İngilizceden çevirenler: Suzi Asa ve Emine Ayhan

Giriş: Hafızanın Erozyonu Olarak Küreselleşme

İnsan toplumunu ve kültürünü totalleştirip homojenleştiren küreselleşme çağında, gündeliğin “algılanamaz” veçhelerine dönüş, yaşamlarımızın farkındalığını yitirdiğimiz yanlarını sorunsallaştırma ve gerçekliğe alternatif algılar temin etmeyi olanaklı kılabilir. Mikrolojik olana dönüş, bu anlamda, zaruri bir politik görev olduğu kadar, etnografik bir projedir de. 

Hem bir araştırma yöntemi hem de metin ya da “metin ötesi” olarak etnografya öteden beri gündelik hayat deneyimlerine, özellikle de tarihsel deneyimin travmatik boyutuna odaklanmıştır. Zira etnografya, örneğin savaş ilanı gibi, başlı başına olaylara değil, toplumsal krizin ilk zayiatına, yani sabit, öngörülebilir bir yapı olarak gündelik hayata odaklanır. Travmatik tarih gündelik hayatın yeni biçimlerini ortaya çıkarır ve kültürel bir aşınma, yerinden edilme, şiddet, ayrışma ve sürgün sırasında ve sonrasında anlam ve kimlik üreten insanları kayda alır. 

Antropoloji ise, travmatik olanı gündelik hayat olarak teorileştiren bir disiplindir. 

Antik Yunan’da yer bulduğu anlamıyla “travma” veya yara, altta yatan bir patolojinin salt bir semptomu olmaktan yahut dış bir kuvvetin yol açtığı, sağaltıcı boşalmayı gerektiren görünür bir incinme olmaktan hayli uzaktır. Yunanlılarda “travma,” daha ziyade, uzun tarihsel deneyimlere; bedenler aracılığıyla zamanda yolculuk eden doğal ve insani, bireysel ve toplumsal, ulusal ve küresel açık yaralara atıfta bulunur, ki kolektif bir hafızada katılaşan yaralardır bunlar. Yunanlılar tarihsel olarak, “gelişmiş” dünyaya göç eden bir nüfus olmuştur. Yakın dönemde Yunanistan sokaklarında yerli nüfus ile işgalci ötekiler, göçmenler veya mülteciler arasında gerçekleşen duygulanımsal mübadelede şahitlik ettiğimiz şey de, hareket hâlindeki bu hafızanın geri çağrılmasıydı. Bu yabancılar, geçmişten gelen hayaletler misali sınırlardan (yeniden) çıkagelmiş ve bilinçdışı tarihi uyandırarak travmatik bilince taşımıştır.

Alternatif hafızaları kurtarıp gün ışığına çıkarmanın önemi de burada devreye girer. Gelgelelim antropolojinin rolü kurtarmaktan ibaret değildir. Bunun için etnografyanın alternatif duygulanımlar tedarik etmesi gerekir. Örneğin, ölüm ritüelleri hakkındaki ilk etnografya çalışmamda1, modern Yunanistan bağlamında tarihsel güncelliğe sahip, alternatif bir mekân üzerinde hak iddia etme modeli sunmuş ve kamusal alan tarihi ile kamusal alanda hakikat iddiasının yanı sıra, kadınların tarihi konusunda da çok şey öğrenmemize vesile olan bu tarihsel modellere kulak vermemiz gerektiğini ileri sürmüştüm. Bu bağlamda, Yunan tragedyası ve çağdaş Yunan yas ritüelleri pasif birer alımlama biçiminden ibaret olmak şöyle dursun, müşterek katılıma olanak veren performatif medyaya dayalı, aşağıdan diyaloğa ilişkindir.

Modernliğin başat kurucu unsurlarından biri olarak medyanın, bir toplumun kendisiyle kurup kurabileceği olası her tür diyaloğu yerinden edip tekelleştirdiği küreselleşen modernlikte bilhassa dikkat çeken bir husustur bu. Medya, diyaloğu “monolojik“ biçimlerde simüle ederek izlerkitleyi sürecin pasif seyircisi konumunda bırakır ya da diyalog ondan men edilenler tarafından tüketilmek üzere bir meta olarak satışa sunulur. Bu da, Yunan trajedisinin veya Mani yas ritüellerinin “diyalojik“ performansıyla taban tabana zıt bir yaklaşımdır. 

Modernlik, medya teknolojisinin bilgi üzerindeki tahakkümü ile yaşanmış deneyim arasındaki gerilimle ilgilenmez, zira diyalojik olanın açığa çıktığı gerilimdir bu. Nitekim metalaştırılmış resmi bilgi ile yaşanmış deneyim arasındaki uçurum giderek genişlemektedir. 

Buna karşılık, kültürlerarası ve tarihsel farklılığa ilişkin her türden keşif, kaçınılmaz olarak, yaşadığımız şimdi üzerine düşünmeyi beraberinde getirir. Bu, politik açıdan önemlidir, çünkü bugün kamusal medya tarafından sömürgeleştirilmiş biçimiyle deneyimlenen gündeliğin alternatif bir medyolojisine işaret eder. 

Bağlam

Küreselleşmenin başlangıcında ve Yunan krizi diye anılan süreç öncesinde, modern küreselleşmiş Yunan kent manzarası, tüketici davranışlarında yaşanan enflasyon ile yok olan tüketicinin ütopik arzusu arasındaki şizoid bir salınımla tanım kazanıyordu. Yunanlılar, giderek daha şişkinleşen gazetelerin istilasına uğradı; sayıları artan moda dergileri, özel TV kanalları ve programlarıyla rekabet edebilmek adına okurlara tüketmeleri için giderek daha fazla bilgi sunan şişirilmiş medya ürünleriydi bunlar. Tesadüf bu ya, bu gazetelerin çoğunda zayıflamaya yönelik sayısız reklam yer buluyordu. Bir zamanların “Güzellik Enstitüleri” “Kilo Verme Merkezleri” adını aldı. Şehirdeki kilo verme merkezlerinin medyada yer bulan reklam fotoğraflarında, özel makinelere girip, zayıflamış, yani tükenmiş tüketicinin bir ikonuna dönüşmüş olarak çıkan boy boy kadın ya da erkek vücutları gösteriliyordu. Bu fotoğraflara bakınca, gıdaların yeşil gelip hızlandırılmış kimyasal işlemlerden geçerek ertesi sabah kırmızı ve olgunlaşmış şekilde çıktığı meyve sebze fabrikaları geliyordu insanın aklına. 

