“Mahalle bakkalı süpermarkete karşı” sloganı raf ömrünü tamamlayalı epey zaman oldu. En azından İstanbul’daki çoğu bakkal da artık mahallelinin temel ihtiyaçlarını karşılama vazifesinde marketlere kıyasla ikinci sırayı kabullenmiş gibi duruyor. Bu yer değiştirme, ardından ağıt yakılacak bir kent yaşamı unsurunu mu sahneden silmeye aday? Toptan ve perakende endüstrisinin yaşam alanlarımızı nasıl dönüştürdüğü sadece fazla meraklı gözlerin mi ilgisini çekiyor? Nostaljiyle aramıza mesafe koyarak mevcut durumumuzu nasıl tahlil edelim? 

Market zincirlerinin, endüstri devlerinin her köşeyi böylesi kapmasından önce günlük alışverişin ne olduğu, nasıl olduğu ancak anıları dinleyerek, birbirimize hatırlatarak, sanki sözlü tarih çalışmasını yapacağımız birer hikaye: Et Balık Kurumu, Süt Endüstrisi Kurumu, eski Halk Ekmek satış noktaları veya bir başka kamu iktisadi teşekkülünün başta üyeleri faydalansın diye açtığı mağazaları; çarşı, kasap, manav, zerzevatçı, aktar, balık pazarı, balık hali, sabit pazar, bostan, arka bahçe, memleketten gönderilenler… Oysa şimdilerde, semt pazarlarında tezgahtarların müşterileri ikna turlarında, bazı vitrin camlarındaki ve tabelalardaki yazılarda, eski teknoloji ekranlarda, gazetelerde boy gösterip klavye tıkırdatan kamuoyu otoritelerinin demeçlerinde veya reklam aralarında, yeni teknoloji çevrimiçi alışveriş siteleri ve uygulamalarının alışveriş listelerinde “organik” sıfatından veya muadillerinden geçilmiyor. Daha doğrusu alışverişte hem malının “doğal” olduğunu ve hatta “köyden geldiğini” ispatlama çabası hem de doğal olduğuna, köyden geldiğine öyle ya da böyle ikna edilme beklentisi revaçta: Gıda yönetmeliklerinde öylesi etiket, böylesi sertifika, hiç olmadı beyan; beyana da güvenirseniz…

Güven, yiyip içtiğimizin konusu haline gelince şöyle kelime kalıpları türedi: Gıdaya güven-siz-lik, gıda güven-ce-(s)i, gıda güven-lik-i. En temel ihtiyaçlarımızdan biri olan, raflardan evlerimizin sofralarına taşıdığımız, mesai molalarında önümüze konan gıdanın içeriği ve şeceresine dair ne varsa, sınırları aşındıran bir tarım endüstrisinin tekeline geçti. Aşınan sınırlar muhtelif: Serbest ticaret anlaşmaları ile ulusal gümrük duvarları ve ithalat kotaları; her türden müştereğin çitlenmesine yönelik maddi ya da gayri maddi mülkiyet düzenlemeleri ile tohumda, meralarda, su kaynaklarında, kırdan kente kamu kurum ve arazilerinde özelleştirmeler; sözleşmeli tarımla giderek daha fazla süpermarket zincirinin kontrolünde devinen tarımsal faaliyet ve bu döngüde pes eden küçük üreticinin mülkiyetini daha az kişinin veya şirketin elinde birleştirecek arsa toplulaştırmaları… Aşılan sınırlar da ziyadesiyle çarpıcı: Bir yanda dünya nüfusundan fazlasını besleyebilecek bir üretim sürüyor, öte yanda niteliksiz beslenmekten muzdarip, sayısı milyarları bulan insanın obezite veya açlığı Birleşmiş Milletler’in “önümüzdeki yıllarda son verilmesi gerekenler” listesine her seferinde yeniden ekleniyor. 

