Söyleşiyi yapan ve İngilizceden çeviren: Pınar Gerçek

Pınar Gerçek: Kent ölçeğinde sürdürülebilir gıda konusunda çalışıyorsunuz, hatta Barselona Kent Konseyi için bir rehber hazırladınız. Çalışmalarınızda tam olarak nasıl bir sürdürülebilirlikten bahsediyorsunuz?

Ana Moragues Faus: Bu kılavuzdaki sürdürülebilirlik benim için sürdürülebilir gıdanın insanlar, gezegen ve mekânlar için iyi olması ve gelecek nesillerin kendilerini idame ettireceği şekilde besleyebilmesidir. Gıdada sürdürülebilirlik üzerine çalıştığım için daha çok o alana yönelik konuşuyorum. Bence sürdürülebilirlikte önemli olan bu üç unsurun birbirine bağlanması. Yani sürdürülebilirliği tek boyutlu düşünmemek ve gelecek nesilleri de unutmamak gerekiyor. Bu tanımın başlangıcında her şey gelecekle ilgiliydi ve sanırım bir yerlerde bunu unuttuk. Toplumlar ve gelecek nesillerin sağlıklı ve refah içinde yaşamaları, en azından bizimle aynı fırsatlara sahip olmaları için gıda sistemlerini geleceğe hazırlamak istediğimizi unuttuk.

Evet, sürdürülebilirliğin çok tartışmalı tanımları var, o nedenle tanımı doğru belirlemek önemli.

Bence sürdürülebilirlik mutabakata vardığımız konulardan biri, kimse sürdürülebilirlik karşıtı olmaz. Tabii iklim değişikliği inkârcıları var ama genelde çok az insan sürdürülebilirlik karşıtıdır. Bence sürdürülebilirliğin zorlukları pratikte gözleniyor, belirli bir bölgeye uygulayıp bunun etrafında belirli şeyler yapmak istediğimizde ortaya çıkıyor. Barselona’nın büyükşehir bölgesinde gıda ve sürdürülebilirlik hakkında çok ilginç tartışmalar yürütüyoruz ve bazı aktörler ekonomik boyutun diğerlerinden daha önemli olduğunu düşünüyor. Ancak ekonomik anlamda sürdürülebilir bir meslek olarak görülmese de gelecekte çiftçilerin var olmasını sağlayamazsak, tarım açısından başka iyi hiçbir şey gerçekleşemez. Bu elbette iklimsel ve ekolojik anlamda acil durumda olduğumuzu, dünyanın yandığını söyleyen diğerleriyle karşılaştırıldığında tartışmalı bir konum. Dolayısıyla üretim uygulamalarını değiştirmeden sadece çiftçinin hayatta kalması hakkında da konuşamayız. Bu büyük dünyayı paylaşmada hepimizin birlikte olduğu kısım bu, uygulamalar çok politik ve yer temelli hâle geliyor. Bu da ödünleşimlerin (trade-off) üzerinden gitmemiz ve geçişleri gerçekleştirecek olanları desteklememiz anlamına gelir. Hepimizin bir şekilde değişmesi gerekiyor.

Gıda politikaları genelde ulusal düzeyde geliştirilir, ancak son zamanlarda sürdürülebilir bir gıda sistemi yaratabilmek için gittikçe daha çok kent kendi gıda strateji belgelerini hazırlıyor. Burada kentlerin rolü nedir? Ulusa önderlik mi ediyorlar, yoksa bu eğilimin daha çok ulusal sınırlamalardan kaçmak ve ulus ötesi çözümler aramakla mı ilgisi var?

Söylediğin gibi şehirler son on yılda gıda politikası oluşturma açısından öncü oldular, çünkü gıdayı sistemli bir şekilde ele aldılar. Gıda sisteminin etkilediği sosyal, ekolojik, ekonomik, sağlık gibi farklı boyutların arasında ilişkiler kurdular. Aynı zamanda gıda zincirinin üretimden tüketime farklı aşamalarını da katmaya çalışarak öncü oldular. Gıda esasen ulusal politikaların kapsamındadır, ancak burada bütünleşik bir yaklaşım yoktur. Ulusal gıda politikası veya gıda stratejisi olan çok az ülke var, Kanada bunlardan biri. Avrupa’da ise tarım politikası var ama gıda politikası yok. Sağlık, çevre, tarım, kırsal kalkınma politikaları var, ama hiçbir şekilde bağlantılı değiller. İşler değişiyor gibi görünüyor, ancak yavaş yavaş. 

Şehrin rolü bu yenilikleri geliştirmeye çalışmak ve gıda üzerinden tüm bu farklı konuları birbirine bağlamak oldu. Şehirler özelliklerine ve koşullara bağlı olarak bunu farklı şekillerde yaptılar. Örneğin Toronto, halk sağlığı sorunlarıyla göbek bağı olan gıdayı politikanın merkezine koyma konusunda öncü olmuştur. Diğer yandan bunu daha çok tarımla, rejenerasyonla veya Milano örneğinde olduğu gibi gıda israfıyla; yere, duruma, güçlü ya da zayıf yönlerin neler olduğuna bağlı olarak gıdayı farklı unsurlarla ilişkilendiren çeşitli şehir politikaları da var. 

Şehirler birçok şey yapabilir, ancak sınırlanmalarından ötürü her şeyi yapamazlar. Çoğu durumda ilk sınırlama, gıdanın üretildiği yerdir. Şehirlerde neredeyse hiç üreticimiz olmadığında, kentsel gıda politikalarını geliştirirken üreticileri nasıl entegre edeceğiz? Bazı şehirlerde üreticiler var elbette, ama çok az. Şehirler başka yerlerle kurdukları ilişkilere, yetkilerine ve gücüne göre hükümetin farklı seviyelerine bağlıdır. Tüm bu hareketler başladığında şehirlerin söylediği şeylerden biri gıda politikası konusunda ulusal düzeyde hiçbir şey olmadığı için bunu yaptıklarıydı. Doldurulması gereken bir boşluk vardı, gıdayla ilgili bir şeyler yapılması gerekiyordu ve yaptılar. Vatandaşlarına daha yakın olan idare onlardı ve gıdanın eşitsizlik, sağlık, çevre, planlama ile ilişkisine dair ele alınması gereken çok önemli konular vardı. Şehirlerin bunu neden yaptığına dair bağlamın önemli bir parçası bu. Şehirleri farklı seviyelerde birbirine bağlayan hareketler var. Örneğin ulusal düzeyde Birleşik Krallık, Fransa, İspanya, Hollanda veya Amerika Birleşik Devletleri’ndeki gibi ulusal şehir ağları mevcut. Ama aynı zamanda uluslararası bağlantıların olduğu, şehirlerin seslerini uluslararası alanlarda öne çıkarabildikleri Birleşmiş Milletler gibi bağlantılar da var. Bu politika ve stratejileri geliştirmeye ve gıda konusunda değişik yerlerde fark yaratmaya çalışan şehirlerin büyüyen hareketleri var.

Kent gıda strateji belgeleri eşitsizlik ve iklim krizinin etkilerini nasıl ele alabilir? 

Şehirler küresel olarak nüfusun çoğunun yaşadığı yerler; Avrupa benzeri kıtalarda olduğu gibi şehirlerde yaşayanların nüfusu yüzde 70’e varacak. Dolayısıyla şehirlerin tüketimi, yeme şeklimizi ve ne yediğimizi değiştirme kapasiteleri mevcuttur. Çevre sorunlarının ve iklim değişikliğinin etkilerinin önemli bölümünün ne tür gıda tükettiğimizle ilgili olduğunu biliyoruz. Küresel Kuzey’deki en büyük meselelerden biri et tüketimi. Beslenme şeklimizi et tüketimi konusunda gezegenin sağlığıyla uyumlu hâle getirmek, işlenmiş gıdalardan ziyade mevsimlik, taze meyve-sebze ve bakliyat tüketmek bunun yapılabilmesinin yollarından biri. 