Bu şişkin gazete ve dergilerde yer almaya başlayan dikkat çekici bir içerik de, gıda tüketimiyle, özellikle de deli dana hastalığı taşıyan ve genetiğiyle oynanmış gıdalarla ilgili yeni kaygılardı. Ulusaşırı gıda tüketimine dair bu korku dalgası, kamusal hayata nüfuz etmiş küreselleşmiş enformasyonun aşırı tüketimi konusundaki kaygısızlıkla tam bir tezat içindeydi. Toksik enformasyonun aşırı tüketiminden kaynaklanan kolektif kültürel şişkinlik yerini etkili bir şekilde, yabancı bölgelerden gelen hastalıklı ve genetiği değiştirilmiş maddelerin tüketimine ilişkin endişelere bırakmıştı. 

İster mit ister gerçek olsun, küreselleşme Yunan bilincine panik dalgaları şeklinde giriş yaptı. Bu medya korkutmalarının ya da —tüm haberlere eşlik eden bir terimle söylersek— “gerilim anlatılarının” ortak bir motifi vardı: sosyal yüzeylerin, hep olduğu gibi kalacağı varsayılan okyanus ve dünya gibi ekosistemlerin ve yediğimiz yiyecekler gibi gündelik öğelerin hem zehirli maddelerle hem de yabancı unsurlarla kirlenme seviyesinin geldiği nokta. Kirlenme dinamikleri, çevre kirliliği ve tüketim maddelerindeki zehirlenme yoluyla bölgesel ekolojinin gayri-yerelleştirilmesini zorunlu kılar, bu da bizi yerel alan üstündeki hakimiyetimizi ve mülkiyetimizi sorgular hale getirir. 

Başlangıçta vaat dolu bir sınırsız esneklik devri olarak görülen küreselleşme insanların gözünde büyüsünü yavaş yavaş kaybederken, bu büyübozumu “Yunan krizi”yle ve ardından, her türden faaliyeti kısıtlama tehdidi barındıran kemer sıkma politikalarıyla daha da şiddetlendi. Geçirgen ulusal sınırlar fikrinin akla getirdiği tehlike ve risklerin güçlü bir metaforu olarak işlev gören toksik ve genetiğiyle oynanmış ulusötesi gıda maddelerinin yarattığı medyatik panik açlık tehdidinin yarattığı panikle giderildi.

Medyatik “gerilim anlatıları”nın ekseni, dışarlıklılardan gelen toksik içerik ve kirleticilerden, açlık çeken okul çocuklarına ve ülkedeki evsizlere, Yunanlı-Öteki ikiliğine kaydı. Amerikan medyatik felaket kültürünün bu taklitçi kopyasını, Hal Foster “travmatik gerçekçilik”2 diye adlandırmıştır. Tarihsel olanın “gerilim” estetiği aracılığıyla sansasyonelleştirilmesi, Yunanlıların birlikte yemek yeme kültüründeki aşınmayı artırmak için de, politik-beden3 dahil gerçek bedeni yersiz-yurtsuzlaşmaya, dolayısıyla ulusaşırılaşmaya açmak için de yeterli olacaktı.

Ulusaşırılaşmış enformasyon aktarımları büyümeye devam ederken, veri tüketicilerinin daha önce diyetle “küçülmesi” salık verilen bedenleri şimdi de sanal olarak yemek pişirip yemeye zorlanıyor. Yunanlıların gündelik deneyimi, son zamanlarda Akdeniz diyeti ve lezzetli egzotik yemek tarifleriyle ilgili tonla reklamın eşlik ettiği sayısız TV yemek programı bombardımanına tutuluyor. İşin ilginci, kemer sıkma politikaları şiddetlenip sancıları derinleştikçe bu eğitici programların sayısı da artıyor. 

Bu programlar başlangıçta, Yunanistan’ın çeşitli yörelerinden kadınların aşçılık konusundaki uzmanlıklarını ortaya koyan tarifler paylaştıkları bir tür bilgi alışverişi niteliği taşıyordu. Bilindiği gibi, popüler yemek kitapları vaktiyle kadınlar tarafından yazılırdı. Erkek şeflerin kadın aşçıları yerinden etmesiyle, TV aşçılığı “otantik” tariflerin yerlerini saptamak için yapılan karasal seyahatlerle el ele gitmeye başladı. Eski yemek programlarında yemek yapma işlemi iç mekânlarda sahneleniyor ve bizzat kadınlar tarafından icra ediliyordu. Bu medyatik erkek şeflerse, feminen domestik kültürü hane içi sınırlarından kurtararak kamuya mâl eden birer yönetmen veya kültür menajeri işlevi görüyordu. Yemek yapma performansı, cazibesinin korunması adına, daha sonraları dış mekânlara; mutfağın bir açık hava müzesi halesi kazandığı doğaya yakın açık alanlara taşındı. Yemek programları çoğaldıkça, şeflerin Ötekinin yemek kültürünün egzotik bileşenlerini pişirip yiyerek Ötekiyi tüketmek için izleyiciyi yabancı diyarlarda yolculuğa çıkardığı eril turistik geziler şeklini aldı. İster tek bir kanalı izleyin, ister kanallar arasında gezinin, gece gündüz farketmez, bu ardı arkası kesilmez sanal yemek programları sayesinde sürekli tüketim deneyiminin tadına varabilirdiniz. Bu tüketme coşkusu, Yunanistan’daki artan açlığa dair “gerilim anlatılar”ıyla dönüşümlü olarak yayınlanıyordu.

Öte yandan, yerel ve ulusal otoritelerin yemek kültüründeki bu yabancı istilaya denk bir kuvvetle karşı koyma çabaları ve bu yöndeki çıkarları, çoğunlukla ihracat odaklı ekonomi ve ticaret alanıyla sınırlı kalmış, ticari uluslararasıcılık bağlamında yerel ve ulusal ticari çıkarları korumayı amaçlamıştır. Böylece dış dünyayla kurulan ticaret ağı daha aktif hale geldikçe, ülke içinde hem gıda hem enformasyon olarak nelerin, nasıl ithal edilip tüketildiği tercihen bilinçdışına bırakılmıştır. Bunun göstergesi, ekonomik balonların oluştuğu yıllarda medyanın, işletmelerin ve tıp uzmanlarının insanları yerelde üretilen zeytinyağından çok “daha hafif yağlara” yöneltme konusundaki başarılı çabasıydı. Sözgelimi Mora Yarımadası gibi bölgelerin “hayat kaynağı ve kimliği” olan zeytinyağı, ölüme sebep olan yüksek kolesterolün suçlusu ilan edildi.

Yemek programları hızla çoğaldıkça, erkeklere has turistik geziler şeklini aldı: Şefler izleyiciyi yabancı diyarlarda yolculuğa çıkarıyor, başka bir yemek kültürünün egzotik bileşenlerini pişip yiyerek Öteki’yi tüketmesini sağlıyordu.

