Başka şeylerin yanı sıra, yazmak pencerelerle de ilgilidir. Jacques Ranciere, kurmacaya giden yolda içeriyle dışarısı arasında kurulacak bağın niteliğini pencereler üzerinden tartışır.1 Pencerenin önünde durup iyi bildiğini varsaydığı dışarıya sırtını vererek odasına, evine dönen yazar… Pencereden bakınca sadece somut yeryüzü gören, uzakla yakının yerini değiştirmekle yetinen yazar… Dışarıda insanları ayıran pencereleri, o pencereleri hiç aralamadan, iki tarafın birbirine karışmasına izin vermeden anlatan yazar…
Pencereyi açık tutmak, kendini onun öte tarafına, şehrin sokaklarına atmak gerekir Ranciere’ye göre, ama orada olmak dışarıya nüfuz etmeye kâfi değildir. Yüzeyi katetmek isteyen yazı, bize huzmeler biçiminde ulaşan şeylere, insanların ne kadar derinine uzandığını bilemediğimiz dünyaya bakmaya ve her biriyle temasın yolunu yeniden öğrenmeye ihtiyaç duyar. Sokakta olup biteni hakikaten anlamak, bir “tablo” olmaktan çıkarmak için daha pencerenin önündeyken vermek gerekir kararı. Bu, yazarın dışarıda kaybolmak için vereceği karardır. Hayatın çerçevelenmeye yanaşmayan, hatta tiksinti uyandıran yanlarına kendini “maruz bırakmak” gerekir bunun için. Hazır sentezlerden, hayallerden ve fikirlerden uzaklaşarak dışarının taarruzuna izin vermek…
Ranciere’nin bunlardan söz ederken andığı bazı yazarlar, belli sınıflara ve tiplere dair simyanın daha net olduğu bir zamana aitlerdi. Yaşadığımız “sonsuz nüanslar” çağında ise yüzleri, duvarları, şehirlerin sokaklarını hiç durmadan aydınlatan, karartan, yeni renkler ve gölgeler oluşturan farklı bir ışık var. Anlamak ve anlatmak, sınıfların, sınırların, dillerin aldığı yeni hâllere bakmayı, çatlaklara, sıkışmış anlara, içerisiyle dışarısı arasındaki belirsizlik alanlarına inmeyi gerektiriyor.
Pencerenin diğer tarafı, dışarısı, gezegenin büyük kısmı için kent demek artık. Tahminlere göre on yıla kalmadan dünya nüfusunun üçte ikisi kentlerde yaşıyor olacak. Bu zamanların mahsulü olan ve bu zamanı anlatan kurmacanın mekânını bu biçimde işaret etmek, edebiyatla kent arasındaki bağı tarif etmenin sığ bir yolu olur. Hikâyenin mekânı olmaktan mülhem bir ilişki değil bu. Romanlar, öyküler, şiirler sadece bir ayna, bir tablo sunmakla yakınlaşmıyor kentlerin hakikatine. Devinen, dönüşen, muhtelif gayeyle biçim verilen o “canlı”yı, kolay dile dökülmez yanlarıyla anlatıyorlar.
Ranciere, o nefis “dışarının taarruzu” tamlamasını öncelikle içeriyle kıyaslanamayacak sayıda işaret, nüans, bulanıklık içermesi nedeniyle kullanıyordu. Fakat dışarısını olduğu kadar içerisini, içimizi de dönüştüren neoliberal kapitalizmin kentlerinden bahsederken, seçtiği “taarruz” sözcüğü daha da anlamlı hâle geliyor. Bu bir taarruz. Temasından azade kalmak mümkün değil.
