Barış İne: Bize biraz çalışmanızdan bahseder misiniz? Beyoğlu çalışmak tarihi hafızaya fazlaca odaklansa da, geleceğe de yöneliyor. Sizin deyiminizle Beyoğlu kentin laboratuvarı gibi. Beyoğlu’nun nereye gittiğini anlarsak İstanbul’un veya benzeri kentlerin nereye gittiğini de anlarız gibi bir düşünce var.

Özlem Öz: Beyoğlu’nu eğlencenin yoğunlaştığı, kümelendiği yerlerden biri olduğu için çalışmaya başladık. Boğaz hattı, Nişantaşı gibi eğlence sektörünün yoğunlaştığı yerler arasında Beyoğlu’nun dışlayıcılığı en az olan eğlence mekânlarından biri olduğunu, çeşitlilik barındırdığını gördük. Diğerlerinde ise, sınıf meselesinin epey işin içine girdiği görülüyordu. Barındırdığı çeşitlilik ve açıklık çok ilgimizi çekti ve araştırmamızda Beyoğlu için özel bir bölüm açmaya karar verdik. İlk o zaman, 2010’ların başında ve eğlence sektörü bağlamında karar verdik Beyoğlu’nu çalışmaya.

Mine Eder: Beyoğlu çok farklı renkleri, çok farklı sınıfları, rahatsız edici bile olsa farklı kesimlerden insanları bir araya getirebilen, havuz gibi bir yerdi bizim için. Bu nedenle ilk baştaki izlenimimiz “Ne güzel, hâlâ böyle yerler de var, ne güzel hâlâ ayakta” şeklindeydi. Şimdi nefes kesen bir hızla değişiyor. Bizim 2015’te yayımlanan eğlence makalesine1 bugün baktığımda hakikaten optimist bir okumaymış diyorum.

Gezi’den sonraki dönem farklıydı; geri çekilme dediğimiz postpolitik siyaset sürecine girildi. O süreci biraz anlamlandırıp, “Sonra ne oldu?” kısmına geçtik. Beyoğlu’nun hakikaten çok farklı bir yer olduğunu düşünüyorum. Bir yandan da aslında bir mekânın bu kadar hızlı değişmesi bizi ikileme sokuyor. Bu kadar esnek olması, adapte olabilmesi ve bu kadar çabuk değişip, farklı profillerde insanları harmanlayıp barındırabilmesi mekânın gücü gibi. Bu anlamıyla bir şekilde hâlâ açık olduğuna inanıyorum, öte yandan öyle bir şiddet getiriyor ki beraberinde, öylesine bir yeniden yapılanma, mekânların tamamen içinin boşaltılması… En son Narmanlı Han’ın, ondan önce Demirören AVM’nin yapılması. Hiçbir ihtiyaç olmamasına rağmen.

ÖÖ: Evet, Emek Sineması için de geçerli bu durum. Aslında Emek Sineması’nı yerinde, düzgün biçimde restore etselerdi ekonomik getirisi de değeri de uzun vadede daha yüksek olurdu. Konunun kültürel-tarihsel boyutu bir yana, bu ekonomik mantığı dahi göremiyorlar.

ME: Bu ticari bir şey, ama ticari mantıkla açıklanamayacak kadar da irrasyonel bir şiddet yaşandı orada.

Bİ: Peki sizce orada böyle bir şey yapabilmek bir güç göstergesi mi oldu?

ME: Biraz öyle geliyor bana, çünkü çok daha farklı hayaller var Beyoğlu üzerine. Ve bence oradaki belediye başkanının hayallerini yerine getirememesi gibi bir durum da sözkonusu. Oranın bu şekilde bir eğlence mekânı olarak algılanması kimsenin bir anda değiştirebileceği bir şey değildi. Çünkü tarihsel olarak orası öyle bir küme olmuş. Ama bu kümeden rahatsız olundu. Çok net bir şekilde de ifade edildi, “Beyoğlu bundan çok daha fazlasıdır” denilerek. Daha nezih hâle getirme, güzelleştirme, beyaz yakalıları buraya çekme… Yani bir temizleme yapılması planlandı; sokak müzisyenleri ve dilencilerin uzaklaştırılması gibi. Bu dışlayıcı dil iktidarın söyleminde çok vardı, ama burada bir de sembolik değer işin içine girdi. AKM yıkılırken caminin yapılması gibi.

ÖÖ: Neoliberal hayaller diye adlandırıyoruz onu. Açık açık söylenmişti, “Burada bira içenleri istemiyoruz” diye. Daha sonra bir makalemizin başlığına da koyduk, “Bira mı Şampanya mı?” diye.2 Zengin turistler butik otellerde kalıp pahalı içki içebilirler, ama kimse sokakta bira içmesin gibi bir yaklaşım.

Beyoğlu’nun eğlence mekânı karakteri, bir yandan da, yaşayanın görece daha az olduğu ve bu nedenle seçimlerin değişik sonuçlanabildiği bir yer olduğu gerçeğini de beraberinde getiriyor; bu açıdan da ilginç bir yer Beyoğlu.

ME: Biz o makaleyi yazdığımızda orada neoliberal bir mantık, piyasalaşma anlatıyorduk. Otoriter şehircilik mi diyelim ona? Daha farklı bir mantık var ve tepeden inme bir mantık bu. Kendi içinde, piyasa mantığıyla da pek uyuşmuyor.

ÖÖ: Tüm bu karmaşa biraz Beyoğlu’nun kendi özelliğinden de kaynaklanıyor. Her zaman amaçladığınız şey olmayabiliyor orada. Planlar tutmayabiliyor.