Şehirler bunu nasıl yapabilir? Mesela yürürken fast food restoranlarını, şekerli içecek reklamlarını ve otobüste, metroda, işe giderken alabileceğiniz yiyecekleri görürsünüz. Fast food alanları yerine taze meyve-sebze almaya teşvik edebilir; aynı zamanda okullarda, hastanelerde, yemekhanelerde vesaire daha iyi beslenme için kamu alımlarını bir araç olarak kullanabiliriz. Ayrıca şehirler türlü kültürel tartışmanın üretildiği yerler, dolayısıyla insanların ihtiyacına karşılık gelen, cezbedici yenilikler üretme kapasiteleri, kültürel söylemleri değiştirme güçleri var. Yerel gıdalar ve çevre açısından daha sürdürülebilir yollarla üretilen organik gıdaları teşvik edici politika ve tasarımlar uygulanabilir. Arabayla alışveriş merkezine gidip alışveriş yapılacak şehirler yaratmak yerine insanların yürüyerek, bisikletle veya toplu taşıma ile yaşadığı yerin ürünlerini tüketmesi sağlanabilir. Yani şehirlerin yapabileceği çok şey var.

Yayımlanan gıda strateji belgeleri arasında beğendiğiniz, beğenmediğiniz veya eksik gördüğünüz unsurlar neler? 

Bence bu stratejilerde değerli olan şeylerden biri, çoğunun katılımcı bir şekilde geliştirilmiş olmasıdır. Dolayısıyla strateji belgeleri de çok çeşitli. Hazırlık sürecinde sorunların ve zorlukların neler olduğunu anlamak, kolektif hedefler bulup bulamayacağımızı görmek ve engellerin üstesinden gelmek için şehirden farklı aktörleri dahil etmeye çalışıyorlar. Bence daha azimle üstüne gidilmesi gereken unsurlardan biri iklim krizi. Çok ciddi eşitsizlikler var. Kolay hedeflere, önlemlere yaslanamayız. Örneğin herkesin Paris İklim Anlaşması’nın hedeflerine ulaşmak için daha fazla çabalaması gerekiyor. Birlikte çalışacaksak daha hızlı ve daha cesur olmamız gerekecek. Strateji belgelerinin hepsi çok ilham verici, yere özel ve farklı meseleleri bir araya getiriyorlar. Ancak bence en önemli kalem uygulama ve bunun için kaynaklara ihtiyacımız var. Uygulamaları denetlememiz, bunun kamu sektörünün veya belediye meclisinin sadece kaynağını sağladığı bir iş olmadığından ve politikanın orada olduğundan emin olmamız gerekiyor. Gıda politikalarına ayrılan bütçe birçok şehirde gülünçtür. Ama şehirlerde bu vizyonun bizim stratejimiz ve gerçekliğimizde çalışabilmesi için uğraşan başka aktörler de var. Her şey uygulamak, kaynaklarla buna destek olmak ve gidişata göre uyum sağlayabilmekle ilgili.

Bristol, Malmö, Madrid gibi çok sayıda kentin icraatları üzerine çalıştınız. Adil ve katılımcı kent gıda sistemi oluşturulmasına yönelik atılan adımlara dair yenilikçi ve cesur birkaç örnekten bahsedebilir misiniz?

Her şehrin bir tarihi var ve nasıl insanların yaşadığı, inanç veya kültürlerinin ne olduğu, ne tür eşitsizliklerin bulunduğuna dair kendilerine has dinamikleri var. Mesela Bristol çok hareketli ve canlı bir şehir. Uzun yıllardır çevre meselelerinde örgütlenmiş çok canlı bir sivil toplumu ve bir kapasitesi var. Bristol belediye meclisi de ilgili, ancak pek çok faaliyet onların bir şey yapması beklenmeden gerçekleştiriliyor. Örneğin şehir genelinde bağımsız gıda işletmeleri ağı oluşturmak için bir araya gelen ya da muntazam bir kentsel tarım topluluğu yaratan, açık ve vatandaşların katılımı için pek çok alan açan kuruluşlarla haricen gerçekleşiyor. 

Bristol’ün aksine Malmö, belediye meclisinin çok aktif olduğu bir şehir, İskandinav ülkelerinden gelen güçlü devlet arka planı ve bir pilot uygulaması mevcut. Sorumlulukları ve yapılması gerekenler konusunda netler. Örneğin okul yemekleri herkes için tamamen ücretsiz, devlet vatandaşların vergileriyle ödüyor. Vatandaşları bir şeyler yapmaya teşvik eden, çok fazla girişime öncülük eden belediye meclisleri var. 

İşin adalet boyutunu vurgulayan ve gıda politikasını sosyal adalet ile bütünleştirerek meseleyi ele alan şehirlerden biri New York. Gıdanın sosyal boyutuna bakmadan gıda güvencesizliği veya gıda konusundaki kırılganlıkları ele alabileceğimizi düşünebilir miyiz? New York’un bu iki politikanın nasıl bir araya getirildiğini görmek için çok ilginç bir yer olduğunu düşünüyorum. Sosyal politikaları katmadan eşitsizlikleri hedefleyen bir kentsel gıda politikası üretilemez.

Gıda ve Tarım Örgütü, Birleşmiş Milletler gibi kuruluşlar özellikle pandemi döneminde kentsel tarıma ağırlık verdiler. Bu toplantılardan anlamlı sonuçlar ve eylem planları çıktığını düşünüyor musunuz? Bu tür toplantıların anlamlı olması için hangi koşullar sağlanmalı?

Farklı seviyelerde pek çok gayret olduğu ve birçok ulusu bir araya getirdiği için Birleşmiş Milletler’in önemli bir alan olduğunu düşünüyorum. BM sistemleri aracılığıyla inşa edilmiş çok şey var. Bu alanları katılımcı, adil, insan haklarını temsil eder hâle getirmek için burada çalışmaya devam etmek her zaman önemli. Kent tarımı şehirler için farklı anlamlar taşıyor. Bazı yerlerde üretilen gıda miktarı şehirlileri doyurmada önemli bir rol oynarken, bazı yerlerde kentsel tarım toplulukları oluşturmak, insanları birbirlerine, doğaya ve gıdaya yeniden bağlamak işlevini görüyor. Senin de sorduğun, anlamlı planlar yapılıyor mu sorusunu tartışmak açısından bu tür toplantılara her zaman ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum, çünkü farklı ölçekleri bir araya getirebiliyor. Küresel ölçekte bir politikayı uygulamak zordur, ancak yereldeki özneler ve karar verici mekanizmalar sürece entegre edilmişse anlamlı bir etki yaratır. Bunun karmaşık bir süreç olduğunu, sadece BM sistemlerinde değil, aynı zamanda sahada çalışanların temsilcilerinin olduğu alanlarda da çalışarak dahil olmak gerektiğini düşünüyorum. Bence anlamlı bir değişime bu yolla gidebiliriz. Bu alanlar doğru aktörler ve kaynaklar yardımıyla işlerin ölçeğini hızlıca büyütme fırsatı sunabilir.

