Atığın mekânsal sınırsızlığı ve ekolojik anlamı deyince aklıma hep Adana Sofulu Çöplüğü gelir. Nitekim bu yazıyı kaleme alırken ve bu dergi sayısını organize ederken de bu çöplüğün etkisi altında yazıyorum desem yeridir. Bu çöplük neredeyse elli yıllığına, ITC isimli bir firmaya dönemin belediye başkanı Aytaç Durak’ın ihale ettiği bir düzenli depolama sahası. Hoş, düzenli olması onun zararsız ya da etkisiz olduğu anlamına gelmiyor. Özellikle sabah ve akşam saatlerinde kokusu bütün Adana şehrine yayılan bu çöp depolama sahası bir anlamda atığın mekânsal sınırsızlığının da göstergesi niteliğinde. Öyle ki Bediz Yılmaz’ın insan dışkısı, yani “bok” üzerine yazdığı muhteşem yazısında bahsettiği bok kokusunun bile makul gelebileceği bir kokunun yayıldığı bu düzenli depolama alanı, aslında bütün Türkiye’nin çöple olan ilişkisinin de bir nevi resmi niteliğinde. 

Çöp, koku, mekân ve sınırlar demişken insan dışkısı meselesine biraz daha detaylı değinmekte fayda var. 6 Şubat depremleri sonrası bir araştırma için sürekli ziyaret ettiğimiz Hatay ilinde, atığın yönetim biçiminin teknoloji yoğun yaklaşımlara havale edilmesinin, kriz anlarında nasıl da işe yaramadığını görmemiz bize “bokun” ekolojisi üzerine daha fazla düşünmemiz, onu öyle bir kötülük ya da pislik abidesi olarak değerlendirmememiz gerektiğini de gösterdi. İşte Bediz bunu, atık, hammadde, dönüşüm ve doğa ile olan ilişki bağlamında gayet güzel açıklamış. Derginin bu yazıyla açılması da aslında bu eksende değerlendirilmeli. Çünkü hep en son proses olarak ele alınan, kimsenin üzerinde düşünmek bile istemediği bir ürünün aslında nasıl da önemli ve anlamlı bir meta olduğunu başka türlü anlayamayacağız. 

Mekân ve zamandan bağımsız olarak atık değerlendirmesi konusunda bir diğer önemli sorun da plastik atık meselesi. Mine B. Tekman’ın bizi kendi araştırma sahalarından biri de olan Kuzey Kutup bölgesindeki plastikler üzerinden gezintiye çıkarttığı bu mevzu, kullan at kültürünün ve plastiğe bağımlı olan modern yaşamın, “insana uzak bölge” diye bir sınıflandırmanın nasıl da anlamını yitirdiğini ortaya koyuyor. Nitekim neredeyse elli yıl önce tüketilmiş bir ürünün plastik ambalajının, o ürünü tüketenin belki de asla ziyaret edemeyeceği bir yeryüzü parçasına seyahat edebilmesi bir başka trajediyi bize anlatıyor: atık yutak alanı meselesini. Normalde kapitalist dünyanın kuzeyinin çöplerinden kurtulmak üzere ürettikleri ve çoğunlukla yerkürenin güneyinde yer alan bu yutak alanlarını bazen doğal akıntı sistemleri de oluşturabiliyor. Tabii bu atık yutak alanı meselesinden bahsederken o kadar uzağa gitmeye gerek bile yok. Lara Şarlak’tan İsrail’in Filistin üzerindeki apartheid rejimini aratmayan uygulamalarının bir parçası olarak anlattığı çöp sömürgeciliği hikâyesini ya da Deniz Bayram’dan Küresel Kuzey ülkelerinin atığın zehirli etkisini dışsallaştırmak üzere ihraç ettiği plastik atıkların Adana’da, İzmir’de ve İstanbul’da neden olduğu sömürge alanlarını okumak, aslında sorunun bizden o kadar da uzakta olmayan bir boyutunu da gösteriyor. Yani sorun yanı başımızda. Bu da atık meselesinin mesafe mefhumunu anlamsız kılıyor. 

