Diyarbakır’da ekim yapan kadınlar, 2022. Fotoğraf: Eray Çaylı.

Suna Kafadar: Son on senede kent tarımı alanındaki çalışmaların artmasıyla afet hâlinde şehir bostanlarının nasıl işlevlendirilebileceğine dair araştırmalar da hız kazandı. Bostanlar afet hâlinde güvenli gıdaya ulaşma imkânı tanır elbet, ancak bu ilk işlevinin ötesinde, güncel çalışmalar özellikle toplumsal fay hatları üzerinde duruyor; şehrin açık alanlarının yaratıcı kullanımlarını ırkçılık, cinsiyetçilik, elitizm ve başka pek çok yapısal ayrıştırma ve değersizleştirme politikalarını öngörerek afet hazırlığına dahil ediyorlar. Afet ve kent tarımına odaklanan çalışmaları peyzaj mimarisi, psikoloji, antropoloji, göç çalışmaları gibi deprem deyince ilk anda aklımıza gelmeyecek disiplinlerden araştırmacılar yürütüyor. Bostanları ve şehrin açık alanlarını farklı gruplardan insanların kırılganlıklarını gözeterek, birbirine kuvvet vermeye, dayanışmaya imkân tanıyan alanlar olarak konumlandırıyorlar. 
Editörlüğünü yaptığın sayıda depremin, gerçekleştiği bölgelerin kendine has sorunlarını gözetmeden ele alınmasının ne gibi hayati sorunlara neden olduğunu ortaya koymaya çalışıyorsun. Depremlerin ardından gerçekleşen toplumsal yıkımı ve güvensizliği, gözden çıkarmaları, hemen uç veren ve farklı kırılgan topluluklara yönelen şiddeti anlamaya çalışarak afet hazırlığında adaleti temel alan bir yaklaşım öneriyorsun. 
Biraz geniş başlayalım. Şehirlerin açık alanlarının afet sonrası kullanımına dair ne gibi örnekler dikkatini çekti? Hem yaratıcı örnekleri hem de afeti katmerli bir trajediye dönüştüren tecrübeleri konuşabiliriz belki.

Eray Çaylı: Soruya cevap verirken “afet”ten ne anladığımı netleştirerek başlamak isterim. Afet deyince aklımıza gezegensel dinamiklerin başrolde olduğu sel, deprem, heyelan gibi birtakım olaylar geliyor. Fakat bunların hiçbiri aslında kendi başlarına birer afeti gerektirmiyor. Afeti afet yapan gezegensel dinamikler değil, bu dinamiklerin başrolde olduğu olayların içerisinde vuku buldukları toplumsal ve politik bağlam. Yani sel, deprem, heyelan vb. olayların kendileri birer afet değiller; toplumsal eşitsizlikler ve bu eşitsizliklere yol açan politik tercihlerle afet hâline geliyorlar. Afeti afet yapan eşitsizlik olduğuna göre, eşitsizliğin başlıca etkilediği kesimler için afet öteden bu yana gelen adaletsiz süreç ve olguların bir parçası olarak deneyimleniyor. Afet bir kırılma ânından çok, uzun bir sürecin içerisindeki bir merhale ise, afet sonrası ve öncesi ayrımını yapmak zorlaşıyor. Ya da en azından afet sonrası örnekleri tartışmaya, afeti afet yapan politik tercihlerden –ırkçılıktan, cinsiyetçilikten, ulus-devletçi ve sermayeci politikalardan– öteden beri bizatihi etkilenmiş kesimlerin afet gibi görünmeyen anlarda da ne yaptıklarına dikkat kesilerek başlamalıyız diye düşünüyorum.

Somut örnekler dünyanın birçok yerinden verilebilir, ama ben burada son yıllarda çokça bulunduğum ve okurlara da daha yakın bir bağlam olduğunu düşündüğüm bir yerden ve zamandan bahsedeyim. Şayet COVID-19 pandemisini de bir tür afet olarak adlandırabileceksek, bu afetin Amed/Diyarbakır bağlamında, ama özellikle de kentin Dicle Nehri kıyısında bulunan ve bostanlarında küçük ölçekli tarımın da yapıldığı mahallelerinde deneyimlenme biçimi önemli bir örnek olarak geliyor aklıma. Gerek tarımda makineleşme ve sonrasında da özelleşme politikaları, gerekse savaş ve kapsamındaki köy boşaltma süreçleri nedeniyle 20. yüzyılın ikinci yarısında kırsalı terk edip kentin bu noktasına göç eden kesimlerin kendi yerleşim yerlerini kendilerinin inşa ettiği mahalleler bunlar. Pandeminin hemen öncesinde, 2019’da vakit geçirdiğim bu mahallelerdeki tanıdıklarımla pandemi sırasında ve sonrasında konuştuğumda, bu afetin buralarda görece epey hafif yaşandığını öğrendim. Pandemi sırasında ayyuka çıkan bağışıklık dediğimiz olgunun toplumsal eşitsizliklerce belirlendiği gerçeği, sağlıklı gıda, bedensel egzersiz, açık havada vakit geçirebilme ve dahası başkalarıyla cemiyet olma hâllerini mümkün kılan kültürel ve sosyal faaliyetlerin de bağışıklığımız için ne kadar önemli olduğunu bize gösterdi. Daha pragmatik bir mesele olarak ise, patronlara biat etmemizi gerektiren işlerden alınan maaşların endüstriyel ürünlerin tüketimine harcandığı bir düzenin kısıtları faş oldu. Kişinin kendi vakti üzerinde söz hakkı iddia edebilmesinin önemi ortaya çıktı ve bu çerçevede kendin üret kendin kullan yaklaşımını güden gıda üretimi pratikleri revaçta olmaya başladı. 

Bahsettiğim Dicle kıyısındaki mahallelerde bunların hepsinin yanıtı olan bostan pratikleri mahallelilerce hayata zaten geçirilmişti; bu nedenle pandemi buralarda görece hafif atlatıldı. Fakat bu mahalleleri pandemi bağlamında önemli kılan yalnızca ana akımda görünür hâle gelen sorunların panzehirlerini içermesi değildi. Aynı zamanda bu sorunların ana akımda görünür hâle geliş biçimleri üzerine de durup düşünmemizi sağlamalarıydı. Mahallelerin ortaya çıkış süreçlerini göz önünde bulundurduğumuzda, adaletsizliği derinleştiren ve çoğu kez doğrudan şiddet de içeren süreçlerden etkilenen kesimlerce ortaya çıkarıldıklarını görüyoruz. O hâlde mahallelilerin bostanları da bağlama has ırkçı, sermayeci ve cinsiyetçi politikalardan etkilenen kesimlerin bu politikalara verdiği yanıtlar olarak anlaşılmalı. Zaten pandeminin görece hafif atlatılmasındaki rolleri de bu bağlamsal biriciklikçe biçimlendirildi. Bostanlarda üretilen gıdalar pandemi nedeniyle gıdaya erişimi daha da zorlaşan kesimlerle paylaşıldı; yine burada kullanılagelen kadim tohumlar, 2010’ların ikinci yarısında uygulamaya konan kayyumlar ve ihraçlar nedeniyle işlerini kaybederek tarıma yönelenlerle takas edildi. Dolayısıyla bağışıklığın eşitsizliklerce biçimlendirilmiş olması sorununa bu mahallelerde geliştirilen çözümler (ana akımda yapılageldiği gibi) toplumsallığı müphemleştirilmiş bir birey figürünü merkeze alan türden değil, güncel ve sürekli şekil değiştirmeye devam eden ve ancak kolektif olarak baş edilebilecek bir olgu olarak adaletsizliği merkeze alan türdendi.

Diclenin ortasındaki adacıklarda yer alan bostanından günbatımından hemen önce evinin bulunduğu kıyı tarafına geri dönmekte olan bir bostancı, 2019. Fotoğraf: Eray Çaylı.