Makalelerinizden birisi kentteki gıda politikalarının ortak yapımı ve yeni yönetişim alanlarına dair. Kentlerde demokratik katılım nasıl sağlanabilir? Bu durum şehrin sömürdüğü kırsal bölgelerle olan ilişkisini nasıl etkiler?

Ortak yapım sadece birlikte bir şeyler geliştirme süreci değildir, aynı zamanda farklı aktörlerin birbirlerinin konumlarını, ilgi alanlarını, taleplerini anlaması; bakış açılarını, olayları görüp analiz etme şeklini değiştirme ve yeni bir şey yaratma sürecidir. Ortak yapım zor bir süreç ve tanıdığım birçok aktör çoğunlukla bu becerilerin daha yaygın olduğu sivil toplum kuruluşlarından geliyor. Ancak yönetimdeki birçok kamu personeli daha yatay bir çalışma şekli olan, sürecin kendi güç dinamiklerini düşünmeyi de içeren bu çalışma şeklini daha evvel tecrübe etmemiş. Ama birçok kentsel gıda stratejisi katılımcı bir süreçle geliştiriliyor. 

Kent konseyleri tek başına kentin gıda sistemini değiştiremez. Valencia, Cordoba, Madrid vakalarını analiz ettiğimiz makalede gördüğümüz şeylerden biri, bu ortak yapım sürecinde bazen sadece belediye meclisini nasıl sürdürülebilir bir aktör olarak düşündüğümüzdü. Kent konseyi içinde de çok geniş bir insan ve güç çeşitliliğine sahibiz. Farklı türden kamu personelleri var, değişikliklerden motive olan ve olmayan veya bu konuda eğitimsiz insanlar var. Bu alanlarda, aynı konsey içinde veya farklı departmanlarda yaşanan gerginliklerde insanları doğru yöne yönlendiren politikacılar diyebileceğiniz kişiler de var, dışarıdan danışmanlık yapan insanlar da. Yani, belediye meclisi içinde de çeşitlilik var ve belediye meclisinin gıda politikası konusunda ne yapmak istediklerine dair belli bakış açısına sahip olduğunu varsaymak yanlış. İşler bundan çok daha karmaşık ve kendi içlerinde de müzakere etmeleri gerekiyor. 

Demokratik katılımın nasıl sağlanacağı konusunda ise, bazen sadece insanları harmanlayarak katılımcı veya demokratik olunabileceğini düşünüyoruz, ama çoğumuzun bu süreçlerdeyken gördüğü üzere bu pek doğru değil. Kimin neden orada olduğunu düşünmemiz gerekiyor. Bir süpermarket birliği yerine gıda hakkı üzerine çalışan sivil toplum örgütü temsilcisi var mı? Bu alanda aynı sese mi sahipler? Değillerse bununla nasıl başa çıkacağız? Bunlar da demokrasinin bir parçasıdır. Herkesin eşit oy hakkı var, ama biliyoruz ki dünyamız böyle çalışmıyor, güç farklı şekillerde işliyor ve gıda sistemi çok tekelleşmiş hâlde. Bazı katılımcı diye anılan süreçler gıda sisteminin arkasında hangi güç dinamikleri olduğunu gizler. 

İlaveten, strateji geliştirirken sahip olduğumuz değerler nelerdir? Bu değerler eşitlik, çevre bütünlüğü ve örneğin yiyecek veya irade hakkını içerir mi? Şirketiniz için ekonomik faydalar sağlamak kadar önemli midir? Geçen yıl bu konuda çok fazla konuşuldu çünkü çok paydaşlığın doğası gereği iyi bir şey olduğu, gerilimler yaratabileceği, gıda sistemindeki eşitsizlikleri gözden geçirmemize yardımcı olacak somut sonuçlar yaratabileceği fikri var, ancak bu en güçlü aktörlerde güçlerine sarılmaya, yerleşik sorunları sağlamlaştırmaya sebep olabilir.

Kır ve kentin bağının dönüştürücü olacak biçimde kurulması için kent gıda stratejileri ışığında nelere dikkat etmemiz gerekir? Gıda strateji belgeleri şehre ve çevremize bağlanmanın yeni yollarını önerebilir mi?

Şehir kendi arka bahçesinde olanlara bakmalı diye düşünüyorum. Teknoloji, küreselleşme, kapitalizmin gelişmesi gibi nedenlerle şehirleri hinterlandlarından kopardığımızı, arka bahçemize bağımlılık düzeyinin çok düştüğünü ve küresel pazarlara bel bağladığımızı biliyoruz. Birleşik Krallık gibi yerler bunu çok iyi biliyorlar çünkü bu imparatorluğu gıda etrafında yarattılar ve ticaret bunun önemli bir parçasıydı. Ancak çevre boyutu, yerel kalkınma, dayanıklılık, kültürümüzü yaşatmak ve şehrin etkilerinin ne olduğunu anlamak açısından topraklarımızla yeniden bağ kurmanın öneminin farkındayız. 

Şehir çok fazla atık, çevresel ve sosyoekonomik etki yaratıyor. Daha döngüsel ekonomiler ve refah değişim döngüsü diyebileceğimiz şeyler yaratmak için kırsalla yeniden bağlantı kurması çok önemli. Bence kilit soru şu: Pek çok şehir kendi ekosistemleriyle orantısız bir şekilde büyüdüğünden kendilerini beslemek için küresel gıda sistemine bağımlı, peki şimdi ne yapabiliriz? Bence bölgesel boyutta stratejiler ve basitlik karışımına ihtiyacımız var. Örneğin Barselona’da sınırlı boyutta da olsa sağlıklı gıda üretme ve üretim ortamımızı değiştirme kapasitemiz var. Endonezya gibi yerlerde ise daha fazla yerel gıda üretmek için ormanların kesilmesini istemeyiz, çünkü yağmur ormanları küresel anlamda hepimiz için önemli. Dolayısıyla Endonezya’yı biz beslemeliyiz. Yerel alanımız ve üretim kapasitemizle neler yapabileceğimizle ilgili “glokal” (küyerel) boyutu anlamamız, onu şehre ve tedarik mekanizmasına yeniden bağlamamız, pazarlar ve küçük tüccarları korurken onları yerel çiftçilere bağlamak gibi doğru altyapıları üretmemiz gerekiyor. 

Sahadakiler, toprağı işleyenler bu belgeler, politikalar ve uygulamalar hakkında ne düşünüyor? Bunun ne kadarı aşağıdan yukarıya ve ne kadarı teorik dayatma? Bu bağlamda ne tür gerilim noktaları var?

Bu süreçlerin birçoğunun katılımcı olduğunu düşünüyorum; insanların katılımına, belgeler hakkında yorum yapmasına, fikirlerini söylemesine açık olunuyor. Bence bazı gruplar daha hızlı biçimde dönüştürücü ve radikal bir değişim istedikleri için dahil olmak istiyor ama sürece katılan bazı insanlarla aynı fikirde olmayabiliyorlar. Kendilerini bu süreçlerin dışında tutabiliyorlar. Daha cesur ve radikal olmak bence meşru bir siyasi strateji. Ama teorik bir dayatma olacağını düşünmüyorum, bunlar birlikte inşa edilmeye çalışılıyor. Hepsiyle paylaşılan bazı boyutlar ve unsurlar var, çünkü sistemin tüm elemanlarına bakmaya çalışılıyor. Bence şehirlerin ne yaptıkları ve nasıl yaptıkları konusunda başka yerlerden ilham alınması ve oradan da fikir çıkarmaya çalışılması iyi. Böylece bu bilgilerin çoğu dolaşımda, hep sıfır noktasından başlanmıyor. 

