarak görüp görmemekte. Bu memlekette, mesela benim konut edinme hakkım var. Ama devlet bu hakkı yerine getirmiyorsa bu hak ortadan kalkmış olmaz. Bunu hak görenler bu hakkın mücadelesini vermeli, veriliyor da. Gıda üzerinden de, bu yerellerin kağıt üzerinde olsa bile hizmet edileceği alanlar bunlarsa, bizim bu istekleri, bu hakları hayata geçirmenin yolunu bulmamız gerekir. Mahallemizdeki sorunlarımızı da dernekte böyle çözmeyi doğru buluyoruz. 


Komşu Kafe Kolektifi

“Biz sermaye ile işleyen bir kafe değil, dayanışma ekonomisi olarak işleyen bir kafe inşa etmek ve onu işletebilmenin derdindeyiz.”

Komşu Kafe sizce yerel bir çalışma mı? Yerellikten ne anlıyor?

Kolektifin ilk üyeleri Yeldeğirmeni’ni bir lokasyon olarak seçerken muhtemelen rastlantısal bir şekilde yapıyor bunu. Şehrin haritasını bir dart tahtasına koyduğunuzda, oraya bir ok atar gibi ve belki de mahallenin atmosferini sevdiklerinden… Çünkü Yeldeğirmeni kent içindeki bir köy gibi. Böylesi bir yerelde çalışma yapmak, patron/işçi/müşteri gibi öğrenilmiş pozisyonların sorgulanmasına vesile oluyor. Bunlardan vazgeçiyoruz; daha çok misafir, arkadaş ve aile ilişkileri geliştiriyoruz.

Çalışmalarınızı nasıl duyuruyorsunuz?

Esasında buraya gelen insanlar üzerinden işliyor. Sosyal medyayı kullanıyoruz, burada paylaşımlar yapıyoruz. Ancak daha çok buraya gelen, buranın yaşayan bir yer olarak kalmasını isteyen insanların el vermesiyle işliyor. Bir tür dayanışma çemberi var, buraya gelen dostlar ve misafirler bizi kulaktan kulağa yayıyorlar.

Dolayısıyla, mahallelinin bir tür hedef kitle olduğu söylenebilir mi?

Komşu’ya gelen insanlar çok karışık. Uluslararası öğrencilerden alternatif ekonomiye merak duyanlara, “Ne istiyorsam onu ödeyeceğim de ne demek?” sorusunun cevabını merak eden yaşlılara kadar çok çeşitli insan buraya geliyor. Aynı zamanda kolektif içinde yer alan birçoğumuzun olduğu gibi burası göçmenlerin ve mültecilerin de evi.

Bu haliyle mevcutta var olan “yerellik” kavramının anlamını dönüştürdüğümüz söylenebilir. Yerelliğin anlamını yeniden inşa ediyoruz, onu farklı türdeki yerelliklere açık hale getiriyoruz. Farklı mahallelerden insanlara, göçmenlere, mültecilere, kafa kağıdı olmayanlara… İnsanların milletine, sosyal ve ekonomik durumlarına ve statülerine bakmadan yeniden inşa edilen bir yerellik bu. Yerel bir kafe olarak herkese açığız, tabii kolektifin anti-cinsiyetçi, anti-ırkçı, anti-homofobik ve anti-otoriter atmosferine saygı duymayı her adımda akılda tutarak. Bu anlamda bizim yerelliğimiz bir tür “uluslararası yerellik”, yani farklı yerlerdeki yerellikleri kapsayan, onlarla dayanışma ilişkileri geliştiren ve deneyim paylaşan bir yerellik tarzı.

Tabii Komşu’nun zaman zaman bir tür hayır işleri yapan bir mekan olarak yanlış aktarıldığını düşünüyorum. Bu iyi bir şey değil, çünkü bilindiği üzere bu tür hayır kurumları sorunları çözmüyor. Bizim kafe tarzımız esasında bizleri bu türden bir yardıma mahkum bırakan kapitalizme kafa tutuyor. Biz aksine sermaye ile işleyen bir kafe değil, dayanışma ekonomisi olarak işleyen bir kafe inşa etmek ve onu işletebilmenin derdindeyiz. Bunu deniyoruz. Elbette bu kafe mahallemizin yerelliğine uygun halde işliyor.

Zor durumda kalmış ve zor şartlarda çalışan dayanışma ekonomileri kendilerini içinde bulundukları mahallelerin koşullarıyla ve ihtiyaçlarıyla uyumlu hale getirmeli. Bu tabii zor bir şey. Umuyorum ki Komşu da gelecekte bu tür koşullar içinde yaşam mücadelesi veren inisiyatifleri daha çok destekleyebilir.

Peki çalıştığınız üreticiler kimler, yine böyle gruplar mı?

Kafe’de kullandığımız ürünlerin bir kısmını kolektifler, kooperatifler, başkaca yerel dükkanlar ve pazarlardan alıyoruz. Bütün ürünlerimizi böylesi inisiyatiflerden aldığımızı söylemek zor tabii. Lojistik sorunu, ekonomik sorunlar ve bizimkisine benzeyen dayanışma ekonomisi temelli gruplar bulmak zor. Bu gruplar kapitalist sistem içinde yaşam mücadelesi veriyor. Ama ulaşmak istediğimiz noktaya doğru adım adım gidiyoruz.

Bir tür gıda adaleti ağının parçası olduğunuzu düşünüyor musunuz?

Kapitalist olmayan bir kafe olarak kentin merkezinde olmak bizim amaçlarımızın temelinde yer alıyor. Tabii Komşu’nun varoluşundaki bu durum bir tür “entelektüel” açı yaratıyor ve evet, bu, Komşu’nun arzuladığı dönüşümdeki rolünü oransal olarak marjinal kılıyor olabilir. Ve pek tabii Komşu kapitalizme son verecek Büyük Canavar değil. Ama bağlantılı olduğu, yeterli destek olduğu sürece ve kolektif çalışabilen küçük inisiyatiflerle beraber hemen bugün yaşamaya başlayacağımız alternatifi yaratmaya çalışıyor. Bu açıdan elbette biz de kentte gıda adaleti için çalışan bir ağın parçası sayılabiliriz.

İç organizasyonunuz nasıl? Nasıl bir çalışma pratiğiniz var?

Mekanın stratejisi toplantılarda oluşuyor. İki tip toplantımız var. İlki, haftalık toplantılar. Bu toplantılarda işi, rotasyonu, etkinlikleri ve ödemeleri organize ediyoruz. Diğeri ise aylık. Bu toplantılarda daha çok mekanın gelecekte ne olabileceğini, burada çalışma hakkında ne hissettiğimizi ve önemli değişimler hakkındaki kararlarımızı tartışıyoruz. Uzun erimli planlar yapmaktan kaçınıyoruz ama değişiklikler yapıyoruz ve bu değişikliklerin sonuçlarını değerlendiriyoruz. Başarılı olup olmadığını değerlendiriyor ve kendimize yönelik kritik yapmaya çalışıyoruz. Kapitalizmin tuzağına düşmeden bunu yapmak çok zor olsa da süreç uzun ve yolda öğreniyoruz.

Peki, geleceğe yönelik nasıl bir projeksiyonunuz var? Kapitalizm gibi bütünlüklü bir sistem içinde yaşadığımızı söylediğinizden dolayı bunu soralım. Daha bütünlüklü bir sistem dönüşümü perspektifiniz ve buna yönelik pratik düşünceleriniz var mı?

Aslında bu soru Kolektif’e çok sorulan sorulardan biri. Gazeteciler soruyor: “Kafe’nin geleceğine dair nasıl planlarınız var?” Avrupa Yakası’nda bir şube açma konusunda kendi aramızda sık sık şakalaşıyoruz. Ama gerçekte Komşu olarak “büyüme” gibi bir amacımız yok. Sermaye birikimi yapmak, genişlemek bize göre kapitalist iş modelinin bir parçası. Dolayısıyla bu mekanın hep yerel ve içinde bulunduğu çevrenin organik bir parçası olarak kalmasını umut ediyorum.

Çalışmalarınızda güven ilişkisini nasıl tesis ediyorsunuz?

Aslında güven meselesi buranın temel meselelerinden biri ama bunu derken bir tür dürüstlük ütopyasından bahsetmiyorum. Biz burada güven meselesini bir güven deneyimi şeklinde yaşıyoruz. Kafe’ye gelen misafirlerimize mekana saygı duymaları konusunda, alet edevata iyi davranmaları konusunda güveniyoruz mesela. Aynı zamanda burada sunulan yiyecek içeceğe hak ettiği değeri vereceklerine dair de bir güvenimiz var. Tabii bu yiyecek içeceğin sunulabilmesi için gerekli olan emeğe de. Kendi içimizde, şiddet ve nefret dilinden uzak, manifestomuza saygı gösteren, birbirine güvenen, sorunlarını çözebilen ve farklılıkları olduğu ölçüde konsensus ile karar alabilen bir grup olmaya çalışıyoruz. Bu açıdan işte, güven burayı kuran temel özelliklerden biri.


DÜRTÜK – Direnen Üretici Tüketici Kolektifi

“Söylemimiz, tüketimi nasıl tersine dönüştürebiliriz, sürdürülebilir bir noktaya nasıl getirebiliriz, paranın olmadığı ilişkileri nasıl kurabiliriz üzerine.”

Yerellikten ne anlıyorsunuz?

Yerelliği sabit-verili bir mefhum olarak değil de sürekli yeniden kurulan bir ilişkiler ağı olarak tarif etmek daha gerçekçi olur. İstanbul gibi büyük bir şehirde pek çok yerellikten söz edilebilir, bazıları birbirine hiç değmeyebilir bile. Ama hepsi toprak ve su gibi hareket halindeki ve tehdit altındaki varlıkların geleceğine bağlı, aynı gemideler. Müşterekler dediğimiz nasıl var olan ortak kaynaklardan ibaret değilse, ihtiyaçların ve arzuların ortaklaştırılması ve adının konmasıyla vücut buluyorsa, yerelliği de böyle kurmak, hayal etmek daha doğru geliyor. DÜRTÜK “İstanbul ve çevresinde üretimi tehdit altında olan üretici” için yerel talebi-tüketiciyi örgütlemek istiyor örneğin. İstanbul çok büyük bir şehir ve ihtiyaçları konusunda diğer şehirlere muhtaç. Bu kadar tüketici bir şehirde yerel üretim ve tüketimden bahsetmek umutsuz görünebilir fakat yediğimiz, içtiğimiz, ürettiğimiz yer burası bizim. Zor olsa da zeminimizi buradan başlayarak kurmak durumundayız.

Yerelle ve yerellerle çalışmak ne ifade ediyor?

Piyalepaşa Bostanı, Yedikule’den Mevlanakapı’ya uzanan Surdibi Bostanları, Beyoğlu ve hatta Hazzopulo Pasajı’nı ele alalım DÜRTÜK özelinde. Şehir ölçeğinde birbirine çok uzak yerler değiller ve küçük ölçekliler ama hepsinin bir hayatı var; insan ilişkileri, kentteki akışlarla etkileşme biçimleri, alışılagelmiş ya da dönüşen sosyal, ticari yapma etme biçimleri vs. Diğer yanda bu mekanlar birbirine kent politikalarıyla bağlı. Surdibi Bostanları’nı, Piyalepaşa Bostanı’nı etkileyen mutenalaşma, kentsel yenileme girişimleri Beyoğlu’nu da etkiliyor. Dolayısıyla yerellerle çalışmak hem kendi biricikliğinde bu mekanları anlamayı hem de bu yerelleri birbirine bağlayan ortak sıkıntıların, ihtiyaçların adını koymayı istiyor bizden. Sorunlarla mücadele biçimleri, yöntemleri çok farklı sonuçta. Yavaş yavaş birbirimiz için birer destek yapısına dönüşebiliyoruz. Hazzopulo esnafı bizi kasa kasa yeşillik taşırken görünce merak edip soruyor; bostanlar muhayyilelere giriş yapıyor. Esnaf bazen yeşillik alıyor, bazen kasaları taşımamıza yardım ediyor. Bu faaliyet içerisinde biz de esnaflık öğreniyoruz tabii. Bütün hana kayyum sebebiyle kira zammı gelince bunu konuşabileceğimiz ortak bir zemin şekilleniyor. Diğer tarafta uzun bir süre yeşillikleri bostanlardan almaya hep biz gittik. Bostana her hafta yeşillikleri almaya gitmek, bostanları görmek, üreticilerle muhabbet etmek çok iyi geliyordu. Bir süredir DÜRTÜK’ten bostanlara arabayla gidip yeşillikleri alabilecek gönüllü bulamıyoruz. Silivrikapı bostancılarından Özkan Abi dağıtım yaptığımız gün kendisi getiriyor arabasıyla. Bu defa da bostanların yerelliğine dair gerçekliklerden, sorun ve ihtiyaçlar dan DÜRTÜK’ün gerçekliğine, sorun ve ihtiyaçlarına bir köprü kuruluyor. Hanı, hanın içinde Dünyada Mekan’ı,1 bizi çalışma ortamımızda görüyor bostancı da. Yeniden tanışıyoruz bir bakıma.  Karşılıklı oturup konuşmaktan farklı bir şey bu, bir çeşit tanıklık süreci. Birbirinin yapma etme biçimlerine, gündelik hayatına, sorunlarına, ihtiyaçlarına, mücadele biçimlerine dair karşılıklı tanıklık. Yerellik ve yereller böyle böyle kuruluyor…

Toprağın, arazinin geleceğine dair bir güvence yokken üreticiyi ekolojik üretime teşvik etmek için çok daha örgütlü bir talebe ihtiyaç var hâlâ.

Peki böylesi bir yerellik tanımı bağlamında, yerelde çalışmak ne ifade ediyor DÜRTÜK için?

Sınırları, ilişkileri, kuralları belli, yalıtılmış, korunaklı bir alan izlenimi veriyor başta. Düşündüğünün, yaptığının elle tutulur olması ve yüz yüze ilişkilere dayanması açısından makro siyasetlerle karşılaştırdığımızda akıl sağlığımıza çok iyi gelen bir tarafı var yerelde çalışmanın. Diğer yandan yerelde çalışmak mücadeleyi sürekli bir uygulamada görme hali. Genel geçer kanaatler üzerinden atıp tutamadığımız, üzerine kurulup oturduğumuz yargı ve kanaatlerin sürekli sınandığı, hayallerimizin duvarlara tosladığı yer de burası.

Gıda tedariği bağlamında düşünsek…

DÜRTÜK her hafta bostanlardan taze yeşillik ve sebze alıp dağıtımını yapabiliyor, üreticiyle aramızdaki mesafe kısa olduğundan dolayı. Arada bu kadar az mesafe olmasının, bizim gibi çoğu tüketicilerden oluşan, toprakla pek de karşılaşmayan kentli gruplar için büyük bir getirisi var. Üretimi yerinde görebiliyoruz, her hafta üreticiyle yüz yüze konuşabiliyoruz. Gıdanın geleceğini konuşmak için de önemli bu. DÜRTÜK, gıda egemenliği ve ekoloji mücadelesiyle angaje örneğin. Yerelde gıda üretim ve dağıtım sisteminin içine gerçek bir figür olarak girmek, ayağımızı yere basmamızı sağlıyor. Fakat bu, “bostanları yerellikleri içerisinde ele almak için bir kılavuz var elimizde” demek değil. İstanbul gibi bir şehrin orta yerinde yapılan bir tarımsal üretim var burada, bir yanıyla gıda tedariği açısından rüya gibi, diğer yandan tam da bu nedenle büyük tehdit altıda. Her an bir hobi bahçesine, kent parkına dönüştürülme tehlikesiyle yaşıyor. Hiçbir güvencesi yok toprağa dair üreticinin. Toprağın, arazinin geleceğine dair bir güvence yokken üreticiyi ekolojik üretime teşvik etmek için çok daha örgütlü bir talebe ihtiyaç var hâlâ. Daha yeni ekolojik üretimi konuşabilir hale geldik bostancılarla ki bunu mümkün kılan, bostanlardan daha çok ürün alabiliyor olmamız değil; tam da bu karşılıklı tanıklıktan kaynaklanıyor. Biz yapmak istediklerimizi henüz beceremesek de, üreticiler bizi tanıyarak derdimizi, düşüncemizi daha yakından tanıyor aslında. Bu yüz yüzelik zamanla sorunları, ihtiyaçları daha geniş bir alanda ortaklaştırmaya dönüşebilir.

Yüz yüzelik demeniz iyi oldu. Biz de lafı güven meselesine getirecektik. İlişkilerinizde güvenin yerini nasıl değerlendirirsiniz?

DÜRTÜK bir kolektif. Haftalık işlerin paylaşılıp yapılması da aciliyetler karşısında birlikte hareket etmek de birbirine güvenerek mümkün. Bostanların geleceğinin güvencesizliğinden yaşadığımız şehirlerdeki kentsel dönüşüme, toprak gaspından yerinden edilmelere, ortak alanların ranta açılmasına, ekolojik yıkıma vs… Tüm hikayenin aslında güvensizlik yaşadığımız alanlar üzerinden başladığını söylemek mümkün. Aile, arkadaş çevresi, profesyonel ilişkiler ya da cemaatlere kapanmadan, güveni başka bir yerde büyütmeye ihtiyacımız var. Birlikte aktif bir eylemin içindeyken, birlikte düşünürken, birlikte iş yaparken kurulan güvenin çok özgürleştirici bir tarafı var.

Yani, kendi yaptığınız çalışma içerisinde tesis edilen bir güven mi bu?

Hayatın bizlere dayattığı ilişkilerin dışına çıkarak, ortak dert edindiğimiz meselelere birlikte kafa yormak aramızda karşılıklı güvenin de oluşmasını mümkün kılıyor. Birlikte bir işi nasıl yapacağını, karşılaşılan sorunları nasıl çözeceğini düşünmek, yani birlikte akıl koymak, yol vermek (tam olarak ikna olunmasa da karar alıp ilerlenmesi için onay vermek) güven gerektiriyor. Hayatın karşımıza çıkardığı sözde kişisel sorunların da kolektif içinde paylaşılması ve yeri geldiğinde birbirine alan-zaman tanıyarak göğüslenmesi, var olamadığımız noktalarda da eylemliliğin sürmesini sağlıyor. Sürekli aktif olmasak da üretimine katıldığımız, paylaştığımız güçlendirici bir gerçeklik zemini bu.

Peki başkaca inisiyatiflerle ne türden ilişkiler kuruyorsunuz?

Yaptığımız şeyin aslında bir dayanışma ekonomisi modelini hayata geçirmek olduğunu söylememiz mümkün. Gıdanın üretim, dağıtım ve satışında, pazar koşullarını esas almak yerine gıda süreçleri konusunda farklı gruplarla ortaklaşa karar aldığımız bir ilişki ağını paylaşıyoruz. Bizimle aynı gayeye sahip diğer inisiyatiflerle, peşin hükümlerle değil, birbirimizden yol yordam öğrenerek birlikte yürümek bu güven ilişkisi sayesinde mümkün oluyor. Her bir inisiyatifin öncelikli prensiplerinin farklı olmasının dışında ortaklaştığı alanlar üzerinden bir araya gelerek bu dayanışmayı devam ettirme motivasyonunu, birlikte yürüttüğümüz projelerde de hayata geçiriyoruz. Ortaklaşa yürütülen her iş, her yan yana geliş de bu güven ilişkisini giderek güçlendiriyor.

Daha geniş resme baktığımızda bahsettiğiniz gıda egemenliği hususunun bir yandan gıdaya erişim konusundaki eşitsizliğe odaklandığını, gıda adaletini tesis etmek istediği söylenebilir. Sizin çalışmanızda etik ve adalet mefhumlarının yeri nedir?

Tüketimi yerelleştirmeye, küçük üreticilerle olabildiğince yüz yüze ilişki kurmaya ve elimizden geldiğince üreticinin içinde bulunduğu şartları gözetmeye çalışıyoruz. Etik, adil, sömürüye dayanmayan bir ilişkiye birbirini görerek, şartları tanıyarak yürümek gerekiyor. Fakat etik ve adalet sadece üretici ve tüketici arasında vuku bulmuyor. Tarım özelinde, seçilen ürün, tohum, üretimde kullanılan yöntemler, ürünün nereye yollandığı-satıldığı, bütün bunların hem ekolojik hem kültürel etkileri var. Toprağa, iklim yapısına uygun olmayan ürünlerin ekilmemesi ve arz edilmemesinden, yerel türlerin ve üretime dair bilginin korunmasına, gerekiyorsa yeniden çağrılmasına ön ayak olmak, bunun için talebi örgütlemek, kültürü yeniden üretmek de bu işin bir parçası.

Etik ve adil gıdaya erişim hem eşitsizlik hem de bir hak ihlali meselesi. Endüstriyel tarım dünyayı doyurabileceğini, açlığa çare olabileceğini iddia ediyor. Bunu savunurken küçük üreticinin toprağını, kaynaklarını gasp ediyor. İnsanlar kendilerine yetecek ya da gelir getirecek üretimi yapamaz hale getiriliyor. Diğer tarafta şehirliler için, köyünden tereyağı, pirinç getirenle, markete gidip üç katı fiyata organik yoğurt alan tüketici arasında ihtiyaçta bir ortaklık var. Hem sağlığımızı hem de ekosistemi tehdit eden endüstriyel tarımla elde edilen gıdaların fiyatları pek çok yerde daha düşük. Büyük şirketlerin, market ağlarıyla sahip olduğu dolaşım gücü ve dayattığı fiyatlar karşısında küçük üreticinin emeğinin karşılığını alması, ürününü satması, tüketicinin de bu ürünlere erişimi zorlaşıyor. Diğer tarafta organik gıda endüstrileşiyor. Günü kurtarmanın ötesinde bu sorunu ortaklaştırmak, eşitsizliğe çokkatmanlı bakmayı istiyor.

Tabii ki herkes sağlıklı beslenmek ister ve az çok herkesin kulağına GDO, hormon, ilaç vs. çalındı artık. Fakat gıdada adalet gibi mefhumları harekete geçirmek, bunun sağlıklı gıda talebinin bir koşulu olduğunu görmek şehir hayatında o kadar kolay değil. Kentsel tarım, işte tam da bu noktada canavar gibi tüketen, dışa bağımlı şehirlerde sadece felaket senaryoları uyarınca değil, kırla kent arasındaki kader ortaklığını görmek, bir ortak gerçeklik ve anlayış geliştirmek için önemli. Bu bir öğrenme süreci, biz bostanlarla birlikte iş yaparak öğreniyoruz. Gıda topluluklarına bu yüzden ihtiyacımız var. Hepimizin gıda ile kurduğu ilişkiyi değiştirebilecek, adil ve sağlıklı gıdanın ne demek olduğunu yerel gerçekliğimizden yola çıkarak yaşayıp deneyimleyebileceğimiz bu dayanışmacı ortak zeminlere ihtiyacımız var.