6 Şubat Depremi’nden sağ çıkanlar açlıkla da mücadele etmek zorunda kaldılar. Ama bazı gruplar daha da sert yaşadı bunu, özellikle yardımlar gelmeye başladıktan sonra, dağıtımların yapıldığı noktalara gidip su ve yiyecek isteyemeyen trans kadınlardan ya da çadırlara sokulmayan mülteci ve göçmenlerden sonradan haberimiz oldu mesela. Bu bana Baltimore şehrinin deprem hazırlık planına kent bostanlarını katma sebeplerini düşündürdü, ya da Yeni Zelanda’da 2011’deki büyük Christchurch depreminden sonra belediye destekli bostanlarda sosyal ağlara katılan göçmenleri. Kentte tarım yapılan alanların (tarihi bostanlar, daha yeni topluluk bostanları, teras bostanları vb.) afet sonrasında özellikle de dezavantajlı kesimler için direnç noktaları olabilmeleri adına nasıl koşullar sağlanmalı? Son birkaç senedir afetin ruhsal tahribatına dair çıkan makalelerde kent tarımının hem birleştirici hem de iyileştirici gücüne dikkat çekiliyor. Öte yandan bu anlatılar fazlasıyla toz pembe de olabiliyor kimi zaman. 6 Şubat sonrası tanıklık etmekte olduklarımızı bir daha yaşamamak için su ve yiyecek gibi temel ihtiyaçlar etrafında nasıl politikalar, nasıl afet hazırlık programları üretebiliriz?

Gerçekten de son dönemde kent tarımı üzerine kapsamlı, çokboyutlu ve nüanslı bir literatür oluştu. Konu üzerine çalışan Jennifer Baron, Sofya Aptekar ve Justin Myers gibi araştırmacıların bahsettikleri şu: Kent tarımını sadece yapıldığı alanda neler yaşandığı üzerinden anlamak yetersiz. Herhangi bir kent bostanında gerçekleşen faaliyetlere bakarsak her şey toz pembe görünebilir. Ancak o bostan alanının içerisinde yer aldığı bağlamdaki arazi ve mülkiyet meseleleri, başka bostanlarla olan ilişkisi ve yapısal eşitsizlikler ile ne gibi bir bağ kurduğu ya da kuramadığı gibi meselelere baktığımızda konu çetrefilleşiyor. Misal New York’un Queens bölgesindeki Astoria Mahallesi’nde yer alan bir bostanın kendisine baktığımızda ırkçılıktan çok çekmiş ve/veya yoksullaştırılmış kesimlere açık olduğunu görüyoruz (ki bu adalet arayışı adına elbette olumlu bir durum). Fakat bostanı içeren mahallenin soylulaşma sürecini yaşayan bir yer olduğu gerçeğini göz önünde bulundurduğumuzda ve irdelediğimizde oradaki lüks sitelerin ve emlakçıların web sayfalarında bu bostandan mahalleyi cazibe merkezi kılan seyirlik/turistik bir artı değer olarak bahsedilebildiğini görüyoruz. Nitekim birkaç sene sonra bu mahalleye baktığımızda muhtemelen o bostan orada olmayacak veya barınabilse dahi esas hizmet ettiği kitle değişecek (ki bu gibi dönüşümlerin örnekleri de yakın geçmişte bolca mevcut). 

O hâlde bostanların sağaltıcı imkânları üzerine düşünürken mülkiyetlerinin kimlerin elinde olduğu, civardaki mülkiyet ilişkileri ile nasıl irtibatlandıkları ve kimlerin bu ilişkilerden kâr ettiği gibi soruları gözardı etmemeliyiz. Bu sorular afete doğrudan konuşan örneklerde daha da yakıcı hâle geliyor. Burada Detroit örneği geliyor aklıma. Detroit 20. yüzyılda ABD’nin başlıca sanayi şehirlerinden biri ve otomotiv endüstrisinin merkezi olmasına atfen Motown olarak anılıyorken, 21. yüzyılda derin bir endüstrisizleşme sürecini yaşayarak büyük bir çöküşe uğratıldı. Uğratıldı diyorum, çünkü bu süreçler sermayeci küreselleşmenin yanı sıra ırkçılıkla da biçimlendirildi. Kentin önemli orandaki siyah nüfusu bu süreçlerde hep bir tür tehlike olarak öne sürüldü. Sermayeyi elinde tutan ya da ticari ve endüstriyel ilişkilerde başrolü oynayan beyaz nüfusun kent dışına göçü bu sözde tehlike algısı üzerinden teşvik edildi. 

Bostanların sağaltıcı imkânları üzerine düşünürken mülkiyetlerinin kimlerin elinde olduğu, civardaki mülkiyet ilişkileri ile nasıl irtibatlandıkları ve kimlerin bu ilişkilerden kâr ettiği gibi soruları gözardı etmemeliyiz.

Çok daha yakın geçmişte, yani 2010’ların ikinci yarısında ise bu nüfus çöküntü alanı hâline dönüştürülen kentteki arazilerin ucuzlaması hasebiyle arazi mülkiyetini ele geçirme adına sürece yeniden dahil oldu. Sara Safransky ve Rachael Baker gibi araştırmacılar, Detroit yerel idaresinin 2012 yılında yayımladığı ve endüstrisizleşmenin yıkıcı etkileri kadar iklim değişikliği bağlamında afet hazırlığını da merkezine alan Detroit Future City adlı planın geçtiğimiz on yıldaki etkilerini çalışıyorlar. Plan, Detroit’i Motown’dan Growtown’a, yani kentsel tarımın beşiğine dönüştürme vizyonuna sahip. Fakat araştırmacıların gösterdiği şu ki gayrimenkul piyasası bu vizyonun başrolünde. Örneğin planın yüreklendirdiği ve beyaz bir finansal yatırımcının başını çektiği Hantz Woodlands adlı girişim, Detroit’teki devasa arazileri ekip biçme vaadinde bulunuyor. Fakat aslında yaptığı şey arazi mülkiyetini tekelleştirmek ve dahası endüstrisizleştirmeyle çöküntü alanı hâline getirilmiş Detroit’te piyasada satışa çıkarılmış arazi bolluğunun yol açtığı gayrimenkulün ucuzluğu durumuna bir tür arazi kıtlığı çıkararak müdahalede bulunmak. 

Hantz Woodlands benzeri büyük ölçekli girişimlerin yanı sıra çok daha küçük ölçekli ve mülkiyetçiliği katılımcı bir yöntemle yaygınlaştırmaya çalışan süreçler de Detroit Future City kapsamında teşvik ediliyor. Örneğin blotting (iki cadde arasında kalan kentsel alanlardan, yani block’lardan küçük, fakat lot, yani parsel ölçeğinden büyük arazilere verilen ad olan blot’tan türetilmiş bir fiil) ve Adjacent Lot Program (yani Komşu Parsel Programı) adı verilen mekanizmalar, ev sahiplerinin evlerinin hemen yanındaki atıl arazileri piyasa değerinin altında satın alabilmesini ve imar etmesini mümkün kılıyor. White Picket Fence Program (yani Beyaz Bahçe Çiti programı) adlı mekanizma ise bu yollarla elde edilen arazilerin çitlerle çevrilmesi ve güzelleştirilmesi masraflarına yönelik hediye çekleri sağlıyor mülk sahiplerine.

Oysa Detroit’te endüstrisizleşmenin başladığı ilk yıllardan bu yana bir kentsel tarım geleneği zaten var, dahası bu gelenek tam da yapısal adaletsizliklerden başlıca etkilenmiş siyahlar ve yoksullar gibi topluluklarca hayata geçirilmekte. Örneğin 1980’lerde Gardening Angels adlı siyah ve Güney ABD’den göç etmiş yaşlıca bireylerden oluşan bir grup, uyuşturucu ve suçun yoğun yaşandığı bölgelerdeki atıl arazileri, işe gençleri de dahil edecek şekilde ekip biçmeye başlıyor. Böylece endüstrisizleşme afetini yaşamakta olan ve dahası öteden beri ırkçılık felaketini yaşayan bir halkın torunları olan gençleri polis, mahkemeler ve hapishanelerden oluşan toplumsal tecrit sisteminin dışında bir yaklaşımla sağaltmayı amaçlıyorlar. Bu gelenekten beslenen pratikler de halen sürmekte. D-Town Farms ve Feedom Freedom gibi inisiyatifler, sağlıklı ve adil gıda üretimi ve dağıtımına yönelik bostancılığı, yine başını siyah halklardan gelen bireylerin çektiği biçimlerde sürdürmekte. Bu gibi inisiyatifler araziyi değişim değeri üzerinden değil, kullanım değeri üzerinden değerlendiriyor; dahası söz konusu “kullanım” da ırkçı kapitalizmin baskıladığı kullanımları merkeze alacak şekilde tahayyül ve pratik ediliyor: sadece gıda üretimi değil, aynı zamanda birbirinin iyiliğine ve sağlığına verilen önem, önceki nesillerden gelen bilginin sonrakilere aktarılması, gezegenin türcü perspektiflerce dışlanmış çeşitli unsurlarının da gözetilmesine yönelik kullanımlar gibi. 