Birçok ülkede çiftçiler toplumlarımızın kırılgan parçası, siyasi temsiliyetleri düşük ve onların bu kentsel gıda stratejilerine dahil edilme çabası var. Çiftçilerin yapacak çok işi olduğundan, bazen bu çaba yeterli olmayabiliyor, bu yüzden politika sürecine katılmak her zaman kolay değil. Ama bence en önemli kısım uygulamada, topraktaki değişiklikler neler, çiftçiler nasıl destekleniyor? 

Tarım topluluğu içinde büyük, küçük, geleneksel, agroekolojik üretim yapan çiftçiler ve dolayısıyla etkileşim biçimleri ve ne aradıkları açısından çeşitlilik var. Önceden de söylediğim gibi çoğu durumda çiftçilerin hayatta kalmasına öncelik veriliyor, bu da bazen çevre hareketleri ile hayatta kalmaya odaklanan geleneksel çiftçiler arasında gerilimlere neden olabiliyor. Bir başka gerilim de değişimi anlamanın farklı yolları olduğu üzerinden doğuyor. Bu, gıda sisteminin vizyonu ve gıda sistemini bir iş biçimi olarak kullanan insanlarla, gıdayı bir kamu malı veya hakkı olarak düşünenleri nasıl bir araya getirebileceğimiz açısından başka bir gerilimdir. 

Günümüzdeki en büyük gerilimlerden biri de beslenme tarzı ve etle ilgili. Bu, İspanya gibi et tüketiminin yüksek olduğu ülkelerde ciddi bir sorun. Et tüketiminin arkasında büyük bir endüstri var, bu da dönüşümü nasıl yapacağımızın gerilim hatlarından birini oluşturuyor. Hayal kırıklığı yaratan durumlardan biri, siyasi partiler tarafından bazen kutuplaştırıcı bir tartışma olarak kullanılması; kırsal et üreticilerine karşı kentsel seçkinler ve çevreciler gibi bir çatışma hâline getirilmesidir. Dolayısıyla bence ortak çözümler ararken siyasetin çatışmasını gıda söylemleri ve kavramları etrafında kurgulamasına engel olmak lazım.

Bu gıda stratejisi planları insan dışı yaşamla ne kadar ilgileniyorlar? Hayata sadece faydalı olduğu ölçüde değer veren insan merkezli bir bakış açısına mı hapsolduk?

Bence insan dışı yaşamla bağlantıları gerçekten çok kötü. Örneğin hayvan refahı hakkında çok az strateji var, ki ilk olarak düşünmemiz gereken şeylerden biri bu. Ancak yerel gıda, yerel kalkınma ve dirençli olma konusunda bir canlanma var. Bence pandemi yerel bağlantılarımızı, yerlerin önemi konusundaki görüşümüzü değiştirdi.

Nerede nasıl yaşadığımız, birbirimizi nasıl desteklediğimiz konularında biraz daha içe dönmemizi sağladı. ABD, İngiltere, Küresel Güney’deki ülkeler ve birçok yerde eşitlik çok merkezi bir konu. Ancak Avrupa’da hâlâ gıda konusunda çok büyük bir eşitsizlik sorunu olduğunu kabul etmekte zorlanıyoruz ve bunun kabulü üzerinde çalışıyoruz. İnsanları doğru beslemediğimizi ve insanların gıdaya erişemediğini kabul etmek bence Avrupa’nın hazmedemediği bir şey. Dolayısıyla bu stratejilerde gıda kıtlığı veya şehirlerde gıda güvencesizliği yaşamanın nasıl bir şey olduğu gibi gerçek insan deneyimlerini merkeze koyma eksikliği var. Ama insan ötesi yaşamlar neredeyse hiç yok. Bence çok az yerde, daha önce de söylediğim gibi, ilk katman olması gereken hayvan refahından bahsediliyor. Et hakkındaki tartışmalar çevre-ekonomi-sağlık üçlüsünden ibaret. Bunun etik yönlerini ortaya koyan çalışmalar çok nadir. İnsanlar bunu öne çıkarmak konusunda daha temkinli davranıyorlar. Politika çevrelerinde, örneğin BM görüşmelerinde bunun yer almadığı doğru. Hayvanları tüketmenin etiği hakkında konuşma, bunun tartışmaların içine girmesi şu anda bu dünyanın dışında. Daha epey yolumuz var. 

Bence bu durum akademide de böyle. Hayvan refahını iklim değişikliği veya çevre sorunlarıyla beraber inceleyen pek fazla makaleye rastlamadım.

Gıda politikası değişikliğine yön vermeye çalışan büyük makalelerin çevre ve sağlık boyutuna odaklandığını düşünüyorum, ancak etikten bahsetmiyorlar. İngiltere’de insan-ötesi hayatla uğraşan çok insan var, bu konu üzerine konuşup araştıran bir hayvan coğrafyası grubu var. Ancak politika çevrelerinde, örneğin BM görüşmelerinde bunun yer almadığı doğru. Hayvanları tüketmenin etiği hakkında konuşma fikri şu anda bu dünyanın dışında. Daha epey yolumuz var. Geçen gün Barselona’da gıda stratejisi, et tüketimi ve etik boyutları hakkında konuşmak için bir sohbet düzenlemekten bahsediyorduk. Örneğin, büyük çiftçileri ve kasapları insanlarla buluştursak, hayvanları tüketmememiz gereken bir etik bakış açısıyla böyle bir buluşmadan ne elde ederiz? Toplum olarak bu konuları nasıl konuşup ilerlemeye çalışabileceğimize cevap vermek zor. 

Rehberinize dayanarak kentlerde gıda stratejisi oluşturulması konusunda önümüzdeki yıllarda cevaplandırılması gereken bazı anahtar sorular sizce nedir?

Bence en önemlisi sağlıklı ve refah içinde bir yaşam için gezegeni yok etmeyecek şekilde iyi gıdaya erişebilmek. Eğer yoksulsanız, kendi sağlığınıza ve gezegenin sağlığına zarar vermek zorunda değilsiniz. Kendinizi iyi hissetme ve düzgün bir yaşam sürme seçenekleriniz olabilir. Benim için ilk soru bunu nasıl yapacağız? Şehrinizde gıda hakkını nasıl garanti altına alacaksınız? Bu bir insan hakkıdır ve garanti altına alınması gerekir. İkincisi çok farklı gruplardan gelen ihtiyaç ve talepleri nasıl bütünleştirdiğimiz. Hepimizin aynı olduğu fikrinin doğru olmadığını, nasıl hayatlarınız olduğuna göre istek ve ihtiyaçların değiştiğini biliyoruz. Bekâr anneyseniz, yaşlı biriyseniz veya büyük bir aileyseniz farklı gereksinimleriniz olacaktır. Peki insanların ihtiyaçlarının karşılandığı bir sistemi nasıl geliştirebilir ve onları bu farklı ihtiyaçların duyulup dikkate alınabilmesi için süreçlere nasıl entegre edebiliriz? Üçüncüsü bu değişikliklerden bazılarını uygulamak için kaynakların ayrılması. Bence bu kilit noktalardan biri. Kaynaklar belirli projeler, finansmanlar, altyapı, girişimler açısından değil; aynı zamanda bu iletişimi oluşturmak ve farklı aktörler arasındaki sinerjiyi sürdürmek açısından da önemli. Dolayısıyla bağlantılar, sosyal düzeyde yenilik yaratma ve değişimleri uygulamak için elzem olan bu tür ortak yapım faaliyetlerini destekleme açısından yumuşak altyapılara ihtiyacımız var.