Kapitalin seyrini, kapitalizmin krizlerini ve çıkış yollarını kent üzerinden okuyan David Harvey, sosyolog Robert Park’tan bir alıntı yapıyor: “Şehir, insanın içinde yaşadığı dünyayı arzularına daha uygun hâle getirebilmek için verdiği çabaların en tutarlısı ve bütününe bakıldığında en başarılısıdır. (…) Eğer Park haklıysa” diyor, “nasıl bir şehir istediğimiz sorusu, nasıl kimseler olmak istediğimiz, ne gibi toplumsal ilişkiler arayışı içinde olduğumuz, doğayla nasıl bir ilişkiye değer vermek istediğimiz, ne tür bir yaşam tarzı arzuladığımız, hangi estetik değerlere sahip olduğumuz sorularından ayrı düşünülemez.”2 Bu zihin yolculuğu iki şey gösteriyor. Birincisi, şu an yaşadığımız kentler hem bizim eserimiz, hem bizatihi bizim hikâyemizdir. Biçimlendirdiğimiz kent, bizi de biçimlendirir. Yazdığımız kent de bizi yazmıştır.
Harvey’nin çıkarımından doğan ikinci sonuç da bugünden sonrasına işaret eden bir umut. Arzuladığımız şehirlerin sakini, dilediğimiz hikâyenin kahramanı olmak tam buradan başlayan dönüşümü gerektiriyor. Harvey’nin söz ettiği “şehirleri yeniden icat etme hakkı”, bu yüzden de bugünün kent odaklı toplumsal hareketlerinin, mekândan başlayan adalet arayışının çekirdek fikirlerinden. “Şehirleri yeniden icat etmek”, ne kadar şiirsel bir coşkuyla dolu bir yandan da.
Harvey’nin “kent hakkı” fikrini dayandırdığı filozof Henri Lefebvre’in “manzarayı” kavrayış biçimiyle, “manzaranın” kurmacası üzerine düşünen Ranciere yolun bir noktasında kesişiyor. Kentsel mekân görülmez, der Lefebvre;3 “biz onu henüz göremeyiz”. Bu “henüz”, eski manzara tarafından biçimlendirilmiş gözün dönüşümü kavrayabilecek bilgide olmamasından kaynaklanmaz sadece. Bu da vardır ama asıl mesele gerçeğin üzerinin örtülü olmasıdır. Bu görememe, kavrayamama hâli bir ideoloji içerir ona göre. “Kör alanlar” sığ bir gölgede kalma hâlinin ötesini işaret eder; bilimsel ve felsefi çabaya gereksinim duyar. Kentsel alanın kör noktalarına ancak bilgiyi parçalayarak yakınlaşılabilir. Sosyoloji, psikoloji, coğrafya, tarih, iktisat, biyoloji, jeoloji gibi birçok farklı sahayı sayarken yazarların ve şairlerin katkısını da ekler Lefebvre. Bu parçaların hiçbiri tek başına bilgiyi oluşturmaz ama bir işaretler sisteminin çıkmasına yardımcı olurlar. Sadece buna indirgenemeyecek olsa da kentsel gerçekliğin dilidir bu.
X
Her veçhesiyle kent üzerine düşünen faaliyetlerini yıllardır takdirle ve faydalanarak takip ettiğim Mekanda Adalet Derneği’ne bu dergi fikri ve davetleri için teşekkür ediyorum. Edebiyat ve kent başlıklarını buluşturan bu engin “kör alan”da düne ve bugüne bakmanın sayısız patikası vardı, yazarlarımızla biz şuralardan yürüdük.
Kent kendinden fazlasını anlatıyor, metaforlarla, imgelerle zamanın anlatısının da mekânı oluyor. On dokuzuncu yüzyıldan bugüne, şehre tepeden bakmanın, şehrin sokaklarında kaybolmanın, yüzünde Doğu’yu yahut Batı’yı okumanın, baktıkça bir kadını görmenin, bir kadınla sırrına ermenin mânasını Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi Prof. Dr. Seval Şahin anlatıyor.
Yazar Oylum Yılmaz “İstanbul bir roman kahramanı olsa” diye çıkıyor yola. Şehri bir biblo gibi eline alıp hayranlıkla sağını soluna döndürerek anlatanlardan “yok-kahraman”a yazıklananalara, metinlerde İstanbul’un bir karakter olarak belirişine, bundan doğan dile bakıyor. Tarihçi Hakan Kaynar, “şehir” olamadan başkent olmuş Ankara’yı Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında burada yaşamış ve yazmış edebiyatçıların metinlerinde arıyor. Modernizmin serüveni içinde “büyümeden tahta çıkarılmış çocuk padişahlara” benzettiği şehrin edebi tahayyüllerine, buralarda şekillendirilmiş hayatlara yakınlaşıyor.