Atık mesafesi olarak tanımlanan ve çöp sömürgeciliğinin de ana motivasyonlarından biri olan kavramın nasıl oluyor da bir başkası için, yani atığı üreten tüketici değil de onu ithal eden firmaların kuşattığı atık alanlarında yaşayan ya da ondan geçimini sağlamaya çalışanlar için anlamsızlaştığını ortaya koyuyor. Bu bağlamda da Vedat Örüç’ün atık emekçilerinin yaşam ve çalışma alanlarını gezerek kaleme aldığı yazı bize ışık tutuyor. Yaşam bazen başkasının çöpe attığı şeyde gizli olanın yarattığı artı değerle kendini idame ettirebiliyor. Koca koca şirketlerin birer aklama aparatı hâline gelen, çevre, temizlik, geridönüşüm, döngüsellik ve daha nicesi yerinden edilmişlerin, göçmenlerin ya da toplumun ötekilerinin kendilerine yaşam alanı buldukları bir evrene dönüşüyor. Ancak bu evrenin illüzyon olarak kullanıldığı ve Selin Uğurtaş’ın yazısında detaylarıyla anlattığı bir başka şey var. O da bir kandırma aracı olarak bu kavramların kullanımı. Yani yeşil aklama! Sizi önce kaygılandıran, sonra da yeni bir tüketim çarkına sokan bir yaklaşım. Öyle ki bazen siz Boğaz havası almak için gezintiye çıktığınızda, gözünüze sokulan ve ismi de “Çöpkapar” olan bir şirket aklama aracı olarak kamu, yani belediye eliyle hayatımıza giren bir düzenbazlık, bazen de “çöpünüzden enerji üretiyoruz” diye pazarlanan bir ali cengiz oyunu. İşte bu da atığın ya da çöpün nasıl bir politika enstrümanı hâline dönüştüğünün göstergesi. Her ikisinde de temel motivasyon atık ile atığı üreten arasındaki duygusal bağı koparıp onu bir metaya dönüştürmek ve böylelikle sanal bir üretim bandı oluşturmak. Çünkü böyle olunca kaygılanmayı bırakıp tüketimin sürdürülebilirliğine katkı sağlıyorsunuz. 

Benzer bir aldatmaca hikâyesini Abdülhalim Demir (Bego) ile temiz giysi üzerine yapılan söyleşiden de anlamak mümkün. Neredeyse herkesin kendisinden şüphe etmesine neden olan bir vakanın, yani kot pantolonların bacak aralarının yırtılmasının aslında moda sektörünün dönüşümüyle doğrudan ilişkisi olduğunu ortaya koyuyor. Kendisi de eski bir kot kumlama emekçisi olan Abdulhalim, Bego Jeans isimli girişimi kurmaya kadar varan temiz giysi mücadelesini, atık, tüketim, moda ve tarz gibi kavramların birbirleriyle olan ilişkisini hem de firmaların yeşil aklama manipülasyonlarıyla birlikte anlatıyor bize. Bego Jeans hikâyesi bir bakıma kapitalist üretim modelinin sürdürülemezliğinin de kısa hikâyesi aslında. Bireysel tercihlere sıkıştırılmış atık azaltım modellerinin nasıl da işlevsiz kalabileceğinin ya da yetmeyeceğinin hikâyesi.

Bireysel tercihler derken Beran Paçacı’nın anlattığı ve aslında Ulaş Bayraktar’ın bir ütopya olarak bize aktardığı belediye faaliyetlerinin Türkiye’de gerçekleşememesinin hikâyesine değinmemek olmaz. Çünkü yerel yönetimlerin yeterince gerçekleştirmediği asli görevlerinin neden olduğu çöplük görüntüsünün ortadan kaldırılması gerektiğinin ısrarlı bir mücadelesini okuyoruz Beran’ın yazısında. Ayrıca atık yönetiminin neredeyse hiç olmadığı ve belediye çöplerinin ayrı toplanmasında bütün sorumluluğu Vedat’ın yazısının kahramanlarının üstlendiği bir gerçeklikte, bireysel çabaların yarattığı farkın sınırlı evreninin de resmi çizilmiş. Bütün bunlar meselenin sosyoekolojik göstergesi.

Olayın politik kısmı ise kirliliğe her boyutta neden olan şirketlerin, bu kirliliği kamu aparatını kullanarak size yıkmasıyla örtbas ettiği gerçeklikte yatıyor. O gerçek de kendini bize Ergene, Dilovası ya da Çukurova’da gösteriyor. Bu da işin ekolojik maliyetini yansıtıyor. Ara toplamda böylelikle meselenin ekopolitiğini de “çöpünü doğru kutuya atmazsan yarattığın kirliliği ben böyle göstermelik olarak temizlermiş gibi yapar, kendimi aklar, seni de sorunun ana kaynağı yaparım” şeklinde cisimleştirmiş oluyorlar.