Ardından gelen kriz ve kemer sıkma politikaları, bu yersiz-yurtsuzlaşmanın yanı sıra bireysel beden ile politik-beden üzerindeki etkilerinin de derinlemesine düşünülmesine yol açtı. Bugün bölgeselleşmeyi geri kazanmaya yönelik umumi çabalar, genellikle yemek ve yemek kültürü düzeyinde mecazlaştırılmaktadır. Örneğin, zeytinyağı gündelik hayatta, yenilerde beliren topofili’nin (yer sevgisi) bir mecazı olarak yeniden ortaya çıkmıştır.4

İleri yaştaki kadınlar başta olmak üzere sokaktaki vatandaş ise, sanal yemek programlarının, aşçılık turlarının ve yemeklerin yabancı malzemelerle nasıl pişirilip tüketileceğine dair talimatlar içeren kaynağı belirsiz tarifleri ve estetiği taklit eden web sitelerinin onların günlük gerçekliklerini nasıl istila ettiği konusunda farklı bir algıya sahip görünüyor. Yaşlı kadınlara bu öğretici TV programlarını beğenip beğenmediklerini ve sunulan tarifleri yapıp yapmadıklarını sordum. Aldığım tüm yanıtlar, medyada performans düzeyinde üründen (pişirme) sürec(in)e doğru gerçekleşen bu kaymanın tarafsız olmadığını ortaya koyuyordu: Bazıları soruma “Asla! Öyle kafana estiği yerde, kaşla göz arasında yapılan yemekten n’olacak?” diye yakınarak cevap vermişti. 

Bu kadınlardan aldığım yanıtların çifte anlamı, söz konusu tariflerin bir tarihi olmadığına, yabancı ve uyarlanamaz malzemelerle yapılan asılsız kopyalar olduğuna, ama daha da önemlisi, televizyonda kaşla göz arasında hazırlandığına dikkat çekiyordu. Oysa onlar için yemek pişirmek bir olgunlaşma yolculuğu, televizyon zamanının yakalayamayacağı bir deneyim süreciydi. Bununla beraber, yemek pişirmek tümüyle kamusal bir mesele de değildir. Alınıp satılabilir olmayan bir poesis, özdüşünümsel “sırları” bünyesinde barındıran dokunsal-duygulanımsal bir yaratma eylemidir ve bunlar öyle sırlardır ki, dışarıda bir yemekte uygulanıp sahnelenmeden çok önce içeride vuku bulur. Leziz lokmaların paylaşılarak yendiği yemekleri ayrı ayrı yenen tek kişilik yemeklere tercih eden bu kültürde, her yemek anlamını, bir kişinin öğününün paylaşılan öğünlerle karşılıklı okunan bir ilahiyi andıran kaynaşması içinde kazanır. Yemek yemek paylaşılan bir tattır. 

Vaktiyle Yunanistan’da yemek yapmak ve yemek yemek, ister ölü ya da diri insanlar, ister ağaçlar ve hayvanlar, isterse yabancı göçmenler söz konusu olsun, önemli sayılan ötekilere yönelik bakım ve ilgilenme etiğiyle tek bir deneyimsel süreyde bir araya gelen karmaşık bir pratikler ve deneyimler setinin yalnızca bir parçasıydı. Örneğin, zeytin ağaçları evlat muamelesi görür, zeytinlikler ise, sahiplerinin ve bakım verenlerinin ağaçların gövdesine kendi el izleriyle işlediği bir kimliğe sahip addedilirdi. Bakım vermek onlara duygulanımsal bir değer katardı. Bakımsız kalmaları ise ölümün, onların “dışarıya” terk edildiklerinin işareti sayılırdı.

Son dönemde yaşanan göçmen krizinde, kim bilir nerelerden gelip bitap durumda karaya ulaşan göçmen çocuk ve bebeklere bakan ve onları besleyen yaşlı kadınların imajları viral oldu. Bu yaşlı kadınlara gayet “doğal” gelen şey, yani ötekinin içselleştirilmesi, mevcut kamusal şiddete karşı koymak amacıyla istikrarlı toplumsal ilişkilerin hâkim olduğu ve kadınların ağırlıkta olduğu sığınma alanları arayan Batı dünyasında sembolik hale geldi. Bu adalı kadınlar, adını ve amacını önemsemedikleri Nobel ödülü için aday olarak bile önerildi. Onlara göre yemek yapmak ve başkalarını beslemek, türlü duygulanımların, kendi izlerini, yani bir kişinin izini diğerlerine taşıyıp yayan nihai bir ürüne tercümesidir. Bunu yapmaktan aldıkları hazza verdikleri anlam budur. Ve apolitik olmaktan çok uzak bir anlamdır bu, zira içsel değerlerin genişleyerek toplumsal eleştiriye dönüşebildiği sayısız belgeyle ispatlanmıştır.

Bu kadınların alanlarına yapılan istila, onların deneyimden gelen somut değerlerinin temellük edilmesi; yerel bağlamlarından koparılıp soyutlanarak, söylemsel olarak devletin ve medyanın güdümündeki ütopik politik ve/ya dini normlara dönüştürülmesidir. Dahası, duyusal deneyimin medyatik, bilimsel veya tıbbileştirilmiş terimlere tercüme edilerek depolandığı Batı modernliğinin mecralarında bu kadınlar için bir yer varsa bile çok sınırlı bir yerdir bu. Bu yerel aşçıların yerini, yerel mutfakların yeni ulusaşırı bağlama uyacak şekilde yeniden eğitilip modernleştirilmesini amaç edinmiş modern erkek şeflerin alması, yerel yemek çeşitleriyle birlikte bu kadınları da yersiz hale getirmiştir. Yerel kitlelerin bu yüzeysel duyusal yeniden eğitimi, gıdaların genellikle modern mutfak gereçleriyle işlenip cerrahi eldivenlerle tutulmasını gerektirir: tıbbileştirilmiş, tek kullanımlık bir dokunuş. İyi ev yemeği yapmasıyla bilinen yetmiş yaşında bir kadının ayaküstü bir konuşmada sarfettiği şu sözler bu durumu gayet iyi özetlemektedir: “Kendimi dışlanmış hissediyorum.” Geçemeyecekleri tarihsel bir uçurumun kenarında duran bu kadınlar, duygusal bir boşalmaya mahkûm edilmiştir. Onların (yemek) kültürlerinin yeniden kazanılması toplumsal olarak önemli, kişisel olarak da anlamlıdır.

Diğer taraftan, akademide enformasyon ve bilgi yayılımı sırtını güvenle, beden ile zihin, duyumsanabilir olan ile duyumsanamaz olan, miras alınabilir olan ile olmayan arasındaki Platoncu-Aristotelesçi ayrıma yaslamış durumdadır. Aslına bakılırsa, bu perspektifin Paedeia’daki, yani örgün eğitim dünyasındaki yaygınlığı, bilginin üretimi ve yayılmasında, gündelik olanı görünmez kılacak ve şimdiki zamanı kültürel anlamdan mahrum bırakacak şekilde devreye giren güçlü biçimci önyargıyla alakasız değildir. Böylece açıkça miras alınamaz şeyler olarak tanımlanan tat ve dokunma da bilinçli ve bilinçsiz olarak bastırılmıştır.