ME: Şu anki Arap kartiyesini planladıklarını hiç düşünmüyorum. Burada bir de ekonomik mantık işliyor. Arap turistten çok para geliyor.

Bİ: Bir “özgürlük deneyimleme” durumu var.

Burası insanların gidip geldiği, angaje olduğu, mekânı kendilerine ait yapmak istediği bir yer.

ÖÖ: Arap turistler açısından evet, öyle bir yönü var. “Arapların Amsterdam’ı oldu Beyoğlu” demişti araştırmamız sırasında görüştüğümüz bir bar sahibi. Beyoğlu esnafı için de, epey bir gelir kaynağı sözkonusu, bunu avantaj olarak söylüyorlardı. Avrupalı turistlerle karşılaştırıyorlardı mesela. Avrupalı suyunu bile ülkesinden getirirken, Araplar çok alışveriş yapıyor diye.

ME: Tamamen alışverişle ilgili bir yönelim var. Mekânlar farklı amaçlar için kullanılıp farklı dinamiklerle yeniden dolabiliyor Beyoğlu. Bombalardan sonra terk edilip boşalacağı korkusu oluşmuştu, ama sonra yeniden canlandı.

Bİ: Polisin varlığı da inanılmaz arttı.

ME: Burası insanların gidip geldiği, angaje olduğu, mekânı kendilerine ait yapmak istediği bir yer. Terk edip gitmesi zor bir yer o anlamda. Şimdi en terk edilmiş süreçlerini yaşıyor olsak bile…

ÖÖ: Bir de “biz ve onlar” kelimeleri sürekli duyuluyor artık. Gidenler, kalanlar; kalanlar arasında ise, dönüşenler, dönüşmeye direnenler…

ME: Mekânda adalet mantığı üzerinden işlemiyor maalesef hiçbir şey. Herkes o mekân sadece bana aittir mantığıyla ilerlediği için o tartışmalarda bir hayli dışlayıcı söylemle karşılaşılıyor. Ama o bile çok değerli diye düşünüyorum ben, çünkü bizim için en kötü ihtimal hiç kimsenin angaje olmadığı, herkesin köşesine çekildiği ve hiçbir etkileşimin olmadığı bir Beyoğlu. Çünkü bir mekânı bölmek o kadar kolay ki, birbirinizi tümüyle görmezden gelirseniz olay bitiyor zaten. Bizim için laboratuvar dediğimiz şey de bu etkileşim.

ÖÖ: Tabii pasaport kontrollü gece kulüplerini de unutmamak lazım. Sadece Arap turistlere çalışan böyle dışlayıcı mekânlar da var, ama karşılaşma mekânları da var. İstiklâl Caddesi ve caddeye açılan sokaklar boyunca da değişik kümeler görülüyor. Örneğin “temiz bölge”, “temiz sokak” diye adlandırılan yerler var, “Buraya Araplar girmez, burayı temiz tuttuk” diyorlar.

ME: İşin ilginç tarafı Arap turistler de oraya asla girmiyor. İşte burada işin içine hem kültürel dışlama giriyor, hem yaşam biçimi, hem tercihler. Bazen Galatasaray’da görünmez bir duvar mı var acaba diye düşünüyoruz, devamında turist çok az. Daha çok Taksim tarafında kümeleniyorlar.

Bİ: O aslında yapısal durumdan. Orada fazla ilgi çekecek bir şey de yok, çünkü mekânlar daha yukarıda kümeli; tatlıcılar, kebapçılar, nargileciler… Sokağın başında biri durup kafesine insanları çağırıyor. 

ME: Ekonomik kriz ve ekonomik belirsizlik insanları birbirine muhtaç ediyor, o da beraberinde ekonomik pragmatizm getiriyor. Mesela en Arap sevmeyen otel sahibi bile “Odadan mini barları kaldırdık, yapacak bir şey yok” diyor. Bir yandan çok seven, iyi ki geldiler diyen de var, nefret eden, ama “mecburum bunlara” diyerek hizmet veren de.

ÖÖ: Bir yandan “işler iyi, full Araplara çalışıyoruz”; “Ramazan’dan sonra çok yoğun oluyoruz” vs. derken diğer yandan “onların yattığı bir yatakta ben asla uyumam, çok pisler” diye fısıldayan aynı kişi olabiliyor.

ME: İşte o yüzden kent hakkını yalnızca politik ekonomi veya kültürel boyutu üzerinden anlatamıyoruz.

ÖÖ: Araştırmalarımız sırasında kent hakkı terimini çok düşünüyoruz bu yüzden. Bu katmanlar hoşumuza gidiyor bizim, Beyoğlu’ndan o açıdan katman fışkırıyor.

Fotoğraf: Emirkan Cörüt
Bİ: İsterseniz Tophane’ye dönelim biraz. Neden özellikle Tophane çalışmayı tercih ettiniz?

ÖÖ: Eğlence mekânlarını çalıştıktan sonra, daha zor bir yere geçelim dedik. Çalışması zor bir yer, zor bir konu Tophane, ama bir o kadar da cazip. Biz de kendi bakış açımızdan bakalım dediğimizde epey çalışılmıştı zaten. Makalemizin başındaki alıntıda da yazıyor: “Bir deney alanı gibi Tophane: Tamamen farklı insanları bir araya topladığınız, sonra da acaba neler olacak diye gözlemlediğiniz bir deney alanı.”3

ME: Değişik kesimlerle konuşsanız da kullanılan dil o kadar benzer ki, nefret dili çok ortak. Burada herkes kendinin haklı olduğunu iddia ediyor. Okumaya çalıştığımız hikâye de bu; bir mekânda bu kadar insanın birbirini bu kadar dışlayıcı bir şekilde görmesi. Şimdi Galataport’un geliyor olması da çok ilginç. Bir kesim çok farkında ve rahatsız, bir kesiminse iktidardan gelen projelere güveni tam. Bir yandan bunun rantını yemiş bir ekip var; evlerini satmış, başka yerde çocuklarına üç-beş tane apartman dairesi almış, Tophane’ye tekrar geliyor, kahvesinde takılıyor, “Burası hâlâ benim” diyor. Bir ekip var ki fakirleşmiş, daha da fakirleşeceğini görüp endişeleniyor. 