Detroit aynı zamanda su meselesini de tartışabileceğimiz bir örnek. Nadia Gaber’ın bluelining olarak kavramsallaştırdığı sorun da Detroit’te son yıllarda yakıcı hâle gelmiş durumda. Bluelining 20. yüzyıl sonunda endüstrisizleşmeye başlayan Detroit gibi kentlerde yaşanan redlining sürecinin güncel bir devamı gibi. Redlining sigorta şirketleri ve ev alım kredisi veren bankalar gibi piyasa aktörlerinin kentlerin belirli bölgelerini krediye veya sigortaya uygun ya da elverişli bulmadıkları durumlara verilen ad. Herhangi bir hükümet regülasyonuna tabi olmayacak şekilde bu kararları alan aktörler, böylece fiilen bazı mahallelerin üstünü kırmızı kalemle çizmiş oluyor. Ne tesadüf ki bu mahallelerin ezici çoğunluğu siyahların ve ırksallaşmış yoksulluktan nasibini almış diğer kesimlerin yaşadığı mahalleler. İşte şimdi Detroit Future City planının sonrasında yaşanan süreçler de, bu kez sel gibi afetlere dair risk tahayyüllerini ön plana çıkararak yine benzer demografisi olan mahalleleri, kredi ve sigorta gibi piyasa mekanizmaları üzerinden bir kez daha marjinalleştirmeye başlamış. 

Söz konusu süreçler merkezlerinde suyun yer alması nedeniyle bluelining, yani mahallelerinin üzerini mavi kalemle çizme olarak anılıyor. Oysa biliniyor ki eğer şu veya bu mahalle su baskınları karşısında en savunmasız mahalleyse, sel tehdidi altındaysa vs. tüm bu sorunlar aslında altyapı hizmetlerinin onlara onyıllardır bilinçli şekilde verilmemiş olmasıyla alakalı. Dahası bugün de su faturası borçları nedeniyle kent yoksulları sudan mahrum bırakılıyor ve bu da yine borular ve diğer altyapı unsurlarında yıkıcı etkilere sebep oluyor. Sonuç olarak yoksulların, siyahların ve toplumsal adaletsizlikten etkilenen diğer kesimlerin evleri mikro-afetlerin yaşandığı yerler hâline geliyorlar. Kanalizasyonları taşıyor, giderleri tıkanıyor, boruları çalışmaz oluyor. Bu mikro-afetlerin birlikte değerlendirildiklerinde ne denli ciddi bir afete tekabül ettiklerini, ABD’nin afet ve acil durum yönetim kuruluşu FEMA’nın 2014’te on bin civarı Detroit konutunun tamirinde kullanılmak üzere açıkladığı 157 milyon dolarlık bütçeden anlayabiliriz. 

Kentte yaşayanların kurduğu ve suya odaklanan örgütlülükler, suyun değerinin ve dahası erişilebilirliğinin sigorta, borç, kredi vb. ırkçı kapitalist mekanizmalarca belirlenmesini dert edinmiş durumdalar. The People’s Water Board Coalition gibi inisiyatifler suyun ırksallaşmış borç ekonomisi kapsamında değerlendirilmesine karşı pratikler geliştiriyorlar. Doğrudan suyu kesilmiş evlerin önünde su yardımı istasyonları kuruyorlar. Suyun adaletli dağıtımına yönelik şişeleme, testileme, soğutma, ısıtma, doldurma, dondurma, yıkama, yemek yapımında kullanma gibi türlü pratikleri kolektif olarak hayata geçiriyorlar. Bu pratiklerin ihtiyacı olanlara mümkün mertebe ulaşabilmesi için We the People of Detroit gibi inisiyatifler iletişim mekanizmaları da icat ediyorlar; dolayısıyla suya dair bilgi üretimi ile paylaşımını da adalet perspektifinden örgütlemeye çabalıyorlar. Adı yine Motown’a gönderme yapan the Flowtown Revue adlı grup ise işin rekreasyonel kısmını da ihmal etmiyor, doğrudan tercüme edersek “mavilikler” anlamına gelen Blues müziğinin mavisiyle suyun mavisi arasındaki tarihsel ilişkiyi ve bunun toplumsal adaletsizlik ile adalete dair ima ettiklerini müzikal pratikler üzerinden irdelemeye devam ediyorlar.  


Devlete bağımlı olmadan, kendi kaynaklarını yaratabilen, kendi direnç mekanizmalarını çalıştırabilen örgütlülükler hayat kurtarıyor. Kent tarımı üzerinden baktığımızda elimizde ne gibi imkânlar mevcut? Ya da hangi imkânlar yeterince kullanılmıyor? İstanbul’un afet hazırlık planına yaklaşımında dikkatimizi çekmek istediğin unsurlar neler olurdu?

Okurların doğrudan ilgisini çekeceğini düşündüğüm İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin 1 Mart’ta lansmanını yaptığı Deprem Seferberlik Planı’nın üzerinde duralım isterim. Bunu yaparken de soruda bahsettiğin “mülki idareye bağlı olmadan kendi kaynaklarını yaratabilmek ve kendi direnç mekanizmalarını çalıştırabilen örgütlülükler”in önemini merkeze almak istiyorum. 

Mekânda Adalet ve Deprem sayısına yazdığım giriş yazısında, depremlerin politikliğine vurgu yapmak önemli olmakla birlikte, bu gibi bir vurgunun liyakat ve bilimsellik gibi görünürde evrensel, ama esasen bağlama has dinamikleri gözardı eden referanslarla yapılıyor olmasının problemli bir yaklaşım olduğunu öneriyorum. Özellikle ana akım muhalefette bu yaklaşımın 6 Şubat depremleri sonrasında tekrar dolaşıma sokulduğunu ne yazık ki görüyoruz. İstanbul Deprem Seferberlik Planı da, tüm kayda değer niteliklerine rağmen, teknolojiyi, işinin ehli olmayı, bilimselliği vurgularken adına dirençlilik dediğimiz meselenin toplumsal ve politik olarak örgütlenmesi gereken ve adaletsizlikten başlıca etkilenen kesimleri odağına oturtması gereken bir mesele olduğunu görmezden geliyor. Adaletsizliğe karşı bir arada durabilmeyi başarabilmiş toplulukların dirençlilik pratikleri planda kendilerine yer bulamadığından, dirençliliğin teknoloji ve bilime içkin bir nitelik olduğu, teknolojik ve bilimsel çözümlerin kendi başlarına ve başka herhangi hiçbir şeye ihtiyaç olmadan tüm sorunların çözümü olabileceği gibi bir varsayım karşımıza çıkıyor. Aslında planda mahalle bazlı örgütlenmenin bir şekilde belediyenin radarına girdiğine dair emareler de mevcut. Kent sakinlerinin afet yönetiminin aktörleri hâline getirilecekleri, afet hazırlığı pratiklerine dahil edilecekleri ima ediliyor, fakat tam da bu meseleye konuşan veya konuşabilecek pratikleri halihazırda geliştirmiş toplulukların sürece dahil edilip edilmeyeceğine ve nasıl dahil edilebileceklerine dair herhangi bir şey söylenmiyor. Dolayısıyla modern liberal dirençlilik paradigmasının bilim ve teknolojiye bağlamdan bağımsız bir dönüştürücülük ve ilericilik atfetmesi eğiliminin bu plana da tesir ettiğini söyleyebiliriz. 

Oysa yapılması gereken ırkçılığa maruz bırakılan kimlikleri etrafında örgütlenerek haklarını arayan, patriyarkanın mağduru olan kesimlerle dayanışan, kentsel dönüşüme direnen ve benzeri örgütlenmelerin başrolünde yer aldığı bir “seferberlik” planıdır. Bazı okurlar şimdi bu meselelerin kent ile, afet ile, tarım ile ne alakası var diyebilir. Fakat 6 Şubat depremleri sonrasında gördük ki, sahadaki en etkili afet sonrası dayanışma pratiklerini hayata geçirenler tam da bu kesimlerdi. Afet hazırlığını son 21 yıllık iktidardan taban tabana zıt bir şekilde yapma iddiasında olan bir yönetimin tam da bu kesimleri muhatap alması gerekiyor. Neoliberal düzenin en sert yaşandığı farklı yerlerde görüyoruz ki, dayanışma hareketleri bir yandan kendi yaralarını her seferinde sarmak için örgütlenirken, öte yandan bu kendi başına bırakılmışlıklarının uzun vadede devletin boşalttığı alanı doldurmak durumunda kaldıklarını ve bu nedenle dolaylı olarak hükümetlerin sorumluluklarından sürekli kaçabilmelerini mümkün kıldıklarını gösteriyor. Eğer hem yöneticilerin görevden kaçmamasını sağlayacaksak hem de tabandan gelen örgütlenmeleri merkeze alacaksak (ki neoliberal paradigmayı aşmak her ikisini de aynı anda yapmayı gerektirmekte) o hâlde İstanbul Deprem Seferberlik Planı gibi bir inisiyatifin feminist, LGBTİ+, Alevi, Kürt, Ermeni haklarının mücadelesini veren, derin yoksulluğu dert edinen, rant ve mülksüzleştirme odaklı kentsel dönüşüme direnen ve benzeri örgütlenmeleri merkeze almasını talep etmeliyiz. 