Küreselleşme çağında, Aristotelesçi zihin/beden hiyerarşisinde tanık olduğumuz tersine dönüş, bedenin tüm mecaziliğinden arındırılarak yeniden biyolojikleştirilmesini amaçlar. Böylece beden, yemek yemek, uyumak gibi salt fiziksel işlevleriyle anlam ifade eder hale gelmiştir. Bu durum, bir homojenleşmeyi ve disiplini devreye sokarak, gıda ve yeme kültürlerinin işlevselleştirilmesini kolaylaştırmıştır. Duyuların ayrıştırılması, aynı zamanda, tadın giderek gıda ve gıda tüketimiyle ve dahi yiyecek ve içecek tüketiminin toplumsal örgütlenmesiyle özdeşleşmesini de beraberinde getirmiştir. Bu da bireysel zevkin banalliğiyle sonuçlanmıştır. Öyle ki, bu zevke yönelik bitmek bilmez arayış başlı başına bir deneyim, bir performans ve (evde yemek pişirmede olduğu gibi) kitle kimliğinin görselleştirilmesi halini almıştır. 

Proje: Tat ve Hafıza 

Yaptığım etnografik keşifler, halk eğitimi faaliyetlerinin tasarımı ve örgütlenmesiyle el ele ilerledi. Bu faaliyetlerin ana hedefi, metalaştırılmış bilgi ile gündelik deneyim arasında köprü kurmak ve akademik bilgi ile etnografik yöntemi kamusal bilgiye tercüme etmekti: Sonuçta asıl önemli olan, teori ve pratik arasındaki diyalojik arayüzdür. Bu, etnografinin ve icrasının diyalojik doğasının bir uzantısıdır, ki burada icra toplumsal ve maddi ilişkilerdeki gizli anlamı serbest bırakarak açığa çıkaran gündelik yapılara müdahale olarak anlaşılır. Bir gündelik hayat pratiği olarak icra da, toplumsal olarak inşa edilmiş, doğallaştırılmış ve homojenleştirilmiş bir şimdiki zaman anlayışından yola çıktığı için poesis niteliği taşır. 

Tat ve Hafıza sempozyumu, küreselleşmenin Yunan yemeklerini ve yeme kültürlerini medyadaki sayısız öğretici yemek pişirme programı aracılığıyla homojenleştirme, disipline etme, kozmetikleştirme ve işlevselleştirme yönündeki muazzam çabalarına bir yanıt olarak tasarlandı. Bu sempozyuma ilham veren, benim miras alınamaz olanı, yani kültürün, resmen miras sayılan alanda görünmez olan her türden kesitini bilince çıkarma konusundaki bitimsiz kaygım oldu. Yiyecek ve yiyecek tüketimi bunun yalnızca bir örneğidir. Burada tat/zevk5 aynı zamanda kadınların cinsiyete dayalı baskılanmış bilgisi olarak, emek, bakım ve birlikte yemek yeme pratikleriyle bağlantılı biçimde sunulmaktadır.

Gıda tüketimi, gündeliğin, küreselleşmeyi incelemek için bir kayıt cihazı işlevi görebilecek muhtelif alanlarından biridir. Bu bakımdan, gıda tüketimi günümüzde deneyimlenen haliyle küreselleşmenin etkilerini bize önceden haber vermiştir. Söz konusu dönüşüm sürecinde, koca koca yeme kültürleri susturulabilir ve özelleştirilmiş hafızayla sınırlı hale gelebilirdi. Oysa hafıza salt bir bireyin zihninin ve psişesinin mülkiyetinde olmaktan çok uzaktır: Hafıza insan yapımı ürünlerde, mekânlarda ve hem “yapıp etmelerin ve hayal kurmanın,” hem de paylaşmanın ve mübadelenin zamansallıklarında kapsüllenip depolanır.

Kültürel hafıza, toplumsal aktörlerin bilinçli olarak aracılık ettiği icra pratiklerinde vücut bulur, dolayısıyla şimdideki anlam sistemlerine müdahale etme kapasitesine sahiptir. Tarihyazımı felsefecileri, “olay, olan değil, anlatılandır” düsturunu benimser; kalıplaşmış tasvirlerin tarihsizleştirilmiş deneyim alanlarının etrafında duvarlar örebileceği konusunda bizi uyaran bir düsturdur bu.

Tat ve Hafıza bu bakımdan, Güney Mora’da bir bölge olan Mesinya’nın küreselleşme öncesi ve sırasındaki duyu(m)sal hafızasına, özellikle de Yunanistan’daki birlikte yemek yeme kültüründeki tahrifatın ardından başlayan hafıza mücadelesine dair saha temelli, katılımcı bir süreç ve halka açık bir sergiydi.

Bu “kamusal antropoloji” çalışması, devreye sokulan temel antropolojik perspektiflerin – örn. gündelik hayat perspektifi olarak, durumsal ve konumlanmış bilgi olarak ve toplumsalın diyalojik temeli olarak kültür – geçmişte ve bugün başlı başına eşsiz politik müdahaleler olduğu bir ortamda gerçekleştirildi. Sonuç olarak da, iki kıtadan (25 yıl yaşadığım Avrupa ve Amerika’dan) gelen etnografya bilgisi ve deneyimini, antropolojinin, kendisini merkezsizleştirmesi gereken bir akademik sistemde, kamusal çehresi olmayan sınırlı bir disiplin statüsünde olduğu bir Yunanistan’la harmanlayan bir çalışma ortaya çıktı. Antropolojik söylemin, vaktiyle resmi, hatta rivayet düzeyinde bile bir varlığının olmadığı mevcut kamusal alanlara bu girişinde, antropoloji disiplininin -kamusalla kurduğu bağ gibi- son dönem ilgi alanlarının birçoğuna hitap eden bir yan da var.

Bu çalışmada, ayrıca, Stanley Diamond’ın “antropoloji, krizdeki insanların krizdeki insanları çalıştığı disiplindir”6 şiarını tekrarlayarak, antropologların marjlarda var olan ve toplumsal, tarihi felaketin kıyısında yaşayan diğer insanlardan, o insanlar vasıtasıyla öğrenen kişiler olduğunu ileri sürüyorum. Nitekim hafızanın gündelik hayatta toplumsal krize yanıt verecek şekilde nasıl kullanılacağına ilişkin temel sorun geçerliliğini korumaktadır.

Sempozyum

Kültürel aşınma bağlamında, Tat ve Hafıza adını taşıyan bu kamusal antropoloji sempozyumu, Yunan Tragedya Şairlerinin diyalojik performansının benimsenmesi vasıtasıyla alternatif bir paradigma sağlamak amacıyla ve örgütlenmenin çoğu zaman tarihsel tercümeyi de içeren kültürel tercüme ilkelerinin uygulanmasından başka bir şey olmadığı öncülüyle düzenlendi. 