ÖÖ: Bölgeyi ziyaret eden turistler de hostellerde kalıyor, alışveriş yapıyorlar, yemek yiyorlar, havaalanına taksiyle gidiyorlar. Öyle bir ekonomi yaratılmış durumda. Galataport’u sorduğumuzda, şu anda iktidar yanlısı olan biri, içine sinmediğini belli ederek, “Bir gün gelecek onlara da karşı çıkacağız” demişti. Şu anda yan yana durduğu iktidardan gelecek hayalinde kendisini bu kadar ayrı tutması çok ilginç. Bir de galericilerin arasında da farklı katmanlar var, kiraların artmasından şikâyetçi olanlar ve bu nedenle gitmek zorunda kalanlar var örneğin.

ME: “Bu mekânda benim duyarlılıklarıma saygı duyulması gerekiyor” söylemi de bana çok ilginç geliyor. Ama kimin duyarlılığı? Kimin duyarlılığına öncelik sağlayıp tanımlayacağız ve kim tanımlayacak? Mesela biri balkonda sevgilisiyle öpüşmüş, adam da bunu görmek istemediği için evinden çıkmış; bunu kendine, duyarlılığına inanılmaz bir hakaret olarak algılıyor. Diğerlerinin haberi bile yok bundan. “Kimin duyarlılığı üzerinden mekânı tanımlayacağız o zaman?” sorusu ortaya çıkıyor. Mekân hakkı, şehir hakkı derken bu farklı katmanları da düşünmemiz gerektiğini anladık.

ÖÖ: Evet, sanata da yapılan birçok saldırı örneği gördük, ifade özgürlüğüne de… Duyarlılıkların şiddete kadar varması özellikle çarpıcı. Çıplak kadın heykelini duyarlılıkların nedeniyle görmek istemiyorsun, ama neden gidip şiddete başvuruyorsun? Biz akademisyenler olarak da provokatif olabiliyoruz, söylediklerimizle rahatsız edici olabiliyoruz. Sanat da öyle. “Nişantaşı’na gitsinler” diyenler oluyor, ama bu neyi çözüyor, her kesim farklı bir yere çekilirse nasıl yaşayacağız?

ME: Duyarlılıktan şiddete geçildiği anda haklıysan bile haksız pozisyona düşülüyor ve işte o noktada birlikte yaşamıyoruz, yaşayamıyoruz mesajı veriliyor.

ÖÖ: Tüm bunlara rağmen bu karşılaşmalar çok ilginç. Bu tür mahalleleri çalışmayı ilginç bulmamızın sebebi de bu aslında, bir şey çıkacaksa böyle karşılaşma mekânlarından çıkacak. Solun içinde de tartışmalar olmuştu Tophane’yle ilgili ve çok ilginç tartışmalardı bunlar. Bazıları “Bu faşist bir saldırıdır, sol o kadar paralize olmuş durumda ki göremiyor saldırıların nedenini” diyor. Öteki uçtakiler ise “Hayır, soylulaştırmaya bir direniştir bu” diyor.

Liana Kuyumcuyan: Sanırım yaşanan bu aşırı uç olaylardan sonra soylulaştırmaya daha sıcak bakıldı ve bir şekilde istenmese de desteklendi. Belli bölgelere tehlikeli dendikçe soylulaştırmanın hızlanması da kaçınılmaz oldu.

ME: O çok tehlikeli işte. Sürekli birilerinin bakışı altında yaşamak, hayat felsefenin uyuşmadığı insanlarla mücadele ediyor olmak günlük hayatta çok zor olabilir, ama gidip kendi köşene çekildiğinde de mücadeleden çekilmiş oluyorsun. Aslında postpolitik dediğimiz şey o, siyasetin içinden çekiliyormuş gibi hissediyor insan kendini. 

ÖÖ: O yüzden kalanlar “direniyoruz” şeklinde tanımlıyorlar durumlarını.

ME: Evet, çok garip bir direnç var orada, o yüzden de bu karışık mahalleler değerli hâlâ. Beyoğlu bu yüzden inanılmaz değerli bir yer.

LK: Tophane’de veya Beyoğlu’nda açılan galerileri ilk adımda soylulaştırma diye adlandırdık, ama bugün, kiralar yükseldiği için onların da gitmeleri ikinci dereceden soylulaştırmanın başlangıcı oldu. Aslında ilki soylulaştırma değilmiş gibi gelmeye başladı.

ÖÖ: Evet, işte sonunda hep kazanan büyük sermaye oluyor. Çünkü asıl dönüştürenler onlar, günlük hayatta tepkiler galericilere gösterilse de, değişimler çok daha büyük ölçekten geliyor.

ME: İşte bu nedenle bu durumun ekonomi-politiğini anlatmamız lazım, yoksa bu kültürel bir sorunmuş veya kimlik sorunuymuş gibi algılanıyor. Aynı mekânda beraber, karışık yaşamak bile az bulunacak bir şey gibi geliyor bana, bu da çok tehlikeli gerçekten. O yüzden Beyoğlu’nu anlamak önemli, gözümüzün içi gibi bakmamız gerek.

