“Yetişkinliğe doğru toplumsal kodlar yükleniyor, aile ve mahalle seni tanımlıyor, belli bir forma sokuyor ama çocukta bu yok; daha nötr, daha esnek. Dolayısıyla çocuklarla çalışmanın mimarlık açısından çok terbiye edici bir yanı var.”
2011’de farklı disiplinlerden gönüllü öğrencilerin ve profesyonellerin bir araya gelerek oluşturduğu Herkes İçin Mimarlık Derneği (HİM), ülke genelinde karşılaşılan sosyal sorunlara mimarlık ve tasarım alanlarından yaratıcı yollarla çözüm geliştirmeyi ve bu süreçte katılımcı mekanizmalar kurgulayarak mimarlık bilincinin artırılmasını sağlamayı amaçlıyor. Yürüttükleri çalışmaları çocuklara da değen Dernek ile çocuklarla çalışma deneyimlerini, çocuk mekanlarını tasarlamak üzerine düşüncelerini, yeni katılım araçları kurgulamak yönündeki girişimlerini konuştuk.
Gizem Kıygı: Herkes İçin Mimarlık kimdir, biraz anlatır mısınız?
Emre Gündoğdu: Herkes İçin Mimarlık yaklaşık 5 buçuk senelik bir dernek. Kökeni ise 10 sene öncesine dayanıyor: Bir grup lisans öğrencisinin, “Okul dışında bir şeyler deneyebilir miyiz?”, “Kendimizi test edelim”, “Kağıt üstünde kalmayalım” gibi dertlerinden yola çıkarak, 2007’de Kahramanmaraş’ta bir köy okuluna öğretmen lojmanı, 2008’de Giresun’da Gülburnu Köyü’ne ait Zefre Koyu’nda bir balıkçı barınağının yenilenmesi projelerinin tasarımından fon bulmasına, sonra köylülerle birlikte uygulamasına kadar ilerlettiği bir süreç bu. 2011 yılının yazında, “Böyle işler yapabilir miyiz? Böyle işler gibi başka şeyler kurgulayabilir miyiz? Alternatifler neler olabilir?” gibi soruların cevaplarını aradığımız 3,5-4 aylık bir tartışma süreci yaşadık ve sonucunda dernek olma kararı aldık. Yapı işlerinin yanında atölye çalışmaları da olsun, kentsel-kırsal alanlarda farklı mecralarda üretimler yapalım, sadece mimarlar olmasın diğer uzmanlık alanlarından da insanlar katılsın istedik. Dernek Aralık 2011’de kuruldu. O günden bugüne yapısal işler yapıyoruz. Bunlar ağırlıklı olarak kırsalda gerçekleşti, kentte daha az iş yaptık sayılır. Kentte kısa zamanlı atölyeler yapıyoruz. Dernek’in 90’a yakın üyesi var şu anda. Ancak sadece o üyelerle değil; atölyelere, işlere katılan gönüllülerle, öğrencilerle de çalışılıyor.
Merve Gül Özokcu: Dernek aslında mimarlık üzerine bir araştırma yapıyor. Mimarlık öğrencilerini, öğrencilik yıllarından itibaren bu tip sosyal işlerde aktive etmek ve teşvik etmek gibi bir niyeti var. Ama aslen sosyal problemlere mimarlık, tasarım disiplinleri üzerinden çözüm üretmek amacıyla kurulmuş bir dernek. Mimarlık üzerine yaptığımız araştırmada katılımın yollarını aramayı hedefliyoruz. Çünkü bunun bir tanımı ve çizili bir metodu yok, biz de böyle bir metot arayışında değiliz. Biz “malzeme nasıl kullanılabilir”, “yerel hayatta ne oluyor”, “oranın yere özgün nasıl bir durumu var”, “süreç nasıl farklılaşabilir” gibi sorular üzerinden farklı şeyler deniyoruz.
G.K.: Çalışmalarınız belirli bir noktada nasıl çocuklara döndü? O organik süreci anlatabilir misiniz?
E.G.: TEGV’den (Türliye Eğitim Gönüllüleri Vakfı) gelen “Birlikte bir şeyler yapabilir miyiz?” önerisi üzerine “Eğitim mekanlarını nasıl dönüştürebiliriz?”, “Çocukların daha fazla sahiplenecekleri bir mekan olabilir mi?” tartışmalarımızdan sonra “Madem öyle, o çocuklarla beraber atölyeler yapsak, o mekanlar hakkında ne düşünüyorlar, onu bir öğrenmeye çalışsak” dedik ve 5 atölyelik bir seri yaptık: 3 tanesi İstanbul’daki, 1 tanesi Çorum’daki, 1 tanesi Antep’teki TEGV mekanlarında.