Bu sayının belki de en önemli özelliği, atık denilen ve bir metaya dönüştürülen şeyin modern yaşamın ayrılmaz bir parçası hâline geldiğini çokyönlü olarak ele almasıdır. Aldığımız her nefeste, attığımız her adımda ve yaptığımız her tercihte ortaya çıkan, etkisi yapılan fiilin niteliğine göre değişen atığın, neden olduğu etki açısından sorumluluğunun kime yıkılacağı tartışmalarına ayna tutmaya çalıştığımız bu sayıda, nükleer atıkların zamandan bağımsızlığını, maden atıklarının nasıl bütün ülkeyi atık sahasına dönüştürdüğünü ya da asbest denilen zehirli lifin nasıl da kirlenmedik bir yeryüzü parçası bile bırakmadığını anlatmaya çalışıyoruz. Bunu yaparken de sorunun anlamını, bağlamını ve ekopolitiğini tartışarak çerçeveyi çizmeye uğraşıyoruz. Böylelikle de sorunun kaynağını ortaya koyarken faili muğlaklaştıracak ihtimalleri eleyip, kristal parlaklığında yansıtmaya gayret gösterip bir fotoğraf çekmeye çalışıyoruz. Çünkü ancak bu fotoğrafı çekebilirsek anlayabiliriz modern yaşamın bumerang etkisi yaratan tüketim çarkının çocuklar üzerindeki etkisini. Bu etkiyle de nesiller arası adalete dair bir kelam söyleme şansını yakalar ve meselenin insansız bir distopyayla değil, insanlı bir ütopya ile berraklaşmasını sağlayabiliriz. 

Mekanda Adalet Derneği’nin Beyond.istanbul dergisinin “Mekânda Adalet ve Atık” ilişkisini irdelemeye çalışan bu sayısında, çöp ve atık kavramlarını birçok başka konuyla birlikte ele alıp olayın hukuki, insani, ekolojik, politik ve sosyolojik yanını ortaya koymayı ve genel okur kitlesi için bir başucu kaynağı yaratmayı hedefledik. Umarım başarılı olabilmişizdir.

Atığın mekânsal sınırsızlığı ve ekolojik anlamı deyince aklıma hep Adana Sofulu Çöplüğü gelir. Nitekim bu yazıyı kaleme alırken ve bu dergi sayısını organize ederken de bu çöplüğün etkisi altında yazıyorum desem yeridir. Bu çöplük neredeyse elli yıllığına, ITC isimli bir firmaya dönemin belediye başkanı Aytaç Durak’ın ihale ettiği bir düzenli depolama sahası. Hoş, düzenli olması onun zararsız ya da etkisiz olduğu anlamına gelmiyor. Özellikle sabah ve akşam saatlerinde kokusu bütün Adana şehrine yayılan bu çöp depolama sahası bir anlamda atığın mekânsal sınırsızlığının da göstergesi niteliğinde. Öyle ki Bediz Yılmaz’ın insan dışkısı, yani “bok” üzerine yazdığı muhteşem yazısında bahsettiği bok kokusunun bile makul gelebileceği bir kokunun yayıldığı bu düzenli depolama alanı, aslında bütün Türkiye’nin çöple olan ilişkisinin de bir nevi resmi niteliğinde. 

Çöp, koku, mekân ve sınırlar demişken insan dışkısı meselesine biraz daha detaylı değinmekte fayda var. 6 Şubat depremleri sonrası bir araştırma için sürekli ziyaret ettiğimiz Hatay ilinde, atığın yönetim biçiminin teknoloji yoğun yaklaşımlara havale edilmesinin, kriz anlarında nasıl da işe yaramadığını görmemiz bize “bokun” ekolojisi üzerine daha fazla düşünmemiz, onu öyle bir kötülük ya da pislik abidesi olarak değerlendirmememiz gerektiğini de gösterdi. İşte Bediz bunu, atık, hammadde, dönüşüm ve doğa ile olan ilişki bağlamında gayet güzel açıklamış. Derginin bu yazıyla açılması da aslında bu eksende değerlendirilmeli. Çünkü hep en son proses olarak ele alınan, kimsenin üzerinde düşünmek bile istemediği bir ürünün aslında nasıl da önemli ve anlamlı bir meta olduğunu başka türlü anlayamayacağız. 