Afet ve kent tarımı kesişimindeki çalışmaların dikkat çektiği bir başka nokta da, deprem denildiğinde aklımıza ilk gelmeyen çalışmaların sunabileceği katkının gözardı edildiği. Örneğin peyzaj mimarları, tasarlanmış bir alan olmaksızın şehrin her yerine yenilebilir bitkiler ve ağaçlar ekilebileceğini vurguluyorlar. Ya da bostanlık alanlara afet anında hayat kurtaracak altyapı olanakları yerleştirilmesini öneriyorlar; içinde kuru gıda olan depo alanları, güneş panelleri ve jeneratör vesilesiyle elektrik üretme kapasitesi imkanı yahut varsa kuyulardan faydalanma gibi. Disiplinlerarası bir yaklaşımdan afet sürecinde nasıl faydalanabiliriz?

Peyzaj mimarlığından bahsetmen aklıma son on-on beş yılda İngilizce’de lawn olarak adlandırılan ve konutların ön veya arka bahçelerinde genelde çimenlik olarak değerlendirilen alanlar üzerine yapılan tartışmaları getirdi. Jonathan Cane’in Civilizing Grass kitabında bahsettiği gibi, bu alanlar (özellikle de müstakil konutlarda yer buldukları hâlleriyle) 20. yüzyılın ikinci yarısından bu yana sömürgeciliğin “katılımcı” bir toplumsal proje olarak uygulandığı sahalar olageldi. Namus ve saygınlık gibi cinsiyetçilik ve ırkçılıkla belirlenmiş birçok sosyokültürel değer, çekirdek aile ölçeğinde sade vatandaşın da kendi kaderini tayin ediyor gibi hissedeceği biçimlerde, çimenliklerde sürekli yeniden üretiliyorlar. Çimlerin düzenli biçilmesi, ne şekillerde ve kimler tarafından biçildikleri, dahası kimlerin hobi olarak kimlerin ise değersizleştirilmiş emekçiler olarak bu biçme işini üstlendikleri, sonuçta ortaya çıkan alanların tam olarak kimlerin kullanımına ve erişimine ya da ne gibi işlevlere açıldığı gibi meseleler, çimenlik alanlar üzerine yapılan tartışmalarda başrolde.

Ön ve arka bahçelerin toplumsal adaletsizliklerin yeniden üretildiği yerler olmalarının alabildiği şekiller bugün değişebilmekte elbette. İklim değişikliği ve küresel ısınma nedeniyle ana akımlaşan ekolojik hassasiyetler sonucunda örneğin düzenli biçilmiş çim alanlar yerine daha dağınık ve hatta kaotik görünüme sahip, yaban hayatı şehir yaşamının içerisine dahil etmeye çabalar görünen peyzaj tasarımları ile karşılaşıyoruz. Bizim jenerasyonun CNBC-e kanalından bildiği Dawson’s Creek dizisinde Dawson karakterini oynayan James Van Der Beek bugün 1 milyonu aşkın takipçisi olan Instagram hesabından konutunun bahçesiyle ilgili paylaşımlar yapıyor. Bahçeye bakıyoruz, her yerinden otlar fışkırıyor. Yani Jonathan Cane’in eleştirdiği düzenli biçilmiş çimliklere şekilsel anlamda taban tabana zıt. Van Der Beek bir Instagram paylaşımında şöyle diyor: “Evde yaptığımız bir yemek için kişnişe ihtiyacımız oldu. Bir de baktım kişnişimiz kalmamış… Bakın şimdi çıkıyorum bahçemden alıp geliveriyorum. Bu paha biçilmez bir duygu.”

Fakat buradaki konvansiyonel olmayan şekilselliğin bizi yanıltmaması gerekiyor. Konut ön ve arka bahçelerindeki şekilsel değişimlerin meselenin altında yatan yapısal adaletsizlik ve eşitsizlikleri de değiştirmiş gibi algılanmaması önemli. Nitekim Amy Lebowitz ve Dan Trudeau gibi araştırmacıların son dönemdeki çalışmaları, ekolojik hassasiyetlerle ekilen ve kendini yabani hayata (“insan olmayanlara”) açan konut bahçelerinin de sınıfsal, cinsiyetçi ve ırksallaşmış toplumsallıkları nasıl yeniden ürettiklerinden bahsediyor. Konut bahçelerini bu şekilde ekenler, motivasyonları sorulduğunda, ailelerinden kalan mirası çocuklarına aktarmaktan bahsediyorlar ve dolayısıyla heteronormatif ve çekirdek aileyi merkeze alan cinsiyetçi bir toplumsallığı yeniden üretiyorlar. Dahası bahçelerine iliştirdikleri bilgi panoları üzerinden etrafındakileri eğitmeyi amaçlayan ve onlara tepeden bakan bir tür burjuva ahlakını da sergiliyorlar: “İklim değişikliğiyle başa çıkmak için bahçenizi siz de böyle yabani veya insan olmayanlara açacak şekilde değerlendirmelisiniz; öteki türlüsü yanlış, doğru olan bu.” Ek gelire hiç ihtiyaçları olmamasına rağmen burada ürettikleri ürünleri “çiftçi pazarı” (farmer’s market) benzeri yerlerde satıyorlar ve burada da bir tür eko-burjuva sınıfsallığını sergiliyorlar. “Bahçeye izinsiz girmek yasaktır” levhaları ile öteden beri siyahları ve diğer ırksallaşmış kesimleri kriminalize etmek için kullanılmış trespassing (araziye izinsiz giriş) ve loitering (aylak aylak dolaşma) karşıtı kanunların toplumsal otoritesini sağlamlaştırıyorlar.  

Aslında, yine Amy Lebowitz ve Dan Trudeau gibi araştırmacıların gösterdiği üzere, bu yeni konut önü/arkası bahçecilik pratikleri adalet arayışına aracılık edebilecek nüveleri de barındırıyor, her ne kadar bu nüveler söz konusu pratiklerin merkezinde henüz yer almıyor olsalar da. Örneğin, bahçeye izinsiz girenler çocuklar olunca bahçe sahipleri buna müsamaha gösteriyorlar ve hatta çocukları kimi zaman bu anlamda yüreklendiriyorlar bile. Ya da komşular birbirlerinin bahçesindeki ot veya böğürtlenleri izinsiz aldıklarında buna da bazen müsamaha gösterilebiliyor. Lebowitz ve Trudeau işte tam da bu gibi pratiklerin kurumsallaşması gerektiğini savunuyor. Kurumsallaşma derken, yani tam da mülkiyet, ırkçılık ve ataerki karşıtı (çocukların ataerkinin başlıca ötekileri arasında olduğunu hatırlayalım) bu gibi pratiklerin rastlantısal olarak gerçekleşen ve müsamaha gösterilen pratikler olarak değil, ön/arka bahçelerin şu anki problemli hâlinin tezahürleri olan eğitim amaçlı levhalar ve çiftçi pazarları seviyesinde kurumsallaşmış birer pratik olarak bahçelerin merkezine oturtulmaları gerekiyor. Örneğin bahçelerde üretilen meyve ve sebzenin gıda adaleti perspektifinden değerlendirilmesini öneriyor araştırmacılar. Ve yine çocuklara tanınan “araziye izinsiz girme” fırsatının da sağlıklı rekreasyonel mekânlara erişim adaletsizliğinden mağdur olmuş tüm kesimleri içerecek şekilde ve dahası ataerkiyi sorgulatacak pratiklere ev sahipliği yapacak şekilde kurumsallaşması gerektiğini söylüyorlar. Peyzaj mimarlığı ve tasarımının önemi işte tam da burada ön plana çıkıyor. Sadece bir bahçenin tasarımını değil, o tasarım üzerinden ne gibi adaletli veya adaletsiz toplumsallıkların (levha, pazar, vb. gibi tasarlanmış diyebileceğimiz diğer nesne veya mekânlarla da ilişki içerisinde) teşvik edildiğinin üzerinde dikkatle duran bir peyzaj mimarlığı ve tasarımının meseleye dair önerebileceği birçok ufuk var elbette. 