Öncelikle, “sempozyum” kelimesinin akademide mutasyona uğrayarak orijinal Yunanca anlamı olan symposio’dan farklı bir anlamda kullanılması beni hep rahatsız etmiştir. Sözcük, akademide “konferans” —bir konu hakkında müzakere eden insanların düzenlediği toplantı— anlamında kullanılır. Buradaki filolojik arkeoloji ise, duyusal olanın duygulanımla birlikte ifade kazanmasına katkıda bulunacaktır.

Symposio bir yandan başkalarıyla yiyip içerken (syn ön eki birliktelik anlamı katarken, pino “ben içerim” anlamındadır), bir yandan da onlarla fikir alışverişinde bulunup gündelik olay ve dertler, şiir, oyun ve müsabakalar, çoğu zaman da müzik ve dans konusunda (öz)düşünümsel hikâyeler paylaşmak anlamına gelir. Paylaşılan bu deneyimler başkalarının tanıklığı vasıtasıyla gerçeklik kazanırken, hakiki ve hatırlanmaya değer görülür. Ne de olsa, deneyimler, insan olsun olmasın, başka birinin refakatini, syn-trofia’sını gerektirir. Burada trefo, çocuk yetiştirmede ve yanı sıra, umutların, hayallerin, arzuların da beslenip büyütülmesinde olduğu gibi “ben besliyorum, yetiştiriyorum, büyütüyorum” anlamına gelir.

Ancak, bugün sempozyum, anlam itibariyle, bir fikir alışverişi mekanizmasından ibaret hale gelmiştir. Söz konusu alışverişten elenen şey ise, duyusal boyut olmuştur. Sonuç olarak, parça bütünün adını almıştır. Yine de, Diotima’nın Sokrates’e yaptığı hatırlatma arkadan yankılanmaktadır:

Bir şeyin yokluktan varlığa çıkmasına sebep olan her eylem poesis’tir, dolayısıyla bütün zanaat eserleri poesis’in türleridir ve yaratıcılarının hepsi de şairdir… Lakin . . . farklı isimleri vardır.7

Modern kadınların pratikleri ve deneyimleri Diotima’nın poesis tanımıyla bağdaşagelmiştir. Özenle salamura ettikleri zeytinler ve pişirdikleri yemekler de, tıpkı insanları ve mekânları süslemek için kumaşa işledikleri, görsel, dokunsal bir hikâyeye dönüşen nakışları gibi, hane içindeki ve dışındaki ötekileri beslemeye yönelik olmuştur.

Tat ve Hafızanın Arkasındaki Mantık

İlk saha çalışmam, bölgedeki ilkokul ve liselerin yanı sıra, yerel kültür kuruluşlarını ve kulüpleri kapsıyordu. Çalışmanın öncelikli hedeflerinden biri, genç öğrencilere ve yereldeki vatandaşlara Yunanca anlamıyla symposio ve birlikte yemek yeme pratiğinin hafızayla ilişkisi konusunda (yeniden) duyarlılık kazandırmaktı. Gönüllülerden oluşan bir ekip, iki öğrenci, genç bir kameraman ve ben, öğretmen ve öğrencilerle tekrar tekrar toplantılar yaptık; yapılacak etkinliğin kavramları ve teorik varsayımlarına aşinalık kazanmaları amacıyla yaptığımız bu toplantılarda onlar da kendi deneyimleri üzerine tartışmalar yürüttü. Tarihle kurduğumuz bu iletişimin bağlamsal vasıtası ise, miras alınamaz bir arşiv olarak yemek tarifiydi. Anne Frank’in kendi kültüründe pişirilip tüketilen yemekleri anlattığı günlüğü, benim için modern anı yazısının dokusuna bir giriş kapısı niteliği kazanmıştı. ABD’deki ilk yıllarımda, rahmetli annemin postayla gönderdiği el yazısı yemek tariflerinden oluşan kişisel arşivim, düzinelerce özdüşünümsel hikâyeyi, kişisel ve ailevi hatırayı canlandırmıştı. Çalışma kapsamında, engellilere yönelik okullarda on sekizinci yüzyıl Fransız filozofu Diderot’nun hikâyesinden hareketle tartışmalar düzenlendi, deneyim paylaşımları yapıldı: Diderot’nun dokunsal duyarlılığa olan ilgisini ve bu konudaki dikkatini harekete geçiren, görme engelli biriyle karşılaşması olmuştu. Diderot’nun bu karşılaşması, engelli bedenin görünür bir bozukluk gösterisi olarak algılanıp muamele gördüğü bir sosyal çevrede, uzundur bastırılmış deneyimlerin etkileyici bir karşılıklı alışverişine zemin oluşturdu. Çalışma esnasında, sanat ve işaret dilinin tarihsel etkileşimi, on dokuzuncu yüzyıl Fransa’sında olduğu gibi8, özsaygıyı ve güveni artırarak, aramızdaki sessiz ve sözlü diyaloğu pekiştirdi. Engelliler için keşfetmenin tanıdık yolları olarak tat ve dokunmanın tarihsel ve teorik bağlamsallaştırmaya tabi tutulması, öğretmenleri ve yaşça daha büyük öğrencileri konuyla ilgili daha fazla okuma yapmaya sevk etti. 

Çalışmanın sonunda ise, öğretmenlere, öğrencileri daha yaşlı nesillerle diyalog kurmaya motive etmeye yönelik bir kılavuz şeklinde hazırlanmış bir konu başlıkları listesi bırakıldı.

Sonradan okula yaptığımız bir ziyarette, sürece ilişkin hikâye ve deneyimlerini videoya çektiğimiz katılımcılar gündelik hayatlarını içine sıkıştığı şekilci rutinden uzaklaştıran eğitsel programlara duydukları ihtiyacı açığa vuran bir coşku sergilediler. Etnografik saha çalışması hepsi için heveslerini canlandıran bir yolculuk ve benzersiz bir eğitsel araç olmuştu.

Bir kadın öğretmen bunu şöyle ifade ediyordu: 

Bu çalışmanın büyüsü, hem öğrencilerin hem de öğretmenlerin yiyecekleri farklı bir açıdan keşfetmeleriydi: tarih olarak gıda! [vurgu ona ait] İlk başta, bu projenin, hiçbir zaman katılmak gibi arzumuzun olmadığı şu TV yemek programlarından biri olacağını düşünmüştük. Ama şimdi, ninelerle dedelerle konuşup, onların ve atalarının hikâyeler vasıtasıyla ulaştığımız, bazılarını önceden bilmediğimiz tarifleriyle kendimize yemek bile yapıyoruz; gerçekten tarihi ete kemiğe büründüren bir yolculuk oldu bu bizim için.9

Derken, “size annemin en sevdiği yemeği söyleyeyim mi?” diye atılıyor bir diğer öğretmen. “Bir yeseniz bayılırsınız, resmen şiir!” Üçüncü bir öğretmen araya girerek şöyle diyor: “Biz [öğretmenler-öğrenciler] [görüştüğümüz kişilerden] sadece yemek tarifi almakla kalmadık, şiirler, hikâyeler yazdık.” Diotima tarihin bağrından yüzünde bir tebessümle çıkagelmişti işte. 