Tarım artık sadece tarım değil, birçok sektörün iç içe geçtiği küresel bir kompleks. Gıda sadece gıda değil, tohumdan sofraya serüveni ekolojik ve toplumsal pek çok alanı ilgilendiren devasa bir sistemin izdüşümü. Sınırlar aşındıran ve aşan hakim gıda sistemi nazarında üretilen ve dağıtılan şey de, özellikle kentlerde yaşayan milyarların temel insani hakkı olan beslenme ihtiyacının temininden çok, kâr maksimizasyonunun devamlılığına hizmet edecek bir yeniden üretim için toptan-perakende faaliyetinin nesnesi. Bu nesnenin doğal ve sağlıklı olanını yetiştirmek de onunla beslenmek de mevcut sistem içinde bir hak olmaktan çok giderek bir lüks, hatta bir ayrıcalık haline geliyor. İşte dünyanın hangi köşelerindeki kentsel ya da kırsal alanlarda, yaşam alanlarımızın hangi köşelerinde kimlerin, nasıl bu seçenekten mahrum kaldığının izini sürmek bizi sosyo-mekansal adaletsizliğin başka bir katmanı, temel bir örüntüsü ile tanıştıracak. Gıda sisteminin mekansal adaletsizlik veçhelerini ortaya sermek amaçladıklarımızdan biriydi. Bu minvalde gıda adaletinin mekansallığını, farklı konulara değecek şekilde ele almaları için bu alanda kafa yoran, çalışan kişilerin kalemine danıştık. Böylece, tarımda kendi kendine yeterlilik, kentsel tarımın dünü ve bugünü, sosyal bir hak olarak adil, temiz ve sağlıklı gıda, hayvan refahı, geleneksel ve güncel yöntemleriyle alternatif gıda tedarik stratejileri gibi gıda adaletinin/adaletsizliğinin mekansal veçhelerini kavramamıza yardımcı olacak teorik yazılardan oluşan ilk bölümü oluşturduk. Eksik bıraktığımız konular olduğunu baştan kabul edip kentsel gıda sorununun nerelere kadar uzanabileceğine dair fikirlerimizi de ilerideki tartışmalar için sıralayalım: Kentlerde bir halk sağlığı sorunu olarak besleyici gıdaya erişim, çalışma yaşamında beslenme şartları, işçi tüketim kooperatiflerinin potansiyelleri, yerel ve bölgesel yönetimlerin gıda politikalarına dair ajanda geliştirmek, sanal platformların gıda teminine getirdiği yeni boyut vb. Ancak burada esas vurgulamak istediğimiz, küresel gıda sisteminin çatlaklarından dünyanın pek çok köşesinde filiz veren, bizim bir karşı-projenin kurucu pratikleri olarak kabul ettiğimiz toplumsal hareketin veçheleri. Kırdan kente, tohumdan sofraya gıda adaletini, üreten ve tüketenlerin özörgütlülüğü ile tahsis etmek iddiasındaki küresel gıda egemenliği hareketinin bir parçası olarak gördüğümüz ve önemli bir ayağını alternatif gıda inisiyatifleri olarak adlandırmayı tercih ettiğimiz bu kurucu pratiklere özellikle yer ayırmak istedik. Alternatif gıda inisiyatiflerinin yerelde, güven ilişkisine, etik ve adalet hedefine dayanarak ördüğü ağın, şimdinin umut mekanları haritasında, yarının dünyasında önemli yeri olduğunu düşünüyoruz. 

Kent, kır ve ekoloji hareketleri ile gücü yettiğince hemhal olmuş, akademik çalışmalarını bu hareketlerle ilişkiyi kuracak şekilde sürdürmeye çalışan iki doktora öğrencisi olarak elinizdeki derginin konuk editörlüğünü üstlendik. Bunu yapmaktaki amaçlarımızdan birisi, bu hareketleri gündelik hayat pratiklerinden temellenen bir örgütlenme ile birbirine bağlayabileceğini düşündüğümüz, dayanışma ekonomileri olarak adlandırılan kooperatiflerin, kolektiflerin, toplulukların, sivil toplum kuruluşları ve sosyal işletmelerin emek süreçlerine ve fikri tartışmalarındaki derinleşmeye katkı sunabilmesini önemsiyor olmamız. Parçası olduğumuzdan beri eyleme ve düşünme şeklimizi değiştiren Kadıköy Kooperatifi’ndeki deneyimimizin bu derginin içeriğini ve iddiasını oluşturmada bir referans olduğunu belirtmek isteriz. Kooperatif’te icra ettiğimiz praksis -yani düşünme ve yapma süreçleri- alternatif gıda inisiyatiflerine bakışımızı ve yörüngemizi büyük ölçüde belirlemiştir. 

Son olarak, bu sayıyı mümkün kılan Mekanda Adalet Derneği çalışanlarına, yazı teklifimizi kabul eden, kafa kafaya verip sorularımıza cevap veren, kayıt cihazının başında mülakat mesaimize vakit ayıran dostlarımıza müteşekkiriz. 