Yuvacan Atmaca: Çocuk meselesi mimarlıkta çok düşünülen bir başlık değil. Dernekte meseleye girişimiz de bu motivasyonla olmadı. Mesela atıl köy okulları projesinde çocuktan ziyade, atıl bir yapı stoğunu değerlendirmek üzerinden düşünmüştük. Çocuğa yönelik mekan, onun mekan algısı gibi meseleler belli kişilerin üzerinde çalıştığı meselelerdi. Ama derneğe gelen taleplerle öyle bir kanal açılmış oldu. Derneğin adındaki “herkes”in içi de, o gelen taleplerle doluyor: Çocuk için, kadın için…
Bahar Bayhan: Çocuklarla çalışmak nasıl bir deneyim, kullanıcı olarak çocuğu görmek?
Y.A.: Sınırların çok esnek olması demek. Yetişkinliğe doğru toplumsal kodlar yükleniyor, aile ve mahalle seni tanımlıyor, belli bir forma sokuyor ama çocukta bu yok; daha nötr, daha esnek. Bence mimarlık açısından çok terbiye edici bir yanı var. Ama bunu böyle ele almayıp niceliksel olarak bakarsan çocuğa; “Boyu kısa lavaboları alçak yapalım”, “Klozet alçak olsun,” gibi şeyler ortaya çıkıyor sadece. O niceliksel durumun dışında bir durum var. Belki çok deforme olduğumuz için zihnen, çocuğun dünyasına geri dönülemiyor ama aslında orada çok daha zengin, çok daha açık bir şey var.
G.K.: Evet sen anlatırken şunu düşündüm: Aslında bir mekanı tasarlarken orada kullanıcının hareketlerini simüle ederek, dolayısıyla kısıtlayarak bir tasarım yapıyorsun.
Y.A.: “Burada giriş olacak, şöyle bir oyun parkuru olacak, buradan tırmanacak” diyorsun ama tırmanmıyor, başka bir şey yapıyor. En keyifli kısmı o. Mimarlığın böyle bir esnekliği, yapılı çevrenin böyle bir potansiyeli var aslında, ama yetişkin hayatında o potansiyelin ortaya çıkması daha zor oluyor. Çocukta o kalıplar olmadığı için daha kolay.
B.B.: Meraklı Kedi’den biraz bahseder misiniz?
M.G.Ö.: Ankara’da, Başka Bir Okul Mümkün’e bağlı bir kooperatif Meraklı Kedi. Şu an anaokul ve ilkokul olarak çalışıyor. Bizim de onlarla iki tane çalışmamız oldu: Bir tanesi 2015 yılında diğeri 2016 yılında. Aslında bizim en büyük avantajımız süreç odaklı çalışıyor olmamız. Biz nasıl bir ürün çıktığıyla, nasıl fotoğraf vereceğiyle ilgilenmiyoruz. O malzemeyi dönüştürmek bizim amaçlarımızdan bir tanesi. Gidip bir kerede bitirememek iyi bir şey olmaya başlıyor çünkü bitiremediğin şey dönüştürülebilir oluyor. Onlar tamamlıyor veya ikinci yıl bir daha çağırıyorlar. Böylece beraber yapma hali oluşmaya başlıyor. Bildiğimiz mimarlık sürecinde araziyi görürsün, ilk eskizler çıkar, sonra gittikçe detaylanır, uygulama projesi hazırlanır, uygulanır. Biz bütün bunlardan önce 1 yıl kadar başka çalışmalar yapıyoruz; insanları çekmek için çeşitli yöntemler geliştiriyoruz, bu çalışmalar çizim süreci boyunca da devam ediyor. İster istemez, mimarinin asıl fotoğraf verdiği, profesyonel hayatta olmamasının düşünülemeyeceği kısım biraz bulanıklaşmaya başlıyor. Ama sadece süreç değil, ürünün nasıl çıktığına da odaklanmak bizim için bir hedef aynı zamanda.
Y.A.: Bir yandan da o bulanıklık şöyle bir şeye imkan tanıyor: Farklı birçok fotoğraf veriyor aslında ürün. Farklı zamanlarda farklı fotoğraflarla karşılaşılıyor. Çünkü bir nesne üretiyorsan en nefret edilen şey, onun dönüşmesidir. Meraklı Kedi’de sazlarla örülen bir çit tasarladık. O an gelişen bir şeydi sonra onu kullanmadılar, yıprandı döküldü, üzerine hazır bir şey çaktılar. Bu, “Başarısız olduk” gibi bir anlatı değil çünkü o sazları yapmamız da boşuna değildi. Ne yapacağını bilmeyen bir veli grubu vardı ama çok hevesliydiler. Arazinin yanında bir saz yığını duruyordu, bir anda kadınlar orada onları örmeye başladılar.