1- Kendini “Beyaz yakalı, freelance çalışanlar ve işsizler için bir dayanışma mekanı” olarak ifade eden Dünyada Mekan, DÜRTÜK’ün dağıtımlarını yaptığı yer. Ayrıntılı bilgi için bkz. dunyadamekan. wordpress.com


İstanbul Zapatista Kahve Kolektifi

“Yeni bir toplumsal birliktelik ve ilişkilenme biçimi inşa ediyoruz.”

Görüştüğümüz diğer inisiyatiflere nazaran sizin farklı bir ölçeğiniz var. Uluslararası çalışan bir inisiyatif olarak yerellikten ne anladığınızı merak ediyoruz.

İstanbul Zapatista Kahve Kolektifi, Meksika’nın Chiapas bölgesinde yaşadığı topraklara sahip çıkan ve kendi otonom bölgelerini inşa eden yerlilerin ürettiği kahveyi İstanbul’a getiren ve dağıtımını organize eden bir birliktelik. Kendilerini Zapatist olarak tanımlayan yerliler, neoliberal politikaların hayatlarını gasp etmesine ve kapitalizmin ormanlarını, topraklarını büyük karteller aracılığıyla ele geçirmesine ve şehirlerde yaydığı sömürü ilişkilerine karşı çıkıyor ve komiteler, caracollar aracılığıyla kendi hayatlarına dair kararları kendileri alıyorlar. Emek süreçlerini üretim kooperatfileri aracılığıyla örgütlüyorlar ve çoğunlukla mısır ve kahve ektikleri topraklarda eşit ve adil bir emek sürecini inşa etmeye çabalıyorlar. Bizler de yaşadığımız coğrafyada eşit ve adil çalışma koşullarını dayanışmacı ekonomiler aracılığıyla inşa etmeye, yani bulunduğumuz yerelde bir alternatif yaratmaya kafa yoran insanlar olarak, Chiapas’taki Yachil Xojobal Chulchan (Gökyüzündeki Yeni Işık) Kooperatifi’nin ürettiği kahveyi alarak hem dünyanın bir köşesindeki yerel mücadeleyle dayanışıyoruz hem de bu mücadelenin başka bir formunu buranın yerel koşulları içinde örgütlemeye çalışıyoruz.

Kolektife emek veren insanlar İstanbul’da tanıştılar, buluştular ve adımız İstanbul Zaptista Kahve Kolektifi oldu. Altı kişiyle başladık. Zamanla ayrılmak zorunda kalan arkadaşlarımız ve yerine eklenen arkadaşlarımız oldu, şu anda on kişiyiz. Kahveyi ilk defa 2016’nın son aylarında getirdik ve ilk dağıtım noktalarımız tabii İstanbul’daydı. İstanbul’da Komşu Kafe Kolektifi, Tatavla Dayanışma Pazarı, Kuçe Yemek Kolektifi, Kadıköy Kooperatifi başta olmak üzere çoğunluğu Beyoğlu’nda olan Zapatista Kahvesi dağıtım noktaları oluştu. Zamanla Ankara’da 100. Yıl Gıda Topluluğu, Mersin’de Kültürhane, İzmir’de Homeros Gıda Topluluğu, Diyarbakır’da Yade Kafe’nin yanı sıra Antalya, Adana, Antakya, Van ve Muğla şehirlerine yayıldı. Örnek verilen isimlerden anlayacağınız üzere dağıtım noktalarını oluştururken önceliği kolektifler, gıda toplulukları ve kooperatiflere verdik çünkü amaçlar ve niyetlerde ortaklaştığımız bir zemin var. Birbirimizden güç alıyoruz ve onların bulundukları yerlerde var olma çabalarını desteklemek ve bu çabanın bir parçası olmak istiyoruz. Bunların dışında, satış noktaları içinde mahalle bakkalları da var, bar ve kafeler de… Kendi mahallemizin bakkalına gidip Zapatistlerden bahsettiğimiz de oldu, bir mahalle kahvesinin bizden kahve alıp o mahalledeki satış noktası olmak istediği de… Zapatistlerin mücadelesine omuz vermek isteyen ve sırf bu yüzden iletişime geçenler de var. Bu süreç hep karşılıklı ilerledi, bazen mekanlar ya da kişiler bizimle iletişime geçti, bazen de biz onları bulduk ve tanıştık. Satış noktalarıyla kurduğumuz ilişki karşılıklılık ve güven ilkelerine dayanıyor, tabii tüketiciler de bu ilişkinin bir parçası. Hangi şehirlerde dağıtım noktası oluşuyorsa Facebook sayfamızı güncelliyor ve o mekanın duyurusunu yapıyoruz.

Peki, ilişkilerinizde güvenin nasıl bir yeri var?

Zapatistlerin üretimine dahil olmak istencinden başlayarak, kolektifteki birlikteliğimiz, satış noktalarıyla kurduğumuz ilişki, kahve tüketicileriyle olan temasımız da olmak üzere tüm faaliyetimizi şeffaflık ve açıklık ilkeleri üzerinden inşa etmeye çalışıyoruz. Bu da ilişkilerin güven ile kurulmasını gerektiriyor ve bunu sağlıyor da. Kolektifin işleyişine dair bir çerçeve sözleşme metnimiz var. Yasal bir bağlayıcılığı yok ama bu metin işleyişimize, faaliyetimize, karar alma mekanizmamıza, dağıtım noktaları ve tüketiciler ile kurduğumuz ilişkiye dair bir çerçeve sunuyor. Kolektife katılmak isteyen herkesle bu metin çerçevesinde yan yana geliyoruz.

Kolektif içindeki kişilerin tüm fikirleri, rahatsızlıkları, kafa karışıklıkları ve eğilimleri yargılanmadan tartışmaya açılabiliyor. Bu açıklığı tesis edebilmek için bir kere konuşup karar almamız ya da ilke olarak sözleşmeye yazmamız yeterli değil tabii ki. Her buluşmada ve toplantıda, iş akışı içinde farkında olmamız gereken ve farkındalık yaratmamız gereken bir şey. Hem özne olarak kendimizi hem de topluluk olarak kolektifi ve dahil olduğu ağı adil ve eşitlikçi bir zeminde kurmanın yolu bu açık iletişimi sağlayabilmekten geçiyor. Çünkü yeni bir toplumsal birliktelik ve ilişkilenme biçimi inşa ediyoruz. Bunun bir deneyime ve birikime dönüşebilmesi için sabırla ayrılıkçı ve kutuplaştırıcı olmayan, dinleyen ve ifade edebilen bir iletişimi yaratmamız gerekiyor. Kendi ekonomik kaynaklarımızı, yaşantılarımızı, mekanlarımızı yeni ve özgürleştirici bir etik ile kurmaya niyetli olmamız, bizleri ortak bir duyguda buluşturuyor ve bu duyguya güveniyoruz.

Tüm kararlarımızı kolektif üyelerinin buluştuğu toplantılarda birlikte alıyoruz. Bir mekanın dağıtım noktası olup olamayacağından tutun da, paketlerin renginin seçimine kadar her süreci birlikte değerlendiriyoruz. Bu elbette karar alma sürecini yavaşlatan bir şey ama ortak karar almanın cilvesi de belki biraz budur. Yavaş ve sorunları çözüme götürme motivasyonuyla hareket ediyoruz. Koşullarımız değiştikçe ya da dağıtım noktalarından bir öneri, değerlendirme ya da eleştiri geldikçe yine birlikte değerlendiriyoruz. Buradan anlaşılacağı gibi satış noktalarını kolektif çalışmanın bir parçası olarak görüyoruz. Satış noktalarında yaşanabilecek ekonomik, duygusal, fiziksel herhangi bir sömürü ilişkisinde olaya dahil oluyoruz ve bu mekanı satış noktası olmaktan çıkarma kararı da alabiliyoruz. Dolayısıyla bu yavaş ama kıvamında akan süreci hep birlikte deneyimliyoruz. Ekonomiyi de dayanışmacı bir hale getirmek burada kilit bir rol oynuyor. Kahvenin perakende satışının yapıldığı yerlerdeki emeği görünür kılmak ve mekanı/yapıyı destekleyebilmek için paket başına bir mekana/yapıya cüzi de olsa bir bütçe kalmasını sağlıyoruz mesela.

Gıda gibi çokkatmanlı adalet sorunlarını açığa çıkaran bir meselede, etik ve adaletin sizin inisiyatifiniz açısından önemi nedir?

Chiapas’taki tarım kooperatifleri adil üretim koşullarını yaratmaya çalışıyor. Ürettikleri kahveyi Amerika ve Avrupa kıtasına ulaştırıyorlar. Türkiye’de kahve tüketimi son yıllarda oldukça arttı, üçüncü nesil kahveciler orta sınıfın hizmetine açıldı. Bu mekanlarda rahat edemeyen, kazancını Starbucks ya da diğer kahve zincirlerine aktarmak istemeyen ve adil üretim koşullarını önceleyen insanlar var. Bu tüketim nesnesini, adil olduğunu düşündüğümüz, aynı zamanda politik olarak beslendiğimiz ve desteklediğimiz bir mecradan almak hem oradaki mücadeleyi desteklemek hem de bilgisini buraya aktarmak adına bize daha adil görünüyor. Çünkü üretim ve dağıtım süreçlerine, yani kahvenin nasıl üretileceğinden, hangi fiyatla ve nereye satılacağına kadar alınan kararlarda doğrudan üreticilerin ve dağıtımın her alanında emek ortaya koyan insanların söz sahibi olduğu bir işleyişi sürdürmeye çabalıyorlar. Dolayısıyla kahveyi de bu çabayı gören ve bulundukları yerlerde bu çaba içinde olan kolektiflerle paylaşıyorlar. Sürecin bütününü gördüğümüzde yalnızca hammaddeyi üretenlerin, “istihdamına katkı sağladığını ve sırf bu yüzden ‘adil’ olduğunu” iddia eden; patronların ve işletmecilerin artı değerin üstüne konduğu kahve zincirleriyle arasındaki farkı ortaya koyduğunu söyleyebiliriz.

Tabii kıtalar arası seyahat eden bir kahvenin ne kadar ekolojik olduğu bir tartışma konusu. Taşımacılık ücreti ve vergiye tabi olması maalesef kurtulamadığımız zorunluluklar. Kahveyi, İstanbul’a vardıktan sonra diğer şehirlere ulaştırma noktasında mecburen kargo kullanıyoruz. Bu sorunu çözmek için aklımızda çeşitli fikirler var fakat bunun için yeni bir taşımacılık kolektifi kurmak şart gibi görünüyor.

Tüm masraflarla birlikte kahveye bir fiyat biçiyoruz, iyi bir espresso ve filtre kahve için uygun bir fiyat ama temel bir gıda maddesi olmadığı için lüks tüketim olarak görülebilir. Burada odaklandığımız durum, iş alanlarının gasp edildiği, güvenli çalışma ortamlarının oldukça az olduğu bir ortamda kendi işinin, alanının ve ilişkilerinin sorumluluğunu alan otonom ve özyönetimsel bir yapıyı inşa edebilmek. Kolektifte tanımladığımız işler için bir bütçe ayırıyoruz ve düzenli, yoğun emek gerektiren bütün işlerimiz için kendi belirlediğimiz ve adil olduğunu düşündüğümüz yevmiyeleri alıyoruz. Kahve tüketicileri zaten kahve alıyorlar, kahveyi onlara ulaştırana dek geçirdiğimiz emek sürecine adil bir karşılık biçmeye çalışıyoruz ki hayatlarımızı devam ettirebilelim ve dayanışmacı ekonomi modellerini çoğaltabilelim. Henüz bir artı değer üretmedik. Eğer bir gün, giderlerimiz ve yevmiyelerimizi karşıladıktan sonra elimizde bir para kalırsa, bu parayı kolektif, kooperatif ya da topluluklarla ya da yeni bir dayanışmacı ekonomi modelinin kurulumuna ya da ihtiyaç dahilinde kahve üreticisi Zapatistlerle dayanışmak için kullanmayı taahhüt ettik bile.

Kentsel alanlarda, özellikle İstanbul gibi öteden beri kendine yeterlilik kriterinin sorgulanabileceği bir metropolde gıda, toptan ve perakende sektörünün kârını maksimize etmesi için bir metaya, yaşam alanları açısından bir lojistik sorunu haline gelmişken, doğal ve sağlıklı gıdaya erişim meselesi de giderek bir ayrıcalık durumuna dönüşmüş durumda. Market zincirleri için yeni mağazanın nereye açılacağı ve ürün gamının bu mağazalar haritasında nasıl dağıtılacağı sorusunun cevabı öncelikle bir pazar araştırmasının sonucu. Şayet ihtiyacı gidermek söz konusu ise bunun olsa olsa dolaylı bir etki olduğunu söyleyebiliriz. Bunun teknik adı da talebi karşılayacak arzın mekansal organizasyonu olsa gerek. 

Mevcut gıda sisteminin boşluklarından sızan, bizim alternatif gıda inisiyatifleri olarak genelleştirmeyi tercih ettiğimiz oluşumların da, pek çok özelliğiyle birlikte, lojistik devine karşı bir lojistik, gıda sisteminin karşısında başka bir gıda sistemi projesi ortaya koyduğunu düşünüyoruz. Derginin bütününde de serimlemeye çalıştığımız üzere, alternatif gıda inisiyatifleri hem anaakım lojistik ağından (kuru gıda ve sebze-meyve toptancılığı) hem de enformel gıda tedarik ilişkilerinden farklılaşarak kendine has bir lojistik, tedarik ve/veya dağıtım/tüketim ilişkileri kurmakta. Aynı zamanda alternatif gıda inisiyatifleri bu ilişkileri kendine has bir politik motivasyonla, mekansallıkla ve görünürlükle yapmaktalar. Dolayısıyla, alternatif gıda inisiyatiflerini tespit ederken temel kriterlerimizden birinin bu inisiyatiflere erişim/bu inisiyatiflerin kamusallığı meselesi olduğunu söylemek isteriz. Bizim bilme sınırlarımız dahilinde olup da kendini kamusal alanda ifade etmeyen, dolayısıyla bir tür enformelliği barındıran farklı türde gıda tedarik ilişkilerine bu kamusallık -dolayısıyla yurttaşa yönelik politiklik- eksikliğinden dolayı alternatifler içerisinde yer vermedik.

Bu inisiyatiflerin ortak ve farklı yönleriyle nasıl bir yelpaze ve repertuvar geliştirdiklerini gözleyebilmek için bazı kategoriler oluşturma ihtiyacı hissediyoruz. Öncelikle bu inisiyatifler gerek kendilerini adlandırma ve kamuoyuna sunma şekilleriyle gerek kimi organizasyonel özgünlükleriyle çeşitli katmanlarda farklılaşıyor. Bunları gıda toplulukları, kolektifler, kolektif mutfaklar, sokak kolektifleri, tüketim kooperatifleri ve üretici pazarları olarak ayırmayı tercih ettik. Her bir inisiyatifin oluşumunda, gıdaya erişim şeklini değiştirmek, gıda üreticisinin ve tüketicisinin farklı hizmetlere ve ürünlere erişim sorununa odaklanmak, küçük üreticiliğin devamlılığına katkı koymak, dayanışma ilişkileri geliştirmek, kolektif çalışmak gibi motivasyonların eşlik ettiği bir lojistik stratejisi görüyoruz. Kentsel tarım pratiklerini, gıdaya erişimi bilfiil üretim faaliyetini merkeze alarak çözmeyi hedefledikleri için ayrı değerlendirmeyi uygun gördük.

Tüm bu katmanları ortak kesen üç temel eksen olduğunu düşünüyoruz. Bunlardan ilki tüm bu inisiyatiflerin bir tür yerel çalışma öngörmesi, bir yerel tanımının olması ve kendisi gibi yerel çalışmalarla ilişkiyi öncelemesi. Bu yerellik bir mahalle ya da semt gibi, küçük üreticilerin köy ya da havza örgütlenmesi gibi mekansal olduğu gibi çalışma içine katmayı hedeflediği kesim üzerinden bir alan çalışması şeklinde farklılaşabilir. İkincisi, gerek inisiyatif içinde gerek inisiyatifler arasında güven ilişkisi kurarak ilerlemeye çalışması. Güven ilişkisi, organik sertifikanın üretici ve tüketici arasındaki aracı rolünün eleştirilerek tanış olma halinin öncelik haline getirilmesi olduğu gibi kurumsallaşmanın kendisini güvenin merkezine yerleştirmek ya da mahalle ilişkilerinin güçlendirilmesi olarak da kabul görebilir. Üçüncüsü ise gıdaya erişimde etik ve adaletin tahsisini hedeflemek. Burada etik ve adalet kavramları karşılığını, kent yoksullarının karşılanabilir fiyatlarla gıdaya erişiminde bulabileceği gibi doğayla uyumlu bir tarımsal üretimin gelişmesinde veya tüketim kültürünün israfa dayalı yapısının teşhirinde de bulabilir. Dolayısıyla farklı katmanlardan inisiyatiflerin bu üç temel eksene bakışının ve bu meseleleri pratiğine yansıtma şeklinin de ne kadar renkli bir yelpaze sunduğunu gözlemleyebilirsiniz.

Altı farklı katmandan ikişer inisiyatife bu üç eksenle ilgili çeşitli sorular sorduk. Sayıları giderek artan bu inisiyatiflerin içinden nasıl bir seçki hazırlayacağımıza dair bazı kıstaslar koymamız gerekti. Örneğin gıda toplulukları ve tüketim kooperatiflerinin sayısı bu derginin sınırlarını zorlayacak sayıya ulaştığı için bahsettiğimiz ilkelerle faaliyet gösteren ilk ve en güncel örneklerle temas kurmaya çalıştık (2000’li yılları bu inisiyatiflerin İstanbul’da ortaya çıktığı dönem olarak görüyoruz. Öncesindeki kooperatifçilik deneyiminin bu ilkelerle tam olarak örtüşmediğini düşünüyoruz.) Kimi inisiyatifler sorularımıza yazılı cevap vermeyi, kimisi yüz yüze görüşmeyi tercih etti. Mülakatlardaki kimi soruların daha benzer, kimisinin daha detaylı olmasından aradaki fark ayırt edilebilir. Son birkaç yıl içinde sayıları her ne kadar hızlı bir artış gösteriyor olsa da bu inisiyatiflerin ve canlı tutmaya çalıştıkları umut mekanlarının İstanbul gibi bir metropolde hâlâ marjinal bir konumda olduklarını da not düşmek gerekir. Ancak bu oluşumların sembolik olmanın ötesine geçen heyecanı, farklı ve ortak yaklaşımları birlikte ele alındığında gelecekte nasıl bir karşı projenin temellerini oluşturabilecekleri de görülecektir.


Küçükyalı Gıda Topluluğu 

“Küresel merkezlerin kopartmaya çalıştığı, kenti kıra yabancılaştırmaya çalıştığı bir ilişkiyi biz akıntının tersine giderek yeniden kurmaya çalışıyoruz.”

Öncelikle, kendinizi bir “yerel” çalışma olarak ifade eder miydiniz?

Biz Küçükyalı Gıda Topluluğu’nu kuralı sekiz sene oldu. Adını Küçükyalı koyduk ama istiyorduk ki Küçükyalı içinden mahallelere ayrılsın. Çünkü Küçükyalı esasında bir beldedir. Mahallelere, sonra caddelere, sonra sokaklara ayrılsın istiyorduk. Bunu başaramadık tabii, ama hedefimiz bu. Bu yerel bir şey midir? Evet, sonuna kadar yerel bir şeydir. Çünkü değil bir il, bir ilçe, bir belde, bir mahalle, bir sokaktan bahsediyoruz. O sokağın kendine özgü özellikleri var mıdır? Küçükyalı için söylüyorum, vardır. Çünkü Küçükyalı öyle kozmopolit bir yer değil. Zaten insanlar da birbirine benzer. Bu anlamda yereldir.

Yerelden ne anlıyorsunuz peki? Özellikle Küçükyalı’yı, bir beldeyi, bir sokağı hedeflemenizin özel bir anlamı var mı?

Bizi o bir sokakta birbirimize benzeten, bizi birbirimizle tıpkısının aynısı yapan bir şey varsa, bu yerelliktir. Bu gıda topluluğu örneğinde, ortak değerimiz nedir? Beslenmeyle ilgili kaygıdan tut, gıdanın fiyatlarında aracılık meselesine kadar birçok değeri içeriyor. Bu, zorlasan, bir kimlik denir. Küçükyalı için belki kimlik demek zor olur; ama Edremit’te olsak belki daha rahat söylenebilirdi. Yerelden bunu anlıyorum. Neden ölçeği daraltmak istiyoruz? Çünkü üreticiden türeticiye ulaşacak gıdanın yolculuğundan dağıtımına, kargolanmasına ve paraların toplanmasına kadar pek çok problem içeren bir şey. Bu ne kadar dar alanda yapılırsa o kadar sağlıklı olur. Örneğin Küçükyalı’ya hiç kimse Maltepe’den ürün almaya gelmiyor, buranın insanları geliyor.

Tabii bu türetici ayağı. Üretici ayağında da, aslında Ivan Illich bir metninde diyor ki, “Orta çağda bir insan bulunduğu, yaşadığı yerdeki en yüksek yere çıksa, şöyle 360 derece dönse, yediği, içtiği, tükettiği, giydiği her şeyin %80’inin üretildiği mekanı görebilir.” O yüzden, biz gıda topluluğunda geleneksel ilişki biçimini yeniden canlandırıyoruz ama modern teknolojiyi, bilgisayarı, telefonu, interneti kullanarak. Yaptığımız şey ise tamamen geleneksel. Bunun üretici ayağına gidersek, Küçükyalı’da belki mümkün değil ama, başka bir yerde, mesela demin dediğim gibi Edremit’te kurulsa ve Edremit’teki insanlar deseler ki “biz sadece Edremit’ten gelecek ürünleri tüketeceğiz”, işte o zaman üreticinin de yerelleşmesi mümkün. Mesela biyobölgeselcilik diye bir kavram var, diyor ki, “Sınırlarımız bizim su havzalarımızdır, diğer bütün sınırlar hayali sınırlardır ve her su havzasının kendi kendine yetmesi bizim temel hedefimizdir.” Ben bunu anlatınca bana şu soruyu soruyorlar: Nar yemeyecek miyiz? Evet yemeyeceksiniz. Yani, sizin su havzanızda nar yoksa nar yemeyeceksiniz, elma varsa elma yiyin. Herkes nar yemek zorunda değil, gibi.

Peki bir yerelde çalışma yapmanın size sağladığı kolaylıklar var mı?

Var. Mesela mekan problemimiz olmuyor. İçine esnaf girdiği zaman mesela kargo sorunumuz olmuyor. Çünkü sipariş edenler o yerde yaşayan insanlar ve sürece hakimler. Pek çok problemi kolayca çözmemizi sağlıyor. Mahallemizin televizyon tamircisinden alüminyum doğramacasına kadar çeşitli esnaflar var içimizde. Dershanesi olan biri var, perdeci var… Elitist bir topluluk değil yani. Bu da kendiliğinden oldu. Biz fiyatlara çok özen gösteriyoruz çünkü. Bu özen herkesin ulaşabilmesini sağlıyor. Bizim şöyle bir formülümüz var: Bir araştırma var, diyor ki “marketten aldığınız 10 liralık şeyin 3 lirası üreticinin cebine gidiyor.” Biz bunu altı-yedi’ye çıkarmaya çalışıyoruz. Böyle olunca, üretici iki katını kazanma şansı elde ediyor, türetici de %30 daha az ödemiş oluyor. Burayı yakaladığınızda bir topluluk düşünün ki gerçek, adil, sağlıklı gıda tüketiyor ve marketten daha ucuz. Biz bunu yapmaya çalışıyoruz.