Denize sıfır bir kent merkezinde veya yüksek rakımlı bir yaylada, gıda egemenliği hareketinin bir yerinde ve zamanında buluşmak dileğiyle… 

“Mahalle bakkalı süpermarkete karşı” sloganı raf ömrünü tamamlayalı epey zaman oldu. En azından İstanbul’daki çoğu bakkal da artık mahallelinin temel ihtiyaçlarını karşılama vazifesinde marketlere kıyasla ikinci sırayı kabullenmiş gibi duruyor. Bu yer değiştirme, ardından ağıt yakılacak bir kent yaşamı unsurunu mu sahneden silmeye aday? Toptan ve perakende endüstrisinin yaşam alanlarımızı nasıl dönüştürdüğü sadece fazla meraklı gözlerin mi ilgisini çekiyor? Nostaljiyle aramıza mesafe koyarak mevcut durumumuzu nasıl tahlil edelim? 

Market zincirlerinin, endüstri devlerinin her köşeyi böylesi kapmasından önce günlük alışverişin ne olduğu, nasıl olduğu ancak anıları dinleyerek, birbirimize hatırlatarak, sanki sözlü tarih çalışmasını yapacağımız birer hikaye: Et Balık Kurumu, Süt Endüstrisi Kurumu, eski Halk Ekmek satış noktaları veya bir başka kamu iktisadi teşekkülünün başta üyeleri faydalansın diye açtığı mağazaları; çarşı, kasap, manav, zerzevatçı, aktar, balık pazarı, balık hali, sabit pazar, bostan, arka bahçe, memleketten gönderilenler… Oysa şimdilerde, semt pazarlarında tezgahtarların müşterileri ikna turlarında, bazı vitrin camlarındaki ve tabelalardaki yazılarda, eski teknoloji ekranlarda, gazetelerde boy gösterip klavye tıkırdatan kamuoyu otoritelerinin demeçlerinde veya reklam aralarında, yeni teknoloji çevrimiçi alışveriş siteleri ve uygulamalarının alışveriş listelerinde “organik” sıfatından veya muadillerinden geçilmiyor. Daha doğrusu alışverişte hem malının “doğal” olduğunu ve hatta “köyden geldiğini” ispatlama çabası hem de doğal olduğuna, köyden geldiğine öyle ya da böyle ikna edilme beklentisi revaçta: Gıda yönetmeliklerinde öylesi etiket, böylesi sertifika, hiç olmadı beyan; beyana da güvenirseniz…

Güven, yiyip içtiğimizin konusu haline gelince şöyle kelime kalıpları türedi: Gıdaya güven-siz-lik, gıda güven-ce-(s)i, gıda güven-lik-i. En temel ihtiyaçlarımızdan biri olan, raflardan evlerimizin sofralarına taşıdığımız, mesai molalarında önümüze konan gıdanın içeriği ve şeceresine dair ne varsa, sınırları aşındıran bir tarım endüstrisinin tekeline geçti. Aşınan sınırlar muhtelif: Serbest ticaret anlaşmaları ile ulusal gümrük duvarları ve ithalat kotaları; her türden müştereğin çitlenmesine yönelik maddi ya da gayri maddi mülkiyet düzenlemeleri ile tohumda, meralarda, su kaynaklarında, kırdan kente kamu kurum ve arazilerinde özelleştirmeler; sözleşmeli tarımla giderek daha fazla süpermarket zincirinin kontrolünde devinen tarımsal faaliyet ve bu döngüde pes eden küçük üreticinin mülkiyetini daha az kişinin veya şirketin elinde birleştirecek arsa toplulaştırmaları… Aşılan sınırlar da ziyadesiyle çarpıcı: Bir yanda dünya nüfusundan fazlasını besleyebilecek bir üretim sürüyor, öte yanda niteliksiz beslenmekten muzdarip, sayısı milyarları bulan insanın obezite veya açlığı Birleşmiş Milletler’in “önümüzdeki yıllarda son verilmesi gerekenler” listesine her seferinde yeniden ekleniyor. 