Ahmet Rasim’in geride bıraktığı çok farklı türlerde eserlerden biri de 1897’de Malûmât Gazetesi’nde yayımlanmaya başlayan Şehir Mektupları. Daha sonra dört ciltte toplanacak bu mektuplarda, sitayişle anılan gözlem gücü, yer yer nükteli, kimi zaman da iğneli dili ile Ahmet Rasim, on dokuzuncu yüzyıl sonundan özgün bir İstanbul tanıklığı bıraktı bugüne. Kentin, yeni kentin soluğu metinlerinde hep hissedilen yazarlardan Hakan Bıçakcı, yirmi birinci yüzyıldan bir mektupla selam yolluyor ona. Yazar ve çizer Turgut Yüksel‘in selamı ise Reşad Ekrem Koçu’ya. Koçu’nun tamamlamaya ömrünün yetmediği İstanbul Ansiklopedisi‘ne bugünden “kaçak” kat çıkıyor Yüksel. Yeni bir madde ekliyor ansiklopediye: AVM.
1920’lerden 70’li yıllara kadar farklı türlerde durmaksızın yazan Suat Derviş’in özgür zihni, insanın ve toplumun hakikatini anlama çabası, yaşadığı dönemde hak ettiği kıymeti bulamamıştı. Hem kurmaca eserlerinde hem gazeteci kimliğiyle röportajlarında farklı sınıflara bakarken, kaleminin siyasetini kenti duyarak, kentleşmeyle bağlar inşa ederek yazan Suat Derviş’i Funda Dörtkaş yazıyor.
Zabel Yesayan’ın pek çok eserini de Ermeniceden Türkçeye kazandıran akademisyen Mehmet Fatih Uslu, takıntılı bir İstanbul, daha çok da Üsküdar yazarı olan Yesayan’ı anlatıyor. Erken Türk romanın klişeleşmiş ikiliklerine kapılmayan, kadın bakışının derinleştirdiği bir anlatı, söz ettiği. İncelikli kent tabiatı tasvirleriyle olduğu kadar, dönüşen Osmanlı’nın emek yaşamından aktardığı sahnelerle de zengin metinler… Tanıl Bora ise Ermenice yazan, eserleri sonradan Türkçeye çevrilen kadri bilinmemiş sosyalist yazar Zaven Biberyan’ın romanlarındaki “Kadıköy tarafını” okuyor. “Mavera-yı Kadıköy” başlıklı yazısı, bu okumanın verdiği şevkle donanmış, Bora’nın İstanbul’un “sayfiyelerinde”, 1960’lı yılların Maltepe’sinde geçen çocukluğunda gezindiği bir hatırat aynı zamanda.
Birikim dergisinin, 2011’de Tanıl Bora’ın editörlüğünde çıkan 270. sayısı (2016’da İletişim Yayınları tarafından kitap olarak da basıldı), AKP iktidarının ekonomi-politiğinin kilit noktası olan inşaat sektörüne, tabana yayılmış beton aşkına bakarken, başlığıyla bir devrin tarifinde el kolaylaştırdı: “İnşaat ya Resulullah”. Mücahitten müteahhide geçişin İslamcı edebiyata nasıl yansıdığını Ayşe Çavdar inceliyor. “Fatihsoylular, Metropol Mücahitleri, Nerimanlar, Elifler, Nisalar…” başlıklı yazısında Çavdar, bu edebiyatta kent temsilini, değişen iktidar tasavvuruyla bu temsilin dönüşümünü, bunun kadınlara, erkeklere ve gençlere ayrı ayrı nasıl dokunduğunu ele alıyor.
Ahmet Ergenç, “Toplu Konutlarda Hayat, Can Sıkıntısı ve Ölüm” başlıklı yazısında muhtelif edebiyat ve felsefe metinleri üzerinden önce “ev”e odaklanıyor, sonra bir ev modeli olarak toplu konutlara. Kentten kaçan orta sınıfın, merkezden sürülen yoksulların edebiyattaki seslerini, bu “yaşam alanlarının” kendi içlerinde aynılaştıran, ıssızlaştıran, can sıkıntısını hatta cinneti çağıran yanlarını ayıklıyor.