Söyleşiyi yapan ve İngilizceden çeviren: Pınar Gerçek

Pınar Gerçek: Kent ölçeğinde sürdürülebilir gıda konusunda çalışıyorsunuz, hatta Barselona Kent Konseyi için bir rehber hazırladınız. Çalışmalarınızda tam olarak nasıl bir sürdürülebilirlikten bahsediyorsunuz?

Ana Moragues Faus: Bu kılavuzdaki sürdürülebilirlik benim için sürdürülebilir gıdanın insanlar, gezegen ve mekânlar için iyi olması ve gelecek nesillerin kendilerini idame ettireceği şekilde besleyebilmesidir. Gıdada sürdürülebilirlik üzerine çalıştığım için daha çok o alana yönelik konuşuyorum. Bence sürdürülebilirlikte önemli olan bu üç unsurun birbirine bağlanması. Yani sürdürülebilirliği tek boyutlu düşünmemek ve gelecek nesilleri de unutmamak gerekiyor. Bu tanımın başlangıcında her şey gelecekle ilgiliydi ve sanırım bir yerlerde bunu unuttuk. Toplumlar ve gelecek nesillerin sağlıklı ve refah içinde yaşamaları, en azından bizimle aynı fırsatlara sahip olmaları için gıda sistemlerini geleceğe hazırlamak istediğimizi unuttuk.

Evet, sürdürülebilirliğin çok tartışmalı tanımları var, o nedenle tanımı doğru belirlemek önemli.

Bence sürdürülebilirlik mutabakata vardığımız konulardan biri, kimse sürdürülebilirlik karşıtı olmaz. Tabii iklim değişikliği inkârcıları var ama genelde çok az insan sürdürülebilirlik karşıtıdır. Bence sürdürülebilirliğin zorlukları pratikte gözleniyor, belirli bir bölgeye uygulayıp bunun etrafında belirli şeyler yapmak istediğimizde ortaya çıkıyor. Barselona’nın büyükşehir bölgesinde gıda ve sürdürülebilirlik hakkında çok ilginç tartışmalar yürütüyoruz ve bazı aktörler ekonomik boyutun diğerlerinden daha önemli olduğunu düşünüyor. Ancak ekonomik anlamda sürdürülebilir bir meslek olarak görülmese de gelecekte çiftçilerin var olmasını sağlayamazsak, tarım açısından başka iyi hiçbir şey gerçekleşemez. Bu elbette iklimsel ve ekolojik anlamda acil durumda olduğumuzu, dünyanın yandığını söyleyen diğerleriyle karşılaştırıldığında tartışmalı bir konum. Dolayısıyla üretim uygulamalarını değiştirmeden sadece çiftçinin hayatta kalması hakkında da konuşamayız. Bu büyük dünyayı paylaşmada hepimizin birlikte olduğu kısım bu, uygulamalar çok politik ve yer temelli hâle geliyor. Bu da ödünleşimlerin (trade-off) üzerinden gitmemiz ve geçişleri gerçekleştirecek olanları desteklememiz anlamına gelir. Hepimizin bir şekilde değişmesi gerekiyor.

Gıda politikaları genelde ulusal düzeyde geliştirilir, ancak son zamanlarda sürdürülebilir bir gıda sistemi yaratabilmek için gittikçe daha çok kent kendi gıda strateji belgelerini hazırlıyor. Burada kentlerin rolü nedir? Ulusa önderlik mi ediyorlar, yoksa bu eğilimin daha çok ulusal sınırlamalardan kaçmak ve ulus ötesi çözümler aramakla mı ilgisi var?

Söylediğin gibi şehirler son on yılda gıda politikası oluşturma açısından öncü oldular, çünkü gıdayı sistemli bir şekilde ele aldılar. Gıda sisteminin etkilediği sosyal, ekolojik, ekonomik, sağlık gibi farklı boyutların arasında ilişkiler kurdular. Aynı zamanda gıda zincirinin üretimden tüketime farklı aşamalarını da katmaya çalışarak öncü oldular. Gıda esasen ulusal politikaların kapsamındadır, ancak burada bütünleşik bir yaklaşım yoktur. Ulusal gıda politikası veya gıda stratejisi olan çok az ülke var, Kanada bunlardan biri. Avrupa’da ise tarım politikası var ama gıda politikası yok. Sağlık, çevre, tarım, kırsal kalkınma politikaları var, ama hiçbir şekilde bağlantılı değiller. İşler değişiyor gibi görünüyor, ancak yavaş yavaş. 

Şehrin rolü bu yenilikleri geliştirmeye çalışmak ve gıda üzerinden tüm bu farklı konuları birbirine bağlamak oldu. Şehirler özelliklerine ve koşullara bağlı olarak bunu farklı şekillerde yaptılar. Örneğin Toronto, halk sağlığı sorunlarıyla göbek bağı olan gıdayı politikanın merkezine koyma konusunda öncü olmuştur. Diğer yandan bunu daha çok tarımla, rejenerasyonla veya Milano örneğinde olduğu gibi gıda israfıyla; yere, duruma, güçlü ya da zayıf yönlerin neler olduğuna bağlı olarak gıdayı farklı unsurlarla ilişkilendiren çeşitli şehir politikaları da var. 

Şehirler birçok şey yapabilir, ancak sınırlanmalarından ötürü her şeyi yapamazlar. Çoğu durumda ilk sınırlama, gıdanın üretildiği yerdir. Şehirlerde neredeyse hiç üreticimiz olmadığında, kentsel gıda politikalarını geliştirirken üreticileri nasıl entegre edeceğiz? Bazı şehirlerde üreticiler var elbette, ama çok az. Şehirler başka yerlerle kurdukları ilişkilere, yetkilerine ve gücüne göre hükümetin farklı seviyelerine bağlıdır. Tüm bu hareketler başladığında şehirlerin söylediği şeylerden biri gıda politikası konusunda ulusal düzeyde hiçbir şey olmadığı için bunu yaptıklarıydı. Doldurulması gereken bir boşluk vardı, gıdayla ilgili bir şeyler yapılması gerekiyordu ve yaptılar. Vatandaşlarına daha yakın olan idare onlardı ve gıdanın eşitsizlik, sağlık, çevre, planlama ile ilişkisine dair ele alınması gereken çok önemli konular vardı. Şehirlerin bunu neden yaptığına dair bağlamın önemli bir parçası bu. Şehirleri farklı seviyelerde birbirine bağlayan hareketler var. Örneğin ulusal düzeyde Birleşik Krallık, Fransa, İspanya, Hollanda veya Amerika Birleşik Devletleri’ndeki gibi ulusal şehir ağları mevcut. Ama aynı zamanda uluslararası bağlantıların olduğu, şehirlerin seslerini uluslararası alanlarda öne çıkarabildikleri Birleşmiş Milletler gibi bağlantılar da var. Bu politika ve stratejileri geliştirmeye ve gıda konusunda değişik yerlerde fark yaratmaya çalışan şehirlerin büyüyen hareketleri var.

Kent gıda strateji belgeleri eşitsizlik ve iklim krizinin etkilerini nasıl ele alabilir? 

Şehirler küresel olarak nüfusun çoğunun yaşadığı yerler; Avrupa benzeri kıtalarda olduğu gibi şehirlerde yaşayanların nüfusu yüzde 70’e varacak. Dolayısıyla şehirlerin tüketimi, yeme şeklimizi ve ne yediğimizi değiştirme kapasiteleri mevcuttur. Çevre sorunlarının ve iklim değişikliğinin etkilerinin önemli bölümünün ne tür gıda tükettiğimizle ilgili olduğunu biliyoruz. Küresel Kuzey’deki en büyük meselelerden biri et tüketimi. Beslenme şeklimizi et tüketimi konusunda gezegenin sağlığıyla uyumlu hâle getirmek, işlenmiş gıdalardan ziyade mevsimlik, taze meyve-sebze ve bakliyat tüketmek bunun yapılabilmesinin yollarından biri. 