Bu konuda konuşurken yeni açılan ve Araplara hitap eden dükkânlardan bahsetmemek olmaz. Hayalet şehir gibi, kimsenin gitmediği dükkânların çoğu üst kesimden Arapların alışveriş yapması için bekliyor. Gelen giden olmasa da orada böyle bir mevcudiyet oluşmuş.

Tepeden inmeci mekân tahakkümüne rağmen farklı insanlarla yaşadıkça farklı yerlere gideceğimizi umuyorum. Mekânda adaletten anladığımız tam olarak bu işte.

ÖÖ: Bir süre para kaybetseler bile orada kalmaya devam edenler olduğunu gördük.

ME: Para kazandıklarına eminim. Bambaşka bir dünyaya hizmet etse de orada olması çok anlamlı işte, çünkü başka bir şeyi temsil ediyorlar. Bilmem kaç yıllık hanı alıp parfümeri hâline getiriyorlar.

ÖÖ: Kimliği kayboluyor argümanları başlıyor o zaman, ki o da çok derin bir konu. Beyoğlu’nun “kozmopolitan” geçmişine vurguyla ve “bu nostaljiyi bugün ekonomik getiri için nasıl kullanabiliriz”e kadar uzanan tartışmalarla giden, ama aslında “kozmopolitanizm nedir ve bunu mekânda adaletle nasıl ilişkilendirmek gerekir?” sorusu üzerinden Beyoğlu’nda çalıştığımız konunun en can alıcı boyutu bu.

LK: Kimliğinin kaybolması da istenen bir şey ya. Yeni Türkiye profilini aslında en güzel Beyoğlu’ndan okuyoruz.

ÖÖ: Onu hep söylüyorlardı; “Beyoğlu’nu anlarsanız her şeyi anlarsınız, burası Türkiye’nin on sene sonrasını gösterir” diye.

Bİ: Tarihsel bir özne olduğunun da farkında yani.

ÖÖ: Çok farkında, hatta 70’lerinde biri: “Bu benim gördüğüm Beyoğlu’nun üçüncü çöküşü” demişti. O da ilginç bir perspektif veriyor. Çöker, yeniden çıkar… Zaten tarihte Beyoğlu hiçbir zaman çok temiz bir yer olmamış. Liman şehri oluşu, meyhaneleri, genelevleri barındırması, pavyonlar… Beyoğlu hep bir günah mekânı olmuş zaten tarihsel olarak.

ME: Mesela Beyoğlu esnafı buradaki Arapları şikâyet ediyor.

ÖÖ: Arap turistler açısından Beyoğlu çok ilginç. Burayı hem kendilerine yakın, tanıdık, hem de Avrupalı buluyorlardı. Beyoğlu’nda çok rahat hissettiklerini söylüyorlardı.

Bİ: Suç arttı mı Beyoğlu’nda?

ME: Öyle bir veri yok, ancak orta sınıf ve öğrencilerin çoğu çekilince lümpenleşti. Özellikle 2010’ların başında gördüğümüz soylulaştırma ve açılan lüks caz barların başka semtlere taşınması etkiledi.

Bİ: Narmanlı Han örneği hakkında ne düşünüyorsunuz?

ME: Açılma hazırlıklarını gördük onun, oyuncak müzesi gibi bir şeydi. Onunla çok mücadele ettiler. Bunu durduramama hissi çok trajik, ama bu anlattığımız mekâna yapılan şiddet hikâyesi bana sorarsanız daha çok rantla, neoliberal mantıkla açıklanıyor.

ÖÖ: Burada başta konuştuğumuz, kısa vadeli düşünme konusuna dönüyoruz yine. Emek Sineması’na yapılan, güzelim sinemayı yıkıp, tarihi yok edip üst kata kopyasını yapmak gibi absürd bir şey… Dediğim gibi, yalnızca ekonomi mantığıyla düşünseniz bile yanlış bir yaklaşım.

ME: Neden otantik hâline sadık kalmayıp yıkılıyor ve yeniden yapılıyor onu anlamış değilim. Muhtemelen parasal nedenlerden. Çünkü onun için tarihçinin çalışması lazım, restorasyon hakkında uzmanlaşmış kişilerin bulunması lazım. 

Zaman, özen ve uzun vadeli düşünmek gerekiyor. Ama kısa vadede rantın sağlanması gerekiyor.

Bİ: Caminin faaliyete geçmesiyle meydan tarafında da farklılıklar olacak.

ME: Buranın muhafazakârlaşacak bir mekân olduğunu asla düşünmüyorum, yani o anlamıyla kültürel hegemonyanın kurulabileceği tektip bir yer olamayacak, olamaz gibi geliyor bana. Bu da çok heyecanlandırıyor beni mesela. Farklıyla beraber yaşamaya mecbur olmadıkça farklıyı anlama ve anlamaya çalışma gibi bir dert de kalmıyor ortada. Çok tehlikeli bir durum bu. Siyasi olarak da en çok endişelendiğim konu. Bunu besleyen bir siyasi atmosfer var. Tepeden inmeci mekân tahakkümüne rağmen farklı insanlarla yaşadıkça farklı yerlere gideceğimizi umuyorum. Mekânda adaletten anladığımız tam olarak bu işte.


1- Eder, M. ve Öz, Ö. (2015). Neo-liberalization of Istanbul’s Nightlife: Beer or Champagne?. International Journal of Urban and Regional Research, 39(2), 284-304.

2- A.g.y.

3- Öz, Ö. ve Eder, M. (2018). ‘Problem Spaces’ and Struggles over the Right to the City. International Journal of Urban and Regional Research, 42(6), 1030 – 1047.