Mimar Cem Sorguç başka türlü bir şehir turu vaat ediyor yazısında. Özellikle 2000’li yıllar sonrası edebiyattan görkemli bir seçkiyle, çeper, kenar, dış, ücra, sapa, periferi ile zihinlerde adreslenen mekânlarında gezdiriyor İstanbul’un. Hiçbiri ilk Yazar Oylum Yılmaz “İstanbul bir roman kahramanı olsa” diye çıkıyor yola. Şehri bir biblo gibi eline alıp hayranlıkla sağını soluna döndürerek anlatanlardan “yok-kahraman”a yazıklananalara, metinlerde İstanbul’un bir karakter olarak belirişine, bundan doğan dile bakıyor. Tarihçi Hakan Kaynar, “şehir” olamadan başkent olmuş Ankara’yı Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında burada yaşamış ve yazmış edebiyatçıların metinlerinde arıyor. Modernizmin serüveni içinde “büyümeden tahta çıkarılmış çocuk padişahlara” benzettiği şehrin edebi tahayyüllerine, buralarda şekillendirilmiş hayatlara yakınlaşıyor.
Ahmet Rasim’in geride bıraktığı çok farklı türlerde eserlerden biri de 1897’de Malumat Gazetesi’nde yayımlanmaya başlayan Şehir Mektupları. Daha sonra dört ciltte toplanacak bu mektuplarda, sitayişle anılan gözlem gücü, yer yer nükteli, kimi zaman da iğneli dili ile Ahmet Rasim, on dokuzuncu yüzyıl sonundan özgün bir İstanbul tanıklığı bıraktı bugüne. Kentin, yeni kentin soluğu metinlerinde hep hissedilen yazarlardan Hakan Bıçakcı, yirmi birinci yüzyıldan bir mektupla selam yolluyor ona. Yazar ve çizer Turgut Yüksel‘in selamı ise Reşad Ekrem Koçu’ya. Koçu’nun tamamlamaya ömrünün yetmediği İstanbul Ansiklopedisi‘ne bugünden “kaçak” kat çıkıyor Yüksel. Yeni bir madde ekliyor ansiklopediye: AVM.
1920’lerden 70’li yıllara kadar farklı türlerde durmaksızın yazan Suat Derviş’in özgür zihni, insanın ve toplumun hakikatini anlama çabası, yaşadığı dönemde hak ettiği kıymeti bulamamıştı. Hem kurmaca eserlerinde hem gazeteci kimliğiyle röportajlarında farklı sınıflara bakarken, kaleminin siyasetini kenti duyarak, kentleşmeyle bağlar inşa ederek yazan Suat Derviş’i Funda Dörtkaş yazıyor.
Zabel Yesayan’ın pek çok eserini de Ermeniceden Türkçeye kazandıran akademisyen Mehmet Fatih Uslu, takıntılı bir İstanbul, daha çok da Üsküdar yazarı olan Yesayan’ı anlatıyor. Erken Türk romanın klişeleşmiş ikiliklerine kapılmayan, kadın bakışının derinleştirdiği bir anlatı, söz ettiği. İncelikli kent tabiatı tasvirleriyle olduğu kadar, dönüşen Osmanlı’nın emek yaşamından aktardığı sahnelerle de zengin metinler… Tanıl Bora ise Ermenice yazan, eserleri sonradan Türkçeye çevrilen kadri bilinmemiş sosyalist yazar Zaven Biberyan’ın romanlarındaki “Kadıköy tarafını” okuyor. “Mavera-yı Kadıköy” başlıklı yazısı, bu okumanın verdiği şevkle donanmış, Bora’nın İstanbul’un “sayfiyelerinde”, 1960’lı yılların Maltepe’sinde geçen çocukluğunda gezindiği bir hatırat aynı zamanda.