Şehirler bunu nasıl yapabilir? Mesela yürürken fast food restoranlarını, şekerli içecek reklamlarını ve otobüste, metroda, işe giderken alabileceğiniz yiyecekleri görürsünüz. Fast food alanları yerine taze meyve-sebze almaya teşvik edebilir; aynı zamanda okullarda, hastanelerde, yemekhanelerde vesaire daha iyi beslenme için kamu alımlarını bir araç olarak kullanabiliriz. Ayrıca şehirler türlü kültürel tartışmanın üretildiği yerler, dolayısıyla insanların ihtiyacına karşılık gelen, cezbedici yenilikler üretme kapasiteleri, kültürel söylemleri değiştirme güçleri var. Yerel gıdalar ve çevre açısından daha sürdürülebilir yollarla üretilen organik gıdaları teşvik edici politika ve tasarımlar uygulanabilir. Arabayla alışveriş merkezine gidip alışveriş yapılacak şehirler yaratmak yerine insanların yürüyerek, bisikletle veya toplu taşıma ile yaşadığı yerin ürünlerini tüketmesi sağlanabilir. Yani şehirlerin yapabileceği çok şey var.

Yayımlanan gıda strateji belgeleri arasında beğendiğiniz, beğenmediğiniz veya eksik gördüğünüz unsurlar neler? 

Bence bu stratejilerde değerli olan şeylerden biri, çoğunun katılımcı bir şekilde geliştirilmiş olmasıdır. Dolayısıyla strateji belgeleri de çok çeşitli. Hazırlık sürecinde sorunların ve zorlukların neler olduğunu anlamak, kolektif hedefler bulup bulamayacağımızı görmek ve engellerin üstesinden gelmek için şehirden farklı aktörleri dahil etmeye çalışıyorlar. Bence daha azimle üstüne gidilmesi gereken unsurlardan biri iklim krizi. Çok ciddi eşitsizlikler var. Kolay hedeflere, önlemlere yaslanamayız. Örneğin herkesin Paris İklim Anlaşması’nın hedeflerine ulaşmak için daha fazla çabalaması gerekiyor. Birlikte çalışacaksak daha hızlı ve daha cesur olmamız gerekecek. Strateji belgelerinin hepsi çok ilham verici, yere özel ve farklı meseleleri bir araya getiriyorlar. Ancak bence en önemli kalem uygulama ve bunun için kaynaklara ihtiyacımız var. Uygulamaları denetlememiz, bunun kamu sektörünün veya belediye meclisinin sadece kaynağını sağladığı bir iş olmadığından ve politikanın orada olduğundan emin olmamız gerekiyor. Gıda politikalarına ayrılan bütçe birçok şehirde gülünçtür. Ama şehirlerde bu vizyonun bizim stratejimiz ve gerçekliğimizde çalışabilmesi için uğraşan başka aktörler de var. Her şey uygulamak, kaynaklarla buna destek olmak ve gidişata göre uyum sağlayabilmekle ilgili.

Bristol, Malmö, Madrid gibi çok sayıda kentin icraatları üzerine çalıştınız. Adil ve katılımcı kent gıda sistemi oluşturulmasına yönelik atılan adımlara dair yenilikçi ve cesur birkaç örnekten bahsedebilir misiniz?

Her şehrin bir tarihi var ve nasıl insanların yaşadığı, inanç veya kültürlerinin ne olduğu, ne tür eşitsizliklerin bulunduğuna dair kendilerine has dinamikleri var. Mesela Bristol çok hareketli ve canlı bir şehir. Uzun yıllardır çevre meselelerinde örgütlenmiş çok canlı bir sivil toplumu ve bir kapasitesi var. Bristol belediye meclisi de ilgili, ancak pek çok faaliyet onların bir şey yapması beklenmeden gerçekleştiriliyor. Örneğin şehir genelinde bağımsız gıda işletmeleri ağı oluşturmak için bir araya gelen ya da muntazam bir kentsel tarım topluluğu yaratan, açık ve vatandaşların katılımı için pek çok alan açan kuruluşlarla haricen gerçekleşiyor. 

Bristol’ün aksine Malmö, belediye meclisinin çok aktif olduğu bir şehir, İskandinav ülkelerinden gelen güçlü devlet arka planı ve bir pilot uygulaması mevcut. Sorumlulukları ve yapılması gerekenler konusunda netler. Örneğin okul yemekleri herkes için tamamen ücretsiz, devlet vatandaşların vergileriyle ödüyor. Vatandaşları bir şeyler yapmaya teşvik eden, çok fazla girişime öncülük eden belediye meclisleri var. 

İşin adalet boyutunu vurgulayan ve gıda politikasını sosyal adalet ile bütünleştirerek meseleyi ele alan şehirlerden biri New York. Gıdanın sosyal boyutuna bakmadan gıda güvencesizliği veya gıda konusundaki kırılganlıkları ele alabileceğimizi düşünebilir miyiz? New York’un bu iki politikanın nasıl bir araya getirildiğini görmek için çok ilginç bir yer olduğunu düşünüyorum. Sosyal politikaları katmadan eşitsizlikleri hedefleyen bir kentsel gıda politikası üretilemez.

Gıda ve Tarım Örgütü, Birleşmiş Milletler gibi kuruluşlar özellikle pandemi döneminde kentsel tarıma ağırlık verdiler. Bu toplantılardan anlamlı sonuçlar ve eylem planları çıktığını düşünüyor musunuz? Bu tür toplantıların anlamlı olması için hangi koşullar sağlanmalı?

Farklı seviyelerde pek çok gayret olduğu ve birçok ulusu bir araya getirdiği için Birleşmiş Milletler’in önemli bir alan olduğunu düşünüyorum. BM sistemleri aracılığıyla inşa edilmiş çok şey var. Bu alanları katılımcı, adil, insan haklarını temsil eder hâle getirmek için burada çalışmaya devam etmek her zaman önemli. Kent tarımı şehirler için farklı anlamlar taşıyor. Bazı yerlerde üretilen gıda miktarı şehirlileri doyurmada önemli bir rol oynarken, bazı yerlerde kentsel tarım toplulukları oluşturmak, insanları birbirlerine, doğaya ve gıdaya yeniden bağlamak işlevini görüyor. Senin de sorduğun, anlamlı planlar yapılıyor mu sorusunu tartışmak açısından bu tür toplantılara her zaman ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum, çünkü farklı ölçekleri bir araya getirebiliyor. Küresel ölçekte bir politikayı uygulamak zordur, ancak yereldeki özneler ve karar verici mekanizmalar sürece entegre edilmişse anlamlı bir etki yaratır. Bunun karmaşık bir süreç olduğunu, sadece BM sistemlerinde değil, aynı zamanda sahada çalışanların temsilcilerinin olduğu alanlarda da çalışarak dahil olmak gerektiğini düşünüyorum. Bence anlamlı bir değişime bu yolla gidebiliriz. Bu alanlar doğru aktörler ve kaynaklar yardımıyla işlerin ölçeğini hızlıca büyütme fırsatı sunabilir.