Bizim kentte duyduğumuz kaygıları kırda duyan insanlar da var. Biz esas o insanlarla ilişki kurmak istiyoruz.

Güven meselesine gelelim… Topluluk içinde nasıl bir güven ilişkiniz var? Güven meselesi çalışmanızda önemli bir yer teşkil ediyor mu?

Bir topluluğun iç çalışma düzlemi vardır, bir de üreticiyle kurulan ilişki vardır. Gıda söz konusu olduğunda ise temel mesele üretici ile topluluk arasındaki ilişkinin neye dayandığı. Burası sıkıntılı bir mevzu. Neden? 2018’de İstanbul’da yaşayan kentli, bırak üreticiyi, kendine bile güvenmiyor. Örneğin organik dediğimiz şeyin sertifikaya bağlanması kentlinin güven ihtiyacının bir sonucu. “Bak sertifikam var” diyor. Gıda topluluğunda biz, sertifikadan çok üretici ile kurduğumuz ilişkinin niteliğine odaklanıyoruz. Sertifika varmış yokmuş bizi ilgilendirmiyor. Listemize girmek için bu zorunlu bir koşul değil. Bu güveni kurmak adına birkaç yöntemimiz var, ama en temeli tanışıklık. Üretici ile tanışmak. Bir telefon mesafesinde olmak, gitmek, onun yerinde kalmak, hangi buğdayı ektiğini bilmek, gerekirse ekerken, hasatta yardım etmek. O buğdayı una çevirirken değirmende bulunmak. Bunlar yaptığımız işler, ezbere konuşmuyorum. Domates fidesini toprakla buluşturacağı zaman ona katılmak… Bu doğrudan kurduğumuz bir güven ilişkisi. Bize biri başvurduğu zaman “listenize girmek istiyorum” diye, biz önce tanışmak istiyoruz, arazisini görmek istiyoruz. Çünkü bizim kentte duyduğumuz kaygıları kırda duyan insanlar da var. Biz esas o insanlarla ilişki kurmak istiyoruz. Bu kaygıların iki boyutu var. Birincisi ekolojik boyut, ikincisi sosyolojik boyut. Özellikle bizimle birlikte bu iki kaygıyı da taşıyan üreticilerle temas ettiğimizde zaten sağlıklı, sürdürülebilir, gittikçe büyüyen bir ilişki kuruluyor. Bu çok kıymetli bir şey. Çünkü bu koparılmaya çalışılan bir ilişki. Küresel merkezlerin kopartmaya çalıştığı, yabancılaştırmaya çalıştığı; kenti kıra yabancılaştırmaya çalıştığı bir ilişkiyi biz akıntının tersine giderek yeniden kurmaya çalışıyoruz.

Sizin gibi çalışan başka inisiyatiflerle ne tür bir ilişkiniz var? Onları rakip olarak değil de dost olarak görmenizi sağlayan etken nedir? Nasıl oluyor da aynı düzlemde, beraber, dayanışmacı bir ilişki kurduğunuza inanıyorsunuz? Bu ilişkiyi ve duyguyu ne tür pratiklerle inşa ediyorsunuz?

En başta söylediğim gibi, bizde sınır çekmek yok, önyargı yok, birlikte hareket edebileceğimiz herkesle birlikte hareket etmek için azami özen gösteriyoruz. Özlemini duyduğumuz şey, ağ tipi biraradalık. Bir ağın hiçbir merkezi yok, değişik yerellikler bir araya geliyorlar. Buna Guattari’nin çok güzel bir örneği var: “bir ayrıkotu gibi bir arada olmak” diyor. Ayrıkotlarına baktığınız zaman çok zayıftır, kopardığınızda gelir ama kökleri… Onları bir arada tutan işte o dayanışma, paylaşım, dostluk, şenlik, bu ilkeler o kadar güçlüdür ki bütün ayrıkotlarını koparsan da yine çıkar. O yüzden biz, bu yörüngede her türlü topluluk, kooperatif, dernek, vakıf, sendika… hepsiyle ilişkimizi maksimumda tutmaya çalışırız. Farklı deneyimler kıymetli, çünkü burada tuğla üstüne tuğla konuluyor. Herkesin koyduğu tuğla önemli; hatta, yanlış konulan tuğlalar da önemli. Ne yazık ki bu toprakların kültüründe eleştiri kırıcı, yıkıcı anlaşılıyor. Öyle olmayacak şekilde, dilimizi şiddetsiz kurmaya özen gösteriyoruz. Bir şeyler yanlış yapıldığında onların bir daha tekrar etmemesi için dikkat etmemiz gerekiyor. 

Bunun dayanışmacı bir ilişki kurduğunu hangi somut düzlemde düşünebiliriz? Ne tür duygular, pratikler inşa ediyoruz ki buna dayanışmacı diyebiliyoruz?

Bu kadar farklı kimliklerden, toplumun farklı sınıflarından insanların gelip aynı kaygıları güden insanlarla tanışması herkesi rahatlatıyor. Özellikle farklı sınıflardan insanların karşılaşması çok rahatlatıyor. Böyle bir rahatlık, insanın kendine güvenini artırıyor. Çünkü “doğru bir şey yapıyorum” duygusu elimizden çok kolay alınabilecek bir duygu. Bu duygunun bende yarattığı sonuç, devam etme iradesini pekiştirmesi. Bu bence çok önemli. Mesela, son çalıştaydan sonra Beşiktaş Kooperatifi Girişimi’nin hızlanması bunun çok güzel örneği. Çünkü bu işe yeni başlayan herkes gördü ki, burada kimse kimseyi rakip olarak görmüyor. Burada herkes, bir ötekinin de daha sağlam olabilmesi için gerekli gayreti gösteriyor. Zaten yaptığımız işin bütün tinselliği de burada. Asla rekabetçi bir şey olamaz. Tam tersi, yan yana, beraber olabileceğimiz bir şey. O yüzden çok önemli başkalarıyla kuracağımız ilişkinin niteliği.

İşin adalet kısmına gelelim. Gıda konusundaki adalet sorunsalına nasıl yaklaşıyorsunuz?

Biz gıdamıza “adil ve gerçek gıda” diyoruz. Çünkü temel bir sorunumuz var: Gıdanın değerini ne belirleyebilir? Biz neredeyse on yıldır takas şenliği de yapıyoruz. Yaptığımız takas şenliklerinden birinde, Maltepe’de, hiç unutmuyorum, 80 ekran bir televizyonla bir kilo elma takas edildi. Sonra biz, günün yorgunluğunu atmak için çay kahve içerken, hangisi daha değerli diye tartıştık; bir kilo elma mı daha değerli, 80 ekran bir televizyon mu? Bu değeri doğru biçemezseniz, adil bir alışveriş olmaz. Aslında bence gıda topluluklarındaki en büyük problem şu: Alışverişi adil hale nasıl sokacağız? Şu anda ne yazık ki bu adaleti piyasa belirliyor. Ama bu acaba tek yöntem mi? Çünkü belki biz mevcut ekonomik ilişkilerimizi bir şevkat ekonomisine, bir dayanışma ekonomisine, bir paylaşım ekonomisine çevirirsek, orada değer de adalet kavramı da değişecektir. Bunlar tabii yolun yolcusunun soruları. Üzerine düşündüğümüz, kafa yorduğumuz sorular… Ama işin etik tarafına gelirsek bence orası daha kolay çözülebilecek bir şey. Bir kere etik anlamda, biz herhangi bir ürünü satın aldığımız zaman sadece onu orada üreten üreticinin değil, habitatın da sürdürülebilirliğinin gözetilmesini umursuyoruz. 

Adalet meselesini gıdaya erişim açısından düşünelim. Bu çalışmayı yaptığınız yerel ile sizce ürün fiyatlarınız arasında bir bağlantı var mı?

Küçükyalı’da çalışıyor olmamız, ürün yelpazesini ve fiyatlarını çok doğal olarak belirliyor. Mesela, Fethiye’de keçi sütünden peynir yapan, çok emek harcayan bir kadın var; ilk zamanlar listemize koymuştuk, kilosu da 70 TL idi. Küçükyalı’da 100 kişi yaşıyorsa, 99’u 70 TL veremez bir peynire, mesela ben de veremem. Ama hakikaten iyi işler yapan bir üreticiydi, listeye koyduk, üç ay kimse sipariş vermeyince aradık kendisini, dedik durum böyle. Şu an listemizde keçi peynirinin kilosu 29 lira, bunu verebilen insanlar var. Bu yüzden, Küçükyalı’da oturan insanların ekonomik durumu, listemizi de belirliyor. 

Mevcut kent yapısı, İstanbul gibi bir metropol, sağlıklı nitelikli gıdaya erişim konusunda sizce ne tür adaletsizlikler üretiyor? Kendinizi bu adaletsizlik konusunda ne tür bir konumlandırmada bulunduruyorsunuz?

Bütün sistem toptan adaletsiz zaten. İstanbul genelinde 150 bin kamyonun gıda getirdiği söyleniyor, bilmiyorum ne kadar doğru. Belli ki, bunda hem üretenler hem tüketenler sömürülüyor; pastanın büyük bölümünü çok küçük bir zümre topluyor, kimsenin de bir haberi olmuyor. Biz tam olarak bunun karşısındayız. Zaten bize gelen insanlar da bu kaygılarla geliyor. Çeşitli PR çalışmalarıyla, reklamlarla, billboardlarla, televizyonlarla, gazetelerle yalanlar pompalanıyor. O yalanları söyleyenler de bir müddet sonra kendi yalanlarına inanıyor. Biliminsanları satın alınıyor. Doğru değil mi? Para… Zaten o yüzden topluluk olmaya çalışıyoruz. Bütün bu yalanlar karşısında kendi doğrultumuzu bulabilmek için bir araya gelebileceğimiz insanlara ihtiyacımız var.


Kuzguncuk Gıda Topluluğu 

 “İstanbul gibi çok kalabalık, herkesin biraz da yalnız ve yabancı hissettiği bir şehirde toplulukların  temel işlevi insanları bir araya getirmek.”

Sizce “yerelde” bir çalışma yapmanın özel bir anlamı var mı? Hatta, buna özellikle hassasiyet göstermenin bir manası var mı?

“Yerel” biraz göreceli bir kavram. Bu “yerel”den ne anladığımızla ilgili. Yereli sadece coğrafi bir alan olarak mı düşünüyoruz, kültür olarak mı? İnsanlarıyla, hayvanlarıyla, bitki örtüsüyle, iklimiyle birlikte mi ele alacağız? Coğrafi olarak çok büyük bir bölgeyi, örneğin tüm dünyayı düşününce Türkiye yerel olabilir. Türkiye’de Marmara, Marmara’da İstanbul yerel olabilir. Kuzguncuk Mahallesi de İstanbul’a göre yerel mesela.

Şöyle düşündük biz, kafamız biraz karışık.  Kuzguncuk Gıda Topluluğu hem yerel hem değil. Bu topluluğa Kuzguncuk Mahallesi ve yakınında yaşayan insanlar dahil olduğu için yerel. Ancak tam anlamıyla yerel olması için gıda tedariğinin de bu mahalleden yapılması gerekirdi. Yani Kuzguncuklular Kuzguncuk’ta üretilen gıdaları tüketiyor olsalardı tam anlamıyla yerel bir topluluk diyebilirdik. Halbuki bizim gıdalarımız Türkiye’nin dört bir yanından, Tekirdağ’dan Kars’a kadar pek çok farklı bölgeden geliyor. Bu bakımdan Kuzguncuk’a, daha büyük resme bakıldığında, (Örneğin mercimeğimiz Kanada yerine Türkiye’de üretildiği, bu şekilde Türkiyeli üreticiye destek olduğumuz için) yerel demek mümkün.

Peki, gıda tedariği ile bahsettiğiniz türdeki yerelliğin ilişkisini nasıl düşünebiliriz?

Aslında topluluğa sadece gıda üretim-tüketim ilişkisi olarak bakmıyoruz, “yerel”liğin önemli bir sosyal yansıması olduğunu düşünüyoruz. Topluluk öncelikle Kuzguncuk Mahallesi’nde yaşayan insanları bir araya getiriyor. Haberleşmek, birlikte gönüllü çalışarak ortak ve temel ihtiyacımızı karşılamak ilişkilerimizi güçlendiriyor. Özellikle İstanbul gibi çok kalabalık, herkesin biraz da yalnız ve yabancı hissettiği bir şehirde toplulukların (gıda veya başka amaç için bir araya gelen tüm topluluklar) temel işlevi insanları bir araya getirmek.

Herkes kendi ihtiyaçları doğrultusunda, çevresindekilerle çeşitli amaçlarla bir araya gelip bir topluluk kurabilir. Kurulan topluluk, söz konusu ihtiyacı karşılamak yönünde bireysel çabadan daha etkili olur.

Ama topluluk vesilesiyle bir araya gelmenin yanı sıra, Türkiye’nin her yerinden küçük üreticilerle de ilişki kurma imkanı buluyoruz. Topluluk, mahalleliyi birlikte daha güçlü kılarken, küçük üreticileri de destekliyor. Gıdamızın nereden geldiğini, kimin ürettiğini, nasıl ürettiğini biliyoruz. Biz yediklerimize yabancılaşmıyoruz, üretici de ürettiği gıdanın nereye gittiğini biliyor. Biz Kuzguncuk topluluğunu yeniden canlandırmaya yakın bir zamanda başladığımız için henüz tecrübe etmedik ama topluluklar zaman zaman üreticileri ziyaret edip onların evinde kalıyor, üretime ortak oluyor, sohbet ediyor, ürünlerini görüyor… Bunun, günümüz “süpermarket dünyası”nda yakınına bile yaklaşamayacağımız bir samimiyet ve güven sağladığına inanıyoruz.

Siz güven demişken, oradan devam edelim. Güven mefhumunun çalışmanızda nasıl bir yeri var?

Birbirimizle -hem toplulukluk içi, hem diğer topluluklarla, hem üreticilerle- kurduğumuz ilişkide güven önkoşul! Hatta ilk başta “güven” dışında bir hissiyatımız yok diyebiliriz. İnsanlar ya gönüllü emek veriyor ya da topluluğa güveniyor ki  gıda siparişi veriyor. Üreticiye güveniyoruz ki ondan ürün sipariş ediyoruz. Üretici topluluğa güveniyor ki ödemesini sonradan almak koşuluyla ve topluluğun kâr amacı gütmediğine inanarak bize ürün gönderiyor. Mesela Küçükyalı Gıda Topluluğu da bize güvendi, bilgilerini ve deneyimlerini paylaştılar, ilk günlerden beri de destek vermek için yanımızda oldular. Kimsenin kimseyle arasında bir çıkar ilişkisi ya da topluluklar arasında bir hiyerarşi yok.

Üreticilerinizi de buna göre seçtiğinizi söyleyebilir miyiz?

Şu anda biz gıdamızı Küçükyalı ile aynı üreticilerden temin ediyoruz. Yani onların seçimlerine güveniyoruz, üreticilerle tanıştıklarını, çiftliklerini, tarlalarını ziyaret ettiklerini biliyoruz. Farklı üreticilerle iletişime geçtiğimiz aşamada, teknik denetim uygulamak bizim de içimize daha çok sinecek diye düşünüyoruz. Bu yüzden mutlaka benzer seçim kriterlerimiz olur, ancak her ne kadar haberli/habersiz denetime gitsek de tüm üretim aşamalarına şahit olmamız mümkün değil. Her bir ürünün laboratuvar analizlerini yaptırmamız maddi olarak mümkün mü, emin değiliz. Dolayısıyla da, son kertede yine, üreticiyle tanıştıktan ve vakit geçirdikten sonra onun sözüne ve samimiyetine güveneceğiz.

Temel motivasyonlarınız arasında gıdaya erişimde eşitsizlik ve adaletsizlik sorununa eğilmek var mı?

Eşitsizliğin pek çok boyutu var. Bütçenize göre makul fiyatlı gıdaya erişememek de bir adaletsizlik meselesi, sağlıklı gıdaya erişememek de. İdeal olan, gıda topluluğun her iki meseleye de cevap verebilmesi. Bu yüzden üretici ve ürün seçerken her iki koşulu da göz önünde bulundurarak (gıda üretimi ve ulaşımının doğa üzerinde etkilerini de göz ardı etmeden) hareket etmeye çalışacağız.

Topluluğun bir formülü, hazır kuralları olduğunu düşünmüyoruz. Bizce herkes kendi ihtiyaçları doğrultusunda, çevresindekilerle çeşitli amaçlarla bir araya gelip bir topluluk kurabilir. Kurulan topluluk, söz konusu ihtiyacı karşılamak yönünde bireysel çabadan daha etkili olur. Bir şeyi (sağlıklı gıdayı, daha ucuz gıdayı, küçük üreticiyi destekleyebilme olasılığını) birlikte, bir topluluk olarak talep etmek ve aramak, o şeye ulaşabilmeyi mümkünleştiriyor.

Topluluklara ilgi duymamızdaki temel sebep etik, sağlıklı, doğal üretim yapan küçük üreticiler ile tükettiği gıdanın nereden geldiğini bilmek, sağlıklı beslenmek isteyen türeticiler arasında bağ kurmak. Galiba erişim ve eşitsizlik değildi ilk düşüncemiz. Aslında şimdi konuşunca, ikimizin motivasyonu farklıymış, fakat birbirini tamamlıyor.

*Benim için ilk motivasyon kaynağı endüstriyel tarımın doğaya olumsuz etkisini öğrenmek oldu. Endüstriyel tarımın ortaya çıkardığı su ve karbon ayak izi, tarım alanı açmak için ormansızlaştırma, ilaç kullanımı nedeniyle toprakların gittikçe daha da sağlıksız olması ve belli bir süre sonra artık hiçbir tarımsal üretim için uygun olmayacağı, tek ürün tarımının (monocropping) biyoçeşitliliği tehdit etmesi gibi sebepler beni alternatifler aramaya itti. Bu tarz bir üretimin tüketici olarak bir parçası olmak istemedim ve bu noktada gıda toplulukları karşıma çıktı.

*Buna ek olarak, ben tüm küresel sorunların yerel hareketle çözülebileceğine inanıyorum. Endüstriyel tarım küresel bir sorun ve yerelde, topluluklarla, küçük üreticilerle oluşan alternatifler çoğalarak bu büyük sorunun çözümü olabilir. Bu bir tekstil topluluğu olup hızlı modaya alternatif olabilirdi, bir tamir topluluğu olup tüketim kültürüne alternatif olabilirdi. Sonuç olarak, küresel sorunlar yerelden başlayarak çözülebilir. Benim motivasyonum sadece gıda odaklı değil; yerel hareketlere inanmamla ilgili.

Mahalle ile ilişkileriniz nasıl? Mahalle dinamiklerini gözeterek bir çalışma yaptığınızı söyleyebilir miyiz?

Mahalleye yeni geldik aslında, bu yüzden iç dinamiklerini, alım gücünü gözettik, iyi gözlemledik, araştırdık diyemeyiz. Yalnız daha önceden zaten Kuzguncuk Gıda Topluluğu varmış, son zamanlarda aktif değilmiş, biz yeniden hareketlendirmek istedik. Zaten bütün mahalleyi mutlaka kapsayalım, çok insan katılsın gibi bir hedefle yola çıkmadık. Elbette ne kadar çok insan katılsa o kadar iyi, çünkü sosyal anlamda da mahalleye katkı sağlayacağına inanıyoruz.

* Söyleşi yapılan iki kişi bu sorular için kişisel görüşlerini ilettiler.


Anadoluda Yaşam Tüketim Kooperatifi

“Bulunduğumuz mahallelerde, yok olan güven ve dayanışma ilişkisini, çok geniş bir biçimde yeniden tesis etmek istiyoruz.”

Kendinizi bir “yerel” çalışma olarak ifade eder miydiniz? Bir yerel tarifi yapmanızı istesek, nasıl tarif edersiniz?

Kendimizi yerel bir çalışma biçiminde tarif ediyoruz. Yerel çalışma sınırları belirli bir alanda çalışmak biçiminde tanımlanabilir. Alandan kastettiğimiz, mekansal bir tanımla değil; yapılan işin niteliğine dair bir belirleme aynı zamanda. Kooperatifimiz birbirlerine benzer mahallelerde, tüketim dayanışmasını örgütlemek amacıyla çalışma yürütüyor. Her bir şube, girişim, bulunduğu mahallede yürütmelerinde aldığı kararlar doğrultusunda hareket edebilecek kadar bağımsız. Ürünlere ulaşma, farklı kurumlarla işbirliği, kooperatifin varlığını sürdürmesi için ihtiyaç duyduğu işlemler/yasal yükümlülükler noktasında ise ortaklaşa hareket ediyor.

Mahalle yerelinde çalışmayı özellikle mi seçtiniz?

Kooperatifimiz özellikle yoksul mahallelerde çalışma yürütüyor. Aslında bu durumu, bizim bir seçimimiz gibi değil de, mahallelerden öğrendiğimiz bir çalışma yöntemini sürdürme gayreti biçiminde tanımlanmak daha doğru olur. Çalışma yürüttüğümüz mahallelerde 12 Eylül öncesinde, çeşitli sorunları bir araya gelerek çözme tutumu daha yaygındı. Elbette bu tutumlar nerede yaygınsa, dayanışma girişimlerinin istismarı da oralarda bir o kadar yaygın olmuş. Tüketim kooperatifleri bu mahallelerde filizlenmiş ama sonra Halk Ekmek örneğinde olduğu gibi, buralarda yaşayan insanların emekleriyle kurulan kurumlar onlara yabancı birer araca dönüşmüş. Bugün yaşadığımız pek çok sorunun arkasında, dayanışma eksikliği ve bu yabancılaşmanın olduğuna inanıyoruz. Pek çok sorunun çözümünde ilk adımın bu güvensizliğin ortadan kaldırılması olduğunu düşünüyoruz. Tüketim kooperatiflerinin, insanların en temel, en vazgeçilmez ihtiyaçlarını karşılamada önemli bir dayanışma ağı oluşturacağı düşüncesi bizleri bu alanlarda kooperatif çalışmalarını güçlendirmeye yöneltti.

Farklı mahallelerde tüketim dayanışması çerçevesinde örgütlemeyi de yerel bir çalışma olarak görüyoruz. Çalışmanın mahallelerde yürütülmesi, buralarda yaşayan insanların, gündelik ve en temel sorunlarını (kabaca daha uygun fiyatlarla, daha sağlıklı ürünlere ulaşma) çözmek, bu alanda bilgi ve becerilerini birbirlerinin olanaklarından yararlanarak artırdığını görmeleri, kaybolan güven ilişkilerinin yeniden tesis edilmesinin bir parçası olmak, yürütülen çalışmanın özel yanını oluşturuyor.