Barış İne: Bize biraz çalışmanızdan bahseder misiniz? Beyoğlu çalışmak tarihi hafızaya fazlaca odaklansa da, geleceğe de yöneliyor. Sizin deyiminizle Beyoğlu kentin laboratuvarı gibi. Beyoğlu’nun nereye gittiğini anlarsak İstanbul’un veya benzeri kentlerin nereye gittiğini de anlarız gibi bir düşünce var.

Özlem Öz: Beyoğlu’nu eğlencenin yoğunlaştığı, kümelendiği yerlerden biri olduğu için çalışmaya başladık. Boğaz hattı, Nişantaşı gibi eğlence sektörünün yoğunlaştığı yerler arasında Beyoğlu’nun dışlayıcılığı en az olan eğlence mekânlarından biri olduğunu, çeşitlilik barındırdığını gördük. Diğerlerinde ise, sınıf meselesinin epey işin içine girdiği görülüyordu. Barındırdığı çeşitlilik ve açıklık çok ilgimizi çekti ve araştırmamızda Beyoğlu için özel bir bölüm açmaya karar verdik. İlk o zaman, 2010’ların başında ve eğlence sektörü bağlamında karar verdik Beyoğlu’nu çalışmaya.

Mine Eder: Beyoğlu çok farklı renkleri, çok farklı sınıfları, rahatsız edici bile olsa farklı kesimlerden insanları bir araya getirebilen, havuz gibi bir yerdi bizim için. Bu nedenle ilk baştaki izlenimimiz “Ne güzel, hâlâ böyle yerler de var, ne güzel hâlâ ayakta” şeklindeydi. Şimdi nefes kesen bir hızla değişiyor. Bizim 2015’te yayımlanan eğlence makalesine1 bugün baktığımda hakikaten optimist bir okumaymış diyorum.

Gezi’den sonraki dönem farklıydı; geri çekilme dediğimiz postpolitik siyaset sürecine girildi. O süreci biraz anlamlandırıp, “Sonra ne oldu?” kısmına geçtik. Beyoğlu’nun hakikaten çok farklı bir yer olduğunu düşünüyorum. Bir yandan da aslında bir mekânın bu kadar hızlı değişmesi bizi ikileme sokuyor. Bu kadar esnek olması, adapte olabilmesi ve bu kadar çabuk değişip, farklı profillerde insanları harmanlayıp barındırabilmesi mekânın gücü gibi. Bu anlamıyla bir şekilde hâlâ açık olduğuna inanıyorum, öte yandan öyle bir şiddet getiriyor ki beraberinde, öylesine bir yeniden yapılanma, mekânların tamamen içinin boşaltılması… En son Narmanlı Han’ın, ondan önce Demirören AVM’nin yapılması. Hiçbir ihtiyaç olmamasına rağmen.

ÖÖ: Evet, Emek Sineması için de geçerli bu durum. Aslında Emek Sineması’nı yerinde, düzgün biçimde restore etselerdi ekonomik getirisi de değeri de uzun vadede daha yüksek olurdu. Konunun kültürel-tarihsel boyutu bir yana, bu ekonomik mantığı dahi göremiyorlar.

ME: Bu ticari bir şey, ama ticari mantıkla açıklanamayacak kadar da irrasyonel bir şiddet yaşandı orada.

Bİ: Peki sizce orada böyle bir şey yapabilmek bir güç göstergesi mi oldu?

ME: Biraz öyle geliyor bana, çünkü çok daha farklı hayaller var Beyoğlu üzerine. Ve bence oradaki belediye başkanının hayallerini yerine getirememesi gibi bir durum da sözkonusu. Oranın bu şekilde bir eğlence mekânı olarak algılanması kimsenin bir anda değiştirebileceği bir şey değildi. Çünkü tarihsel olarak orası öyle bir küme olmuş. Ama bu kümeden rahatsız olundu. Çok net bir şekilde de ifade edildi, “Beyoğlu bundan çok daha fazlasıdır” denilerek. Daha nezih hâle getirme, güzelleştirme, beyaz yakalıları buraya çekme… Yani bir temizleme yapılması planlandı; sokak müzisyenleri ve dilencilerin uzaklaştırılması gibi. Bu dışlayıcı dil iktidarın söyleminde çok vardı, ama burada bir de sembolik değer işin içine girdi. AKM yıkılırken caminin yapılması gibi.

ÖÖ: Neoliberal hayaller diye adlandırıyoruz onu. Açık açık söylenmişti, “Burada bira içenleri istemiyoruz” diye. Daha sonra bir makalemizin başlığına da koyduk, “Bira mı Şampanya mı?” diye.2 Zengin turistler butik otellerde kalıp pahalı içki içebilirler, ama kimse sokakta bira içmesin gibi bir yaklaşım.

Beyoğlu’nun eğlence mekânı karakteri, bir yandan da, yaşayanın görece daha az olduğu ve bu nedenle seçimlerin değişik sonuçlanabildiği bir yer olduğu gerçeğini de beraberinde getiriyor; bu açıdan da ilginç bir yer Beyoğlu.

ME: Biz o makaleyi yazdığımızda orada neoliberal bir mantık, piyasalaşma anlatıyorduk. Otoriter şehircilik mi diyelim ona? Daha farklı bir mantık var ve tepeden inme bir mantık bu. Kendi içinde, piyasa mantığıyla da pek uyuşmuyor.

ÖÖ: Tüm bu karmaşa biraz Beyoğlu’nun kendi özelliğinden de kaynaklanıyor. Her zaman amaçladığınız şey olmayabiliyor orada. Planlar tutmayabiliyor.