Makalelerinizden birisi kentteki gıda politikalarının ortak yapımı ve yeni yönetişim alanlarına dair. Kentlerde demokratik katılım nasıl sağlanabilir? Bu durum şehrin sömürdüğü kırsal bölgelerle olan ilişkisini nasıl etkiler?

Ortak yapım sadece birlikte bir şeyler geliştirme süreci değildir, aynı zamanda farklı aktörlerin birbirlerinin konumlarını, ilgi alanlarını, taleplerini anlaması; bakış açılarını, olayları görüp analiz etme şeklini değiştirme ve yeni bir şey yaratma sürecidir. Ortak yapım zor bir süreç ve tanıdığım birçok aktör çoğunlukla bu becerilerin daha yaygın olduğu sivil toplum kuruluşlarından geliyor. Ancak yönetimdeki birçok kamu personeli daha yatay bir çalışma şekli olan, sürecin kendi güç dinamiklerini düşünmeyi de içeren bu çalışma şeklini daha evvel tecrübe etmemiş. Ama birçok kentsel gıda stratejisi katılımcı bir süreçle geliştiriliyor. 

Kent konseyleri tek başına kentin gıda sistemini değiştiremez. Valencia, Cordoba, Madrid vakalarını analiz ettiğimiz makalede gördüğümüz şeylerden biri, bu ortak yapım sürecinde bazen sadece belediye meclisini nasıl sürdürülebilir bir aktör olarak düşündüğümüzdü. Kent konseyi içinde de çok geniş bir insan ve güç çeşitliliğine sahibiz. Farklı türden kamu personelleri var, değişikliklerden motive olan ve olmayan veya bu konuda eğitimsiz insanlar var. Bu alanlarda, aynı konsey içinde veya farklı departmanlarda yaşanan gerginliklerde insanları doğru yöne yönlendiren politikacılar diyebileceğiniz kişiler de var, dışarıdan danışmanlık yapan insanlar da. Yani, belediye meclisi içinde de çeşitlilik var ve belediye meclisinin gıda politikası konusunda ne yapmak istediklerine dair belli bakış açısına sahip olduğunu varsaymak yanlış. İşler bundan çok daha karmaşık ve kendi içlerinde de müzakere etmeleri gerekiyor. 

Demokratik katılımın nasıl sağlanacağı konusunda ise, bazen sadece insanları harmanlayarak katılımcı veya demokratik olunabileceğini düşünüyoruz, ama çoğumuzun bu süreçlerdeyken gördüğü üzere bu pek doğru değil. Kimin neden orada olduğunu düşünmemiz gerekiyor. Bir süpermarket birliği yerine gıda hakkı üzerine çalışan sivil toplum örgütü temsilcisi var mı? Bu alanda aynı sese mi sahipler? Değillerse bununla nasıl başa çıkacağız? Bunlar da demokrasinin bir parçasıdır. Herkesin eşit oy hakkı var, ama biliyoruz ki dünyamız böyle çalışmıyor, güç farklı şekillerde işliyor ve gıda sistemi çok tekelleşmiş hâlde. Bazı katılımcı diye anılan süreçler gıda sisteminin arkasında hangi güç dinamikleri olduğunu gizler. 

İlaveten, strateji geliştirirken sahip olduğumuz değerler nelerdir? Bu değerler eşitlik, çevre bütünlüğü ve örneğin yiyecek veya irade hakkını içerir mi? Şirketiniz için ekonomik faydalar sağlamak kadar önemli midir? Geçen yıl bu konuda çok fazla konuşuldu çünkü çok paydaşlığın doğası gereği iyi bir şey olduğu, gerilimler yaratabileceği, gıda sistemindeki eşitsizlikleri gözden geçirmemize yardımcı olacak somut sonuçlar yaratabileceği fikri var, ancak bu en güçlü aktörlerde güçlerine sarılmaya, yerleşik sorunları sağlamlaştırmaya sebep olabilir.

Kır ve kentin bağının dönüştürücü olacak biçimde kurulması için kent gıda stratejileri ışığında nelere dikkat etmemiz gerekir? Gıda strateji belgeleri şehre ve çevremize bağlanmanın yeni yollarını önerebilir mi?

Şehir kendi arka bahçesinde olanlara bakmalı diye düşünüyorum. Teknoloji, küreselleşme, kapitalizmin gelişmesi gibi nedenlerle şehirleri hinterlandlarından kopardığımızı, arka bahçemize bağımlılık düzeyinin çok düştüğünü ve küresel pazarlara bel bağladığımızı biliyoruz. Birleşik Krallık gibi yerler bunu çok iyi biliyorlar çünkü bu imparatorluğu gıda etrafında yarattılar ve ticaret bunun önemli bir parçasıydı. Ancak çevre boyutu, yerel kalkınma, dayanıklılık, kültürümüzü yaşatmak ve şehrin etkilerinin ne olduğunu anlamak açısından topraklarımızla yeniden bağ kurmanın öneminin farkındayız. 

Şehir çok fazla atık, çevresel ve sosyoekonomik etki yaratıyor. Daha döngüsel ekonomiler ve refah değişim döngüsü diyebileceğimiz şeyler yaratmak için kırsalla yeniden bağlantı kurması çok önemli. Bence kilit soru şu: Pek çok şehir kendi ekosistemleriyle orantısız bir şekilde büyüdüğünden kendilerini beslemek için küresel gıda sistemine bağımlı, peki şimdi ne yapabiliriz? Bence bölgesel boyutta stratejiler ve basitlik karışımına ihtiyacımız var. Örneğin Barselona’da sınırlı boyutta da olsa sağlıklı gıda üretme ve üretim ortamımızı değiştirme kapasitemiz var. Endonezya gibi yerlerde ise daha fazla yerel gıda üretmek için ormanların kesilmesini istemeyiz, çünkü yağmur ormanları küresel anlamda hepimiz için önemli. Dolayısıyla Endonezya’yı biz beslemeliyiz. Yerel alanımız ve üretim kapasitemizle neler yapabileceğimizle ilgili “glokal” (küyerel) boyutu anlamamız, onu şehre ve tedarik mekanizmasına yeniden bağlamamız, pazarlar ve küçük tüccarları korurken onları yerel çiftçilere bağlamak gibi doğru altyapıları üretmemiz gerekiyor. 

Sahadakiler, toprağı işleyenler bu belgeler, politikalar ve uygulamalar hakkında ne düşünüyor? Bunun ne kadarı aşağıdan yukarıya ve ne kadarı teorik dayatma? Bu bağlamda ne tür gerilim noktaları var?

Bu süreçlerin birçoğunun katılımcı olduğunu düşünüyorum; insanların katılımına, belgeler hakkında yorum yapmasına, fikirlerini söylemesine açık olunuyor. Bence bazı gruplar daha hızlı biçimde dönüştürücü ve radikal bir değişim istedikleri için dahil olmak istiyor ama sürece katılan bazı insanlarla aynı fikirde olmayabiliyorlar. Kendilerini bu süreçlerin dışında tutabiliyorlar. Daha cesur ve radikal olmak bence meşru bir siyasi strateji. Ama teorik bir dayatma olacağını düşünmüyorum, bunlar birlikte inşa edilmeye çalışılıyor. Hepsiyle paylaşılan bazı boyutlar ve unsurlar var, çünkü sistemin tüm elemanlarına bakmaya çalışılıyor. Bence şehirlerin ne yaptıkları ve nasıl yaptıkları konusunda başka yerlerden ilham alınması ve oradan da fikir çıkarmaya çalışılması iyi. Böylece bu bilgilerin çoğu dolaşımda, hep sıfır noktasından başlanmıyor. 