Peki bir mahallede çalışmak ile gıda tedariği arasında nasıl bir ilişki var sizce?

Bulunduğumuz mahalleler, yakın zamana kadar köyleriyle bağlarını sürdüren, köy dernekleri vb. vasıtasıyla memleketlerinden topluca ürün getiren, bir araya gelerek topluca alışveriş yapıp tüketim maddelerini ucuza edinmek için çaba harcayan insanların yaşadığı yerlerdi. Dolayısıyla kooperatifin ilişki ağı geliştikçe, kimi ürünlere doğrudan ulaşma, tedarik etme şansımızın daha fazla olacağına inanıyoruz, ki kimi ürünlere bu vesileyle ulaştık.

Aynı zamanda hangi ürünleri edineceğimizi de bulunduğumuz mahalleler, buralarda yaşayan insanların durumu belirliyor. Yakın zamanda bir anket çalışması başlattık ve burada da gördük ki kimse sağlıklı gıdalara ulaştığını düşünmüyor. Hastalanmalarına neden olan besinler olduğunu bile bile ucuz ürünleri tercih etmek durumunda kalıyor. Bu durum bizi, her zaman ekolojik gıdaları değil, daha uygun ve bilinen marketler dışındaki yerlerden, biraz daha sağlıklı, aracısız ürün almaya yönlendirebiliyor. Nerede bulunduğunuz, ürünleri edinme biçiminizi belirliyor.

Çalışmayı başlatma sebebimiz, kurduğumuz tüm ilişkileri de belirliyor. Biz biraz yaptığımız iş üzerinden insanlarla ilişki kurmaya, çalışmayı adım adım geliştirmeye çabalıyoruz. Kooperatifin ilişkilerinin onu başkalarına taşımasını sağlamayı hedefliyoruz. Yaptığımız iş kendisini anlatsın istiyoruz. Öte yandan bu çalışmanın güçlükleri de göz önüne alındığında, ne kadar farklı kurum, çevre, insan bu çalışmaya katılırsa o kadar güçlenip zenginleşeceğine inanıyoruz. Kurulduğu zamandan bu yana bu yönde çağrı yapmaya devam ediyoruz. Anket, tadım günleri, piknikler, yıkılan kentlerle dayanışma için tarhana, konserve, reçel üretimi, battaniye gönderme gibi işlerle kendimizi anlatmaya gayret ettik, herkesin bu çalışmaya katkı koyabileceğini anlatmaya çabaladık. Bir yandan yoksulluğa karşı el açmak yerine el ele vermenin önemini, pratik olarak göstermeye çabalarken, diğer yandan bu işin bir rekabet ortamı doğuracak bir şey olmadığını da göstermeyi hedefliyoruz. Bu anlamda aktivistlerimizin zaman zaman yaptığı tartışmalar sonunda, kooperatifin muhatapları ile yaygın ve anonim bir çağrıyla buluşması yerine, ilişkilerini adım adım geliştirmesini tercih ettik. Ancak şunu da vurgulamamız gerekir ki, yeterli bir yoğunlaşma, bu çalışmanın gerektirdiği bir tempoya da sahip olduğumuzu, dolayısıyla bu çalışmanın ilişki anlamında sahip olabileceği alanı da yarattığımızı düşünmüyoruz.

Birbirinize nasıl güveniyorsunuz? Güven size ne ifade ediyor?

Bir yandan kurumsal bir ilişkinin oluşmasını, diğer yandan mekanik olmayan bir ilişki ağına sahip olmayı amaçlıyoruz. Bulunduğumuz mahallelerde, yok olan güven ve dayanışma ilişkisini, çok geniş bir biçimde yeniden tesis etmek, bunu da kurumun işleyişi üzerinden gerçekleştirmek istiyoruz. Bunun gerçekleşmesi, kişilerin belirleyici olmasından öte, kurumun işleyişinin oturmasına bağlı diye düşünüyoruz. Kişilerin öne çıktığı, kuruma dahil olacakları onların belirlediği bir ilişki değil; kurumun gelişip serpilmesi konusunda sorumluluk alanların dahil olmasına açık, şeffaf, denetlenebilir bir işleyişin güven ilişkisini geliştireceğine, kurumun serpilmesini sağlayacağına inanıyoruz. Aynı zamanda bu çalışmalarda kişisel değil ekiplerin sorumluluk almasıyla işlerin yürümesinin güven ilişkisini perçinleyeceğini düşünüyoruz. Rotasyonla, sorumluluk alanların sayısının artması, çeşitlenmesi ile güven ilişkisi gelişecektir.

Sizin gibi çalışan başka inisiyatiflerle ne tür bir ilişkiniz var? Onları rakip olarak değil de dost olarak görmenizi sağlayan etken nedir?

Bir yerel çalışma yürütüyor olmak demek, olanakların dar olması demektir aynı zamanda. Her yerde öyle ya da böyle birtakım deneyim, olanaklar birikmişken, bu çalışmalar arasında işbirlikleri, diyalog olmaması nasıl olur? Herkesin tek tek bulundukları yerlerde aynı ya da benzer sorunlarla debelenip durmak zorunda kalmasının anlaşılır bir yanı olmaz. Biz, sahip olduğumuz tüm olanakları ortaklaştırmak konusunda başından beri oldukça açık davrandık, başka kurumların olanaklarından fazlasıyla yararlandık. Bu ilişkiler geliştikçe başka bakış açılarıyla buluştuk. Kendimizi geliştirmemize hayli katkısı oldu bu ilişkilerin.

Üreticilerinizi nasıl seçiyorsunuz, kriterleriniz neler? Bu kriterlere uyduklarına nasıl inanıyorsunuz? Beyan yeterli bir kriter mi?

Üreticileri çoğunlukla işbirliği yaptığımız kurumların önerileriyle, sahip olduğumuz ilişkilerin yönlendirmeleriyle seçiyoruz. Kurumların hazırladıkları, kriterleri içeren dokümanlar bizleri de üreticiyi de yönlendirebiliyor, geliştiriyor. Elbette ürün alırken zaman zaman aldandığımız oldu. Üreticilerin örgütlenmesinin bu süreçte önemli bir teminat olabileceğini düşünüyoruz. Üreticileri ziyaret etmenin de önemli bir yöntem olduğunu düşünüyoruz. Ancak her şeyin kurallarla, denetimlerle çözülemeyeceğini de düşünüyoruz… Kabul etmeliyiz ki, aldığımız her ürüne de güvenmiyoruz. Belirli ölçülerde sağlıklı olsalar da tamamıyla ekolojik ürünler aldığımız söylenemez. Ancak birkaç ürünün buna uygun olmasını, çalışmalara katılanlara örnek ürünler olarak sunulmasını sağlamaya çalışıyoruz.

Adil ve sağlıklı gıdaya erişim bir eşitsizlik meselesi mi sizce? Nasıl değerlendirirsiniz?

Adil ve sağlıklı gıdaya ulaşmak tabii ki bir eşitsizlik konusu ve kooperatifin olduğu mahallelerde bu nedenle ilk önceliğimiz maalesef adil ve sağlıklı gıdaya ulaşmak olamıyor. Hiç öyle olmaması gereken bir konu olmasına rağmen kategorize etmek durumunda kalıyoruz ve kötünün iyisi olarak tarif edebileceğimiz ürünlere mahkum ediliyoruz. Bulunduğumuz mahalle, “soluduğumuz hava” yaptığımız çalışmayı elbette belirliyor. Öncelikle mahallede yaşayanlara en vazgeçilmez ihtiyaçlarını soruyoruz, arayışlarımızı bu sorunun cevabı belirliyor. Mahallenin alım gücü bizi yönlendiriyor. Yörelerinden hangi ürünlerin geldiğine bakıyoruz vb.


Beşiktaş Kooperatifi Girişimi

“Nüfusun büyük bir kesiminin sağlıklı ve adil gıdaya erişimi, en doğal hakkı olarak kabul etmesini ve bunu talep etmesini sağlayabilirsek bu, en büyük kazanımımız olur.”

Kendinizi bir “yerel” çalışma olarak ifade eder miydiniz? Bir yerel tarifi yapmanızı istesek, nasıl tarif ederdiniz?

Beşiktaş Kooperatifi Girişimi yerel bir çalışmadır. Bir çalışmanın yerel bir çalışma olması için yerelin ihtiyaçlarını karşılama motivasyonuyla, yerelin içinden çıkması ve yerelde örgütlenmesi gerekir. Beşiktaş Kooperatifi Girişimi tamamen Beşiktaş’ta bulunan inisiyatifçilerin, semtin adil ve sağlıklı gıdaya ulaşması amacıyla başlattığı bir girişimdir. Girişim adil ve sağlıklı gıdayı yereldeki bireylere ulaştıran çalışmalara imza atmıştır. Yerelden katılımı önemseyen ve bu konuda da çalışmaları olan bir girişimdir. Çalışmayı yerelde yapmamızın elbette bir anlamı var. Bu çalışma yerel ile iletişimin ve etkileşimin artması ve ihtiyaçların karşılanması konusunda inisiyatif alabilme adına bir imkan olarak görüldü. Yerelde çalışmanın bu noktalar dikkate alındığında özel bir anlamı olduğunu söylemek mümkün. Bununla birlikte yerelde çalışma kapsamında, diğer yerel unsurlarla dayanışma göstermek, ortak inisiyatifler yaratmak da ayrıca önemli. Yerel unsurların hem kendi içinde hem de dışarıdaki yerel unsurlarla ortaklaşması da ayrı bir önem taşıyor.

Mesela, gıdaya erişim meselesini ele alalım. Yerel bir çalışma yapmak ile gıda tedariği arasında bir ilişki var mı? Siz bunu nasıl tarif edersiniz?

Yerelde çalışma yapmak ile gıda tedariği arasında doğrudan bir ilişki olmayabilir. Bu konuda yerelin ihtiyaçlarını dikkate alan bir inisiyatifin gıda tedariğini örgütlemesi ilk aşamada daha sağlıklı gözüküyor. Gıda tedariğini yerelden başlatmak hem daha etkili hem de daha doğrudan olduğu için yerel unsurların örgütleyebileceği bir eylem olarak öne çıkıyor. Bu bağlamda süreci kolaylaştırdığı söylenebilir.

Sizin bu çalışmayı bu yerelde başlatmanız konusunda bir motivasyon sebebi oluşturmuş muydu bu? Yoksa tesadüf eseri mi?

Bulunduğumuz semtte insanların sağlıklı ve adil gıdaya ulaşmasını sağlamak temel motivasyonlarımızdan biri olmuştu. Bunu örgütlemek için yola çıktık. Bu temel üzerinden yerelde bireyler dışında dayanışabileceğimiz unsurlarla temas etmeyi de öngörmüştük. Çalışmalarımız ilerledikçe toplantı mekanı, paket dağıtımı konusunda semtte yer alan bir ticari işletme ile ortaklaştık. Çalışmalarımızın daha da derinleşmesi ile semtteki esnaf ya da diğer unsurlarla ortaklaşmalarımızı genişletebileceğimizi söyleyebiliriz. Bu iletişimin tesadüfi olmadığını ifade edebiliriz.

Fotoğraf: M. Cevahir Akbaş
Peki, çalışmanız için güven meselesini nasıl düşünebiliriz?

Kooperatif girişimimizde temel motivasyonumuz, gıdada adil ve sağlıklı üretim ve tüketim ilişkilerine katkı sunmak. Bunun için en önde gelen motif, üreticiyle temas kurabilmek. Bu temasın sağlıklı işlemesi için üreticilere güven önemli bir noktada yer alıyor. Kooperatif çalışmalarımız genişledikçe, üreticilerle temasımız artıyor ve güven ilişkimiz de gittikçe kurumsallaşıyor.

Birbirinize nasıl güveniyorsunuz?

Beşiktaş Kooperatif Girişimi, birbirini tanıyan arkadaşların başlattığı ve sonrasında semtte adil ve sağlıklı gıda için inisiyatif almak isteyenlerin katılımıyla genişleyen bir oluşum. Girişimde yer alan katılımcılar arasında çalışmalar genişledikçe, katılımcıların aldıkları sorumluluk ve motivasyon derecesiyle güven ilişkisi de gelişiyor.

Sizin gibi çalışan başka inisiyatiflerle ne tür bir ilişkiniz var?

Yerelde başlatılan gıda güvenliği mücadelesi her ne kadar önemli ise, bu konuda bir dayanışma ağının içinde bulunmak da bir o kadar önem arz ediyor. Yerele sağlıklı ve adil gıda temininin daha etkin yapılması için belli ortaklaşmalar ve dayanışmalar bu eylemin temellerinden biri. Konuya bizimle aynı perspektiften bakan oluşumlarla başından beri ilişkilerimizi geliştirmeye çalışıyoruz.

Üreticilerinizi nasıl seçiyorsunuz, kriterleriniz neler?

Üreticileri, bizden önce yola çıkan kooperatiflerin listelerini referans alarak seçiyoruz. Üreticilerle temasımız gelişmeye başlasa da henüz üreticileri ve ürettikleri ürünleri değerlendirecek yeterlilikte değiliz. Semtte adil gıda teminini bu listeler üzerinden yaparken, kendi denetimimizi gerçekleştirebilme konusuna da kafa yoruyoruz.

Sizce bu çalışmayı yapmanızı başlatan temel motivasyonlar arasında erişim meselesi nasıl bir rol oynuyor? Mahallenizin kendi iç ekonomisi/alım gücü arasındaki farklılaşma sizin çalışmanızda önemli bir yer teşkil ediyor mu?

Erişim meselesi çalışmamıza başlamamız konusunda önemli itici unsurlardan biri oldu. Sağlıklı ve ekolojik gıdalar bir zamandır adına organik denen ve manipülasyona açık bir piyasa kategorisi içerisinde sunuluyor. Beşiktaş’ta da ekolojik gıdaya adil erişim konusunda sorunlar söz konusu. Dolayısıyla girişimimiz semtte yaşayan insanların bu erişim meselesine dair inisiyatif alması anlamına geliyor. Başka mahallede de olsaydık bu çalışmayı bu formatla gerçekleştirirdik. Tabii bunu söylerken Beşiktaş’ta örgütlenme, yerelin sorunlarına dair sorumluluk alma konusunun da bu semtte yaşayan insanlar olarak kritik olduğunu düşünüyoruz.

Mesela, hedef kilenizi nasıl tanımlıyorsunuz?

Hedef kitlemiz konusunda sınırları çizilmiş katı bir çerçevemiz yok. Adil ve sağlıklı gıdaya erişim tüm toplumsal kesimleri yatay kesen bir konu. Bu durumun yerelde örgütlenme ve yereldeki sorunlar için semtte yaşayanları inisiyatif almaya çağırma konusunda imkanlar yarattığını da düşünüyoruz.

Mevcut kent yapısı, İstanbul gibi bir metropol, sağlıklı nitelikli gıdaya erişim konusunda sizce ne tür adaletsizlikler üretiyor? Mesela siz “burada ekoloji tartışması yapıyoruz, ama başka bir yerde insanlar yeterli gıdaya bile erişemiyor” diye düşünüyor musunuz?

Türkiye’de gıda piyasası manipülasyona oldukça açık bir piyasa. Son dönemde dünyada gıda fiyatlarında düşüş ya da ılımlı bir artış ivmesi görülürken, Türkiye’de gıda enflasyonu çift hanelerde seyrediyor. Hükümet tarafından gıda enflasyonunu aşağı çekeceği iddia edilen önlemler hayata geçmiyor. Tüm bunlar ürünlerin olması gereken fiyatın üstünde verilmesi anlamına geliyor. Ülke genelindeki gelir adaletsizliği ile birlikte gıda fiyatlarındaki bu artış da dikkate alındığında ciddi bir eşitsizlik olduğunu söylemek mümkün. Bu durumda gıdaya erişimi artırmak adına ithalat yapılarak gıdayı ucuzlatma yoluna gidiliyor bazen. Bunun da üretici dostu bir çözüm olmadığı açık. Biz çözümü, üreticilerin desteklenmesinde görüyoruz. Üreticiyi dışlayarak gıdaya erişim ancak kısa vadeli artırılabilir. Üreticiyi hesaba katmayan çözüm yolları ararsak “ucuz”, “adil” ve “sağlıklı” gıdayı bir arada düşünemeyiz, bunlar arasında tercih yapmak durumunda kalırız. Kooperatif girişimimizdeki temel motivasyonlardan biri olan adil kavramını bu kapsamda değerlendirmek gerekiyor. Gıda piyasasında yerelde bir baskı unsuru oluşturmak ve bu piyasanın demokratikleşmesine ilişkin çalışmalar gerçekleştirmek bu açıdan önemli. Gıdada eşitsizliklerin giderilmesi ve sağlıklı gıdanın erişilebilir kılınması bu çalışmanın temel motivasyonlarından birisi. Tabii burada sadece alım-satımdan bahsetmiyoruz; gıdanın temininde eşitsizlikleri giderecek başka ilişkilerin kurulmasının da olası olduğunu, bu ilişkilerin inşa edilmesi sürecinde de kooperatif çalışmalarının imkan sunduğunu belirtmek gerekiyor. Sırf bizim müdahalemizle bu eşitsizlik ortadan kalkmayacaktır ama nüfusun büyük bir kesiminin sağlıklı ve adil gıdaya erişimi, en doğal hakkı olarak kabul etmesini ve bunu talep etmesini sağlayabilirsek bu her şeyin değişebilmesini sağlayacak en büyük kazanımımız olur.


Buğday Derneği %100 Ekolojik Pazarlar

“Artık tüketici organik gıdanın daha temiz ve sağlıklı olduğunu, bunun bir tercih meselesi değil; bir hak olduğunu biliyor.”

Yerelle ve yerellerle çalışmak bu pazar için ne ifade ediyor?

Yerelle çalışmak bizim için en önemli şey çünkü biz bu pazar projelerini ilk yazdığımızda projenin bazı amaçları vardı. En temel amaçlarından biri, geçim kaynağı çiftçilik olan üreticiyi desteklemek. Yerellik, üreten çiftçinin burada tüketici ile buluşuyor olması ve üretim sırasında başından geçenleri tüketiciye aktarıyor olabilmesini sağlayan esas konulardan bir tanesi. Fakat biz bu yolda ilerledikçe fark ettik ki arada aracılar olmazsa da bir haksızlık oluyor. Üreticinin bizzat burada olması bizim için çok önemli fakat üreticilerin temsilciliğini yapan aracıları da önemsiyoruz. Mesela Adıyaman’da üretim yapan, üstelik geçim kaynağı da çiftçilik olan biri nakliye, mali sıkıntı ya da ürününün azlığı nedeniyle ürününü İstanbul’a getirse bile zarar edecek, maliyetini bile karşılayamayabilir. O zaman bu gibi üreticileri temsil edecek aracı arkadaşlar olması lazım ki o üreticinin de hakkı korunsun, Adıyaman’ın dışına çıkmadan da gelir kazanabilsin.

Yerelde çalışmak sizin için ne ifade ediyor? Yerelden kastım da aslında tam burası. Burasının seçimi sizin için bir tesadüf müydü başlangıçta? Burada bir gönüllülük yaratabildi mi?

Bu projeyi başlattığımız zaman ilk önce Beşiktaş Belediyesi ile görüşmüştük. Bazı standartlarınız olması gerekiyor. Otoparklarının, depo alanının olması, sıcak ya da soğuktan ürünlerin etkilenmemesi için üstünün kapalı olması gibi. Pazarcılar Derneği var, onların da bu fikre kafalarının yatmış olması gerekiyor çünkü dernek bir şeyi onaylamadığında belediye sürekli dernekle işbirliği içinde olduğundan onlarla çatışmak istemiyor. Beşiktaş Belediyesi bizim projemizi çok beğenmişti ve söz vermişti bize yer verecekleri konusunda fakat sonrasında Beşiktaş’ta bize uygun yer bulunamadı. Biz Beşiktaş Belediyesi ile ilerleyemeyeceğimizi fark edince İstanbul’un göbeği olan, gayet de büyük bir yeri olan Şişli Belediyesi ile görüştük. O zamanlar başkan Mustafa Sarıgül’dü. Ciddi destek ve emek verdi. Yerel yönetimlerle çalışıp pazarın, insanların tüm günlerini geçirebilecekleri bir yer olmasını istedik; sadece alışveriş için gelinen bir yer değil. Çocukların etkinliklerinin olduğu, insanların kahvaltı yapabildiği, sadece buradaki yerel halkın değil, bir sürü kişinin vakit geçireceği bir yer istedik. Burası bize bu imkanı sundu.

12 sene içerisinde yerelle bağınızın kuvvetlendiğini söyleyebilir miyiz?

Bu pazar ilk kurulduğu günden beri İstanbul’un her yerinden gelen insan var. 12 sene sonunda, bir yerel yönetimin halkına organik pazar hizmeti sunması artık ciddi bir prestij oldu. Biz yerelden çok etrafa yayıldık. Kartal, Beylikdüzü, Bakırköy daha yerel, çevresindeki insanları besliyor. Şişli belki ilk kurulan, en büyük pazar olduğu ve çeşitlilik daha fazla olduğu için yerel sayılmayabilir.

Fotoğraf: ekolojikpazarlar.org
Pazarlarınızdaki aracıların sürekli eleştirilen alışılagelmiş aracıdan farkı ne?

Normal pazarlarda ürün alıp satan kişilerin aracı olmasına kesinlikle müsaade etmiyoruz. Aracılık yapan kişinin de mutlaka organikle ve temiz gıdayla bağı olması, bir şekilde bunun gönüllülüğünü yapmış olması esas. Aracı dediğimiz, üreticinin ahbabı olan ve en önemlisi de üreticiden aldığı malı, üreticiyi maddi ve manevi olarak mağdur etmeden tüketici ile buluşturan bir kişi. Yani üreticiden bir liraya aldığı şeyi burada on liraya satamaz, üzerine fahiş fiyatlar koyamaz. 

Yol ya da nakliyede fire verildiğinde bunu üretici ile ortak paylaşır. Bütün yükü üreticinin üzerine yıkamaz. Üreticiyi mağdur eden, ürününü sattıktan sonra üreticinin hakkını ona iletmeyen kişileri de üreticiye hakkını vermeye bir komisyonla ikna ediyoruz.

Standart bir aracıdan farklı olmasını sağlayan, olası suistimali engelleyecek nasıl bir referans ya da denetim mekanizması işliyor?

Kurumsal prensip olarak en başından beri herhangi bir üreticinin ürününü bir aracıya vermesinde referans oluyoruz. Çünkü bu başka taraflara çekilebiliyor. Proje sırasında birçok şeyi yaşarken öğrendik ve baktık ki hatalar oldu ve bazı aracılar bazı üreticileri mağdur ettiler. Tersi de oldu. Batan aracılar da oldu. Sonra biz dedik ki bu tecrübeleri paylaşmamız gerekiyor. Şu anda yavaş yavaş, özellikle üreticiler, birisi onlardan mal talep ettiğinde bize soruyorlar “Bizden birileri mal talep etti ama ne dersiniz, üreticiyi mağdur eden biri midir?” diye. Biz orada referans oluyoruz. Ya da bir aracı “Bir üreticiden mal alacağım ama geçmişinde bir şey var mı?” diye soruyor. Artık referans Buğday Derneği.