G.K.: Biraz daha yapısal bir soru soracağım, okurların da gözünde daha iyi canlanması için. Katılımın da bir tasarım süreci oluyor, çocukları katmayı veya farklı kullanıcıları katmayı nasıl tasarlıyorsunuz? Kullandığınız yöntemler var mı?
M.G.Ö.: Kullandığımız belirli yöntemler yok. Bazen sahada bazen öncesinde o yere özgü bazı denemelerimiz olabiliyor ve bunlar daha sonra başka işlerde tekrar edebiliyor. Bazen sadece insanları sürece katmak için olabiliyor; o yere özgü gazete çıkarmak, bir etkinlik yapmak gibi. Çocuklar özelinde de TEGV’de ne yapacağımızı bilmiyorduk örneğin. Orada yaptığımız, maket üzerinden fikirleri yığma çalışması oldu. Ama Meraklı Kedi’de ortaya bir şey çıkması gerekiyordu. Dolayısıyla çocuklara mimarlık üzerinden bir bilgi de aktarılması gerekiyor. Biz bunu nasıl yaptık? Bir kağıt astık duvara ve gerçekten vaziyet planını onlarla beraber çizdik. Zaten çocuklar o mekanı o kadar ezbere biliyorlar ki: Anlatıyor tüm detaylarıyla. Biraz kim, nereye, ne kadar hakim diye yakalayıp onların planı okumasını sağladık. Ve gördük ki işliyormuş; o yaş grubundaki çocukların bir vaziyet planına 30-40 dakika bakması ve üzerine fikir geliştirmesi mümkünmüş.
G.K.: Yapı ürettiğiniz işlerinizin yanında çocuklarla atölye çalışmaları da yapıyorsunuz. Mesela tiyatro mekanlarını konu eden Kolaj Oyun Atölyesi, Olay Mahali, strüktürleri konu aldığınız Konek Atölyesi var. Bunlardan biraz bahseder misiniz?
E.G.: Aslında üçü de 23 Nisan etkinlikleri vesilesiyle ortaya çıkan işler. Olay Mahali ile Kolaj Oyun Atölyesi, İstanbul Şehir Tiyatroları’nın 28. ve 33. sene şenlikleri kapsamında yapıldı. Tiyatroda olma, bir şeyler sahneleme durumuyla beraber mimariyi buluşturmak amacıyla yapılan 3-5 saatlik atölyelerdi. İlkinde televizyonda izledikleri bir şeyin mekanını canlandırmak üzerine çalışmışlardı. Bu seneki Kolaj Oyun Atölyesi’nde de başta biraz tiyatro oyunları üzerine konuştuk. Sonra kendileri bir hikaye yarattılar ve hikayenin mekanını oluşturup 1 dakikalık oyunlarını sergilediler. İkisinin de ana malzemesi büyük mukavva kutulardı. Bu çalışmalar üçboyutlu bir mekansal durumu canlandırmak ve hızlı bir şey üretmek üzerine kuruluydu. Konek Atölyesi’ni ise Yaratıcı Çocuklar Derneği ile gerçekleştirdik. Trump Tower’da bir atölye mekanı vardı ve orada atölyeler yapıyorlardı. Bizi davet etmişlerdi. Yine mekanla alakalı ne olur derken Trump Tower’ın bir maketini yapalım dedik. Katılımcılar da bu makette yer alan iki bina arasında pipetlerle bir köprü oluşturmaya çalıştılar. Kendi eğitim hayatımızda da farklı malzemelerle maketler üretme halimizi çocuklarla denediğimiz bir süreçti.
G.K.: TEGV’in çalışmasında yaptığınız atölyeden bahsedebilir misiniz?
E.G.: Başlangıçta 1-1,5 saat kadar o mekan hakkında düşündükleri üzerinden bir tartışma yapıp ondan sonra hayal ettikleri mekanlar üzerine çizim yaptılar. Çizmek istemeyen yazarak veya başka yöntemlerle anlatıyordu ve sonra birbirlerine çalışmalarını sunuyorlardı. Çalışmanın ikinci kısmında çocukları ikili gruplara ayırıp 3 tarafı kapalı 30×30 kutular verdik ve kurguladıkları mekanı bir de maket olarak canlandırmalarını istedik. Çizimde çok tutuk olan bazı çocuklar makette coşabiliyordu. 3-3,5 saat süren bir atölyeydi. En son çalışmanın bütününe ilişkin bir rapor hazırladık.