Bir müzik öğretmeni de şöyle diyor: “Her bir malzemeyle ve tadıyla en iyi yankılanacak notanın peşinde çıktığımız bir tür yolculuktu bu.” Sağlam tatları bulmak için. Örneğin, meyve ve sebzeler sizinle kendilerine has seslerle konuşur; karpuz, elinizle hafifçe vurarak veya kulağınızı doğru yerine dayayarak sorduğunuzda, “ben olgun bir karpuzum” diye onaylar. Bu diyaloğu rengiyle de tamamlar. Müziği veya resimleri besteleyip yazan da ses, renk ve tattır. 

Daha genç bir kadın öğretmen, “bu sayede başka bölgelere de seyahat ettik,” diye ekliyor, “yemek tarifleri için yaşlılarla temas kurdukça Anadolu’yu, Manya Burnu’nu, Mesinya’yı kat ettik.” “Ah, evet,” diye atılarak onaylıyor genç bir öğrenci, “Ben de Yunanistan’ın Kuzeybatısındaki büyükannemi aradım; bana en sevdiği yemeğin tarifini verdi. Ama başarısının sırrını açıklamadı [gülüyor].” Her tarifte saklı bir sır vardır; bir otun dokunuşu bu sırlardan biri olabilir.

Yemeğe konan otlar, görünmez baharatlar belli duyguları ifade eder; bazıları bedenleri iletişime açarak insanları yakınlaştırırken, bazıları da geçici bir süreliğine dışarıya kapatır. Bu bağlamda kişilere isim olarak konan Yunanca baharat ve bitki adları, insanların bunlara atfettiği duyusal kimlikleri de ifade eder. Vaktiyle bölgede ve peri masallarında sık karşılaşılan kadın isimleri de yeniden ortaya çıktı: Tarçın, Limon Ağacı, Sugaree.10 

Bu yolculuklarda, otlar kokuları da harekete geçirdi ve coğrafyayı hareket halindeki büyülü bir koklama sahasına dönüştürerek yeniden şekillendirdi: vaktiyle Delfi’de güller, Acropolis’te mercanköşk, Mora’da adaçayı yetişirdi. Şimdi gökyüzündeki yıldızlar gibiler; ne de olsa, Politiki Kouzina (Bir Tutam Baharat – 2003) filmindeki büyükbabanın da söylediği gibi, “gastronomi kelimesi, astronomi kelimesini de içinde saklar.” Filmdeki çocuk, büyükbabanın görünmez dünyalar hakkında anlattığı ders niteliğindeki masallar sayesinde tadı ve dokunmayı çizime tercüme etmeyi öğrenir: “Güneş için Biber, acıdır ve yakar. Afrodit için Tarçın, dünyanın en güzel kadını, hem acı hem tatlı.”

“Çocuklarla konuşmamız ve etkileşimimiz,” diye vurguluyor erkek bir öğretmen, “bizi malzemelere yönlendirdi: nereden geldiklerine, toprağa nasıl işlendiklerine ve kullanıldıklarına… Eskiden kırsal bölgelerde şeker ya da şekerleme bulunmadığını anlamak çocuklar için güç oldu.”

Yemeğin hazırlanma süreci, bu etkinlik vesilesiyle 70 çocuklu Devlet Müzik Okulu korosu tarafından icra edilen The Soup of Stone (Taşın Çorbası) adlı bir müzik bestesinin alegorisi oldu. Müzik dansı da çağırır: In the Shadow of the Olive Tree (Zeytin Ağacının Gölgesinde) adlı kısa bir modern dans parçasının koreografisi yapıldı ve bu parça, bir yetişkin kadın dansçı ile Belediye Dans Okulu’ndan bir genç kadın dansçı tarafından icra edildi. Yunanistan’da zeytin ağaçları üzerine yapılmış ilk koreografiydi bu. Zeytin ağaçları her zaman yakından gözlemlenir, zira görünüşleri onların hem zamanla hem de iklimle olan duyusal ve duygulanımsal bağlarını gösterir. Yaşlısıyla genciyle zeytin ağaçları rüzgârda dans eder, kuraklıkta matem tutar, yağmurda yıkanırlar, yazın sayısız ağustos böceği yoluyla şarkı söyler ve özenle bakılmayıp ihmal edildikleri zaman duydukları öfkeyi meyveyi buruşturarak gösterirler. Şehirli yönetmen ve koreograflar, biçim ve içeriği yerel bağlamdan “almanın,” insanların deneyimlerine de değen ilham verici bale kompozisyonlarıyla sonuçlandığını henüz farkedebilmiş değiller. Kültürel tercümede tango yapmak için iki kişi gerekir. 

Bu keşifler, öncesinde kesin surette eve ait olduğu düşünülen koca bir dünyayı kamusal olarak görünür kıldı. Sözgelimi bir büyükanne kendisine en sevdiği yemek tarifini soran torununa şaşkınlıkla şöyle demişti: “Şimdi üniversiteden ciddi ciddi benimle konuşmak istiyorlar, ha?!” Üst düzey şefler ve diğerleri tarafından “dışlanmış” hisseden bu ihtiyar kadın kendi torununun gerçekleştirdiği bir video çekimine seve seve katılmış ve kendi adına iftiharla konuşma fırsatı bulunca da tarifinin hikâyesini anlatmıştı.

Gencecik bir erkek öğrenci bizlere yemeğin bugün her zaman aileye tabi olmadığını hatırlatıyor. Nitekim ona bakılırsa, yemek, özerkliğe ve kişisel zevke de aracılık edebilir. Beauvoir’ı (1960) ve en sevdiği pancar çorbası hakkındaki şu sözlerini hatırlayalım: “Asıl zevk, [çorbayı] canımın istediği gibi yapıyor olmamdı.” Yemek de, hazırlanma süreci de değişmez, doğal, sıradan bir hayatta kalma pratiği ya da bedensel zevk değildir. Bu erkek öğrenci bir gün gizlice en sevdiği yemeği pişirdiğini ve bu hareketiyle annesini hayrete düşürdüğünü anlatıyor bize, çünkü yaşının küçük olması bir yana, bir erkek çocuğunun yemek yapması pek doğal karşılanmaz.