Başka inisiyatiflerle nasıl bir ilişki kuruyorsunuz ve güven meselesi nasıl tesis ediliyor?

İnisiyatiflerimiz burada çok sınırlı. Biz bu pazarda bir süre üreticiye kefil olabiliriz fakat buraya gelen tüketici, derneğin lafıyla hareket etmek istemez. Çünkü güven göreceli bir kavramdır; bana göre güvenilir olan üretici size göre güvenilir olmayabilir ve ben buna ikna etmek için zorlanabilirim. Ya da tüketiciye göre çok güvenilir olan bir üretici, derneğin kriterlerine uymuyordur. Bu yüzden bizim baktığımız şey sertifikadır. Sonra üreticiye dair genel bir değerlendirme yaparız. Gıda toplulukları ile bir ilişkimiz yok çünkü onlarda sertifika şart değil. Bu sebeple elle tutulur bir işbirliğine giremiyoruz maalesef ama destekliyoruz. Mesela bu pazara gelip maddi ve manevi sebeplerden alışveriş yapamayan kişilere bu toplulukların var olduğunu, bunların da bir alternatif olduğunu söylüyoruz.

Başlattığınız katılımcı yeni çalışmayı anlatabilir misiniz?

Yatay bir yapıya geçmeye karar verdik. Pazarları denetleyen ve organize eden Buğday Derneği olarak biz danışman olalım, tecrübemizi ve bilgimizi paylaşalım dedik. Fakat karar alma mekanizmasında tüketiciyi, üreticiyi, derneği, belediyeyi ve hatta dükkancıları (Şişli buradan İstanbul’a güvenilir gıda temin ediyor. Bu işi ciddi şekilde yapan organik dükkanlar var ve onlar sabah saat 5:00-7:00 arası buradan, haldeki gibi toptan ürün alıyorlar. Buna da mecburuz çünkü haftanın her günü organik gıda almak isteyen insanlar var) da ekleyerek beş ayaklı komisyon kurup kararları ortak alıp uyguluyor. Sadece Buğday Derneği üzerinden ve belediyenin karar alıp uygulaması üzerinden çıkarıp sorumluluğu paydaşlara dağıtıyoruz. Hem Şişli’de hem Kartal’da başladık ama Beylikdüzü’nde daha başlamadık. Ekolojik Pazarlar Türeticileri İletişim Ağı’nı kurduk. Şu anda bir e-posta ağından sürekli haberleşiyorlar. Komisyonlar da hızla çalışıyor.

Süreç içerisinde kriterlerinizi genişletmenizi gerektiren neler oldu?

Mesela üreticinin tarlasının temiz olmadığını bilsek de sertifikasyon kuruluşu eğer bir şey tespit edemezse sertifikayı iptal etmiyor. Etmediği sürece de ürün satmasını engellemek için yasal hiçbir dayanağımız yok ama kendi içimizde yasaklı üreticiler listemiz var. Bu listeyi, o üretici buraya mal vermeye kalktığı zaman kendi içimizde konuşup, mal almak isteyen kişiyle konuşup pazara girmesini engelliyoruz. Pazardan atılmış, kalıntılı mal sokmuş birisine Tarım İlçe Müdürlüğü bir ceza kesiyor ama sertifika iptal olmadığı sürece üretime devam ediyordu. Belediyeyle protokole, bu pazar kuralına uymayan kişinin tezgah yerini iptal ettiren bir madde koydurduk. Normalde tezgah iptali o kadar az durumda oluyordu ki; öldüğü zaman bile başkasına aktarılıyordu. Bunu “pazar kurallarını men etme” maddesi olarak koydurup denetimi kolaylaştırdık. Bu şekilde yolda öğrendiğimiz çok şey var.

Kentteki tüketicilerin etik ve adil üretilmiş doğal gıdaya erişimini Buğday Derneği nasıl sorunsallaştırıyor? Dernek, ekolojik pazarları nasıl ve ne kadar yaygınlaştırmak, ne kadar yerele yaymak istiyor?

Biz, pazar yerleri projesini ilk yazdığımızda ve hayata geçirmeye karar verdiğimizde bu ürünlerin üst gelir seviyesine sahip insanlar tarafından satın alınabilir olduğunun farkındaydık. Fakat bu bizden değil; Türkiye’deki üretim miktarından, sertifikasyon maliyetinin yüksekliğinden ve bunun emeğe dayalı bir tarım yöntemi olmasından kaynaklanıyordu. Ot ilacı, pestisit kullanmıyorlar ve kıl kurdu ağaca girdi mi bütün ağaç mahvoluyordu. Nakliye bedeli çok fazla ve çok az ürün elde ediliyordu. Gün geçtikçe sektör büyüdü, pazardaki ürün çeşitliliği arttı fakat sertifika maliyetleri, fire azalmadı ve hâlâ sektördeki insanlar özellikle çiftçiler muhteşem paralar kazanmıyor. Şişli projesini başlatırken bir rol model oluşturmak ve bunları belediyelere devredip danışman pozisyonuna geçmek istedik. Bu pazar standartlarının tıkır tıkır işlediğinden emin olup sonrasında dönüp devlet işlerine dahil olmayı, tepedeki karar alma mekanizmaları ile devam etmeyi hayal ediyorduk. Çok yakınlarda Organik Tarım Daire Başkanlığı ile düzenlenen organik tarım çalıştayında Pazar Yerleri Yönetmeliği için hazırlanan taslağın %70’ine biz destek olduk çünkü tecrübelerimiz derin ve onlar meseleye çok dışarıdan bakıyorlar. Organik tarım Türkiye’de her geçen gün gelişiyorken yönetmelik çıkması çok önemli. Çünkü her yerel yönetim kendi bünyesinde denetime hazır, standardı oluşmuş, herhangi bir dernek desteği olmadan yer tahsis edebileceği bir organik pazar kurabilecek. 13 yıl önce sadece 12 tane sertifikasyon kuruluşu vardı, şimdi 33 tane var. Biz bu pazarı ilk kurduğumuzda 25 tezgahla başladık, 300 tezgah var şu anda. Üretim artıyor ve biz burayı ilk kurduğumuzda 35-40 liraya sattığımız taze fasulyeyi 12-13 liraya sattırıyoruz çünkü çeşitlilik fazla. Aslında şu anda orta düzeye inmiş durumda. Yine bir öğrenciyi besleyemiyor, memur ailesine ağır geliyor ama en azından yavaş yavaş da olsa fiyatlar düşüyor. İlk hedeflerimizden biri olan, tüketicide doğal gıda bilincini oluşturduk mu? Oluşturduk. Artık tüketici organik gıdanın daha temiz ve daha sağlıklı olduğunu, o tüketildiğinde uzun vadede kişiye çok fayda sağlayacağını, bunun bir tercih meselesi değil hakkaniyet işi ve hak olduğunu biliyor. Bazı ülkelerde su da kamusal bir hak. Bazı ülkeler kişinin kullandığı suyun %60’ının faturasını almıyor. Bizim ülkemizde o da yok ama bununla ilgili devlet politikaları çıkarılırsa bu artık bir tercih meselesi olmayacak, yavaş yavaş daha çok ulaşılabilir olacağının bilincini oluşturduğumuzu düşünüyorum. Şimdi pazarlarda komisyonlara geçerken belediyelerle protokoller imzalayıp standartlar oluşturuyoruz. Komisyonlardaki karar alma mekanizmaları ile adım adım geriye çekileceğiz.

Organik pazarlar henüz nasıl bir kesim üreticinin ulaşabildiği yerlerse sertifika ve sertifikayla beraber gelen bütün yükümlülükler de orta alt diyebileceğimiz üreticinin ulaşamadığı, dolayısıyla gücü olanın aldığı bir şey. Bu sizce genelgeçer hale gelebilecek bir sistem mi? Yoksa niş olarak kalmaya mahkum mu?

Ben sertifikaya koşulsuz şartsız biat etmiyorum ama içinde bulunduğumuz durumda şart olduğunu düşünüyorum. Gönül ister ki yarın öbür gün sertifikaya gerek kalmadan ülkede öyle tarım politikaları gelişsin ki kimse ilaç atmıyor, herkes ekolojik tarım uyguluyor, kimse de bunu sorgulamıyor olsun. Biz bu sertifikayı alamayan üreticileri gıda topluluklarına yönlendiriyoruz. Onun dışında da mesela tek bir üreticinin bir sertifikanın altına girmesindense kooperatif oluyorlar ve birden çok üretici tek bir sertifikanın maliyetini karşılıyor. Mesela Çıralı Kooperatifi’nde 25 üretici uzun yıllar bir tane kooperatif üzerinden üretim yaptılar. Feriköy Pazarı kurulduğunda üç-dört dükkanı narenciye, avokado, sera salatalık ve domatesleriyle besliyorlardı. Birgi Köyü 50, Kırtık Köyü 100 tane üreticisi ile organik üretiyorlar. Aydın Kirazlı Köyü’nde üreticiler 10’lu, 20’li, 30’lu gruplar halinde tek bir sertifika altındalar. Bu, maliyetleri de düşürüyor, çeşitliliği de artırıyor, üreticinin de belini bükmüyor. Organik tarım yapacağım diyen üretici çevresindekileri teker teker ikna edip halkayı büyütüyor.


Şile Yeryüzü Pazarı

“Pazarda köylü tüketiciye öğretiyor, onu bilinçlendiriyor.  Bundan daha güzel bir şey yok.”

Yerelde ve farklı farklı yerellerle çalışmak, Şile Yeryüzü Pazarı için ne ifade ediyor?

Anlamı büyük. Biz bu organizasyona başlamadan önce Slow Food’u tanıdık. Sonra, “Slow Food prensipleri olan iyi-temiz-adil gıdayı neden Şile’de uygulamıyoruz?” sorusunu tartışıyorduk. O sırada da Belediye’nin köylülere satış imkanı verecek bir alan genişletme çabası vardı. Belediye başkanımıza Slow Food ilkelerini aktardık, bu aktarımı yapınca bir ortak noktaya gelindi.

Nasıl diğer ilçelerde haftada bir hal ve hibrit ürünler odaklı semt pazarları kuruluyorsa, öyle bir semt pazarımız bizim de var. Ama Şile’ye gelenlerin Şile yereline özgü bir şeyler bulma ve Şile köylüsünün de, senelerdir Şile’de yaşayan insanların da elindeki ürünü satma ihtiyacı vardı. Bu iki ihtiyaç birbiriyle örtüştü. Bundan dolayı bizimki de bu ihtiyaçla örtüştü. Biz semt pazarına hiç bulaşmadık. Ama aynı gün kurulmak zorundaydı çünkü Şile’de 57 tane köy var ve buradaki köylüler cuma günleri Cuma namazına ve alışverişe Şile merkeze geliyorlardı. Ve tüm işlerini cumaya bırakıyorlar. Herkes bir araya geldiği için pazar da o gün kurulsun, tüketim olsun, üreticiler daha iyi satış yapabilsin diye o günü seçmiştik. Pazar gününü de, bölgemiz turistik bir bölge olduğu için seçtik.

Köylülerin düzeni şöyle idi: Evinin bahçesinde 10-15 salatalık, marul, bunları toparlayıp, leğende, yol kenarında satmak. Şimdi bunları toparlayıp, yol kenarından merkeze geldiler. Cami kenarında, kaldırım kenarında, böyle bir satış vardı. Bu bir potansiyel değil; bireysel, ufak ufak hareketler. Belediye başkanımızın hedeflerinde köylerimizin potansiyelini kullanmak vardı; köylerde tarımsal üretimi artıralım, iç pazarda daha geniş bir yer alalım, bunu da turizm ile entegre edelim. Biz de Slow Food olarak aynı anda, iyi-temiz-adil gıda ve 40 kilometre sınırı çerçevesini koyduk ve birebir örtüştü… Tam merkezden çember çizdiğinizde 40 kilometre yapıyor; 800 kilometrekare bir alan. Şile’ye baktığınızda %80’i orman ve büyük bir kısmı tarım arazisi. Bu süreçte bu arazilerin nasıl kullanıldığını araştırdık. İlçe tarımını dahil ettik. Hibrit tohum kullanıldığını, kapitalist düzene ayak uydurmuş, endüstriyelleşmiş tohum kullandıklarını, işin kolayına kaçtıklarını gördük, dünya genelinde olduğu gibi… Belediye bu projeyi sürdürülebilir kılmak için bünyesine gıda ve ziraat mühendislerini dahil etti. Tüm paydaşlar olarak bir pazar komisyonu oluşturduk ve çalışmalara devam ettik. Biz onlara atalık tohumları, yerel tohumları, bu tür bir tarımı öğrettik. Bu şekilde daha verimli, katma değeri yüksek bir satış yapabileceğini öğrettik, hâlâ da öğretiyoruz, onun mücadelesini veriyoruz ki çok zor bir mücadele. Köylü ile market arasında bir mücadele. Pazarın etrafına şimdi marketler konuşlanmaya başladı, çünkü buna bir tür rant diye bakılıyor. Halbuki çok yüksek paralar mı kazanılıyor? Hayır. Ama sistem oturdu, köylülerin bir kısmı inancını yitirdi belki, çünkü kolay değil… Çünkü yenik düşüyorsunuz. Köylünün, bizim ya da belediyenin hatasından değil, tüketicinin bilinçsiz olmasından kaynaklı. Tüketicinin kafasına çok fazla şey empoze ediliyor. Biz burada iyi-temiz-adil gıdayı pazara sokmaya çalışmak için iki birim mücadele ediyorsak, bunun karşısında 20 birim direnç var. Öyle zor bir sektördeyiz.

Bu pazar şimdi Şile’de yapılıyor. İstanbul’un totalde 150 köyünü kapsayan Silivri, Çatalca, Sarıyer, Beykoz, hatta Pendik ve Tuzla ilçelerinde değil de Şile’de olmasının sebebi ne? Niye oralarda değil de burada?

Birincisi, coğrafyasından dolayı. İstanbul’un akciğeri Şile. %80 ormanlık alanı Şile karşılıyor. 800 kilometrekare alanının olması, 57 köyün bir arada olması… Hiçbir ilçede böyle bir arada değil 57 köy. Bir şey daha var; köylünün etnik yapılarının farklı olması. Bizde Boşnak köyü var, Ahıska Türkleri köyü var, Gürcü köyü var, eskiden bir Rum yerleşkesi vardı, Manav köyleri var. Bunların çeşitliliği de köyler arasında farklılıklara neden oluyor, bu da bir avantaj olarak dönüyor. Coğrafya da geniş olunca, e tabii Şile’de karpuz yetişmesi kimsenin aklına gelmez, İstanbul karpuzu bu. Ben sana karpuz mevsiminde karpuz getirsem, senin aklına Ege gelecek, Güneydoğu gelecek. Hayır bu Şile’nin karpuzu. Biz kentlere beton döktüğümüz için, o kır hayatının İstanbul içinde de olduğunu görmüyoruz, dikkat etmiyoruz. Şile’de olmasının sebebi, birazcık da buna yerel yönetimin inanması. Bu tip konuların hepsinde karar merciinde olan belediye başkanları veya büyükşehir belediyesi ve bizim gibi STK’ların rolü büyük. 

Bu çalışma kapsamında, birbirinizle kurduğunuz ilişkilerde “güvenin yeri” nedir? Güven neden önemlidir, nasıl önemlidir?

Köylü, belediye, STK, tarım, üretici, tüketici. Ana ayaklar bunlar. Bunların hepsi birbiriyle bağlantılı. Biri diğerine güvenmese, sendeleyecek o konu. Biz STK olarak belediyeye güvenmek durumundayız ve o da güven sağlamış bize. Talepleri yerine getiriyor. Geldiniz, pazarı ziyaret ettiniz; belki de Türkiye’de olmayan bir konstrüksiyon var pazarda. Doğru yapı mıdır, uygun mudur, bu tartışılabilir; ama köylüye bir yer inşa edilmiş. Güvendiği için bunu yapmış; peki niye güvenmiş? STK’nın “Evet, bu tarım burada yapılabilir” sözüne güvenmiş. Biz de onlara güvenmişiz. Güvenin bir diğer ayağı olan tüketiciye gelelim. Tüketici o pazara geliyor, en çok neye güvenerek geliyor? Televizyonda gördüğü, mesela X gurmeyi, Y aşçıyı pazarda görüyor. Onlara da güvendiği için geliyor. Referans olarak görüyor. E tabii pazarla ilgili bizim aldığımız negatif hiçbir yorum yok. Sadece, bizim pazarın müşterisi olmayan kişilerden çıkan yorumlar var. Marketle kıyaslayan, endüstriyel ürünlerle kıyaslayan, onlardan doğru bir negatif enerji oluyor. Onun dışında, her hafta ekmeğini, sütünü pazardan alan var. Bu alışkanlığa dönüşmüş durumda. Güveni pazarda üreticiye duymak… Pazara gelip sadece Ayşe Teyze’den ürün alan insanlar var. Güven tam orada kuruluyor. Süte zam geldi, her şeyin fiyatı arttı. Mesela, bizim üreticide süt 3 TL idi, 3,5 TL yaptılar ama 4 TL yapmaya utandılar. Mesela imalatta bir sorun olmuş, tüketici geri getiriyor ürünü -olabilir böyle şeyler- üretici diyor “olur mu ben sana yenisini vereyim”. Böyle bir ilişki gelişiyor. Mesela 200 kişi pazara aidiyet duyuyor, sadakatle geliyor. Onun bence temel sebebi de güven. Bir de tabii, Slow Food’a güven var. Yeryüzü Pazarı bir marka, dünyada 62, Türkiye’de iki tane var. Biri Foça, biri de biziz. Şimdi böyle dünya markası olmuş bir hareketin ucunda olan bir şey Yeryüzü Pazarı.

Peki, tam da bu noktada, 500 içinde 200 kişilik bir sadakat var. Ama kalan 300 kişilik tüketici grubunun güven için çeşitli arayışları olabiliyor; sertifika vs. gibi. Ama siz diyorsunuz ki bizim ürünlerimiz sertifikalı değil, biz o işi o şekilde yapmıyoruz. Bu ilişki kurma meselesinde, Tarım İl Müdürlüğü, Tarım İlçe Müdürlüğü, Gıda Kodeksi, İyi Tarım Uygulamaları vb. bir sürü içerisine girilmesi beklenen ve onun çerçevesi içinde olunduğunda güven ilişkisini hisseden bir tüketici kitlesi var… Peki, sizin önerdiğiniz model ne? Sertifikasyon değil ama, “başka bir modelle güven ilişkisini kuruyoruz” dediğiniz model ne?

Bir semt pazarına gidelim, halden ürün almış. Hemen hemen bütün tezgahtarlar, “organik bunlar” diye bağırır. Kimse itiraz ediyor mu? Herhangi bir yaptırım uygulanıyor mu? Devlet uygulamıyor, halbuki kanunda var. Mesela buraya gelirken bir peynircinin camında “organik peynir” yazıyordu. O organik peynir mi? Değil. Bu bir eğitim meselesi esasında. Organik, doğal ürün, iyi tarım, vs. bunları insanların ayırt edemediğini görüyoruz. İlaçsız olan, markette satılmayan bir ürünün direkt adı “organik” değil. Öyle baktığı için vatandaş bu kafayla geliyor bizim pazara da. Burada köylüler varsa, köylüden çıktı ise bu ürünler, hemen doğal, organik sanılıyor… Organik kelimesinin içi boşalmış durumda. Yani, biz Şile’de nasıl organik yapacağız? Organiğin birtakım kuralları var. Yapılan yerler var ama bizim organik için gerekli o kadar kıstasa uyma şansımız yok. Yalancı oluruz. Başka şeylere girmemiz gerekir. Yazın 1 milyon 600 bin aracın bir günde geldiği tespit edildi Şile’ye. Bu kadar aracın geldiği yerde, egzozdan karbon ayak izine, hava kirliliğine vs. bu meselelere girdiğinde senin organik tarım yapma şansın yok. Ama biz ne yapıyoruz? İlaçsız, iyi tarım yapıyoruz. Tüketiciyi devletin bilinçlendirmesi lazım. Bu kahveyi sütlü, kafeinsiz diye ayırabiliyorsak, ürünleri de herhangi bir söylentiye gerek kalmadan net bir şekilde ayırması gerekir devletin. Biz sözde ayırmış durumdayız.

Bu adil ve sağlıklı gıdaya erişim meselesindeki eşitsizlik… Tamam, Şile’de böyle bir şey kuruldu ama bu ihtiyaç ülkenin, dünyanın ihtiyacı. Sizce bu, herkesin doğuştan bir hakkı olarak görülüp, nasıl yaygınlaşabilir? Şile’den ibaret kalmaması sizce hangi yolla mümkün?

Bunu yapabilmek için güveni sağlamak zorundasın, inandırmak zorundasın. En önemli konu da gelir. Üreticinin para kazanması, ekonomik olarak tatmin olması gerekiyor insanların. Ahmet yapmış kazanmış, Mehmet diyor “e ben niye yapmayayım”, o da yapıyor, bu şekilde yayılıyor. Bu yayılmayı bir kere sağlamak lazım. Bunu sağlamak için de, üreticiye yerelinde herkesin destek vermesi lazım. Siyaset filan düşünmeden, hangi partiye, kuruma ait olursa olsun desteğini kesinlikle vermeleri lazım. STK’ların mutlaka taşın altına elini sokması lazım, çünkü dünya televizyonda gözüktüğü gibi değil. Köylüler de televizyon bağımlısı; ama tarlaya indiği zaman, gerçekleri birileri gösterdiğinde ve para da kazandığında bu yayılıyor. Yeni üretici başvuruları var mesela pazara… Neden? O, diğerini gördüğü için geliyor. Slow Food gibi, Buğday Derneği gibi, Kadıköy Kooperatifi gibi çalışmaların çoğalması şart.

Peki, bilinçsizlik dışında işin çok genel ve ne kadar itiraz edilebileceği de tartışmalı olan şöyle bir tarafı var: Yaygınlaşma meselesini, kent yoksulunun da sağlıklı ve adil gıdaya erişimi üzerinden düşünürsek, bu yaygınlaşma nasıl sağlanabilecek? Bu, sadece orta-üst sınıf ya da turist zevki olmaktan nasıl çıkacak sizce?

Bu dünyanın tartıştığı bir konu ve zor. Ülkemizin koşullarında GSMH’ye, asgari ücrete baktığında, iyi-temiz-adil gıdaya bütçe ayıracak kısmın nüfusun %1’lik bir kesimi olduğunu söylemek mümkün. Gönül istiyor ki herkes buna rahatlıkla ulaşsın. Hatta Slow Food’un sloganlarından biri “lezzet bir insanlık hakkıdır”. İyi beslenme de bir insanlık hakkıdır ama bunu hem ekonomik şartlar hem de rekabet, haksız rekabet ortamı, endüstriyelleşme zorluyor. Herkesin her şeyi giyebildiği, tadabildiği bir sistem yaratmak gerekmiyor mu? Nasıl olacak?