Diyarbakır’da ekim yapan kadınlar, 2022. Fotoğraf: Eray Çaylı.

Suna Kafadar: Son on senede kent tarımı alanındaki çalışmaların artmasıyla afet hâlinde şehir bostanlarının nasıl işlevlendirilebileceğine dair araştırmalar da hız kazandı. Bostanlar afet hâlinde güvenli gıdaya ulaşma imkânı tanır elbet, ancak bu ilk işlevinin ötesinde, güncel çalışmalar özellikle toplumsal fay hatları üzerinde duruyor; şehrin açık alanlarının yaratıcı kullanımlarını ırkçılık, cinsiyetçilik, elitizm ve başka pek çok yapısal ayrıştırma ve değersizleştirme politikalarını öngörerek afet hazırlığına dahil ediyorlar. Afet ve kent tarımına odaklanan çalışmaları peyzaj mimarisi, psikoloji, antropoloji, göç çalışmaları gibi deprem deyince ilk anda aklımıza gelmeyecek disiplinlerden araştırmacılar yürütüyor. Bostanları ve şehrin açık alanlarını farklı gruplardan insanların kırılganlıklarını gözeterek, birbirine kuvvet vermeye, dayanışmaya imkân tanıyan alanlar olarak konumlandırıyorlar. 
Editörlüğünü yaptığın sayıda depremin, gerçekleştiği bölgelerin kendine has sorunlarını gözetmeden ele alınmasının ne gibi hayati sorunlara neden olduğunu ortaya koymaya çalışıyorsun. Depremlerin ardından gerçekleşen toplumsal yıkımı ve güvensizliği, gözden çıkarmaları, hemen uç veren ve farklı kırılgan topluluklara yönelen şiddeti anlamaya çalışarak afet hazırlığında adaleti temel alan bir yaklaşım öneriyorsun. 
Biraz geniş başlayalım. Şehirlerin açık alanlarının afet sonrası kullanımına dair ne gibi örnekler dikkatini çekti? Hem yaratıcı örnekleri hem de afeti katmerli bir trajediye dönüştüren tecrübeleri konuşabiliriz belki.

Eray Çaylı: Soruya cevap verirken “afet”ten ne anladığımı netleştirerek başlamak isterim. Afet deyince aklımıza gezegensel dinamiklerin başrolde olduğu sel, deprem, heyelan gibi birtakım olaylar geliyor. Fakat bunların hiçbiri aslında kendi başlarına birer afeti gerektirmiyor. Afeti afet yapan gezegensel dinamikler değil, bu dinamiklerin başrolde olduğu olayların içerisinde vuku buldukları toplumsal ve politik bağlam. Yani sel, deprem, heyelan vb. olayların kendileri birer afet değiller; toplumsal eşitsizlikler ve bu eşitsizliklere yol açan politik tercihlerle afet hâline geliyorlar. Afeti afet yapan eşitsizlik olduğuna göre, eşitsizliğin başlıca etkilediği kesimler için afet öteden bu yana gelen adaletsiz süreç ve olguların bir parçası olarak deneyimleniyor. Afet bir kırılma ânından çok, uzun bir sürecin içerisindeki bir merhale ise, afet sonrası ve öncesi ayrımını yapmak zorlaşıyor. Ya da en azından afet sonrası örnekleri tartışmaya, afeti afet yapan politik tercihlerden –ırkçılıktan, cinsiyetçilikten, ulus-devletçi ve sermayeci politikalardan– öteden beri bizatihi etkilenmiş kesimlerin afet gibi görünmeyen anlarda da ne yaptıklarına dikkat kesilerek başlamalıyız diye düşünüyorum.

Somut örnekler dünyanın birçok yerinden verilebilir, ama ben burada son yıllarda çokça bulunduğum ve okurlara da daha yakın bir bağlam olduğunu düşündüğüm bir yerden ve zamandan bahsedeyim. Şayet COVID-19 pandemisini de bir tür afet olarak adlandırabileceksek, bu afetin Amed/Diyarbakır bağlamında, ama özellikle de kentin Dicle Nehri kıyısında bulunan ve bostanlarında küçük ölçekli tarımın da yapıldığı mahallelerinde deneyimlenme biçimi önemli bir örnek olarak geliyor aklıma. Gerek tarımda makineleşme ve sonrasında da özelleşme politikaları, gerekse savaş ve kapsamındaki köy boşaltma süreçleri nedeniyle 20. yüzyılın ikinci yarısında kırsalı terk edip kentin bu noktasına göç eden kesimlerin kendi yerleşim yerlerini kendilerinin inşa ettiği mahalleler bunlar. Pandeminin hemen öncesinde, 2019’da vakit geçirdiğim bu mahallelerdeki tanıdıklarımla pandemi sırasında ve sonrasında konuştuğumda, bu afetin buralarda görece epey hafif yaşandığını öğrendim. Pandemi sırasında ayyuka çıkan bağışıklık dediğimiz olgunun toplumsal eşitsizliklerce belirlendiği gerçeği, sağlıklı gıda, bedensel egzersiz, açık havada vakit geçirebilme ve dahası başkalarıyla cemiyet olma hâllerini mümkün kılan kültürel ve sosyal faaliyetlerin de bağışıklığımız için ne kadar önemli olduğunu bize gösterdi. Daha pragmatik bir mesele olarak ise, patronlara biat etmemizi gerektiren işlerden alınan maaşların endüstriyel ürünlerin tüketimine harcandığı bir düzenin kısıtları faş oldu. Kişinin kendi vakti üzerinde söz hakkı iddia edebilmesinin önemi ortaya çıktı ve bu çerçevede kendin üret kendin kullan yaklaşımını güden gıda üretimi pratikleri revaçta olmaya başladı. 

Bahsettiğim Dicle kıyısındaki mahallelerde bunların hepsinin yanıtı olan bostan pratikleri mahallelilerce hayata zaten geçirilmişti; bu nedenle pandemi buralarda görece hafif atlatıldı. Fakat bu mahalleleri pandemi bağlamında önemli kılan yalnızca ana akımda görünür hâle gelen sorunların panzehirlerini içermesi değildi. Aynı zamanda bu sorunların ana akımda görünür hâle geliş biçimleri üzerine de durup düşünmemizi sağlamalarıydı. Mahallelerin ortaya çıkış süreçlerini göz önünde bulundurduğumuzda, adaletsizliği derinleştiren ve çoğu kez doğrudan şiddet de içeren süreçlerden etkilenen kesimlerce ortaya çıkarıldıklarını görüyoruz. O hâlde mahallelilerin bostanları da bağlama has ırkçı, sermayeci ve cinsiyetçi politikalardan etkilenen kesimlerin bu politikalara verdiği yanıtlar olarak anlaşılmalı. Zaten pandeminin görece hafif atlatılmasındaki rolleri de bu bağlamsal biriciklikçe biçimlendirildi. Bostanlarda üretilen gıdalar pandemi nedeniyle gıdaya erişimi daha da zorlaşan kesimlerle paylaşıldı; yine burada kullanılagelen kadim tohumlar, 2010’ların ikinci yarısında uygulamaya konan kayyumlar ve ihraçlar nedeniyle işlerini kaybederek tarıma yönelenlerle takas edildi. Dolayısıyla bağışıklığın eşitsizliklerce biçimlendirilmiş olması sorununa bu mahallelerde geliştirilen çözümler (ana akımda yapılageldiği gibi) toplumsallığı müphemleştirilmiş bir birey figürünü merkeze alan türden değil, güncel ve sürekli şekil değiştirmeye devam eden ve ancak kolektif olarak baş edilebilecek bir olgu olarak adaletsizliği merkeze alan türdendi.

Diclenin ortasındaki adacıklarda yer alan bostanından günbatımından hemen önce evinin bulunduğu kıyı tarafına geri dönmekte olan bir bostancı, 2019. Fotoğraf: Eray Çaylı.