ME: Şu anki Arap kartiyesini planladıklarını hiç düşünmüyorum. Burada bir de ekonomik mantık işliyor. Arap turistten çok para geliyor.

Bİ: Bir “özgürlük deneyimleme” durumu var.

Burası insanların gidip geldiği, angaje olduğu, mekânı kendilerine ait yapmak istediği bir yer.

ÖÖ: Arap turistler açısından evet, öyle bir yönü var. “Arapların Amsterdam’ı oldu Beyoğlu” demişti araştırmamız sırasında görüştüğümüz bir bar sahibi. Beyoğlu esnafı için de, epey bir gelir kaynağı sözkonusu, bunu avantaj olarak söylüyorlardı. Avrupalı turistlerle karşılaştırıyorlardı mesela. Avrupalı suyunu bile ülkesinden getirirken, Araplar çok alışveriş yapıyor diye.

ME: Tamamen alışverişle ilgili bir yönelim var. Mekânlar farklı amaçlar için kullanılıp farklı dinamiklerle yeniden dolabiliyor Beyoğlu. Bombalardan sonra terk edilip boşalacağı korkusu oluşmuştu, ama sonra yeniden canlandı.

Bİ: Polisin varlığı da inanılmaz arttı.

ME: Burası insanların gidip geldiği, angaje olduğu, mekânı kendilerine ait yapmak istediği bir yer. Terk edip gitmesi zor bir yer o anlamda. Şimdi en terk edilmiş süreçlerini yaşıyor olsak bile…

ÖÖ: Bir de “biz ve onlar” kelimeleri sürekli duyuluyor artık. Gidenler, kalanlar; kalanlar arasında ise, dönüşenler, dönüşmeye direnenler…

ME: Mekânda adalet mantığı üzerinden işlemiyor maalesef hiçbir şey. Herkes o mekân sadece bana aittir mantığıyla ilerlediği için o tartışmalarda bir hayli dışlayıcı söylemle karşılaşılıyor. Ama o bile çok değerli diye düşünüyorum ben, çünkü bizim için en kötü ihtimal hiç kimsenin angaje olmadığı, herkesin köşesine çekildiği ve hiçbir etkileşimin olmadığı bir Beyoğlu. Çünkü bir mekânı bölmek o kadar kolay ki, birbirinizi tümüyle görmezden gelirseniz olay bitiyor zaten. Bizim için laboratuvar dediğimiz şey de bu etkileşim.

ÖÖ: Tabii pasaport kontrollü gece kulüplerini de unutmamak lazım. Sadece Arap turistlere çalışan böyle dışlayıcı mekânlar da var, ama karşılaşma mekânları da var. İstiklâl Caddesi ve caddeye açılan sokaklar boyunca da değişik kümeler görülüyor. Örneğin “temiz bölge”, “temiz sokak” diye adlandırılan yerler var, “Buraya Araplar girmez, burayı temiz tuttuk” diyorlar.

ME: İşin ilginç tarafı Arap turistler de oraya asla girmiyor. İşte burada işin içine hem kültürel dışlama giriyor, hem yaşam biçimi, hem tercihler. Bazen Galatasaray’da görünmez bir duvar mı var acaba diye düşünüyoruz, devamında turist çok az. Daha çok Taksim tarafında kümeleniyorlar.

Bİ: O aslında yapısal durumdan. Orada fazla ilgi çekecek bir şey de yok, çünkü mekânlar daha yukarıda kümeli; tatlıcılar, kebapçılar, nargileciler… Sokağın başında biri durup kafesine insanları çağırıyor. 

ME: Ekonomik kriz ve ekonomik belirsizlik insanları birbirine muhtaç ediyor, o da beraberinde ekonomik pragmatizm getiriyor. Mesela en Arap sevmeyen otel sahibi bile “Odadan mini barları kaldırdık, yapacak bir şey yok” diyor. Bir yandan çok seven, iyi ki geldiler diyen de var, nefret eden, ama “mecburum bunlara” diyerek hizmet veren de.

ÖÖ: Bir yandan “işler iyi, full Araplara çalışıyoruz”; “Ramazan’dan sonra çok yoğun oluyoruz” vs. derken diğer yandan “onların yattığı bir yatakta ben asla uyumam, çok pisler” diye fısıldayan aynı kişi olabiliyor.

ME: İşte o yüzden kent hakkını yalnızca politik ekonomi veya kültürel boyutu üzerinden anlatamıyoruz.

ÖÖ: Araştırmalarımız sırasında kent hakkı terimini çok düşünüyoruz bu yüzden. Bu katmanlar hoşumuza gidiyor bizim, Beyoğlu’ndan o açıdan katman fışkırıyor.

Fotoğraf: Emirkan Cörüt
Bİ: İsterseniz Tophane’ye dönelim biraz. Neden özellikle Tophane çalışmayı tercih ettiniz?

ÖÖ: Eğlence mekânlarını çalıştıktan sonra, daha zor bir yere geçelim dedik. Çalışması zor bir yer, zor bir konu Tophane, ama bir o kadar da cazip. Biz de kendi bakış açımızdan bakalım dediğimizde epey çalışılmıştı zaten. Makalemizin başındaki alıntıda da yazıyor: “Bir deney alanı gibi Tophane: Tamamen farklı insanları bir araya topladığınız, sonra da acaba neler olacak diye gözlemlediğiniz bir deney alanı.”3

ME: Değişik kesimlerle konuşsanız da kullanılan dil o kadar benzer ki, nefret dili çok ortak. Burada herkes kendinin haklı olduğunu iddia ediyor. Okumaya çalıştığımız hikâye de bu; bir mekânda bu kadar insanın birbirini bu kadar dışlayıcı bir şekilde görmesi. Şimdi Galataport’un geliyor olması da çok ilginç. Bir kesim çok farkında ve rahatsız, bir kesiminse iktidardan gelen projelere güveni tam. Bir yandan bunun rantını yemiş bir ekip var; evlerini satmış, başka yerde çocuklarına üç-beş tane apartman dairesi almış, Tophane’ye tekrar geliyor, kahvesinde takılıyor, “Burası hâlâ benim” diyor. Bir ekip var ki fakirleşmiş, daha da fakirleşeceğini görüp endişeleniyor. 