Hibritin verimine karşı neden atalık tohumun verimini artırmayalım mesela? Bunlara kafa yorsak. Bahçeyi tarlayı lavanta ile çevirince şu gelmiyor, arap sabunu kullanınca şu olmuyor vs. gibi bilgi paylaşımlarını çoğaltmak lazım. Doğallığı çoğaltmak lazım. Çok fazla belediyeyle iletişim kurmaya çalışıyoruz, Yeryüzü Pazarı’nı nerede yapalım diye… Anlatıyoruz, kayboluyorlar sonra. Onların derdi başka: Oy ve para derdindeler. Bizim çalışmanın ekonomik etkisi uzun vadeli. Şimdi üç-dört yıl oldu, kırsal kalkınma, kırsal turizm gibi bir etkiye yöneldi. 57 köyden 12 köy bunun içinde. Ağva’ya da bir pazar kurulacak. Şu an kayıtlı üretici sayısı 40 civarı. Bunların içinde ikincil ürün yapan da var; reçel, sirke, gibi işlenmiş ürünler. Yüzdelik dilime girmeyecek bir azınlık tabii. Çünkü başka köyler pazara gelmek yerine yolun kenarında, evinin önünde satmayı tercih ediyor. 


Bombalara Karşı Sofralar Derneği

“Söylemimiz, tüketimi nasıl tersine dönüştürebiliriz, sürdürülebilir bir noktaya nasıl getirebiliriz, paranın olmadığı ilişkileri nasıl kurabiliriz üzerine.”

Nasıl bir çalışma anlayışınız var?

Gönüllü olarak çalışıyoruz ve kesinlikle aramızda hiyerarşi yok. Tanıdıklarımız geliyor. Bazıları meyve sebze kesmek için bazısı pişirmek için bazısı yemek için. Sloganımızda da o var zaten: “Hazırlamaya gelmesen bile yemek yemeye gel tanışalım, konuşalım, aramızdaki yabancılığı atalım.” Şehir kültürü hep yabancılaştırma üzerine. Toprakla haşır neşir olamıyoruz ve her yer beton. İsraf ve betonun dışında farklı, alternatif bir alan örmeye çalışıyoruz. Sembolik de olsa bu sofrayı kuruyoruz. Hayvansal ürün yok bu sofrada. Esnaf da bitmek üzere olan sebze meyveleri bize vererek destek oluyor. Biz de bunlardan yemek oluşturuyoruz ve geri dönüştürüyoruz. Sadece bununla sınırlı değil. Yaşam hakkını da barınmayı da işgal evleriyle savunan, “arabadan in bisiklete bin” gibi uygulamalarla petrol kökenli savaşlara karşı çıkan büyük bir organizasyonun parçasıyız. McDonalds’a girip ücretsiz yemek hakkını kullandığı için evsizlerin dövüldüğünü de görüyorduk. Ben de yaşadım ramazanda oruçluyken. Bir AVM’de iftarımı açmaya çalışıyorken oranın güvenliği burada yapamayacağımı söylemişti. Paramın olmadığını, herkes gibi orucumu açtığımı söylemiştim. Buna karşın beni dışarı çıkartıp hakaret ettiler. Halbuki ben hayvanlar için de yiyecek toplamıştım. Biz sadece insanları görüyoruz mahalle kültüründe halbuki hayvanlar da o mahallenin bir parçası ve çöpe giden yemekler her canlı için zarar. Yerellerle birleşip sömürü düzeni ve tüketim kültürüne karşı alternatif alanlar örüyor bizim çalışmamız.

Sofralarınızı İstanbul’da nerede kuruyorsunuz?

Galatasaray Meydanı’nda kuruyorduk ama ilki Gezi Parkı’nda kurulandı. Orada ekolojik bir direniş, farklı bir alan yaratmaya çalışan kitleler vardı. Biz de bu direniş içinden doğduk. OHAL’e kadar düzenli yapmaya çalışırken sıkıntılar da oluyordu, inisiyatifi elimizden alma çabaları da. OHAL’den sonra saçma nedenlerle yiyecekleri dağıtamazsınız dediler. Neden izin alınmadığı, neden dağıttığımız sorgulandı, yemeklerde hastalık olabileceği, sağlık kontrolü zorunluluğu gibi bahaneler çıkardılar.

Galatasaray’da bu çalışmayı yapıyorken bu çalışmaya katılan o civarda yaşayan insanlar mıydı? Yoksa çeşitli yerlerden gelenler miydi? Bir mahallelilik hali var mıydı?

Tepebaşı’ndayken tamamen mahalle esaslıydı. Kafeler yardım ediyordu, halk gelip şarkı söylüyordu, oturup yemeğe katılıyordu. Belli bir süre sonra Galatasaray’a kaydırınca biraz daha dışarıdan gelen arkadaşlar da katıldı. Kendi mahallemizle birlikte diğer insanlara ulaşmak da önemli. Oraya bir sürü turist de geliyor ve eleştirdiğimiz tüketim kültürünü devam ettiriyor. Biz de “tüketimi böyle sürdürmeden de, restoranlara gitmeden de temiz ve güzel, sömürüsüz, hayvanların ölmediği vegan yiyeceklerle doyabiliriz” diyorduk. Galatasaray daha genele hitap ederken Tepebaşı daha yerele hitap ediyordu.

Şimdi nerede kuruyorsunuz?

Şimdi Kadıköy’de yapıyoruz. Kadıköy’de Altıyol, Yeldeğirmeni gibi çeşitli yerlerde kurduk fakat çoğunlukla ilgi kayboldu. İnsanlar, OHAL’den mi demek lazım yoksa kent koşturmacası mı, iletişim bile kurmak istemiyorlar, çok yabancılaştık birbirimize.

Faaliyeti yürütürken ekip içerisinde ve başka inisiyatiflerle kurduğunuz ilişkilerde güvenin yeri ne?

Planlı değil organik bir ilişki var. Gönüllülük esaslı olduğundan belirli kişiler yorulunca çok az kişi ilgilenebiliyordu ama iyi tarafı aktif çalışıyor, heyecanlı geliyorlardı. Samimi bir çalışma içinde sürtüşme olmamasına çalışıyoruz. Parayı katmıyoruz fakat paradan gelen, para olmasa da ortaya çıkan çıkar ilişkisi zedeliyor. Ne kadar olmaması için uğraşsak da bazen güveni zedeleyen önlem almamız gereken suistimal ve tacizler olabiliyor. Mesela polisin OHAL’i bahane edip kimlik sorması ve hep rahatsız etmesi de genel olarak güveni zedeleyen bir olay. Ya da kimse bilemiyor çalışmaya dahil olan kişi tacizci mi, ırkçı mı diye. Bundan dolayı güven sarsılabiliyor. Kendi içimizde ırkçılığa, türcülüğe ve cinsiyetçiliğe karşı olduğumuzu ifade ediyoruz ama gelenlere “sen gelme” diyemiyoruz. Bir vaka olduğunda kendi içimizde karar ve inisiyatif alıyoruz. Kişilere “özeleştiri ver” ya da “katılma” diyoruz. Bu davranışlardan hoşlanmadığımızı söylüyoruz. Bir sürü olumsuzluk yaşamamıza rağmen insanlar aslında bir şeylerin değişmesini istiyorlar. Kentlerde betonlar arasında sıkışmışlık insanları karamsarlığa düşürüyor fakat insanlarla sohbet ettikçe düşman olarak gördüklerimizin ne kadar değişmeye açık olduğunu, haksızlığa karşı isyan edebileceğini, hakkını arayabileceğini görüp motive oluyoruz ve bunlardan güç alıyoruz.

Gıdaya erişim yolunda adaleti sağlama konusunda özel olarak evsizlerle bir güven ilişkisi kurabiliyor musunuz? Yemek artıklarını aldığınız market ya da bakkal ya da restoranlarla güveni nasıl kuruyorsunuz?

Biz özellikle politik nedenlerden dolayı, israf kategorisine alınan yemek artıklarını artı ürün olarak görüyoruz. Bu artı ürünler aslında yenilebilir gıdalar ve para üzerinden değerlendirilmemesi gerekiyor. Sömürü düzeni bu arta kalan ürünlerin çöpe gitmesini israf olarak dışa vuruyor. Biz bunu yerelimizdekilere dokunan, anlaşılır bir şekilde ifade ediyoruz. Yiyecekleri dükkanlarından alacağımızı ancak kesinlikle para karşılığı olmamasını, çöpe gitmek üzere olanları istediğimizi söylüyoruz. Bunların aç kalanlara ve evsizlere ulaşmasını istediğimizi söylüyoruz. Aç veya evsiz olmasa da parayla ilişkiye ve israfa tepkili insanlar da geliyor ama biz ilk söylemi marketlere karşı kuruyoruz. Onlar da yardım etmek istiyorlar. Bazen malzeme toplamaya geç gittiğimizde “Niye gelmediniz biz size verecektik” diyorlar, yani onlar da sorumluluk alıp bizi denetliyorlar ve bu bizi motive ediyor. Bir esnaf bir röportajda bu sofraların bir parçası olmaktan gurur duyduğunu söylüyordu. Bir baskı kurmuyoruz, kendisi istiyor bunu ve bir aidiyet hissediyor. Genele de yaymak gerekiyor bunu.

Adil ve sağlıklı gıdaya erişmek bir eşitsizlik meselesi. Faaliyete, bunu aşmaya yönelik mi başlamıştınız?

Dünya çapındaki küreselleşme olgusu herkesi yutup kültürden ekonomiye ve üretime kadar her şeyi metalaşmaya itiyor. İnsanın, hayvanın, bitkinin veya doğanın meta olarak görülmemesi için çalışıyoruz. Hareketi, bunların hepsinden etkilenerek gelen insanlar olarak görüyoruz.

Sizce bunun gibi bir çabanın sadece Galatasaray’da ya da Kadıköy’de değil de 15 milyonun yaşadığı İstanbul’da daha yaygınlaşması için ne yapmak gerekiyor? Sembolik olmasının ötesine taşınarak hakikaten nasıl kalıcı ve yaygın hale gelebilir?

Daha fazla yerele ulaşabilmesi için aslında sofrada nasıl bir rutinin işlediğine dair kılavuz hazırlama yönünde çalışmalar yaptık. İnisiyatif çıkmadığı ve tek başıma kaldığım için devam ettiremedik. Bir sürü yerde buna meyilli, “nasıl bir yol takip edebiliriz?” diye soran insanlar var. Model sunmaktansa nasıl yapabileceğimizi sormak daha mantıklı. Kendi yerellerimizde ortaya çıkan, kötü olsa da örnekleri bireysellikten kolektif bir deneyime aktarmak örnekleri yaygınlaştırabilir. Taksim’de olan şartlar çeperde de geçerli. Taksim’de kolektif çıkmıyorsa Sultanbeyli’de de yapamıyoruz. Orda yapılamamasının tek sebebi mekanın olmaması değildi; inisiyatif de çıkmamasıydı. Gönüllülük emrederek işleyemiyor. Öylesi, böyle bir konseptle fikirsel ve yöntemsel olarak çok tezatlık oluşturur. Hem kolektivite hem de gönüllülük olduğu zaman bazı sorunlar ortaya çıkabiliyor. Mesela Sultanbeyli’de çok zor olduğunu orada yaşadığım için biliyorum. Oradaki yaşayış, hemen tüketeyim daha az alayım mantığında olduğundan yemeklerin çöpe gitmesi daha az. Taksim’de aşırı bir tüketim var. Merkezi yerlerde sembolik anlamı olan pratikler belki daha mantıklı. Çoğu yer daha kentsel dönüşüm etkisine girmedi. Bahçelik alanlar ve burada permakültürle kendi ürününü kendi sağlayabileceği yerler var; devlet bunun olmasını istemiyor, inşaata açıyor ve yok olmaya başlıyor. Bir noktadan sonra Taksim, Kadıköy gibi olacak oralar da ama şu anda değil. İleride oralara da sıçrayacak.

Bombalara Karşı Sofralar’ın küresel anlamda da yoğunlaştığı yerler Kuzey Amerika ve Avrupa mı? Oralarda olmasının sebebi de, Küresel Güney’de büyük bir açlık varken orada israf ve tüketim kültürünün yoğun olması mı?

İsrail’de, Afrika ülkelerinde; Tayland’da, Tayvan’da da var. Fakat orada daha çok israf ve açlık üzerine kurulan bağ üzerinden bu çalışma yapılıyor. Biz de o sloganı atıyoruz ama bizde görünür olan tüketimin artması ve evsizlik. Söylemimiz, tüketimi nasıl tersine dönüştürebiliriz, sürdürülebilir bir noktaya nasıl getirebiliriz, paranın olmadığı ilişkileri nasıl kurabiliriz üzerine. Ama bir yandan da insanlar obez olmaya başlıyor, ikisi aynı anda oluyor. Sınırını tam nasıl çekeceğiz belli değil ama birleştiğimiz noktalar olacak. Hepsi tüketim kültürünün, ekonominin merkezileşmesinin ve kapitalizmin sömürü düzeninin bir sonucu. Protesto etmek dışında bu hareketin belli kazanımları oldu. Almanya’da devlet desteğinde, internet ortamında ihtiyaç sahibi insanların üye olup yiyecek artıklarını kazandığı food sharing (gıda paylaşımı) sistemi var. Bu anlayışla çalışan ve kira vermeyen Freegan kafeler var. Freegan beslenenlerin bazıları da “satın alacağıma zaten çöpe gitmek üzere olan yoğurt veya yumurtayı bu yolla alayım” diyerek hayvansal ürün tüketiyor. Toprakla haşırneşir olup kendimizi beslediğimiz permakültür buna ekleniyor. 


Çorbada Tuzun Olsun Derneği

“Gıda dağıtımı bizim için bir araç. Bizim amacımız, evsizlerle iletişim kurmak ve onları topluma kazandırmak.”

Yerellikten ne anlıyorsunuz? Yerel çalışmanın sizin için nasıl bir önemi var?

Yerellikten, subsidiarite ilkesini, yani hizmetin halka en yakın birimler ve sosyal gruplar tarafından görülmesini anlarız. Organizasyonel olarak yerelle çalışmak da, mahalli organizasyonlar ile paydaş olarak işbirliğinde bulunmak demektir. Bu yürütme eylemi katılımcılığa, sürdürebilirliğe ve yönetişime dayanır.

Gıdaya erişimde yerellik, sürdürülebilir kalkınma hedeflerini bize hatırlatır. Üretimin daha verimli, daha ulaşılabilir olmasını ve tüketimin daha güvenli kılınmasını sağlayarak insan hayatının sürdürebilirliğini sağlar.

Kurduğumuz ilişkilerde güven, faaliyet yürüttüğümüz yerelde gerek faaliyetimizin ana odak kitlesi “evsiz- sokakta yaşayan” dezavantajlı grubu ile olan ilişkilerimizi, gerekse çalıştığımız bölgedeki sosyal çevre ile mahalli organizasyonlarla olan ilişkilerimizin kuvvetini ifade eder.

Bizler kendimizi “yerel” bir çalışma olarak görüyoruz. Faaliyet gösterdiğimiz bölge insanlarına, çalıştığımız bölgedeki iletişimimiz ve ilişkilerimizle hizmet ediyoruz. Bu yüzden verimliliğimizin artması için yerel iletişimi ve ilişkilerimizi kuvvetlendirmeye çalışarak, kurduğumuz dış iletişimi ve dış ilişkileri de yerel çalışmalarımıza destek olacak şekilde kullanıyoruz.

Yerel çalışmayı seçmemizin sebebi, evsizlik gibi birçok farklı dezavantajlı grubu içerisinde barındıran sosyal travmaya (kadına şiddet, mülteci, çocuk istismarı, madde bağımlılığı vb.) bağlı sorunların çözümünün yerellikte bulunmasıdır. Evsizlik bir barınma değil, bir barınamama sorunudur. Barınabileceğimiz bir toplumu, yerelliğin gücünden faydalanarak ve yerelliği unutmayarak çözebiliriz. Yerellik özel olmakla beraber hassasiyet gösterilmesi gereken bir kavram. Birçok topluluk veya kurum, yerelliğin farkındalığını taşımadıkları için çevresinde bulundukları çözümleri ıskalar. Gıda tedariğinde de yerelliği önemli görüyoruz. Yerel gıda tedariği, israfın önüne geçmeyi, sürdürebilirliğin sağlanmasını ve korunmasını sağlar. Yerel ilişkilerin kuvvetli kurulması, yaşanılan yerel bölgeyi ekonomik ve sosyal olarak besler, zamanla kaynaklarını da daha kuvvetli hale getirir.

Kurduğumuz yerel ilişkileri bu bilinç doğrultusunda kurduk. Esnaftan, mahalli idareye kadar yerel ilişkilerimizin kuvvetli olmasına verimlilik ve sürdürebilirlik açısından önem veriyoruz. Bu stratejiye olan inancımızda yanılmadığımızı, yerel edinimlerimizden ve bu edinimlerle ürettiğimiz değerden görebiliriz.

Dolayısıyla güven unsurunun ilişkilerinizde ve çalışmanızın kendisinde özel bir önemi olduğu söylenebilir mi?

 Güven bizim özümüzdür. Sürdürebilirliğimizin, birlik ve beraberliğimizin temelinde güven yatar. Birbirimizle kurduğumuz ilişkilerde güvenin var olması, motivasyon ve takım çalışması adına önemlidir. Başka inisiyatif veya kurumlarla, üreticiler ve destekçilerle kurduğumuz ilişkilerde güven, işbirliğimizin verimliliği, sürdürebilirliği ve motivasyonu için önemlidir. Dezavantajlı grup ile kurduğumuz güven ilişkisi ise yaptığımız işin en can alıcı noktasıdır. Gıda dağıtımı bizim için bir araç. Bizim amacımız, evsizlerle iletişim kurmak ve onları topluma kazandırmak. Evsizler, onlara yemek götürdüğümüz için değil; onlar için endişelenen, ihtiyaçlarını sağlamak, iletişim kurmak ve onları yalnız bırakmamak için her akşam yanlarına giden birileri olduğu için bizimle iletişim kuruyorlar. Her gün onlar için mücadele eden birileri var.

Güven konusunda örnek vermek gerekirse bağış yapmak isteyen insanlardan, sponsor olmak isteyen kurumlara kadar herkesin önce bir kere organizasyonumuzun dağıtımına katılmalarını isteriz. Biliyoruz ki bir kere gelip evsizlerin derdini ve bizim çözümümüzü paylaşan insanlar, evsizlerin derdiyle dertlenmeye ve çözümün parçası olmaya devam edecekler. Bunun bizi hiç yanıltmadığını kısa sürede geldiğimiz noktadan gözlemleyebiliyoruz. Aynı şekilde hiçbir zaman kayıtsız yardım almıyoruz. Eğer nakdi veya ayni bir bağış yapılacaksa, kayıt ile alıyor kayıt ile teslim ediyoruz. Dernek Başkanı olarak ben de bu kuralı makbuz olmadığında, o an bağış alamayacak bile olsam bozmam. Bizler yaptığımız işe güvendiğimiz için inanıyoruz. Bu yüzden inandığımız şeye zarar vermemek ve inanan insanların sayısının da artması adına güven inşa etmeye önem veriyoruz. Tercihlerimizin de güven inşa edici olmasına özen gösteriyoruz. Bireysel tercihler yerine ilkeler ve kurumsallıktan yana hareket etmeye çalışıyoruz.

İlkelerimize zarar vermeyecek her müşterek işbirliğinde de bulunmaya çalışarak, faaliyet gösterdiğimiz alanda örnek olmaya çalışıyoruz. Beyoğlu’nda evsizlik sorunu üzerine çalışan kurumlarla birbirimizin eksik kaldığı noktalarda birbirimize destek olmaya çalışıyoruz. Örneğin, Üsküdar’da evsizlerle ilgili çalışan bir paydaşımızla dokuz ay boyunca Üsküdar bölgesindeki evsizlere sosyal travma atölyesi yaptık.

Gıda denetimini sağlamak adına ise tüm gıda üretimini kendi mutfağımızda yapmaya çalışıyoruz. Yiyemeyeceğimiz hijyen ve tattaki gıdayı dağıtmama gibi bir ilkemiz var.

Gıdaya erişim noktasında sizin çalıştığınız kesim ciddi anlamda dezavantajlı bir kesimi ifade ediyor. Dolayısıyla gıdaya erişimdeki adaletsizlikleri, gıdaya erişim meselesinin ciddi bir eşitsizlik meselesi olduğu ortaya çıkıyor. Etik ve adalet mefhumlarına nasıl bakıyorsunuz?

İkisini sağlayabildiğimiz oranda yaptığımız işin ve kurumumuzun güvenilirliğini sağlayabildiğimizi düşünüyoruz. Adil ve sağlıklı gıdaya erişimin herkesin hakkı olduğuna inanıyoruz. Evsizleri topluma geri kazandırırken, besin ihtiyaçlarını sağlıklı olarak giderebilmelerini hedefliyoruz.

Sağlıklı ve güvenli gıdaya erişim koşullarını sağlamak istiyoruz. Bu erişim aracılığıyla, toplum düzeninden kopan dezavantajlı grup evsizler ile toplum arasında bir köprü inşa etmeyi ve topluma geri kazandırmayı hedefliyoruz. Beyoğlu bölgesinde çalışıyor olmamızın sebebi, bu bölgenin İstanbul’da evsiz dezavantajlı grubu popülasyonunun en yüksek olduğu bölge olması. Bu bölge dışında Beşiktaş bölgesinde gıda dağıtımı ve keşif çalışmalarına haftada bir gün olmak üzere başladık.

Hedef kitlemiz birçok dezavantajlı grubu kapsayan geniş yelpazesi olan bir grup. Derin sosyal travma ve madde bağımlılığı, evsiz dezavantajlı grubunun topluma geri kazandırılma ve toplum düzeninde yer edindirilmeleri konusunda pranga görevi görüyor. Evsizleri bu prangalardan kurtarabilmenin en önemli kısmı, onlarla diyalog kurarken, öte yanda barınabilecekleri, barınmak isteyecekleri bir toplumu inşa edebilmek.


Kadın Kadına Mülteci Mutfağı

“Kadınların kendi ayakları üzerinde durmasını sağlamak, evdeki baskıcı erkek egemen zihniyeti kırmak üzerine bu çalışmaya başladık.”

Kadın Kadına Mülteci Mutfağı’nın kurulmasına öncülük eden Okmeydanı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği (OKDER) mutfağın kuruluş sürecini ve faaliyetlerini anlattı.

KKMM yerel çalışmadan ve yerelle çalışmadan ne anlıyor? Bu meseleyi nasıl görüyor?