6 Şubat Depremi’nden sağ çıkanlar açlıkla da mücadele etmek zorunda kaldılar. Ama bazı gruplar daha da sert yaşadı bunu, özellikle yardımlar gelmeye başladıktan sonra, dağıtımların yapıldığı noktalara gidip su ve yiyecek isteyemeyen trans kadınlardan ya da çadırlara sokulmayan mülteci ve göçmenlerden sonradan haberimiz oldu mesela. Bu bana Baltimore şehrinin deprem hazırlık planına kent bostanlarını katma sebeplerini düşündürdü, ya da Yeni Zelanda’da 2011’deki büyük Christchurch depreminden sonra belediye destekli bostanlarda sosyal ağlara katılan göçmenleri. Kentte tarım yapılan alanların (tarihi bostanlar, daha yeni topluluk bostanları, teras bostanları vb.) afet sonrasında özellikle de dezavantajlı kesimler için direnç noktaları olabilmeleri adına nasıl koşullar sağlanmalı? Son birkaç senedir afetin ruhsal tahribatına dair çıkan makalelerde kent tarımının hem birleştirici hem de iyileştirici gücüne dikkat çekiliyor. Öte yandan bu anlatılar fazlasıyla toz pembe de olabiliyor kimi zaman. 6 Şubat sonrası tanıklık etmekte olduklarımızı bir daha yaşamamak için su ve yiyecek gibi temel ihtiyaçlar etrafında nasıl politikalar, nasıl afet hazırlık programları üretebiliriz?

Gerçekten de son dönemde kent tarımı üzerine kapsamlı, çokboyutlu ve nüanslı bir literatür oluştu. Konu üzerine çalışan Jennifer Baron, Sofya Aptekar ve Justin Myers gibi araştırmacıların bahsettikleri şu: Kent tarımını sadece yapıldığı alanda neler yaşandığı üzerinden anlamak yetersiz. Herhangi bir kent bostanında gerçekleşen faaliyetlere bakarsak her şey toz pembe görünebilir. Ancak o bostan alanının içerisinde yer aldığı bağlamdaki arazi ve mülkiyet meseleleri, başka bostanlarla olan ilişkisi ve yapısal eşitsizlikler ile ne gibi bir bağ kurduğu ya da kuramadığı gibi meselelere baktığımızda konu çetrefilleşiyor. Misal New York’un Queens bölgesindeki Astoria Mahallesi’nde yer alan bir bostanın kendisine baktığımızda ırkçılıktan çok çekmiş ve/veya yoksullaştırılmış kesimlere açık olduğunu görüyoruz (ki bu adalet arayışı adına elbette olumlu bir durum). Fakat bostanı içeren mahallenin soylulaşma sürecini yaşayan bir yer olduğu gerçeğini göz önünde bulundurduğumuzda ve irdelediğimizde oradaki lüks sitelerin ve emlakçıların web sayfalarında bu bostandan mahalleyi cazibe merkezi kılan seyirlik/turistik bir artı değer olarak bahsedilebildiğini görüyoruz. Nitekim birkaç sene sonra bu mahalleye baktığımızda muhtemelen o bostan orada olmayacak veya barınabilse dahi esas hizmet ettiği kitle değişecek (ki bu gibi dönüşümlerin örnekleri de yakın geçmişte bolca mevcut). 

O hâlde bostanların sağaltıcı imkânları üzerine düşünürken mülkiyetlerinin kimlerin elinde olduğu, civardaki mülkiyet ilişkileri ile nasıl irtibatlandıkları ve kimlerin bu ilişkilerden kâr ettiği gibi soruları gözardı etmemeliyiz. Bu sorular afete doğrudan konuşan örneklerde daha da yakıcı hâle geliyor. Burada Detroit örneği geliyor aklıma. Detroit 20. yüzyılda ABD’nin başlıca sanayi şehirlerinden biri ve otomotiv endüstrisinin merkezi olmasına atfen Motown olarak anılıyorken, 21. yüzyılda derin bir endüstrisizleşme sürecini yaşayarak büyük bir çöküşe uğratıldı. Uğratıldı diyorum, çünkü bu süreçler sermayeci küreselleşmenin yanı sıra ırkçılıkla da biçimlendirildi. Kentin önemli orandaki siyah nüfusu bu süreçlerde hep bir tür tehlike olarak öne sürüldü. Sermayeyi elinde tutan ya da ticari ve endüstriyel ilişkilerde başrolü oynayan beyaz nüfusun kent dışına göçü bu sözde tehlike algısı üzerinden teşvik edildi. 

Bostanların sağaltıcı imkânları üzerine düşünürken mülkiyetlerinin kimlerin elinde olduğu, civardaki mülkiyet ilişkileri ile nasıl irtibatlandıkları ve kimlerin bu ilişkilerden kâr ettiği gibi soruları gözardı etmemeliyiz.

Çok daha yakın geçmişte, yani 2010’ların ikinci yarısında ise bu nüfus çöküntü alanı hâline dönüştürülen kentteki arazilerin ucuzlaması hasebiyle arazi mülkiyetini ele geçirme adına sürece yeniden dahil oldu. Sara Safransky ve Rachael Baker gibi araştırmacılar, Detroit yerel idaresinin 2012 yılında yayımladığı ve endüstrisizleşmenin yıkıcı etkileri kadar iklim değişikliği bağlamında afet hazırlığını da merkezine alan Detroit Future City adlı planın geçtiğimiz on yıldaki etkilerini çalışıyorlar. Plan, Detroit’i Motown’dan Growtown’a, yani kentsel tarımın beşiğine dönüştürme vizyonuna sahip. Fakat araştırmacıların gösterdiği şu ki gayrimenkul piyasası bu vizyonun başrolünde. Örneğin planın yüreklendirdiği ve beyaz bir finansal yatırımcının başını çektiği Hantz Woodlands adlı girişim, Detroit’teki devasa arazileri ekip biçme vaadinde bulunuyor. Fakat aslında yaptığı şey arazi mülkiyetini tekelleştirmek ve dahası endüstrisizleştirmeyle çöküntü alanı hâline getirilmiş Detroit’te piyasada satışa çıkarılmış arazi bolluğunun yol açtığı gayrimenkulün ucuzluğu durumuna bir tür arazi kıtlığı çıkararak müdahalede bulunmak. 

Hantz Woodlands benzeri büyük ölçekli girişimlerin yanı sıra çok daha küçük ölçekli ve mülkiyetçiliği katılımcı bir yöntemle yaygınlaştırmaya çalışan süreçler de Detroit Future City kapsamında teşvik ediliyor. Örneğin blotting (iki cadde arasında kalan kentsel alanlardan, yani block’lardan küçük, fakat lot, yani parsel ölçeğinden büyük arazilere verilen ad olan blot’tan türetilmiş bir fiil) ve Adjacent Lot Program (yani Komşu Parsel Programı) adı verilen mekanizmalar, ev sahiplerinin evlerinin hemen yanındaki atıl arazileri piyasa değerinin altında satın alabilmesini ve imar etmesini mümkün kılıyor. White Picket Fence Program (yani Beyaz Bahçe Çiti programı) adlı mekanizma ise bu yollarla elde edilen arazilerin çitlerle çevrilmesi ve güzelleştirilmesi masraflarına yönelik hediye çekleri sağlıyor mülk sahiplerine.

Oysa Detroit’te endüstrisizleşmenin başladığı ilk yıllardan bu yana bir kentsel tarım geleneği zaten var, dahası bu gelenek tam da yapısal adaletsizliklerden başlıca etkilenmiş siyahlar ve yoksullar gibi topluluklarca hayata geçirilmekte. Örneğin 1980’lerde Gardening Angels adlı siyah ve Güney ABD’den göç etmiş yaşlıca bireylerden oluşan bir grup, uyuşturucu ve suçun yoğun yaşandığı bölgelerdeki atıl arazileri, işe gençleri de dahil edecek şekilde ekip biçmeye başlıyor. Böylece endüstrisizleşme afetini yaşamakta olan ve dahası öteden beri ırkçılık felaketini yaşayan bir halkın torunları olan gençleri polis, mahkemeler ve hapishanelerden oluşan toplumsal tecrit sisteminin dışında bir yaklaşımla sağaltmayı amaçlıyorlar. Bu gelenekten beslenen pratikler de halen sürmekte. D-Town Farms ve Feedom Freedom gibi inisiyatifler, sağlıklı ve adil gıda üretimi ve dağıtımına yönelik bostancılığı, yine başını siyah halklardan gelen bireylerin çektiği biçimlerde sürdürmekte. Bu gibi inisiyatifler araziyi değişim değeri üzerinden değil, kullanım değeri üzerinden değerlendiriyor; dahası söz konusu “kullanım” da ırkçı kapitalizmin baskıladığı kullanımları merkeze alacak şekilde tahayyül ve pratik ediliyor: sadece gıda üretimi değil, aynı zamanda birbirinin iyiliğine ve sağlığına verilen önem, önceki nesillerden gelen bilginin sonrakilere aktarılması, gezegenin türcü perspektiflerce dışlanmış çeşitli unsurlarının da gözetilmesine yönelik kullanımlar gibi. 