ÖÖ: Bölgeyi ziyaret eden turistler de hostellerde kalıyor, alışveriş yapıyorlar, yemek yiyorlar, havaalanına taksiyle gidiyorlar. Öyle bir ekonomi yaratılmış durumda. Galataport’u sorduğumuzda, şu anda iktidar yanlısı olan biri, içine sinmediğini belli ederek, “Bir gün gelecek onlara da karşı çıkacağız” demişti. Şu anda yan yana durduğu iktidardan gelecek hayalinde kendisini bu kadar ayrı tutması çok ilginç. Bir de galericilerin arasında da farklı katmanlar var, kiraların artmasından şikâyetçi olanlar ve bu nedenle gitmek zorunda kalanlar var örneğin.

ME: “Bu mekânda benim duyarlılıklarıma saygı duyulması gerekiyor” söylemi de bana çok ilginç geliyor. Ama kimin duyarlılığı? Kimin duyarlılığına öncelik sağlayıp tanımlayacağız ve kim tanımlayacak? Mesela biri balkonda sevgilisiyle öpüşmüş, adam da bunu görmek istemediği için evinden çıkmış; bunu kendine, duyarlılığına inanılmaz bir hakaret olarak algılıyor. Diğerlerinin haberi bile yok bundan. “Kimin duyarlılığı üzerinden mekânı tanımlayacağız o zaman?” sorusu ortaya çıkıyor. Mekân hakkı, şehir hakkı derken bu farklı katmanları da düşünmemiz gerektiğini anladık.

ÖÖ: Evet, sanata da yapılan birçok saldırı örneği gördük, ifade özgürlüğüne de… Duyarlılıkların şiddete kadar varması özellikle çarpıcı. Çıplak kadın heykelini duyarlılıkların nedeniyle görmek istemiyorsun, ama neden gidip şiddete başvuruyorsun? Biz akademisyenler olarak da provokatif olabiliyoruz, söylediklerimizle rahatsız edici olabiliyoruz. Sanat da öyle. “Nişantaşı’na gitsinler” diyenler oluyor, ama bu neyi çözüyor, her kesim farklı bir yere çekilirse nasıl yaşayacağız?

ME: Duyarlılıktan şiddete geçildiği anda haklıysan bile haksız pozisyona düşülüyor ve işte o noktada birlikte yaşamıyoruz, yaşayamıyoruz mesajı veriliyor.

ÖÖ: Tüm bunlara rağmen bu karşılaşmalar çok ilginç. Bu tür mahalleleri çalışmayı ilginç bulmamızın sebebi de bu aslında, bir şey çıkacaksa böyle karşılaşma mekânlarından çıkacak. Solun içinde de tartışmalar olmuştu Tophane’yle ilgili ve çok ilginç tartışmalardı bunlar. Bazıları “Bu faşist bir saldırıdır, sol o kadar paralize olmuş durumda ki göremiyor saldırıların nedenini” diyor. Öteki uçtakiler ise “Hayır, soylulaştırmaya bir direniştir bu” diyor.

Liana Kuyumcuyan: Sanırım yaşanan bu aşırı uç olaylardan sonra soylulaştırmaya daha sıcak bakıldı ve bir şekilde istenmese de desteklendi. Belli bölgelere tehlikeli dendikçe soylulaştırmanın hızlanması da kaçınılmaz oldu.

ME: O çok tehlikeli işte. Sürekli birilerinin bakışı altında yaşamak, hayat felsefenin uyuşmadığı insanlarla mücadele ediyor olmak günlük hayatta çok zor olabilir, ama gidip kendi köşene çekildiğinde de mücadeleden çekilmiş oluyorsun. Aslında postpolitik dediğimiz şey o, siyasetin içinden çekiliyormuş gibi hissediyor insan kendini. 

ÖÖ: O yüzden kalanlar “direniyoruz” şeklinde tanımlıyorlar durumlarını.

ME: Evet, çok garip bir direnç var orada, o yüzden de bu karışık mahalleler değerli hâlâ. Beyoğlu bu yüzden inanılmaz değerli bir yer.

LK: Tophane’de veya Beyoğlu’nda açılan galerileri ilk adımda soylulaştırma diye adlandırdık, ama bugün, kiralar yükseldiği için onların da gitmeleri ikinci dereceden soylulaştırmanın başlangıcı oldu. Aslında ilki soylulaştırma değilmiş gibi gelmeye başladı.

ÖÖ: Evet, işte sonunda hep kazanan büyük sermaye oluyor. Çünkü asıl dönüştürenler onlar, günlük hayatta tepkiler galericilere gösterilse de, değişimler çok daha büyük ölçekten geliyor.

ME: İşte bu nedenle bu durumun ekonomi-politiğini anlatmamız lazım, yoksa bu kültürel bir sorunmuş veya kimlik sorunuymuş gibi algılanıyor. Aynı mekânda beraber, karışık yaşamak bile az bulunacak bir şey gibi geliyor bana, bu da çok tehlikeli gerçekten. O yüzden Beyoğlu’nu anlamak önemli, gözümüzün içi gibi bakmamız gerek.