Biz çalışmayı yerel olarak düşünmenin, yerellerin desteğini almak açısından daha doğru olduğuna inanıyoruz. Bu tip çalışmaları herkesin kendi yerelinde düşünmesinin, yapmasının daha doğru olacağına inanıyoruz. Bizim başka bir bölgede buna benzer bir çalışmayı yapma hedefimiz yok. Ama yerellerde, somut olarak mahallede yapılan çalışmalarla dayanışma yapmak diye bir hedefimiz var. Bu çalışmayla öğrendiğimiz şu oldu: Bu tip yerellerdeki mahalleliyle (o mahallede yaşayan tüm toplulukları kastediyorum) birlikte yapmak hem daha sağlıklı, hem de amacına ulaşması bakımından verimli. Bizim amacımız bu yerel çalışmadan bir hareket oluşturma değil; biz, mültecilerle ve kendi mahallemizdeki kadınlarla bu mutfak üzerinden kendimizi tarif ettik. Yaşadığımız toplumda, kendi yerelindeki çalışmalar orada yaşayanlarla temas kurulduğu ölçüde karşılık bulur. Toplumsal olarak zor bir konjonktürden geçiyoruz. Güvensizliğin yaygın olduğu günümüzde bu tip çalışmaları o mahallede yaşamayan birilerinin yürütmesinin zor olduğunu ve kısırdöngü içine girdiğini görüyoruz, düşünüyoruz.

Peki, böyle bir çalışmayı Gazi Mahallesi’nde yapmakla Okmeydanı’nda yapmak arasında bir fark var mı? Yani daha doğrusu, Okmeydanı’nda yapmayı özgün kılan bir tarafı var mı?

Bizce yok. Her yerde bu tür çalışma yapılabilir. Tabii ki insanlar bu mekanın, Okmeydanı’nın kendi koşullarından kaynaklandığını düşünüyor, maalesef öyle bir durum yok. Dernek 2014’te kurulduğunda, bu mahalleye mülteciler yeni gelmeye başlamışlardı. Bizim derneğin mültecilerle ilgilenebileceğini bilmediğimiz için tüzüğümüze bu konuyu almamıştık. Sonra tabii ki bir karar vermek durumundaydık: OKDER olarak, mültecilere destek verecek miyiz, vermeyecek miyiz? İnsani temelde destek verelim dedik, derneğimizin kapılarını mahallemize yeni gelen komşularımıza açtık. 

Bu komşularımızın yaşadıkları evlere gitmeye başlayarak sürecin içinde kendimizi bulduk. 

Temel yaklaşımımız şuydu: Savaşın yıkıcı etkisiyle kaçıp kendisine sığınacak bir yer bulmuş birine kucak açmak, sahiplenmek ve kaldığı ölçüde bir komşuluk hukuku oluşturmak aslında hepimizin güvenli bir alanda yaşamasına olanak sağlayacağına inandığımızdan bütün arkadaşlarımızla seferber olduk. Dolayısıyla da benim komşum eğer güvensizse, açsa, yatacak yeri yoksa, o mahalle, o bölge çok güvenli bir alan değildir.

Mülteciler ülkeye geldiklerinde önce kendi ekonomilerine en uygun yeri, sonra da orada tanıdık birinin varlığı ile yerleşmeye başlıyorlar. Bizler de iç göçle gelen aileleriz, dolayısıyla bizler de bu bölgeye tanıdıklarımızın tavsiyesi üzerine geldik. Çünkü herkes önce güvendiği birilerinin yanında kalmak ve yerleşmek ister. Ama mültecilerin yaşadıkları zorunlu bir göçten bahsediyoruz. Birlikte yaşamanın ne kadar zor olduğunu farkındayız. Dernek olarak mülteci komşularımıza ayırım yapmaksızın, siyasal, mezhepsel düşüncelerine bakmaksızın insani temelde destek verdik. Bu çalışmaları yaparken ileriye yönelik bir proje çalışması dizayn etmedik. Sürecin doğal akışı içinde gitmesi bizleri bugünlere getirdi. 

Mutfak fikri de bu doğallığın içinde filizlendi diyebiliriz. Mülteci kadın komşularımızla bu süreci iki yıldır sürdürüyoruz. İki yıldır da tartışmaya devam ediyoruz. Bu süreçte birlikte yola çıktığımız komşularımızla demokratik bir ilişki kurmaya özen gösterdik, bu özeni göstermeye devam ediyoruz. Çünkü bu demokratik işleyişin ne kadar samimi olup olmadığı, yapılan çalışmanın ömrünü de belirler. Bu süre zarfında “Size ne kardeşim!” demedik. “Biz böyle yapıyoruz” demedik. Dayatmacı olmak yerine katılanların ikna olmasını bekledik. O zaman faaliyetin mayası daha sağlam oluyor. 

Peki bu çalışmanın yerelde sağlıklı ve güvenilir gıdaya erişime dair bir katkısı oldu mu? Yoksa buranın yaptığı ürünler mahalle dışına yönelik mi?

Biz mutfak fikrini önceden düşünerek yapmadık. Anladığımız bir alan da değildi aslında. Her gün yüzlerce mülteci kadın derneğe gelerek ihtiyacını ifade ediyordu. Bu yaklaşık 1,5 sene sürdü. Bizler gönüllülerimizle birlikte bu süre içinde 800 ailenin temel ihtiyaçlarını karşıladık, halısından masasına kadar, devlet ve fon katkısı olmadan gerçekleştirdik. Bu arada bu çalışmanın toplum içinde karşılık bulması adına bir gönüllü ağı oluştu. Mültecilerin temel ihtiyaçlarını güven temelinde karşılayınca, derneğe düzenli gidip gelen kadınlar oldu. Artık tanışır, selamlaşır olduk. Sonra sohbet etmeye başladık. Tabii ki bu süre içerisinde güven ilişkisi oluştu. Bizden mültecilere yönelik kötü bir davranış oluşmadığını gördüler. Ayrıca mülteci kadınların da Türkiyeli kadınlar gibi büyük bir baskı altında olduklarını gözlemledik. Hayatın bütün yük ve sorumluluğu aslında kadınların üzerinde: Çocuğa kadın bakıyor, yardım için kadın araştırıyor, ev buluyor. Erkek, varsa işe gidiyor, iş yoksa evde yatıyor. 

Bizim mahalledeki acil konu, mülteci kadınların kendilerini ifade etmesine, birbirleriyle tanışmasına ve onlara destek olmasına olanak sağlayacak bir alana ihtiyaç duyulması oldu. Dernek mekanı süreç içinde hem ihtiyaçların karşılanma yeri hem de bu ihtiyaç vesilesiyle tanışıp arkadaşlıkların kurulduğu bir mekana dönüştü.  

Mülteci kadınlarla yaptığımız sohbetlerde, birilerinden yardım istemek yerine kendi yapabilecekleri işler olursa yapacaklarını söylüyorlardı, ama çok çocuklu olduklarından dolayı da çocukları bırakacakları yerin olmayışı ise bir sorundu…

Dernek yönetimi de bir karar sürecine geldi. Hem mahalledeki kentsel dönüşüm ve mülkiyet sorunları gibi çetrefilli sorunlarla uğraşmak hem de hiçbir deneyim sahibi olmadığı bir alandaki sorunlarla ilgilenmek üzere.

Benzer başka çalışmalarla bir ilişkiniz var mı? Varsa o güven ilişkisini nasıl kuruyorsunuz?

Var. Biz bir ağ oluşturduk. Bizim daha önce göçmenler meselesiyle ilgili bir deneyimimiz yok. Benim de, mahalledeki arkadaşlarımın da yok. Bununla ilgili ilk deneyimimiz Göçmen Dayanışma Ağı ile ilişkilenmekti. Biz önce o ağla ilişki kurduk, gidip geliyorduk. Sonra baktık, orada bir sürü insan var ama somut, yerelde insanlara değecek bir çalışma yok.

Biz mültecilere daha somut dokunan, bir çalışmanın ancak yerellerde yani mültecilerin yaşadıkları mahallelerde ve orada yaşayanlarla birlikte bir çalışmanın sağlıklı olabileceğine inandık. “Herkes kendi mahallesinde bu çalışmayı yapabilir mi?” diye tartıştık. Yapabiliriz. Bu sebeple Mülteciyim Hemşehrim ağını kurduk. Bu ağın temelleri de mahallelere dayanıyordu. Mahalleler Birliği içindeki mahallelere bu çağrı yapıldı, ama kimse çok fazla bu mevzuya girmek istemediği için üç mahalle buna cevap verdi. Mahmut Şevket Paşa Mahallesi ve Yarımburgaz Mahallesi olarak başladık. Sonra sürece Bayramtepe Mahallesi dahil oldu.

Hem kent savunuculuğu, hem mülteci meselesinde biz bu üç mahalle ile dayanışma içindeyiz. Yarımburgaz Mahallesi’nde mutfak değil de mesela orada Türkiyeli ve Suriyeli çocukların futbol etkinlikleri başta olmak üzere çeşitli etkinlikler yapılıyor. Mutfak olmasa da daha minyatür bir mutfak filizleniyor diyebiliriz. Bayramtepe Mahallesi’nde ise sanatsal etkinlikler yapılıyor.

Etik ve adalet mevzusuna gelelim. Sağlıklı, adil üretilmiş temiz gıdaya erişim bir hak ise, organik-ekolojik dediğimiz gıdanın fiyatının yüksek olması, onu bir hak değil bir tür lüks olarak algılamaya itiyor. Kadıköy, Şişli gibi bir yerde bu algı kolay kırılabilse de Ümraniye, Gaziosmanpaşa veya başka yerlerde böyle bir şeyin tahayyülünü neden kuramıyoruz?

Biz derneği kurarken aslında kendi yaşam alanlarımızı korumaktan bahsettik. Bu sadece kent ile değil; beslenmekle de ilgili, haklara erişimle de ilgili. Kapitalizmin vahşileşmeye başladığı yerde, her şeyin ilaçlaştığı bir sektöre döndü gıda. Daha çok üretim yapılması için, zamanında üretim yerine kimyasal girdiler takviye ederek karşımıza getiriyorlar. Bizim belki dernek olarak gücümüz yok ama buna duyarlı olmak gerektiğine inanıyoruz. Bizlerin sağlıklı ürünlere ulaşma hakkımız var. Bu bir hak ve bunun engellenmesi veya başka bir şekilde karşımıza çıkartılmasına izin vermememiz gerektiğini bilince çıkartmamız gerekiyor. Biz bunu kendi üyelerimizle de tartıştığımızda “Bu bir hak ise, bu hakka ulaşmak için mücadele etmemiz gerekiyor” dedik. Burada, diğerlerinden belki farkımız, yerellerin-belediyelerin görevi olan işleri kendi üzerimize almıyoruz; sorumlusu olan kurumun yapması için zorluyoruz, yaptırmaya çalışıyoruz. 

Dolayısıyla bizler aslında amme hizmeti yapmıyoruz. Eğer belediyenin karşılaması gereken bir hak varsa, belediyenin stratejik raporuna girmiş ise, bunu yaptırmaya çalışıyoruz. Biz bu kurumların görevini yapmıyoruz, yapmayı üstlenmiyoruz.

Ama gıda kamusal bir hizmet değil. Dolayısıyla devlet, kamu adına yapmıyor bunu.

Evet. Ama aslında belediyeler bunu yapabilir. Tedarikçiliğini yapabilir, taşımayı yapabilir. Temel sorun nedir? Nakliye meselesi. Bu nakliye meselesini belediye çözebilir. O zaman biz belediyeye, “Senin, sınırların içerisinde yaşayan vatandaşların daha sağlıklı ürüne erişme hakkı için çaba göstermen lazım” diyebiliriz. Mesele bunu hak olarak görüp görmemekte. Bu memlekette, mesela benim konut edinme hakkım var. Ama devlet bu hakkı yerine getirmiyorsa bu hak ortadan kalkmış olmaz. Bunu hak görenler bu hakkın mücadelesini vermeli, veriliyor da. Gıda üzerinden de, bu yerellerin kağıt üzerinde olsa bile hizmet edileceği alanlar bunlarsa, bizim bu istekleri, bu hakları hayata geçirmenin yolunu bulmamız gerekir. Mahallemizdeki sorunlarımızı da dernekte böyle çözmeyi doğru buluyoruz. 


Komşu Kafe Kolektifi

“Biz sermaye ile işleyen bir kafe değil, dayanışma ekonomisi olarak işleyen bir kafe inşa etmek ve onu işletebilmenin derdindeyiz.”

Komşu Kafe sizce yerel bir çalışma mı? Yerellikten ne anlıyor?

Kolektifin ilk üyeleri Yeldeğirmeni’ni bir lokasyon olarak seçerken muhtemelen rastlantısal bir şekilde yapıyor bunu. Şehrin haritasını bir dart tahtasına koyduğunuzda, oraya bir ok atar gibi ve belki de mahallenin atmosferini sevdiklerinden… Çünkü Yeldeğirmeni kent içindeki bir köy gibi. Böylesi bir yerelde çalışma yapmak, patron/işçi/müşteri gibi öğrenilmiş pozisyonların sorgulanmasına vesile oluyor. Bunlardan vazgeçiyoruz; daha çok misafir, arkadaş ve aile ilişkileri geliştiriyoruz.

Çalışmalarınızı nasıl duyuruyorsunuz?

Esasında buraya gelen insanlar üzerinden işliyor. Sosyal medyayı kullanıyoruz, burada paylaşımlar yapıyoruz. Ancak daha çok buraya gelen, buranın yaşayan bir yer olarak kalmasını isteyen insanların el vermesiyle işliyor. Bir tür dayanışma çemberi var, buraya gelen dostlar ve misafirler bizi kulaktan kulağa yayıyorlar.

Dolayısıyla, mahallelinin bir tür hedef kitle olduğu söylenebilir mi?

Komşu’ya gelen insanlar çok karışık. Uluslararası öğrencilerden alternatif ekonomiye merak duyanlara, “Ne istiyorsam onu ödeyeceğim de ne demek?” sorusunun cevabını merak eden yaşlılara kadar çok çeşitli insan buraya geliyor. Aynı zamanda kolektif içinde yer alan birçoğumuzun olduğu gibi burası göçmenlerin ve mültecilerin de evi.

Bu haliyle mevcutta var olan “yerellik” kavramının anlamını dönüştürdüğümüz söylenebilir. Yerelliğin anlamını yeniden inşa ediyoruz, onu farklı türdeki yerelliklere açık hale getiriyoruz. Farklı mahallelerden insanlara, göçmenlere, mültecilere, kafa kağıdı olmayanlara… İnsanların milletine, sosyal ve ekonomik durumlarına ve statülerine bakmadan yeniden inşa edilen bir yerellik bu. Yerel bir kafe olarak herkese açığız, tabii kolektifin anti-cinsiyetçi, anti-ırkçı, anti-homofobik ve anti-otoriter atmosferine saygı duymayı her adımda akılda tutarak. Bu anlamda bizim yerelliğimiz bir tür “uluslararası yerellik”, yani farklı yerlerdeki yerellikleri kapsayan, onlarla dayanışma ilişkileri geliştiren ve deneyim paylaşan bir yerellik tarzı.

Tabii Komşu’nun zaman zaman bir tür hayır işleri yapan bir mekan olarak yanlış aktarıldığını düşünüyorum. Bu iyi bir şey değil, çünkü bilindiği üzere bu tür hayır kurumları sorunları çözmüyor. Bizim kafe tarzımız esasında bizleri bu türden bir yardıma mahkum bırakan kapitalizme kafa tutuyor. Biz aksine sermaye ile işleyen bir kafe değil, dayanışma ekonomisi olarak işleyen bir kafe inşa etmek ve onu işletebilmenin derdindeyiz. Bunu deniyoruz. Elbette bu kafe mahallemizin yerelliğine uygun halde işliyor.

Zor durumda kalmış ve zor şartlarda çalışan dayanışma ekonomileri kendilerini içinde bulundukları mahallelerin koşullarıyla ve ihtiyaçlarıyla uyumlu hale getirmeli. Bu tabii zor bir şey. Umuyorum ki Komşu da gelecekte bu tür koşullar içinde yaşam mücadelesi veren inisiyatifleri daha çok destekleyebilir.

Peki çalıştığınız üreticiler kimler, yine böyle gruplar mı?

Kafe’de kullandığımız ürünlerin bir kısmını kolektifler, kooperatifler, başkaca yerel dükkanlar ve pazarlardan alıyoruz. Bütün ürünlerimizi böylesi inisiyatiflerden aldığımızı söylemek zor tabii. Lojistik sorunu, ekonomik sorunlar ve bizimkisine benzeyen dayanışma ekonomisi temelli gruplar bulmak zor. Bu gruplar kapitalist sistem içinde yaşam mücadelesi veriyor. Ama ulaşmak istediğimiz noktaya doğru adım adım gidiyoruz.

Bir tür gıda adaleti ağının parçası olduğunuzu düşünüyor musunuz?

Kapitalist olmayan bir kafe olarak kentin merkezinde olmak bizim amaçlarımızın temelinde yer alıyor. Tabii Komşu’nun varoluşundaki bu durum bir tür “entelektüel” açı yaratıyor ve evet, bu, Komşu’nun arzuladığı dönüşümdeki rolünü oransal olarak marjinal kılıyor olabilir. Ve pek tabii Komşu kapitalizme son verecek Büyük Canavar değil. Ama bağlantılı olduğu, yeterli destek olduğu sürece ve kolektif çalışabilen küçük inisiyatiflerle beraber hemen bugün yaşamaya başlayacağımız alternatifi yaratmaya çalışıyor. Bu açıdan elbette biz de kentte gıda adaleti için çalışan bir ağın parçası sayılabiliriz.

İç organizasyonunuz nasıl? Nasıl bir çalışma pratiğiniz var?

Mekanın stratejisi toplantılarda oluşuyor. İki tip toplantımız var. İlki, haftalık toplantılar. Bu toplantılarda işi, rotasyonu, etkinlikleri ve ödemeleri organize ediyoruz. Diğeri ise aylık. Bu toplantılarda daha çok mekanın gelecekte ne olabileceğini, burada çalışma hakkında ne hissettiğimizi ve önemli değişimler hakkındaki kararlarımızı tartışıyoruz. Uzun erimli planlar yapmaktan kaçınıyoruz ama değişiklikler yapıyoruz ve bu değişikliklerin sonuçlarını değerlendiriyoruz. Başarılı olup olmadığını değerlendiriyor ve kendimize yönelik kritik yapmaya çalışıyoruz. Kapitalizmin tuzağına düşmeden bunu yapmak çok zor olsa da süreç uzun ve yolda öğreniyoruz.

Peki, geleceğe yönelik nasıl bir projeksiyonunuz var? Kapitalizm gibi bütünlüklü bir sistem içinde yaşadığımızı söylediğinizden dolayı bunu soralım. Daha bütünlüklü bir sistem dönüşümü perspektifiniz ve buna yönelik pratik düşünceleriniz var mı?

Aslında bu soru Kolektif’e çok sorulan sorulardan biri. Gazeteciler soruyor: “Kafe’nin geleceğine dair nasıl planlarınız var?” Avrupa Yakası’nda bir şube açma konusunda kendi aramızda sık sık şakalaşıyoruz. Ama gerçekte Komşu olarak “büyüme” gibi bir amacımız yok. Sermaye birikimi yapmak, genişlemek bize göre kapitalist iş modelinin bir parçası. Dolayısıyla bu mekanın hep yerel ve içinde bulunduğu çevrenin organik bir parçası olarak kalmasını umut ediyorum.

Çalışmalarınızda güven ilişkisini nasıl tesis ediyorsunuz?

Aslında güven meselesi buranın temel meselelerinden biri ama bunu derken bir tür dürüstlük ütopyasından bahsetmiyorum. Biz burada güven meselesini bir güven deneyimi şeklinde yaşıyoruz. Kafe’ye gelen misafirlerimize mekana saygı duymaları konusunda, alet edevata iyi davranmaları konusunda güveniyoruz mesela. Aynı zamanda burada sunulan yiyecek içeceğe hak ettiği değeri vereceklerine dair de bir güvenimiz var. Tabii bu yiyecek içeceğin sunulabilmesi için gerekli olan emeğe de. Kendi içimizde, şiddet ve nefret dilinden uzak, manifestomuza saygı gösteren, birbirine güvenen, sorunlarını çözebilen ve farklılıkları olduğu ölçüde konsensus ile karar alabilen bir grup olmaya çalışıyoruz. Bu açıdan işte, güven burayı kuran temel özelliklerden biri.


DÜRTÜK – Direnen Üretici Tüketici Kolektifi

“Söylemimiz, tüketimi nasıl tersine dönüştürebiliriz, sürdürülebilir bir noktaya nasıl getirebiliriz, paranın olmadığı ilişkileri nasıl kurabiliriz üzerine.”

Yerellikten ne anlıyorsunuz?

Yerelliği sabit-verili bir mefhum olarak değil de sürekli yeniden kurulan bir ilişkiler ağı olarak tarif etmek daha gerçekçi olur. İstanbul gibi büyük bir şehirde pek çok yerellikten söz edilebilir, bazıları birbirine hiç değmeyebilir bile. Ama hepsi toprak ve su gibi hareket halindeki ve tehdit altındaki varlıkların geleceğine bağlı, aynı gemideler. Müşterekler dediğimiz nasıl var olan ortak kaynaklardan ibaret değilse, ihtiyaçların ve arzuların ortaklaştırılması ve adının konmasıyla vücut buluyorsa, yerelliği de böyle kurmak, hayal etmek daha doğru geliyor. DÜRTÜK “İstanbul ve çevresinde üretimi tehdit altında olan üretici” için yerel talebi-tüketiciyi örgütlemek istiyor örneğin. İstanbul çok büyük bir şehir ve ihtiyaçları konusunda diğer şehirlere muhtaç. Bu kadar tüketici bir şehirde yerel üretim ve tüketimden bahsetmek umutsuz görünebilir fakat yediğimiz, içtiğimiz, ürettiğimiz yer burası bizim. Zor olsa da zeminimizi buradan başlayarak kurmak durumundayız.

Yerelle ve yerellerle çalışmak ne ifade ediyor?