Detroit aynı zamanda su meselesini de tartışabileceğimiz bir örnek. Nadia Gaber’ın bluelining olarak kavramsallaştırdığı sorun da Detroit’te son yıllarda yakıcı hâle gelmiş durumda. Bluelining 20. yüzyıl sonunda endüstrisizleşmeye başlayan Detroit gibi kentlerde yaşanan redlining sürecinin güncel bir devamı gibi. Redlining sigorta şirketleri ve ev alım kredisi veren bankalar gibi piyasa aktörlerinin kentlerin belirli bölgelerini krediye veya sigortaya uygun ya da elverişli bulmadıkları durumlara verilen ad. Herhangi bir hükümet regülasyonuna tabi olmayacak şekilde bu kararları alan aktörler, böylece fiilen bazı mahallelerin üstünü kırmızı kalemle çizmiş oluyor. Ne tesadüf ki bu mahallelerin ezici çoğunluğu siyahların ve ırksallaşmış yoksulluktan nasibini almış diğer kesimlerin yaşadığı mahalleler. İşte şimdi Detroit Future City planının sonrasında yaşanan süreçler de, bu kez sel gibi afetlere dair risk tahayyüllerini ön plana çıkararak yine benzer demografisi olan mahalleleri, kredi ve sigorta gibi piyasa mekanizmaları üzerinden bir kez daha marjinalleştirmeye başlamış. 

Söz konusu süreçler merkezlerinde suyun yer alması nedeniyle bluelining, yani mahallelerinin üzerini mavi kalemle çizme olarak anılıyor. Oysa biliniyor ki eğer şu veya bu mahalle su baskınları karşısında en savunmasız mahalleyse, sel tehdidi altındaysa vs. tüm bu sorunlar aslında altyapı hizmetlerinin onlara onyıllardır bilinçli şekilde verilmemiş olmasıyla alakalı. Dahası bugün de su faturası borçları nedeniyle kent yoksulları sudan mahrum bırakılıyor ve bu da yine borular ve diğer altyapı unsurlarında yıkıcı etkilere sebep oluyor. Sonuç olarak yoksulların, siyahların ve toplumsal adaletsizlikten etkilenen diğer kesimlerin evleri mikro-afetlerin yaşandığı yerler hâline geliyorlar. Kanalizasyonları taşıyor, giderleri tıkanıyor, boruları çalışmaz oluyor. Bu mikro-afetlerin birlikte değerlendirildiklerinde ne denli ciddi bir afete tekabül ettiklerini, ABD’nin afet ve acil durum yönetim kuruluşu FEMA’nın 2014’te on bin civarı Detroit konutunun tamirinde kullanılmak üzere açıkladığı 157 milyon dolarlık bütçeden anlayabiliriz. 

Kentte yaşayanların kurduğu ve suya odaklanan örgütlülükler, suyun değerinin ve dahası erişilebilirliğinin sigorta, borç, kredi vb. ırkçı kapitalist mekanizmalarca belirlenmesini dert edinmiş durumdalar. The People’s Water Board Coalition gibi inisiyatifler suyun ırksallaşmış borç ekonomisi kapsamında değerlendirilmesine karşı pratikler geliştiriyorlar. Doğrudan suyu kesilmiş evlerin önünde su yardımı istasyonları kuruyorlar. Suyun adaletli dağıtımına yönelik şişeleme, testileme, soğutma, ısıtma, doldurma, dondurma, yıkama, yemek yapımında kullanma gibi türlü pratikleri kolektif olarak hayata geçiriyorlar. Bu pratiklerin ihtiyacı olanlara mümkün mertebe ulaşabilmesi için We the People of Detroit gibi inisiyatifler iletişim mekanizmaları da icat ediyorlar; dolayısıyla suya dair bilgi üretimi ile paylaşımını da adalet perspektifinden örgütlemeye çabalıyorlar. Adı yine Motown’a gönderme yapan the Flowtown Revue adlı grup ise işin rekreasyonel kısmını da ihmal etmiyor, doğrudan tercüme edersek “mavilikler” anlamına gelen Blues müziğinin mavisiyle suyun mavisi arasındaki tarihsel ilişkiyi ve bunun toplumsal adaletsizlik ile adalete dair ima ettiklerini müzikal pratikler üzerinden irdelemeye devam ediyorlar.  


Devlete bağımlı olmadan, kendi kaynaklarını yaratabilen, kendi direnç mekanizmalarını çalıştırabilen örgütlülükler hayat kurtarıyor. Kent tarımı üzerinden baktığımızda elimizde ne gibi imkânlar mevcut? Ya da hangi imkânlar yeterince kullanılmıyor? İstanbul’un afet hazırlık planına yaklaşımında dikkatimizi çekmek istediğin unsurlar neler olurdu?

Okurların doğrudan ilgisini çekeceğini düşündüğüm İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin 1 Mart’ta lansmanını yaptığı Deprem Seferberlik Planı’nın üzerinde duralım isterim. Bunu yaparken de soruda bahsettiğin “mülki idareye bağlı olmadan kendi kaynaklarını yaratabilmek ve kendi direnç mekanizmalarını çalıştırabilen örgütlülükler”in önemini merkeze almak istiyorum. 

Mekânda Adalet ve Deprem sayısına yazdığım giriş yazısında, depremlerin politikliğine vurgu yapmak önemli olmakla birlikte, bu gibi bir vurgunun liyakat ve bilimsellik gibi görünürde evrensel, ama esasen bağlama has dinamikleri gözardı eden referanslarla yapılıyor olmasının problemli bir yaklaşım olduğunu öneriyorum. Özellikle ana akım muhalefette bu yaklaşımın 6 Şubat depremleri sonrasında tekrar dolaşıma sokulduğunu ne yazık ki görüyoruz. İstanbul Deprem Seferberlik Planı da, tüm kayda değer niteliklerine rağmen, teknolojiyi, işinin ehli olmayı, bilimselliği vurgularken adına dirençlilik dediğimiz meselenin toplumsal ve politik olarak örgütlenmesi gereken ve adaletsizlikten başlıca etkilenen kesimleri odağına oturtması gereken bir mesele olduğunu görmezden geliyor. Adaletsizliğe karşı bir arada durabilmeyi başarabilmiş toplulukların dirençlilik pratikleri planda kendilerine yer bulamadığından, dirençliliğin teknoloji ve bilime içkin bir nitelik olduğu, teknolojik ve bilimsel çözümlerin kendi başlarına ve başka herhangi hiçbir şeye ihtiyaç olmadan tüm sorunların çözümü olabileceği gibi bir varsayım karşımıza çıkıyor. Aslında planda mahalle bazlı örgütlenmenin bir şekilde belediyenin radarına girdiğine dair emareler de mevcut. Kent sakinlerinin afet yönetiminin aktörleri hâline getirilecekleri, afet hazırlığı pratiklerine dahil edilecekleri ima ediliyor, fakat tam da bu meseleye konuşan veya konuşabilecek pratikleri halihazırda geliştirmiş toplulukların sürece dahil edilip edilmeyeceğine ve nasıl dahil edilebileceklerine dair herhangi bir şey söylenmiyor. Dolayısıyla modern liberal dirençlilik paradigmasının bilim ve teknolojiye bağlamdan bağımsız bir dönüştürücülük ve ilericilik atfetmesi eğiliminin bu plana da tesir ettiğini söyleyebiliriz. 

Oysa yapılması gereken ırkçılığa maruz bırakılan kimlikleri etrafında örgütlenerek haklarını arayan, patriyarkanın mağduru olan kesimlerle dayanışan, kentsel dönüşüme direnen ve benzeri örgütlenmelerin başrolünde yer aldığı bir “seferberlik” planıdır. Bazı okurlar şimdi bu meselelerin kent ile, afet ile, tarım ile ne alakası var diyebilir. Fakat 6 Şubat depremleri sonrasında gördük ki, sahadaki en etkili afet sonrası dayanışma pratiklerini hayata geçirenler tam da bu kesimlerdi. Afet hazırlığını son 21 yıllık iktidardan taban tabana zıt bir şekilde yapma iddiasında olan bir yönetimin tam da bu kesimleri muhatap alması gerekiyor. Neoliberal düzenin en sert yaşandığı farklı yerlerde görüyoruz ki, dayanışma hareketleri bir yandan kendi yaralarını her seferinde sarmak için örgütlenirken, öte yandan bu kendi başına bırakılmışlıklarının uzun vadede devletin boşalttığı alanı doldurmak durumunda kaldıklarını ve bu nedenle dolaylı olarak hükümetlerin sorumluluklarından sürekli kaçabilmelerini mümkün kıldıklarını gösteriyor. Eğer hem yöneticilerin görevden kaçmamasını sağlayacaksak hem de tabandan gelen örgütlenmeleri merkeze alacaksak (ki neoliberal paradigmayı aşmak her ikisini de aynı anda yapmayı gerektirmekte) o hâlde İstanbul Deprem Seferberlik Planı gibi bir inisiyatifin feminist, LGBTİ+, Alevi, Kürt, Ermeni haklarının mücadelesini veren, derin yoksulluğu dert edinen, rant ve mülksüzleştirme odaklı kentsel dönüşüme direnen ve benzeri örgütlenmeleri merkeze almasını talep etmeliyiz. 