Birçok ülkede çiftçiler toplumlarımızın kırılgan parçası, siyasi temsiliyetleri düşük ve onların bu kentsel gıda stratejilerine dahil edilme çabası var. Çiftçilerin yapacak çok işi olduğundan, bazen bu çaba yeterli olmayabiliyor, bu yüzden politika sürecine katılmak her zaman kolay değil. Ama bence en önemli kısım uygulamada, topraktaki değişiklikler neler, çiftçiler nasıl destekleniyor? 

Tarım topluluğu içinde büyük, küçük, geleneksel, agroekolojik üretim yapan çiftçiler ve dolayısıyla etkileşim biçimleri ve ne aradıkları açısından çeşitlilik var. Önceden de söylediğim gibi çoğu durumda çiftçilerin hayatta kalmasına öncelik veriliyor, bu da bazen çevre hareketleri ile hayatta kalmaya odaklanan geleneksel çiftçiler arasında gerilimlere neden olabiliyor. Bir başka gerilim de değişimi anlamanın farklı yolları olduğu üzerinden doğuyor. Bu, gıda sisteminin vizyonu ve gıda sistemini bir iş biçimi olarak kullanan insanlarla, gıdayı bir kamu malı veya hakkı olarak düşünenleri nasıl bir araya getirebileceğimiz açısından başka bir gerilimdir. 

Günümüzdeki en büyük gerilimlerden biri de beslenme tarzı ve etle ilgili. Bu, İspanya gibi et tüketiminin yüksek olduğu ülkelerde ciddi bir sorun. Et tüketiminin arkasında büyük bir endüstri var, bu da dönüşümü nasıl yapacağımızın gerilim hatlarından birini oluşturuyor. Hayal kırıklığı yaratan durumlardan biri, siyasi partiler tarafından bazen kutuplaştırıcı bir tartışma olarak kullanılması; kırsal et üreticilerine karşı kentsel seçkinler ve çevreciler gibi bir çatışma hâline getirilmesidir. Dolayısıyla bence ortak çözümler ararken siyasetin çatışmasını gıda söylemleri ve kavramları etrafında kurgulamasına engel olmak lazım.

Bu gıda stratejisi planları insan dışı yaşamla ne kadar ilgileniyorlar? Hayata sadece faydalı olduğu ölçüde değer veren insan merkezli bir bakış açısına mı hapsolduk?

Bence insan dışı yaşamla bağlantıları gerçekten çok kötü. Örneğin hayvan refahı hakkında çok az strateji var, ki ilk olarak düşünmemiz gereken şeylerden biri bu. Ancak yerel gıda, yerel kalkınma ve dirençli olma konusunda bir canlanma var. Bence pandemi yerel bağlantılarımızı, yerlerin önemi konusundaki görüşümüzü değiştirdi.

Nerede nasıl yaşadığımız, birbirimizi nasıl desteklediğimiz konularında biraz daha içe dönmemizi sağladı. ABD, İngiltere, Küresel Güney’deki ülkeler ve birçok yerde eşitlik çok merkezi bir konu. Ancak Avrupa’da hâlâ gıda konusunda çok büyük bir eşitsizlik sorunu olduğunu kabul etmekte zorlanıyoruz ve bunun kabulü üzerinde çalışıyoruz. İnsanları doğru beslemediğimizi ve insanların gıdaya erişemediğini kabul etmek bence Avrupa’nın hazmedemediği bir şey. Dolayısıyla bu stratejilerde gıda kıtlığı veya şehirlerde gıda güvencesizliği yaşamanın nasıl bir şey olduğu gibi gerçek insan deneyimlerini merkeze koyma eksikliği var. Ama insan ötesi yaşamlar neredeyse hiç yok. Bence çok az yerde, daha önce de söylediğim gibi, ilk katman olması gereken hayvan refahından bahsediliyor. Et hakkındaki tartışmalar çevre-ekonomi-sağlık üçlüsünden ibaret. Bunun etik yönlerini ortaya koyan çalışmalar çok nadir. İnsanlar bunu öne çıkarmak konusunda daha temkinli davranıyorlar. Politika çevrelerinde, örneğin BM görüşmelerinde bunun yer almadığı doğru. Hayvanları tüketmenin etiği hakkında konuşma, bunun tartışmaların içine girmesi şu anda bu dünyanın dışında. Daha epey yolumuz var. 

Bence bu durum akademide de böyle. Hayvan refahını iklim değişikliği veya çevre sorunlarıyla beraber inceleyen pek fazla makaleye rastlamadım.

Gıda politikası değişikliğine yön vermeye çalışan büyük makalelerin çevre ve sağlık boyutuna odaklandığını düşünüyorum, ancak etikten bahsetmiyorlar. İngiltere’de insan-ötesi hayatla uğraşan çok insan var, bu konu üzerine konuşup araştıran bir hayvan coğrafyası grubu var. Ancak politika çevrelerinde, örneğin BM görüşmelerinde bunun yer almadığı doğru. Hayvanları tüketmenin etiği hakkında konuşma fikri şu anda bu dünyanın dışında. Daha epey yolumuz var. Geçen gün Barselona’da gıda stratejisi, et tüketimi ve etik boyutları hakkında konuşmak için bir sohbet düzenlemekten bahsediyorduk. Örneğin, büyük çiftçileri ve kasapları insanlarla buluştursak, hayvanları tüketmememiz gereken bir etik bakış açısıyla böyle bir buluşmadan ne elde ederiz? Toplum olarak bu konuları nasıl konuşup ilerlemeye çalışabileceğimize cevap vermek zor. 

Rehberinize dayanarak kentlerde gıda stratejisi oluşturulması konusunda önümüzdeki yıllarda cevaplandırılması gereken bazı anahtar sorular sizce nedir?

Bence en önemlisi sağlıklı ve refah içinde bir yaşam için gezegeni yok etmeyecek şekilde iyi gıdaya erişebilmek. Eğer yoksulsanız, kendi sağlığınıza ve gezegenin sağlığına zarar vermek zorunda değilsiniz. Kendinizi iyi hissetme ve düzgün bir yaşam sürme seçenekleriniz olabilir. Benim için ilk soru bunu nasıl yapacağız? Şehrinizde gıda hakkını nasıl garanti altına alacaksınız? Bu bir insan hakkıdır ve garanti altına alınması gerekir. İkincisi çok farklı gruplardan gelen ihtiyaç ve talepleri nasıl bütünleştirdiğimiz. Hepimizin aynı olduğu fikrinin doğru olmadığını, nasıl hayatlarınız olduğuna göre istek ve ihtiyaçların değiştiğini biliyoruz. Bekâr anneyseniz, yaşlı biriyseniz veya büyük bir aileyseniz farklı gereksinimleriniz olacaktır. Peki insanların ihtiyaçlarının karşılandığı bir sistemi nasıl geliştirebilir ve onları bu farklı ihtiyaçların duyulup dikkate alınabilmesi için süreçlere nasıl entegre edebiliriz? Üçüncüsü bu değişikliklerden bazılarını uygulamak için kaynakların ayrılması. Bence bu kilit noktalardan biri. Kaynaklar belirli projeler, finansmanlar, altyapı, girişimler açısından değil; aynı zamanda bu iletişimi oluşturmak ve farklı aktörler arasındaki sinerjiyi sürdürmek açısından da önemli. Dolayısıyla bağlantılar, sosyal düzeyde yenilik yaratma ve değişimleri uygulamak için elzem olan bu tür ortak yapım faaliyetlerini destekleme açısından yumuşak altyapılara ihtiyacımız var.

DÖN