Piyalepaşa Bostanı, Yedikule’den Mevlanakapı’ya uzanan Surdibi Bostanları, Beyoğlu ve hatta Hazzopulo Pasajı’nı ele alalım DÜRTÜK özelinde. Şehir ölçeğinde birbirine çok uzak yerler değiller ve küçük ölçekliler ama hepsinin bir hayatı var; insan ilişkileri, kentteki akışlarla etkileşme biçimleri, alışılagelmiş ya da dönüşen sosyal, ticari yapma etme biçimleri vs. Diğer yanda bu mekanlar birbirine kent politikalarıyla bağlı. Surdibi Bostanları’nı, Piyalepaşa Bostanı’nı etkileyen mutenalaşma, kentsel yenileme girişimleri Beyoğlu’nu da etkiliyor. Dolayısıyla yerellerle çalışmak hem kendi biricikliğinde bu mekanları anlamayı hem de bu yerelleri birbirine bağlayan ortak sıkıntıların, ihtiyaçların adını koymayı istiyor bizden. Sorunlarla mücadele biçimleri, yöntemleri çok farklı sonuçta. Yavaş yavaş birbirimiz için birer destek yapısına dönüşebiliyoruz. Hazzopulo esnafı bizi kasa kasa yeşillik taşırken görünce merak edip soruyor; bostanlar muhayyilelere giriş yapıyor. Esnaf bazen yeşillik alıyor, bazen kasaları taşımamıza yardım ediyor. Bu faaliyet içerisinde biz de esnaflık öğreniyoruz tabii. Bütün hana kayyum sebebiyle kira zammı gelince bunu konuşabileceğimiz ortak bir zemin şekilleniyor. Diğer tarafta uzun bir süre yeşillikleri bostanlardan almaya hep biz gittik. Bostana her hafta yeşillikleri almaya gitmek, bostanları görmek, üreticilerle muhabbet etmek çok iyi geliyordu. Bir süredir DÜRTÜK’ten bostanlara arabayla gidip yeşillikleri alabilecek gönüllü bulamıyoruz. Silivrikapı bostancılarından Özkan Abi dağıtım yaptığımız gün kendisi getiriyor arabasıyla. Bu defa da bostanların yerelliğine dair gerçekliklerden, sorun ve ihtiyaçlar dan DÜRTÜK’ün gerçekliğine, sorun ve ihtiyaçlarına bir köprü kuruluyor. Hanı, hanın içinde Dünyada Mekan’ı,1 bizi çalışma ortamımızda görüyor bostancı da. Yeniden tanışıyoruz bir bakıma.  Karşılıklı oturup konuşmaktan farklı bir şey bu, bir çeşit tanıklık süreci. Birbirinin yapma etme biçimlerine, gündelik hayatına, sorunlarına, ihtiyaçlarına, mücadele biçimlerine dair karşılıklı tanıklık. Yerellik ve yereller böyle böyle kuruluyor…

Toprağın, arazinin geleceğine dair bir güvence yokken üreticiyi ekolojik üretime teşvik etmek için çok daha örgütlü bir talebe ihtiyaç var hâlâ.

Peki böylesi bir yerellik tanımı bağlamında, yerelde çalışmak ne ifade ediyor DÜRTÜK için?

Sınırları, ilişkileri, kuralları belli, yalıtılmış, korunaklı bir alan izlenimi veriyor başta. Düşündüğünün, yaptığının elle tutulur olması ve yüz yüze ilişkilere dayanması açısından makro siyasetlerle karşılaştırdığımızda akıl sağlığımıza çok iyi gelen bir tarafı var yerelde çalışmanın. Diğer yandan yerelde çalışmak mücadeleyi sürekli bir uygulamada görme hali. Genel geçer kanaatler üzerinden atıp tutamadığımız, üzerine kurulup oturduğumuz yargı ve kanaatlerin sürekli sınandığı, hayallerimizin duvarlara tosladığı yer de burası.

Gıda tedariği bağlamında düşünsek…

DÜRTÜK her hafta bostanlardan taze yeşillik ve sebze alıp dağıtımını yapabiliyor, üreticiyle aramızdaki mesafe kısa olduğundan dolayı. Arada bu kadar az mesafe olmasının, bizim gibi çoğu tüketicilerden oluşan, toprakla pek de karşılaşmayan kentli gruplar için büyük bir getirisi var. Üretimi yerinde görebiliyoruz, her hafta üreticiyle yüz yüze konuşabiliyoruz. Gıdanın geleceğini konuşmak için de önemli bu. DÜRTÜK, gıda egemenliği ve ekoloji mücadelesiyle angaje örneğin. Yerelde gıda üretim ve dağıtım sisteminin içine gerçek bir figür olarak girmek, ayağımızı yere basmamızı sağlıyor. Fakat bu, “bostanları yerellikleri içerisinde ele almak için bir kılavuz var elimizde” demek değil. İstanbul gibi bir şehrin orta yerinde yapılan bir tarımsal üretim var burada, bir yanıyla gıda tedariği açısından rüya gibi, diğer yandan tam da bu nedenle büyük tehdit altıda. Her an bir hobi bahçesine, kent parkına dönüştürülme tehlikesiyle yaşıyor. Hiçbir güvencesi yok toprağa dair üreticinin. Toprağın, arazinin geleceğine dair bir güvence yokken üreticiyi ekolojik üretime teşvik etmek için çok daha örgütlü bir talebe ihtiyaç var hâlâ. Daha yeni ekolojik üretimi konuşabilir hale geldik bostancılarla ki bunu mümkün kılan, bostanlardan daha çok ürün alabiliyor olmamız değil; tam da bu karşılıklı tanıklıktan kaynaklanıyor. Biz yapmak istediklerimizi henüz beceremesek de, üreticiler bizi tanıyarak derdimizi, düşüncemizi daha yakından tanıyor aslında. Bu yüz yüzelik zamanla sorunları, ihtiyaçları daha geniş bir alanda ortaklaştırmaya dönüşebilir.

Yüz yüzelik demeniz iyi oldu. Biz de lafı güven meselesine getirecektik. İlişkilerinizde güvenin yerini nasıl değerlendirirsiniz?

DÜRTÜK bir kolektif. Haftalık işlerin paylaşılıp yapılması da aciliyetler karşısında birlikte hareket etmek de birbirine güvenerek mümkün. Bostanların geleceğinin güvencesizliğinden yaşadığımız şehirlerdeki kentsel dönüşüme, toprak gaspından yerinden edilmelere, ortak alanların ranta açılmasına, ekolojik yıkıma vs… Tüm hikayenin aslında güvensizlik yaşadığımız alanlar üzerinden başladığını söylemek mümkün. Aile, arkadaş çevresi, profesyonel ilişkiler ya da cemaatlere kapanmadan, güveni başka bir yerde büyütmeye ihtiyacımız var. Birlikte aktif bir eylemin içindeyken, birlikte düşünürken, birlikte iş yaparken kurulan güvenin çok özgürleştirici bir tarafı var.

Yani, kendi yaptığınız çalışma içerisinde tesis edilen bir güven mi bu?

Hayatın bizlere dayattığı ilişkilerin dışına çıkarak, ortak dert edindiğimiz meselelere birlikte kafa yormak aramızda karşılıklı güvenin de oluşmasını mümkün kılıyor. Birlikte bir işi nasıl yapacağını, karşılaşılan sorunları nasıl çözeceğini düşünmek, yani birlikte akıl koymak, yol vermek (tam olarak ikna olunmasa da karar alıp ilerlenmesi için onay vermek) güven gerektiriyor. Hayatın karşımıza çıkardığı sözde kişisel sorunların da kolektif içinde paylaşılması ve yeri geldiğinde birbirine alan-zaman tanıyarak göğüslenmesi, var olamadığımız noktalarda da eylemliliğin sürmesini sağlıyor. Sürekli aktif olmasak da üretimine katıldığımız, paylaştığımız güçlendirici bir gerçeklik zemini bu.

Peki başkaca inisiyatiflerle ne türden ilişkiler kuruyorsunuz?

Yaptığımız şeyin aslında bir dayanışma ekonomisi modelini hayata geçirmek olduğunu söylememiz mümkün. Gıdanın üretim, dağıtım ve satışında, pazar koşullarını esas almak yerine gıda süreçleri konusunda farklı gruplarla ortaklaşa karar aldığımız bir ilişki ağını paylaşıyoruz. Bizimle aynı gayeye sahip diğer inisiyatiflerle, peşin hükümlerle değil, birbirimizden yol yordam öğrenerek birlikte yürümek bu güven ilişkisi sayesinde mümkün oluyor. Her bir inisiyatifin öncelikli prensiplerinin farklı olmasının dışında ortaklaştığı alanlar üzerinden bir araya gelerek bu dayanışmayı devam ettirme motivasyonunu, birlikte yürüttüğümüz projelerde de hayata geçiriyoruz. Ortaklaşa yürütülen her iş, her yan yana geliş de bu güven ilişkisini giderek güçlendiriyor.

Daha geniş resme baktığımızda bahsettiğiniz gıda egemenliği hususunun bir yandan gıdaya erişim konusundaki eşitsizliğe odaklandığını, gıda adaletini tesis etmek istediği söylenebilir. Sizin çalışmanızda etik ve adalet mefhumlarının yeri nedir?

Tüketimi yerelleştirmeye, küçük üreticilerle olabildiğince yüz yüze ilişki kurmaya ve elimizden geldiğince üreticinin içinde bulunduğu şartları gözetmeye çalışıyoruz. Etik, adil, sömürüye dayanmayan bir ilişkiye birbirini görerek, şartları tanıyarak yürümek gerekiyor. Fakat etik ve adalet sadece üretici ve tüketici arasında vuku bulmuyor. Tarım özelinde, seçilen ürün, tohum, üretimde kullanılan yöntemler, ürünün nereye yollandığı-satıldığı, bütün bunların hem ekolojik hem kültürel etkileri var. Toprağa, iklim yapısına uygun olmayan ürünlerin ekilmemesi ve arz edilmemesinden, yerel türlerin ve üretime dair bilginin korunmasına, gerekiyorsa yeniden çağrılmasına ön ayak olmak, bunun için talebi örgütlemek, kültürü yeniden üretmek de bu işin bir parçası.

Etik ve adil gıdaya erişim hem eşitsizlik hem de bir hak ihlali meselesi. Endüstriyel tarım dünyayı doyurabileceğini, açlığa çare olabileceğini iddia ediyor. Bunu savunurken küçük üreticinin toprağını, kaynaklarını gasp ediyor. İnsanlar kendilerine yetecek ya da gelir getirecek üretimi yapamaz hale getiriliyor. Diğer tarafta şehirliler için, köyünden tereyağı, pirinç getirenle, markete gidip üç katı fiyata organik yoğurt alan tüketici arasında ihtiyaçta bir ortaklık var. Hem sağlığımızı hem de ekosistemi tehdit eden endüstriyel tarımla elde edilen gıdaların fiyatları pek çok yerde daha düşük. Büyük şirketlerin, market ağlarıyla sahip olduğu dolaşım gücü ve dayattığı fiyatlar karşısında küçük üreticinin emeğinin karşılığını alması, ürününü satması, tüketicinin de bu ürünlere erişimi zorlaşıyor. Diğer tarafta organik gıda endüstrileşiyor. Günü kurtarmanın ötesinde bu sorunu ortaklaştırmak, eşitsizliğe çokkatmanlı bakmayı istiyor.

Tabii ki herkes sağlıklı beslenmek ister ve az çok herkesin kulağına GDO, hormon, ilaç vs. çalındı artık. Fakat gıdada adalet gibi mefhumları harekete geçirmek, bunun sağlıklı gıda talebinin bir koşulu olduğunu görmek şehir hayatında o kadar kolay değil. Kentsel tarım, işte tam da bu noktada canavar gibi tüketen, dışa bağımlı şehirlerde sadece felaket senaryoları uyarınca değil, kırla kent arasındaki kader ortaklığını görmek, bir ortak gerçeklik ve anlayış geliştirmek için önemli. Bu bir öğrenme süreci, biz bostanlarla birlikte iş yaparak öğreniyoruz. Gıda topluluklarına bu yüzden ihtiyacımız var. Hepimizin gıda ile kurduğu ilişkiyi değiştirebilecek, adil ve sağlıklı gıdanın ne demek olduğunu yerel gerçekliğimizden yola çıkarak yaşayıp deneyimleyebileceğimiz bu dayanışmacı ortak zeminlere ihtiyacımız var.

1- Kendini “Beyaz yakalı, freelance çalışanlar ve işsizler için bir dayanışma mekanı” olarak ifade eden Dünyada Mekan, DÜRTÜK’ün dağıtımlarını yaptığı yer. Ayrıntılı bilgi için bkz. dunyadamekan. wordpress.com


İstanbul Zapatista Kahve Kolektifi

“Yeni bir toplumsal birliktelik ve ilişkilenme biçimi inşa ediyoruz.”

Görüştüğümüz diğer inisiyatiflere nazaran sizin farklı bir ölçeğiniz var. Uluslararası çalışan bir inisiyatif olarak yerellikten ne anladığınızı merak ediyoruz.

İstanbul Zapatista Kahve Kolektifi, Meksika’nın Chiapas bölgesinde yaşadığı topraklara sahip çıkan ve kendi otonom bölgelerini inşa eden yerlilerin ürettiği kahveyi İstanbul’a getiren ve dağıtımını organize eden bir birliktelik. Kendilerini Zapatist olarak tanımlayan yerliler, neoliberal politikaların hayatlarını gasp etmesine ve kapitalizmin ormanlarını, topraklarını büyük karteller aracılığıyla ele geçirmesine ve şehirlerde yaydığı sömürü ilişkilerine karşı çıkıyor ve komiteler, caracollar aracılığıyla kendi hayatlarına dair kararları kendileri alıyorlar. Emek süreçlerini üretim kooperatfileri aracılığıyla örgütlüyorlar ve çoğunlukla mısır ve kahve ektikleri topraklarda eşit ve adil bir emek sürecini inşa etmeye çabalıyorlar. Bizler de yaşadığımız coğrafyada eşit ve adil çalışma koşullarını dayanışmacı ekonomiler aracılığıyla inşa etmeye, yani bulunduğumuz yerelde bir alternatif yaratmaya kafa yoran insanlar olarak, Chiapas’taki Yachil Xojobal Chulchan (Gökyüzündeki Yeni Işık) Kooperatifi’nin ürettiği kahveyi alarak hem dünyanın bir köşesindeki yerel mücadeleyle dayanışıyoruz hem de bu mücadelenin başka bir formunu buranın yerel koşulları içinde örgütlemeye çalışıyoruz.

Kolektife emek veren insanlar İstanbul’da tanıştılar, buluştular ve adımız İstanbul Zaptista Kahve Kolektifi oldu. Altı kişiyle başladık. Zamanla ayrılmak zorunda kalan arkadaşlarımız ve yerine eklenen arkadaşlarımız oldu, şu anda on kişiyiz. Kahveyi ilk defa 2016’nın son aylarında getirdik ve ilk dağıtım noktalarımız tabii İstanbul’daydı. İstanbul’da Komşu Kafe Kolektifi, Tatavla Dayanışma Pazarı, Kuçe Yemek Kolektifi, Kadıköy Kooperatifi başta olmak üzere çoğunluğu Beyoğlu’nda olan Zapatista Kahvesi dağıtım noktaları oluştu. Zamanla Ankara’da 100. Yıl Gıda Topluluğu, Mersin’de Kültürhane, İzmir’de Homeros Gıda Topluluğu, Diyarbakır’da Yade Kafe’nin yanı sıra Antalya, Adana, Antakya, Van ve Muğla şehirlerine yayıldı. Örnek verilen isimlerden anlayacağınız üzere dağıtım noktalarını oluştururken önceliği kolektifler, gıda toplulukları ve kooperatiflere verdik çünkü amaçlar ve niyetlerde ortaklaştığımız bir zemin var. Birbirimizden güç alıyoruz ve onların bulundukları yerlerde var olma çabalarını desteklemek ve bu çabanın bir parçası olmak istiyoruz. Bunların dışında, satış noktaları içinde mahalle bakkalları da var, bar ve kafeler de… Kendi mahallemizin bakkalına gidip Zapatistlerden bahsettiğimiz de oldu, bir mahalle kahvesinin bizden kahve alıp o mahalledeki satış noktası olmak istediği de… Zapatistlerin mücadelesine omuz vermek isteyen ve sırf bu yüzden iletişime geçenler de var. Bu süreç hep karşılıklı ilerledi, bazen mekanlar ya da kişiler bizimle iletişime geçti, bazen de biz onları bulduk ve tanıştık. Satış noktalarıyla kurduğumuz ilişki karşılıklılık ve güven ilkelerine dayanıyor, tabii tüketiciler de bu ilişkinin bir parçası. Hangi şehirlerde dağıtım noktası oluşuyorsa Facebook sayfamızı güncelliyor ve o mekanın duyurusunu yapıyoruz.

Peki, ilişkilerinizde güvenin nasıl bir yeri var?

Zapatistlerin üretimine dahil olmak istencinden başlayarak, kolektifteki birlikteliğimiz, satış noktalarıyla kurduğumuz ilişki, kahve tüketicileriyle olan temasımız da olmak üzere tüm faaliyetimizi şeffaflık ve açıklık ilkeleri üzerinden inşa etmeye çalışıyoruz. Bu da ilişkilerin güven ile kurulmasını gerektiriyor ve bunu sağlıyor da. Kolektifin işleyişine dair bir çerçeve sözleşme metnimiz var. Yasal bir bağlayıcılığı yok ama bu metin işleyişimize, faaliyetimize, karar alma mekanizmamıza, dağıtım noktaları ve tüketiciler ile kurduğumuz ilişkiye dair bir çerçeve sunuyor. Kolektife katılmak isteyen herkesle bu metin çerçevesinde yan yana geliyoruz.

Kolektif içindeki kişilerin tüm fikirleri, rahatsızlıkları, kafa karışıklıkları ve eğilimleri yargılanmadan tartışmaya açılabiliyor. Bu açıklığı tesis edebilmek için bir kere konuşup karar almamız ya da ilke olarak sözleşmeye yazmamız yeterli değil tabii ki. Her buluşmada ve toplantıda, iş akışı içinde farkında olmamız gereken ve farkındalık yaratmamız gereken bir şey. Hem özne olarak kendimizi hem de topluluk olarak kolektifi ve dahil olduğu ağı adil ve eşitlikçi bir zeminde kurmanın yolu bu açık iletişimi sağlayabilmekten geçiyor. Çünkü yeni bir toplumsal birliktelik ve ilişkilenme biçimi inşa ediyoruz. Bunun bir deneyime ve birikime dönüşebilmesi için sabırla ayrılıkçı ve kutuplaştırıcı olmayan, dinleyen ve ifade edebilen bir iletişimi yaratmamız gerekiyor. Kendi ekonomik kaynaklarımızı, yaşantılarımızı, mekanlarımızı yeni ve özgürleştirici bir etik ile kurmaya niyetli olmamız, bizleri ortak bir duyguda buluşturuyor ve bu duyguya güveniyoruz.

Tüm kararlarımızı kolektif üyelerinin buluştuğu toplantılarda birlikte alıyoruz. Bir mekanın dağıtım noktası olup olamayacağından tutun da, paketlerin renginin seçimine kadar her süreci birlikte değerlendiriyoruz. Bu elbette karar alma sürecini yavaşlatan bir şey ama ortak karar almanın cilvesi de belki biraz budur. Yavaş ve sorunları çözüme götürme motivasyonuyla hareket ediyoruz. Koşullarımız değiştikçe ya da dağıtım noktalarından bir öneri, değerlendirme ya da eleştiri geldikçe yine birlikte değerlendiriyoruz. Buradan anlaşılacağı gibi satış noktalarını kolektif çalışmanın bir parçası olarak görüyoruz. Satış noktalarında yaşanabilecek ekonomik, duygusal, fiziksel herhangi bir sömürü ilişkisinde olaya dahil oluyoruz ve bu mekanı satış noktası olmaktan çıkarma kararı da alabiliyoruz. Dolayısıyla bu yavaş ama kıvamında akan süreci hep birlikte deneyimliyoruz. Ekonomiyi de dayanışmacı bir hale getirmek burada kilit bir rol oynuyor. Kahvenin perakende satışının yapıldığı yerlerdeki emeği görünür kılmak ve mekanı/yapıyı destekleyebilmek için paket başına bir mekana/yapıya cüzi de olsa bir bütçe kalmasını sağlıyoruz mesela.

Gıda gibi çokkatmanlı adalet sorunlarını açığa çıkaran bir meselede, etik ve adaletin sizin inisiyatifiniz açısından önemi nedir?

Chiapas’taki tarım kooperatifleri adil üretim koşullarını yaratmaya çalışıyor. Ürettikleri kahveyi Amerika ve Avrupa kıtasına ulaştırıyorlar. Türkiye’de kahve tüketimi son yıllarda oldukça arttı, üçüncü nesil kahveciler orta sınıfın hizmetine açıldı. Bu mekanlarda rahat edemeyen, kazancını Starbucks ya da diğer kahve zincirlerine aktarmak istemeyen ve adil üretim koşullarını önceleyen insanlar var. Bu tüketim nesnesini, adil olduğunu düşündüğümüz, aynı zamanda politik olarak beslendiğimiz ve desteklediğimiz bir mecradan almak hem oradaki mücadeleyi desteklemek hem de bilgisini buraya aktarmak adına bize daha adil görünüyor. Çünkü üretim ve dağıtım süreçlerine, yani kahvenin nasıl üretileceğinden, hangi fiyatla ve nereye satılacağına kadar alınan kararlarda doğrudan üreticilerin ve dağıtımın her alanında emek ortaya koyan insanların söz sahibi olduğu bir işleyişi sürdürmeye çabalıyorlar. Dolayısıyla kahveyi de bu çabayı gören ve bulundukları yerlerde bu çaba içinde olan kolektiflerle paylaşıyorlar. Sürecin bütününü gördüğümüzde yalnızca hammaddeyi üretenlerin, “istihdamına katkı sağladığını ve sırf bu yüzden ‘adil’ olduğunu” iddia eden; patronların ve işletmecilerin artı değerin üstüne konduğu kahve zincirleriyle arasındaki farkı ortaya koyduğunu söyleyebiliriz.

Tabii kıtalar arası seyahat eden bir kahvenin ne kadar ekolojik olduğu bir tartışma konusu. Taşımacılık ücreti ve vergiye tabi olması maalesef kurtulamadığımız zorunluluklar. Kahveyi, İstanbul’a vardıktan sonra diğer şehirlere ulaştırma noktasında mecburen kargo kullanıyoruz. Bu sorunu çözmek için aklımızda çeşitli fikirler var fakat bunun için yeni bir taşımacılık kolektifi kurmak şart gibi görünüyor.

Tüm masraflarla birlikte kahveye bir fiyat biçiyoruz, iyi bir espresso ve filtre kahve için uygun bir fiyat ama temel bir gıda maddesi olmadığı için lüks tüketim olarak görülebilir. Burada odaklandığımız durum, iş alanlarının gasp edildiği, güvenli çalışma ortamlarının oldukça az olduğu bir ortamda kendi işinin, alanının ve ilişkilerinin sorumluluğunu alan otonom ve özyönetimsel bir yapıyı inşa edebilmek. Kolektifte tanımladığımız işler için bir bütçe ayırıyoruz ve düzenli, yoğun emek gerektiren bütün işlerimiz için kendi belirlediğimiz ve adil olduğunu düşündüğümüz yevmiyeleri alıyoruz. Kahve tüketicileri zaten kahve alıyorlar, kahveyi onlara ulaştırana dek geçirdiğimiz emek sürecine adil bir karşılık biçmeye çalışıyoruz ki hayatlarımızı devam ettirebilelim ve dayanışmacı ekonomi modellerini çoğaltabilelim. Henüz bir artı değer üretmedik. Eğer bir gün, giderlerimiz ve yevmiyelerimizi karşıladıktan sonra elimizde bir para kalırsa, bu parayı kolektif, kooperatif ya da topluluklarla ya da yeni bir dayanışmacı ekonomi modelinin kurulumuna ya da ihtiyaç dahilinde kahve üreticisi Zapatistlerle dayanışmak için kullanmayı taahhüt ettik bile.

DÖN