Tarım artık sadece tarım değil, birçok sektörün iç içe geçtiği küresel bir kompleks. Gıda sadece gıda değil, tohumdan sofraya serüveni ekolojik ve toplumsal pek çok alanı ilgilendiren devasa bir sistemin izdüşümü. Sınırlar aşındıran ve aşan hakim gıda sistemi nazarında üretilen ve dağıtılan şey de, özellikle kentlerde yaşayan milyarların temel insani hakkı olan beslenme ihtiyacının temininden çok, kâr maksimizasyonunun devamlılığına hizmet edecek bir yeniden üretim için toptan-perakende faaliyetinin nesnesi. Bu nesnenin doğal ve sağlıklı olanını yetiştirmek de onunla beslenmek de mevcut sistem içinde bir hak olmaktan çok giderek bir lüks, hatta bir ayrıcalık haline geliyor. İşte dünyanın hangi köşelerindeki kentsel ya da kırsal alanlarda, yaşam alanlarımızın hangi köşelerinde kimlerin, nasıl bu seçenekten mahrum kaldığının izini sürmek bizi sosyo-mekansal adaletsizliğin başka bir katmanı, temel bir örüntüsü ile tanıştıracak. Gıda sisteminin mekansal adaletsizlik veçhelerini ortaya sermek amaçladıklarımızdan biriydi. Bu minvalde gıda adaletinin mekansallığını, farklı konulara değecek şekilde ele almaları için bu alanda kafa yoran, çalışan kişilerin kalemine danıştık. Böylece, tarımda kendi kendine yeterlilik, kentsel tarımın dünü ve bugünü, sosyal bir hak olarak adil, temiz ve sağlıklı gıda, hayvan refahı, geleneksel ve güncel yöntemleriyle alternatif gıda tedarik stratejileri gibi gıda adaletinin/adaletsizliğinin mekansal veçhelerini kavramamıza yardımcı olacak teorik yazılardan oluşan ilk bölümü oluşturduk. Eksik bıraktığımız konular olduğunu baştan kabul edip kentsel gıda sorununun nerelere kadar uzanabileceğine dair fikirlerimizi de ilerideki tartışmalar için sıralayalım: Kentlerde bir halk sağlığı sorunu olarak besleyici gıdaya erişim, çalışma yaşamında beslenme şartları, işçi tüketim kooperatiflerinin potansiyelleri, yerel ve bölgesel yönetimlerin gıda politikalarına dair ajanda geliştirmek, sanal platformların gıda teminine getirdiği yeni boyut vb. Ancak burada esas vurgulamak istediğimiz, küresel gıda sisteminin çatlaklarından dünyanın pek çok köşesinde filiz veren, bizim bir karşı-projenin kurucu pratikleri olarak kabul ettiğimiz toplumsal hareketin veçheleri. Kırdan kente, tohumdan sofraya gıda adaletini, üreten ve tüketenlerin özörgütlülüğü ile tahsis etmek iddiasındaki küresel gıda egemenliği hareketinin bir parçası olarak gördüğümüz ve önemli bir ayağını alternatif gıda inisiyatifleri olarak adlandırmayı tercih ettiğimiz bu kurucu pratiklere özellikle yer ayırmak istedik. Alternatif gıda inisiyatiflerinin yerelde, güven ilişkisine, etik ve adalet hedefine dayanarak ördüğü ağın, şimdinin umut mekanları haritasında, yarının dünyasında önemli yeri olduğunu düşünüyoruz. 

Kent, kır ve ekoloji hareketleri ile gücü yettiğince hemhal olmuş, akademik çalışmalarını bu hareketlerle ilişkiyi kuracak şekilde sürdürmeye çalışan iki doktora öğrencisi olarak elinizdeki derginin konuk editörlüğünü üstlendik. Bunu yapmaktaki amaçlarımızdan birisi, bu hareketleri gündelik hayat pratiklerinden temellenen bir örgütlenme ile birbirine bağlayabileceğini düşündüğümüz, dayanışma ekonomileri olarak adlandırılan kooperatiflerin, kolektiflerin, toplulukların, sivil toplum kuruluşları ve sosyal işletmelerin emek süreçlerine ve fikri tartışmalarındaki derinleşmeye katkı sunabilmesini önemsiyor olmamız. Parçası olduğumuzdan beri eyleme ve düşünme şeklimizi değiştiren Kadıköy Kooperatifi’ndeki deneyimimizin bu derginin içeriğini ve iddiasını oluşturmada bir referans olduğunu belirtmek isteriz. Kooperatif’te icra ettiğimiz praksis -yani düşünme ve yapma süreçleri- alternatif gıda inisiyatiflerine bakışımızı ve yörüngemizi büyük ölçüde belirlemiştir. 

Son olarak, bu sayıyı mümkün kılan Mekanda Adalet Derneği çalışanlarına, yazı teklifimizi kabul eden, kafa kafaya verip sorularımıza cevap veren, kayıt cihazının başında mülakat mesaimize vakit ayıran dostlarımıza müteşekkiriz. 

Denize sıfır bir kent merkezinde veya yüksek rakımlı bir yaylada, gıda egemenliği hareketinin bir yerinde ve zamanında buluşmak dileğiyle… 

DÖN