Mekân ve zamandan bağımsız olarak atık değerlendirmesi konusunda bir diğer önemli sorun da plastik atık meselesi. Mine B. Tekman’ın bizi kendi araştırma sahalarından biri de olan Kuzey Kutup bölgesindeki plastikler üzerinden gezintiye çıkarttığı bu mevzu, kullan at kültürünün ve plastiğe bağımlı olan modern yaşamın, “insana uzak bölge” diye bir sınıflandırmanın nasıl da anlamını yitirdiğini ortaya koyuyor. Nitekim neredeyse elli yıl önce tüketilmiş bir ürünün plastik ambalajının, o ürünü tüketenin belki de asla ziyaret edemeyeceği bir yeryüzü parçasına seyahat edebilmesi bir başka trajediyi bize anlatıyor: atık yutak alanı meselesini. Normalde kapitalist dünyanın kuzeyinin çöplerinden kurtulmak üzere ürettikleri ve çoğunlukla yerkürenin güneyinde yer alan bu yutak alanlarını bazen doğal akıntı sistemleri de oluşturabiliyor. Tabii bu atık yutak alanı meselesinden bahsederken o kadar uzağa gitmeye gerek bile yok. Lara Şarlak’tan İsrail’in Filistin üzerindeki apartheid rejimini aratmayan uygulamalarının bir parçası olarak anlattığı çöp sömürgeciliği hikâyesini ya da Deniz Bayram’dan Küresel Kuzey ülkelerinin atığın zehirli etkisini dışsallaştırmak üzere ihraç ettiği plastik atıkların Adana’da, İzmir’de ve İstanbul’da neden olduğu sömürge alanlarını okumak, aslında sorunun bizden o kadar da uzakta olmayan bir boyutunu da gösteriyor. Yani sorun yanı başımızda. Bu da atık meselesinin mesafe mefhumunu anlamsız kılıyor. 

Atık mesafesi olarak tanımlanan ve çöp sömürgeciliğinin de ana motivasyonlarından biri olan kavramın nasıl oluyor da bir başkası için, yani atığı üreten tüketici değil de onu ithal eden firmaların kuşattığı atık alanlarında yaşayan ya da ondan geçimini sağlamaya çalışanlar için anlamsızlaştığını ortaya koyuyor. Bu bağlamda da Vedat Örüç’ün atık emekçilerinin yaşam ve çalışma alanlarını gezerek kaleme aldığı yazı bize ışık tutuyor. Yaşam bazen başkasının çöpe attığı şeyde gizli olanın yarattığı artı değerle kendini idame ettirebiliyor. Koca koca şirketlerin birer aklama aparatı hâline gelen, çevre, temizlik, geridönüşüm, döngüsellik ve daha nicesi yerinden edilmişlerin, göçmenlerin ya da toplumun ötekilerinin kendilerine yaşam alanı buldukları bir evrene dönüşüyor. Ancak bu evrenin illüzyon olarak kullanıldığı ve Selin Uğurtaş’ın yazısında detaylarıyla anlattığı bir başka şey var. O da bir kandırma aracı olarak bu kavramların kullanımı. Yani yeşil aklama! Sizi önce kaygılandıran, sonra da yeni bir tüketim çarkına sokan bir yaklaşım. Öyle ki bazen siz Boğaz havası almak için gezintiye çıktığınızda, gözünüze sokulan ve ismi de “Çöpkapar” olan bir şirket aklama aracı olarak kamu, yani belediye eliyle hayatımıza giren bir düzenbazlık, bazen de “çöpünüzden enerji üretiyoruz” diye pazarlanan bir ali cengiz oyunu. İşte bu da atığın ya da çöpün nasıl bir politika enstrümanı hâline dönüştüğünün göstergesi. Her ikisinde de temel motivasyon atık ile atığı üreten arasındaki duygusal bağı koparıp onu bir metaya dönüştürmek ve böylelikle sanal bir üretim bandı oluşturmak. Çünkü böyle olunca kaygılanmayı bırakıp tüketimin sürdürülebilirliğine katkı sağlıyorsunuz. 