Afet ve kent tarımı kesişimindeki çalışmaların dikkat çektiği bir başka nokta da, deprem denildiğinde aklımıza ilk gelmeyen çalışmaların sunabileceği katkının gözardı edildiği. Örneğin peyzaj mimarları, tasarlanmış bir alan olmaksızın şehrin her yerine yenilebilir bitkiler ve ağaçlar ekilebileceğini vurguluyorlar. Ya da bostanlık alanlara afet anında hayat kurtaracak altyapı olanakları yerleştirilmesini öneriyorlar; içinde kuru gıda olan depo alanları, güneş panelleri ve jeneratör vesilesiyle elektrik üretme kapasitesi imkanı yahut varsa kuyulardan faydalanma gibi. Disiplinlerarası bir yaklaşımdan afet sürecinde nasıl faydalanabiliriz?

Peyzaj mimarlığından bahsetmen aklıma son on-on beş yılda İngilizce’de lawn olarak adlandırılan ve konutların ön veya arka bahçelerinde genelde çimenlik olarak değerlendirilen alanlar üzerine yapılan tartışmaları getirdi. Jonathan Cane’in Civilizing Grass kitabında bahsettiği gibi, bu alanlar (özellikle de müstakil konutlarda yer buldukları hâlleriyle) 20. yüzyılın ikinci yarısından bu yana sömürgeciliğin “katılımcı” bir toplumsal proje olarak uygulandığı sahalar olageldi. Namus ve saygınlık gibi cinsiyetçilik ve ırkçılıkla belirlenmiş birçok sosyokültürel değer, çekirdek aile ölçeğinde sade vatandaşın da kendi kaderini tayin ediyor gibi hissedeceği biçimlerde, çimenliklerde sürekli yeniden üretiliyorlar. Çimlerin düzenli biçilmesi, ne şekillerde ve kimler tarafından biçildikleri, dahası kimlerin hobi olarak kimlerin ise değersizleştirilmiş emekçiler olarak bu biçme işini üstlendikleri, sonuçta ortaya çıkan alanların tam olarak kimlerin kullanımına ve erişimine ya da ne gibi işlevlere açıldığı gibi meseleler, çimenlik alanlar üzerine yapılan tartışmalarda başrolde.

Ön ve arka bahçelerin toplumsal adaletsizliklerin yeniden üretildiği yerler olmalarının alabildiği şekiller bugün değişebilmekte elbette. İklim değişikliği ve küresel ısınma nedeniyle ana akımlaşan ekolojik hassasiyetler sonucunda örneğin düzenli biçilmiş çim alanlar yerine daha dağınık ve hatta kaotik görünüme sahip, yaban hayatı şehir yaşamının içerisine dahil etmeye çabalar görünen peyzaj tasarımları ile karşılaşıyoruz. Bizim jenerasyonun CNBC-e kanalından bildiği Dawson’s Creek dizisinde Dawson karakterini oynayan James Van Der Beek bugün 1 milyonu aşkın takipçisi olan Instagram hesabından konutunun bahçesiyle ilgili paylaşımlar yapıyor. Bahçeye bakıyoruz, her yerinden otlar fışkırıyor. Yani Jonathan Cane’in eleştirdiği düzenli biçilmiş çimliklere şekilsel anlamda taban tabana zıt. Van Der Beek bir Instagram paylaşımında şöyle diyor: “Evde yaptığımız bir yemek için kişnişe ihtiyacımız oldu. Bir de baktım kişnişimiz kalmamış… Bakın şimdi çıkıyorum bahçemden alıp geliveriyorum. Bu paha biçilmez bir duygu.”

Fakat buradaki konvansiyonel olmayan şekilselliğin bizi yanıltmaması gerekiyor. Konut ön ve arka bahçelerindeki şekilsel değişimlerin meselenin altında yatan yapısal adaletsizlik ve eşitsizlikleri de değiştirmiş gibi algılanmaması önemli. Nitekim Amy Lebowitz ve Dan Trudeau gibi araştırmacıların son dönemdeki çalışmaları, ekolojik hassasiyetlerle ekilen ve kendini yabani hayata (“insan olmayanlara”) açan konut bahçelerinin de sınıfsal, cinsiyetçi ve ırksallaşmış toplumsallıkları nasıl yeniden ürettiklerinden bahsediyor. Konut bahçelerini bu şekilde ekenler, motivasyonları sorulduğunda, ailelerinden kalan mirası çocuklarına aktarmaktan bahsediyorlar ve dolayısıyla heteronormatif ve çekirdek aileyi merkeze alan cinsiyetçi bir toplumsallığı yeniden üretiyorlar. Dahası bahçelerine iliştirdikleri bilgi panoları üzerinden etrafındakileri eğitmeyi amaçlayan ve onlara tepeden bakan bir tür burjuva ahlakını da sergiliyorlar: “İklim değişikliğiyle başa çıkmak için bahçenizi siz de böyle yabani veya insan olmayanlara açacak şekilde değerlendirmelisiniz; öteki türlüsü yanlış, doğru olan bu.” Ek gelire hiç ihtiyaçları olmamasına rağmen burada ürettikleri ürünleri “çiftçi pazarı” (farmer’s market) benzeri yerlerde satıyorlar ve burada da bir tür eko-burjuva sınıfsallığını sergiliyorlar. “Bahçeye izinsiz girmek yasaktır” levhaları ile öteden beri siyahları ve diğer ırksallaşmış kesimleri kriminalize etmek için kullanılmış trespassing (araziye izinsiz giriş) ve loitering (aylak aylak dolaşma) karşıtı kanunların toplumsal otoritesini sağlamlaştırıyorlar.  

Aslında, yine Amy Lebowitz ve Dan Trudeau gibi araştırmacıların gösterdiği üzere, bu yeni konut önü/arkası bahçecilik pratikleri adalet arayışına aracılık edebilecek nüveleri de barındırıyor, her ne kadar bu nüveler söz konusu pratiklerin merkezinde henüz yer almıyor olsalar da. Örneğin, bahçeye izinsiz girenler çocuklar olunca bahçe sahipleri buna müsamaha gösteriyorlar ve hatta çocukları kimi zaman bu anlamda yüreklendiriyorlar bile. Ya da komşular birbirlerinin bahçesindeki ot veya böğürtlenleri izinsiz aldıklarında buna da bazen müsamaha gösterilebiliyor. Lebowitz ve Trudeau işte tam da bu gibi pratiklerin kurumsallaşması gerektiğini savunuyor. Kurumsallaşma derken, yani tam da mülkiyet, ırkçılık ve ataerki karşıtı (çocukların ataerkinin başlıca ötekileri arasında olduğunu hatırlayalım) bu gibi pratiklerin rastlantısal olarak gerçekleşen ve müsamaha gösterilen pratikler olarak değil, ön/arka bahçelerin şu anki problemli hâlinin tezahürleri olan eğitim amaçlı levhalar ve çiftçi pazarları seviyesinde kurumsallaşmış birer pratik olarak bahçelerin merkezine oturtulmaları gerekiyor. Örneğin bahçelerde üretilen meyve ve sebzenin gıda adaleti perspektifinden değerlendirilmesini öneriyor araştırmacılar. Ve yine çocuklara tanınan “araziye izinsiz girme” fırsatının da sağlıklı rekreasyonel mekânlara erişim adaletsizliğinden mağdur olmuş tüm kesimleri içerecek şekilde ve dahası ataerkiyi sorgulatacak pratiklere ev sahipliği yapacak şekilde kurumsallaşması gerektiğini söylüyorlar. Peyzaj mimarlığı ve tasarımının önemi işte tam da burada ön plana çıkıyor. Sadece bir bahçenin tasarımını değil, o tasarım üzerinden ne gibi adaletli veya adaletsiz toplumsallıkların (levha, pazar, vb. gibi tasarlanmış diyebileceğimiz diğer nesne veya mekânlarla da ilişki içerisinde) teşvik edildiğinin üzerinde dikkatle duran bir peyzaj mimarlığı ve tasarımının meseleye dair önerebileceği birçok ufuk var elbette. 

DÖN