G.K.: KODA’yla (Köy Okulları Değişim Ağı) Muş’a gittiğimizde önce çocuklarla birlikte haritalarla köyü gezmiştik. Çalışmanın ikinci kısmında maket yaptık. Cami yapmayı seviyorlar. Ama boyutu düşünüyor, onu nasıl üçboyuta çıkaracağını bilemiyor. Sonunda iki buçukboyut çıkardılar. Caminin kubbesi gibi yükseltemeyeceği her şeyi çizmiş ama yükseltebileceği minareyi silindir kartonu koyup inşa etti. Boyutlar arasındaki geçişler de çok heyecan verici.
Y.A.: Mesela mimarlık öğrencilerinde de mimarlık eğitiminin ilk yıllarında bu tür şeyler olur, tam ikiboyuttan üçboyuta geçme ara yüzleri. Sonradan öğreniyorsun plan bakışı, kesit bakışı gibi şeyleri. Daha teknik bir noktaya gidiyor bakışın. Mesela bir çocuğun çiziminde ev ne kadarsa sen de o kadarsındır. Onu nasıl bir değerde kodluyorsa ona göre çizer, ölçü yoktur. Veya her an bir şey yapıştırıp onu üçboyuta çıkarabilir. O boyutlar arası geçiş daha muğlak ve daha ilginç. Biz o anlamda da daha terbiye olmuş bir zihne sahibiz, bu da iyi mi kötü mü emin değilim.
G.K.: Buradaki anaokulu eğitimi almış herhangi bir çocuğun bir nesneyi üç boyuta çıkarmakta tereddüdü yok ama kırsal alanda bunu yapan çocuklar 4., 5. sınıf çocukları. Soyut mekan tartışmalarını çocuklarla çalışmadan önce anlamadığımı fark ettim. Çünkü çocuklar üçboyutlu da tasarlıyor, bağlamı yok, soyut, ama kırsaldaki çocuğun onu üçboyuta çıkarmaması mekanı algılamadığı anlamına gelmiyor. O kadar iyi harita okuyorlar ki. O harita kafasının içinde, soyut değil gerçek bir yerde duruyor. Bunu ben genellemekten çok sakınıyorum ama bu anlamda deneyimlerinizi merak ediyorum.
Y.A.: Kırsal hayatın deneyimiyle kentsel hayatın deneyimi arasında da böyle bir fark var. Modern hayatta ileri ve geri diye kodlanmış bir şey; “çocuk üçboyutlu düşünemiyor çünkü zihni buna terbiye olmadı, çizemiyor, ölçüsü yok” diye düşünülüyor. Öte yandan dünyanın geldiği noktada bunun ileri-geri meselesi olmadığı anlaşıldı aslında. O anlamda çok derin bir mevzu. Artık kır ve kent arasındaki ayrım da öyle değil. Dolayısıyla o çocuğun zihniyle kentte doğmuş büyümüş çocuğun zihni arasındaki fark, biri teknik anlamda donatılmış diğeri donatılmamış gibi değil. Biraz içgüdüler ve duyuları kullanma kabiliyeti yüksek çocuklarda. Dolayısıyla onun ikiboyutlu, üçboyutlu gibi bir ayrımı yok, o ayrım bizde olan bir şey. Belki kentteki çocuğa da öğretilmiş bir ayrım bir yandan.
M.G.Ö.: Aslında bu sorunun cevabını ben çok net veremiyorum çünkü her yerde çocuklarla aynı şeyi çalışmadık. Ama Meraklı Kedi’den bu kadar bahsedebiliyor olmamız, tasarım ve uygulamada çocukların bu kadar aktif olmalarının onların nasıl bir eğitim ortamı içerisinde olduklarıyla çok ilgisi var. Çok net ifade ediyor, ne istediğini biliyor, sadece senin tavrınla kendini şekillendirmiyor. Aslında en büyük handikap yürütücünün veya katılımcının çocuğa nasıl yaklaştığı oluyor. Aslında katılım üzerine düşünülmesi gereken en önemli şey onları nasıl çekeceğimiz değil; bizzat bizim nasıl davranacağımız.
G.K.: Atıl Köy Okulları projesini biraz anlatır mısınız?