Benzer bir aldatmaca hikâyesini Abdülhalim Demir (Bego) ile temiz giysi üzerine yapılan söyleşiden de anlamak mümkün. Neredeyse herkesin kendisinden şüphe etmesine neden olan bir vakanın, yani kot pantolonların bacak aralarının yırtılmasının aslında moda sektörünün dönüşümüyle doğrudan ilişkisi olduğunu ortaya koyuyor. Kendisi de eski bir kot kumlama emekçisi olan Abdulhalim, Bego Jeans isimli girişimi kurmaya kadar varan temiz giysi mücadelesini, atık, tüketim, moda ve tarz gibi kavramların birbirleriyle olan ilişkisini hem de firmaların yeşil aklama manipülasyonlarıyla birlikte anlatıyor bize. Bego Jeans hikâyesi bir bakıma kapitalist üretim modelinin sürdürülemezliğinin de kısa hikâyesi aslında. Bireysel tercihlere sıkıştırılmış atık azaltım modellerinin nasıl da işlevsiz kalabileceğinin ya da yetmeyeceğinin hikâyesi.

Bireysel tercihler derken Beran Paçacı’nın anlattığı ve aslında Ulaş Bayraktar’ın bir ütopya olarak bize aktardığı belediye faaliyetlerinin Türkiye’de gerçekleşememesinin hikâyesine değinmemek olmaz. Çünkü yerel yönetimlerin yeterince gerçekleştirmediği asli görevlerinin neden olduğu çöplük görüntüsünün ortadan kaldırılması gerektiğinin ısrarlı bir mücadelesini okuyoruz Beran’ın yazısında. Ayrıca atık yönetiminin neredeyse hiç olmadığı ve belediye çöplerinin ayrı toplanmasında bütün sorumluluğu Vedat’ın yazısının kahramanlarının üstlendiği bir gerçeklikte, bireysel çabaların yarattığı farkın sınırlı evreninin de resmi çizilmiş. Bütün bunlar meselenin sosyoekolojik göstergesi.

Olayın politik kısmı ise kirliliğe her boyutta neden olan şirketlerin, bu kirliliği kamu aparatını kullanarak size yıkmasıyla örtbas ettiği gerçeklikte yatıyor. O gerçek de kendini bize Ergene, Dilovası ya da Çukurova’da gösteriyor. Bu da işin ekolojik maliyetini yansıtıyor. Ara toplamda böylelikle meselenin ekopolitiğini de “çöpünü doğru kutuya atmazsan yarattığın kirliliği ben böyle göstermelik olarak temizlermiş gibi yapar, kendimi aklar, seni de sorunun ana kaynağı yaparım” şeklinde cisimleştirmiş oluyorlar.

Bu sayının belki de en önemli özelliği, atık denilen ve bir metaya dönüştürülen şeyin modern yaşamın ayrılmaz bir parçası hâline geldiğini çokyönlü olarak ele almasıdır. Aldığımız her nefeste, attığımız her adımda ve yaptığımız her tercihte ortaya çıkan, etkisi yapılan fiilin niteliğine göre değişen atığın, neden olduğu etki açısından sorumluluğunun kime yıkılacağı tartışmalarına ayna tutmaya çalıştığımız bu sayıda, nükleer atıkların zamandan bağımsızlığını, maden atıklarının nasıl bütün ülkeyi atık sahasına dönüştürdüğünü ya da asbest denilen zehirli lifin nasıl da kirlenmedik bir yeryüzü parçası bile bırakmadığını anlatmaya çalışıyoruz. Bunu yaparken de sorunun anlamını, bağlamını ve ekopolitiğini tartışarak çerçeveyi çizmeye uğraşıyoruz. Böylelikle de sorunun kaynağını ortaya koyarken faili muğlaklaştıracak ihtimalleri eleyip, kristal parlaklığında yansıtmaya gayret gösterip bir fotoğraf çekmeye çalışıyoruz. Çünkü ancak bu fotoğrafı çekebilirsek anlayabiliriz modern yaşamın bumerang etkisi yaratan tüketim çarkının çocuklar üzerindeki etkisini. Bu etkiyle de nesiller arası adalete dair bir kelam söyleme şansını yakalar ve meselenin insansız bir distopyayla değil, insanlı bir ütopya ile berraklaşmasını sağlayabiliriz. 

Mekanda Adalet Derneği’nin Beyond.istanbul dergisinin “Mekânda Adalet ve Atık” ilişkisini irdelemeye çalışan bu sayısında, çöp ve atık kavramlarını birçok başka konuyla birlikte ele alıp olayın hukuki, insani, ekolojik, politik ve sosyolojik yanını ortaya koymayı ve genel okur kitlesi için bir başucu kaynağı yaratmayı hedefledik. Umarım başarılı olabilmişizdir.

DÖN