Birikim dergisinin, 2011’de Tanıl Bora’ın editörlüğünde çıkan 270. sayısı (2016’da İletişim Yayınları tarafından kitap olarak da basıldı), AKP iktidarının ekonomi-politiğinin kilit noktası olan inşaat sektörüne, tabana yayılmış beton aşkına bakarken, başlığıyla bir devrin tarifinde el kolaylaştırdı: “İnşaat ya Resulullah”. Mücahitten müteahhide geçişin İslamcı edebiyata nasıl yansıdığını Ayşe Çavdar inceliyor. “Fatihsoylular, Metropol Mücahitleri, Nerimanlar, Elifler, Nisalar…” başlıklı yazısında Çavdar, bu edebiyatta kent temsilini, değişen iktidar tasavvuruyla bu temsilin dönüşümünü, bunun kadınlara, erkeklere ve gençlere ayrı ayrı nasıl dokunduğunu ele alıyor.
Ahmet Ergenç, “Toplu Konutlarda Hayat, Can Sıkıntısı ve Ölüm” başlıklı yazısında muhtelif edebiyat ve felsefe metinleri üzerinden önce “ev”e odaklanıyor, sonra bir ev modeli olarak toplu konutlara. Kentten kaçan orta sınıfın, merkezden sürülen yoksulların edebiyattaki seslerini, bu “yaşam alanlarının” kendi içlerinde aynılaştıran, ıssızlaştıran, can sıkıntısını hatta cinneti çağıran yanlarını ayıklıyor.
Mimar Cem Sorguç başka türlü bir şehir turu vaat ediyor yazısında. Özellikle 2000’li yıllar sonrası edebiyattan görkemli bir seçkiyle, çeper, kenar, dış, ücra, sapa, periferi ile zihinlerde adreslenen mekânlarında gezdiriyor İstanbul’un. Hiçbiri ilk
akla gelen yerde değil. Yazar, eleştirmen Esra Yalazan ise flanörler ve de görünmezlikten usanarak haklarını talep eden flanözler üzerinden şehirde yürümeyi edebi bir metamorfoz olarak ele alıyor. Farklı yazarların yol arkadaşlığında, hem kentle hem de okumanın kendisiyle bağ kurarak yürüyor.
Füruzan’ın öykülerinde ne çok taşınma vardır. Zamanın değişimine eşlik eden, eşyayla birlikte taşınan hayatları da aynı bırakmayan yeni sayfalardır bunlar. Hilmi Tezgör, dönüşen kentin izini tam da buralardan sürüyor.
Yazar Gürsel Korat, çocukluğunun ve ilk gençliğinin geçtiği Kayseri’ye 1990’lı yılların başında dönüp tekrar baktığında içi burkularak, öfkelenerek Sokakların Ölümü adlı kitabı yazmıştı. Kayseri üzerinden kentleşmeye dair kişisel ve de neredeyse küresel, hazin bir hikâye kaydetmişti orada. Aradan yaklaşık otuz yıl geçtikten sonra Korat, hem Sokakların Ölümü kitabına hem de sokaklar derken ölen şehirlere dair yazıyor.
Mülteciler dünyanın her yanında ayrımcılığın görünür, görünmez şiddetiyle boğuşurken, kendilerininkileri bırakıp geldikleri şehirlerle bağlar kurmaya çalışıyorlar. En iyi ihtimalle klişelerle biçimlenmiş onlara yönelik bakış açısının pek kolay ıskalayabileceği, birbirini andıran ama hep ayrışan bir “hikâye” bu. Melike Koçak, Suriyeli kadın mültecilerle yaptıkları, kendisi için de dönüştürücü olduğunu hissettiği “Göçmen Harfler” isimli yazı atölyesi tecrübesini paylaşıyor. Yazı üzerinden kurulan dostluk, yazıyla dile dökülenler Koçak’a “Kent, mültecilerin neyi olur?” diye sorduruyor.
Yazarlara adanmış müzeler, yazar evleri, yazıyla özdeşleşmiş mekânlar… Gazeteci Burak Kuru ise rotası edebiyat üzerinden belirlenmiş küçük bir İstanbul turuna davet ediyor.
1 Ranciere, J. (2019). Kurmacanın kıyıları (Çev. Y. Çetin). Metis.
2 Harvey, D. (2013). Asi şehirler (Çev. A. D. Temiz). Metis, s. 44.
3 Lefebvre, H. (2013) Kentsel devrim (Çev. S. Sezer). Sel.