Zamanla projeye yirmi beş okul dahil oldu. Genç öğrenciler projeye üç yüzü aşkın doğaçlama resimle katkı sağladı; etkinlik sırasında büyük sergi salonu bu resimlerle “giydirildi”. En sevdikleri yemekleri resmederken ne hissettikleri sorulduğunda öğrencilerden biri çekinerek, “Benim ağzım sulandı!” diye yanıtladı. “Bütün deneyimlerim iç organlarla ilgili” diyen Dali’nin bu sözleri de genç öğrenciyi onaylar nitelikte. Öğrencilerin yaptığı bu resimler, tümü bölgedeki Seramik Bölümü öğrencilerinin bölgenin en sevilen yemeklerinden ve meyve sebzelerinden esinle tasarladığı düzinelerce seramik konstrüksiyonla tamamlandı. 

Tadın bu dokunsal keşfi, lise öğrencilerinin dildeki gastronomik metaforlar için antik metinleri, popüler şarkı sözlerini, klasik ve modern şiiri incelemeleriyle paralel gitti. Uzun zamandır unutulmuş ifadeler tarihsel uykularından uyandırıldı: Annelerin bıkkınlıklarını, çektikleri eziyeti ifade etmek için çocuklarına söylediği, yaygın olarak kullanılan “yedin beni” lafı ya da tat ile dokunmayı bireysel bedenin sınırlarının ötesine genişlettiği kadar, “duyuların tercümesine ve transkripsiyonuna” da işaret eden “gözüyle yemek” deyişi11. Bu örneklerden bazıları kahkahalara yol açarken, bazıları da bedensel idealler ve imgeler, şiddet ve eros, modernite ve aşırı tüketim ile ilgili ciddi soruları gündeme getirdi. Yine bu anlayışla, Belediye Tiyatro Topluluğu tarafından, çağımızın (gıda ve enformasyon) aşırı tüketiminin nükteli ama dokunaklı bir eleştirisi olan ve gençlere de yaşlılara da hitap eden yeme üzerine bir tiyatro oyunu hazırlandı.

Farklı yaş grupları gündelik olanı farklı tarzlarda ve farklı medyalarla yakalar. Daha ileri yaştaki öğrenciler projeye, “ihtiyarlarla” yaptıkları küçük çaplı saha araştırmalarına dayanan küçük video ve fotoğraf prodüksiyonlarıyla katkıda bulundu. Onların ötekiler üzerine çektikleri videolar ile bizim etkinliğin hazırlık aşamasında onlar üzerine çektiğimiz videolar, saha çalışmaları sırasında ve sonrasında kurgu açısından tartışıldı. Bu bağlamda, video çeken kişinin kendi estetik perspektifine, belgeleme pahasına ayrıcalık gösterme eğilimi ya da ritüel performanslara görsel hammadde muamelesi etme eğilimi üzerinde duruldu. 

Sanatsal ifadeleri, popüler filmleri ve akademik seminerleri harmanlayan bu etkinliğin çok sesliliğinden yemeğin icrası da eksik olamazdı. Hazırlanan kutlama masası, yerel sosyal estetiklerin hayata geçmesine olanak sağladı. Kant’ın itirazlarına rağmen, tat hem tat alma duyusuyla ilgili, hem de estetiktir. Hintliler ne demişler, “Bana ne yediğini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.” Appadurai Yunan zevk estetiğinde söz konusu olan şeyin Hint estetik teorisi için de geçerli olduğunu iddia eder:12 Hayli karmaşık bir kavram olan zevk, “estetik, duygusal ve duyumsal takdirle” bağlantılıdır.

Mülahaza

Goffman’ı hatırlarsak, yemeğin icrası nihayetinde benliğin performansını beraberinde getirir.13 Tiksinç davranışlar sergileyen biri “çirkin biri”dir ve tiksindirici bir yiyecek olarak mecazlaştırılır. Çirkin birini “yenilip yutulmaz” diye niteleyen öğrenciler bu yolla farkında olmadan, tiksinme ve estetik zevk ile fiziksel zevk arasındaki ayrımla ilgili soyut felsefi fikir ve tartışmaları13 bağlamsallaştırarak netleştirmiş oldu. Öğrenciler ardından, Nijerya’daki Songhai halkının öfkelerini ifade etmek için antropolog Paul Stoller’a sunduğu iğrenç sos örneğinden14 hareketle, tadın ve kokunun toplumsal ilişkilerin düzenlenmesinde nasıl duyusal, öznel ve merkezi malzemeler olarak açığa çıktığını tartıştılar. Bu örnek de, tercümesi olmamasına rağmen tanıdık bir dil-ötesi iletişim olarak, sözgelimi istenmeyen bir misafirin oturduğu koltuğun arkasına tuz serpme gibi eski Yunan ritüellerinin hatırlanmasını beraberinde getirdi. 

Symposio’nun ayrılmaz parçası olan duyusal performans ise, öğrencilerin bileşenlerini bizzat üretip topladıkları malzemelerin sergiye dahil edilmesiyle tamamlanmış oldu. Öğrencilerin sergi mekânını düzenlerken başvurduğu kavramlar, “çiğ ve pişmiş,” “sıcak ve soğuk,” “ıslak ve kuru,” “aşağı ve yukarı” ve benim bu disiplindeki yolculuğumu özetleyen “acı ve tatlı” sıfatlarının anlamına açıklık getirdi.

Tat, sabit olmaktan hayli uzaktır. Tat genellikle belirli bir topos’la (Aristoteles’in uzam tanımı) kuşatılıp sınırlanmış olarak algılanır, ki bu hem tadı hem de topos’u tanım gereği değişmez kılar. Oysa insanların yemekle ilişkisi, uzam ve zamanda biyografik olarak belirlenmiş konumlarıyla (yeniden) şekillenmez mi? Bu soru, birlikte çalışma yaptığımız üniversite öğrencilerinin evden uzakta yaşama deneyimleri üzerine düşünürken “seyyar lezzetleri” keşfetmeleriyle ortaya çıktı. Hayatlarının bu döneminde, otobüs terminalleri şehirde en sevdikleri yer haline gelmişti, çünkü başka şehirlerde yaşayan annelerinin veya büyükannelerinin pişirip paketleyerek onlara gönderdiği, sevdikleri yemekleri bu terminallerden gidip alıyorlardı. “El diyarlardayken” insana ulaşan bu duygulanımsal tatlar asla tek başına tüketilmez. Öyle ki, insan böyle bir durumda önceden hiç sevmediği yemekleri bile sever ve paylaşır hale gelir. Kendisine yemek gönderilen kişi, yemek masasında ona eşlik etmeleri için arkadaşlarını çağırır, ki bu da geçmiş ve gelecek anların hafızasına damgasını basan bir symposio’dur. Uzaklardan yollanan yemek, eksik bir yemeği başkalarıyla birlikte tam bir yemeğe çevirecek bir yama olarak seyahat eder. 

Öğrencilerin, ayrı düşmüşlük hislerini “sembolik bir aile”ye dönüştüren böylesi paylaşma anlarına dair anlattıkları dokunaklı hikâyeler bende de bilinçsizce bastırdığım bir tadın anısını uyandırdı: Amerika’daki ilk yıllarımda arkadaşlarımın ya da ailemin mektupla bana gönderdiği o çikolataların tadı.