Bu konuda konuşurken yeni açılan ve Araplara hitap eden dükkânlardan bahsetmemek olmaz. Hayalet şehir gibi, kimsenin gitmediği dükkânların çoğu üst kesimden Arapların alışveriş yapması için bekliyor. Gelen giden olmasa da orada böyle bir mevcudiyet oluşmuş.

Tepeden inmeci mekân tahakkümüne rağmen farklı insanlarla yaşadıkça farklı yerlere gideceğimizi umuyorum. Mekânda adaletten anladığımız tam olarak bu işte.

ÖÖ: Bir süre para kaybetseler bile orada kalmaya devam edenler olduğunu gördük.

ME: Para kazandıklarına eminim. Bambaşka bir dünyaya hizmet etse de orada olması çok anlamlı işte, çünkü başka bir şeyi temsil ediyorlar. Bilmem kaç yıllık hanı alıp parfümeri hâline getiriyorlar.

ÖÖ: Kimliği kayboluyor argümanları başlıyor o zaman, ki o da çok derin bir konu. Beyoğlu’nun “kozmopolitan” geçmişine vurguyla ve “bu nostaljiyi bugün ekonomik getiri için nasıl kullanabiliriz”e kadar uzanan tartışmalarla giden, ama aslında “kozmopolitanizm nedir ve bunu mekânda adaletle nasıl ilişkilendirmek gerekir?” sorusu üzerinden Beyoğlu’nda çalıştığımız konunun en can alıcı boyutu bu.

LK: Kimliğinin kaybolması da istenen bir şey ya. Yeni Türkiye profilini aslında en güzel Beyoğlu’ndan okuyoruz.

ÖÖ: Onu hep söylüyorlardı; “Beyoğlu’nu anlarsanız her şeyi anlarsınız, burası Türkiye’nin on sene sonrasını gösterir” diye.

Bİ: Tarihsel bir özne olduğunun da farkında yani.

ÖÖ: Çok farkında, hatta 70’lerinde biri: “Bu benim gördüğüm Beyoğlu’nun üçüncü çöküşü” demişti. O da ilginç bir perspektif veriyor. Çöker, yeniden çıkar… Zaten tarihte Beyoğlu hiçbir zaman çok temiz bir yer olmamış. Liman şehri oluşu, meyhaneleri, genelevleri barındırması, pavyonlar… Beyoğlu hep bir günah mekânı olmuş zaten tarihsel olarak.

ME: Mesela Beyoğlu esnafı buradaki Arapları şikâyet ediyor.

ÖÖ: Arap turistler açısından Beyoğlu çok ilginç. Burayı hem kendilerine yakın, tanıdık, hem de Avrupalı buluyorlardı. Beyoğlu’nda çok rahat hissettiklerini söylüyorlardı.

Bİ: Suç arttı mı Beyoğlu’nda?

ME: Öyle bir veri yok, ancak orta sınıf ve öğrencilerin çoğu çekilince lümpenleşti. Özellikle 2010’ların başında gördüğümüz soylulaştırma ve açılan lüks caz barların başka semtlere taşınması etkiledi.

Bİ: Narmanlı Han örneği hakkında ne düşünüyorsunuz?

ME: Açılma hazırlıklarını gördük onun, oyuncak müzesi gibi bir şeydi. Onunla çok mücadele ettiler. Bunu durduramama hissi çok trajik, ama bu anlattığımız mekâna yapılan şiddet hikâyesi bana sorarsanız daha çok rantla, neoliberal mantıkla açıklanıyor.

ÖÖ: Burada başta konuştuğumuz, kısa vadeli düşünme konusuna dönüyoruz yine. Emek Sineması’na yapılan, güzelim sinemayı yıkıp, tarihi yok edip üst kata kopyasını yapmak gibi absürd bir şey… Dediğim gibi, yalnızca ekonomi mantığıyla düşünseniz bile yanlış bir yaklaşım.

ME: Neden otantik hâline sadık kalmayıp yıkılıyor ve yeniden yapılıyor onu anlamış değilim. Muhtemelen parasal nedenlerden. Çünkü onun için tarihçinin çalışması lazım, restorasyon hakkında uzmanlaşmış kişilerin bulunması lazım. 

Zaman, özen ve uzun vadeli düşünmek gerekiyor. Ama kısa vadede rantın sağlanması gerekiyor.

Bİ: Caminin faaliyete geçmesiyle meydan tarafında da farklılıklar olacak.

ME: Buranın muhafazakârlaşacak bir mekân olduğunu asla düşünmüyorum, yani o anlamıyla kültürel hegemonyanın kurulabileceği tektip bir yer olamayacak, olamaz gibi geliyor bana. Bu da çok heyecanlandırıyor beni mesela. Farklıyla beraber yaşamaya mecbur olmadıkça farklıyı anlama ve anlamaya çalışma gibi bir dert de kalmıyor ortada. Çok tehlikeli bir durum bu. Siyasi olarak da en çok endişelendiğim konu. Bunu besleyen bir siyasi atmosfer var. Tepeden inmeci mekân tahakkümüne rağmen farklı insanlarla yaşadıkça farklı yerlere gideceğimizi umuyorum. Mekânda adaletten anladığımız tam olarak bu işte.


1- Eder, M. ve Öz, Ö. (2015). Neo-liberalization of Istanbul’s Nightlife: Beer or Champagne?. International Journal of Urban and Regional Research, 39(2), 284-304.

2- A.g.y.

3- Öz, Ö. ve Eder, M. (2018). ‘Problem Spaces’ and Struggles over the Right to the City. International Journal of Urban and Regional Research, 42(6), 1030 – 1047.

DÖN