M.G.Ö.: Başlangıcı 10 yıl öncesine dayanıyor. Geziliyor, görülüyor ki her köyde bir okul var, çünkü Cumhuriyet’le beraber böyle bir seferberlik ilan ediliyor ve her köy kendi okulunu inşa ediyor. Ama 30 yıl önce bu okullar kapatılmaya başlanıyor. Tabii yerel hayatın üzerinde tarım politikaları dolayısıyla bir yük var. Çocukların uzun yollar katetmesini gerektiren, taşımalı eğitim denilen sisteme geçilmesi velilerin de o köylerden taşınmasına sebep olabiliyor. Bu, iki yönlü işleyen bir süreç. Bu yapılar bakılmadıkça kaybedilecekler. Dernek bunu potansiyel olarak görüyor ve dönüştürülmesi halinde köylünün bir araya gelebileceği mekanlar oluşabilir diye değerlendiriyor. Aslında bakkal, kahvehane gibi tanımlı yerler var ama “Anahtarsız ve herkesin bir arada olduğu bir mekan nasıl olur? Böyle bir mekan köylü için de bir destek olur mu?” sorularıyla başlıyor süreç. Bu sürecin içerisinde, MEB’e gidilip görüştüğümüzde “Yarım kalmış bir okul var, köylü yapmaya çalışıyor, destek olur musunuz?” dediler, o şekilde de çalışmalar yaptık.
Y.A.: Taşımalı eğitime geçişte, herkes daha eşit bir eğitim alacak, şehirlere taşınıyor çocuklar ve orada daha iyi donanımlı okullara gidiyor gibi bir algı var. Köylere gidip konuşuyorsunuz, çocukların köyde doğru düzgün vakit geçirmediğini söylüyorlar. Dolayısıyla köy dönüşmeye başlıyor. “Tanımıyorlar,” dedi mesela birçok insan; “Artık köyde ne yapılıyor, biz gündelik hayatta neyle uğraşıyoruz çocuk bundan bihaber”. Gidip orada aldığı eğitim kadarını biliyor, eve geliyor sabah çıkıyor. Orada geçirdiği vakit azalmış ve dolayısıyla köyle kurulan bağ kopmuş oluyor. Bu kapsamlı bir sorun bence.
Deniz Öztürk: Kentteki bir çocuğun çok iyi bir okula gitmek için sabahın köründe servise binip, çevresiyle hiçbir ilişkisi olmadan okula gidip gelmesine çok benziyor aslında.
Y.A.: “Artık mahalle yok” diyoruz. Çünkü çocukluktan başlayan bir şeydir mahalle… Mahallede oynarsın, vakit geçirirsin, bilirsin. Artık öyle bir şey yok, herkes bir yerlere taşınıyor devamlı. Dolayısıyla kentle kurulan ilişki de o anlamda dönüşmüş oluyor. Noktasal ilişkiler var sadece.
M.G.Ö.: Evet, o coğrafyaya özgü bir şeyler var ve çocuk bunu kaçırıyor. Birleştirilmiş sınıfta olmanın bir getirisi var: Birbirinden öğrenmek. Çıkıp dışarıda ders işlemek ve oraya özgü bir şeyleri keşfetmek de mümkün. Bu yok oluyor.
G.K.: Yıllar içinde önemli oranda bir yapı stoğu da gördünüz. Okulu da içine katarak kamusal mekanları çocuk için değerlendirmenizi isteyerek röportajımızı sonlandırabiliriz.
Y.A.: Çok kişisel olarak şunu söyleyebilirim sadece. İster yetişkin ister çocuk olsun, yapılı çevrenin insanla ilişkisinde bir şiddet var. Mimarlık biraz bununla uğraşıyor gibi. Okullar daha çok disiplin yapıları olarak tasarlanıyor. Dışarıyı görme diye camların yarıya kadar badanalı olduğu, ayak basıp kirletirsen diye okul duvarlarının yarıya kadar en ucuz koyu renk boyayla boyandığı okullarda okuduk. Sınıf düzeni denilen şey, bunun alternatifinin ne olması gerektiği mekanla kurulan ilişki açısından çok büyük bir soru. Bu tek başına bir yapı sorunu da değil. Eğitim anlayışıyla ilgili. Eğer eğitimi disiplin üzerine kurguluyorsan onun mekanı başka türlü oluyor; koridorlar oluyor, sınıflar oluyor… Dolayısıyla onun arkasındaki düşüncenin tartışılıp konuşuluyor olması lazım yapılardan önce bence.
M.G.Ö.: Evet, bu eğitim yaklaşımıyla birebir ilişkili olduğu için mekan da ondan bağımsız düşünülemiyor. Hakikaten tahtayı bir yere koyup da o hiyerarşiyi kurduktan sonra zaten o mekan ne yapılabilir ki? Keşke biraz ucunu açık bırakabilsek ve dönüştürülebilen mekanlar oluşsa.