Ağızda Kalan Tatlar

Konferanslarda gelenek olduğu üzere fikirler sunulur ve bu fikirler bazen giriş, gövde ve sonuç kısmı olan kitaplar şeklinde yayımlanarak arşivlenir. Bu sempozyumun amacıysa, duyusal fragmanları birbirine bağlarken, teoriyi de açık uçlu eylemle ilişkilendirmekti. Dünyanın halihazırdaki gidişatı göz önüne alındığında, bilgiyi eyleme de tercüme edecek çoklu araçlar gerekmektedir. Akademik disiplinler ile sanatlar ve sözümona çeperler ile merkezler arasındaki diyalog, inşa edilmiş olan çevresel mekânlarımız da dahil olmak üzere, kamusal alanın kendisinin sorgulanmasına ve yeniden biçimlendirilmesine vesile olmalıdır, zira yurttaşlık anlayışımızı özel alanın ötesine genişleterek yeniden şekillendirmek bu sayede mümkündür. Bu doğrultuda, symposio’nun “Ağızda kalan tat” başlıklı son kısmında, bizatihi üniversite mekânına dair özdüşünümsel eylemler önerildi. Üniversitenin, tüm devlet kurumu mekânları gibi disiplini çağrıştıran, duyusal anlamda sterilize edilmiş, metruk ve ruhsuz görünümlü yemek salonu algısal olarak yeniden ele alındı. Yunanistan’daki üniversite alanları, mülakat yaptığımız kıdemli bir profesörün eleştirel bir tonda belirttiği gibi, müdavimlerinin “öylece geçip gidilen eski otobüs veya tren istasyonlarına,” tükettiğinizi tüketip kalanları bırakıp gittiğiniz mekânlara veya sokaklar gibi tahrip edilebilecek yerlere benzer şekilde algılayıp muamele ettiği mekânlardır. Bu bağlamda, proje çerçevesinde düzenlenen halka açık etkinliğe ev sahipliği yapan kültür salonunun geçirdiği estetik dönüşümünden ilham alan öğrenciler, üniversitenin kamusallığını yeniden şekillendirmenin, temelde işlevsel olan bir mekânı renkli objeler, sanat eserleri ve müzikle donatıp süsleyerek duygulanımsal bir mekâna çevirmenin yaratıcı yollarını buldular; her beden ve zihin bu yaratıcı fikirleri gerçekleştirmek için işe koyuldu. İşlevsel bir alanın muhayyel bir yolla bir eros mekânına yeniden kaydedilmesiydi bu. Çünkü yemek mekânda hayata geçmiş eros’tur.

Çöp ya da yiyecek atığı için tahsis edilmiş “arka-alanlar” veya “atık alanları” da yaratıcı kullanıma açık alanlar olarak ortaya çıktı. Geri dönüşüm bilinmeyen bir eylem alanıydı. Kültürümüzün neleri dışlamayı seçtiği konusundaki farkındalığın artması, kampüse el yapımı kompost kutularının yerleştirilmesi fikrini ortaya çıkardı. 

Sonuç

Her biri birkaç yüz üyeden oluşan bölgenin yerel kültür kuruluşlarının hepsi de yeniden bir symposio düzenleme fikrini benimsedi. Bu kültürde öteden beri süregelen bir geleneği olan kuruluşlar bunlar. Halkı dönem dönem düzenlenen şölenler ve yerel kamu işlerine çeşitli düzeylerde katılım vasıtasıyla birleştiren kuruluşlar. Kadınların hazırladığı ev yapımı yemek ve tatlıların en leziz yöresel çeşitlerinden oluşan ambrosia’lı16 büfeler, karşılık beklemeden verilen unutulmaz bir armağan oldu bizim için. Birlikte yemek yeme eylemi, hatırlama ve hissetmeye vücut kazandıran madde ve nesnelerin alınıp verilmesinden başka bir şey değildir. Bu kadınlardan bazıları, “90’lardaki deprem vesilesiyle düzenlediğimiz o unutulmaz halka açık etkinlikte ortaklaşa çalıştığımız günleri çok iyi hatırlıyoruz,” diyerek ortak tarihimize dikkat çekti. Bu kadınların kendi kültürlerini (yeniden) talep etme ihtiyacında kendini duyuran, eski günlerdeki o güzelim yerel misafirperverliği yeniden açığa çıkaran sessiz duygulanımsal bağımızdır. Bu ortak bağın üst düzey bir kurumun, üniversitenin, kendini “onlardan biri olarak” gören ve ilk kez ayaklarına giden bir temsilcisi tarafından tanınması onlar için önemliydi.

Koca bir bölgesel eros’u harekete geçiren -ve yerel okullar dahil olmak üzere yüzlerce vatandaşın katılımıyla gerçekleştirilen- bu proje yerelin ötesinde bir ilgiyle karşılandı. Proje, sonrasında, Atina’daki (farklı bir teorik yönelime ve örgütsel yaklaşıma sahip olan) bir ulusal araştırma merkezi tarafından davet ve misafir edildi. Proje ayrıca, Yunanistan Kültür Bakanlığı tarafından somut olmayan kültürel mirasın korunmasına yönelik olarak düzenlenen bir UNESCO üyelik toplantısında model olarak sunuldu. Ancak yerel ile ulusal ve küresel arasında gerçekleşen bu nadir diyalogda, etkinliğin aktarılabilir olmayan bir kısmı vardı: yerel halkın (bireysel olarak veya kolektif kültür kuruluşlarının üyeleri sıfatıyla toplu olarak) hazırlayıp getirdiği bol bol ev yapımı yemek. Bir kıvanç, özen ve şefkat jesti olan ve bir kamusal kültür salonunun estetik hazırlığına kadar uzanan bu dokunsal bağış olsa olsa böyle ortak hafıza mekânlarında gerçekleşebilirdi. Soyut mekânlar, tarihi olmayan mekânlar, ancak müze olarak algılanıp muamele görebilirdi. Zira nesneler, cisimler ve kokular evvelce ortak yaşanmış olayların ve duygusal-duyusal mübadelelerin birebir tarihçeleridir. Bu tarihçeler, birlikte yemek yenen etkinlik ve mekânlarda mübadele edilir ve bu mekânları birlikte yemek yenen ortak mekânlar haline getirir. Bu da, çeşitli TV yemek programlarıyla ve “konuşmayan” malzemelerin elde hazırlanmasıyla yetinilen başka etkinliklerle keskin bir tezat oluşturur.

Kesin olsun ya da olmasın, hayal gücünü ve kolektif kimliği besleyip canlandıran ve kurumsal bilgi ile gündelik gerçeklik arasında köprü kuran bu gibi temelden kurulmuş girişimler, tarihin sadece bir fosilde donmuş izlerden ya da zamanda asılı kalmış yazılardan cisimleşmediğini gösteriyor. Bilakis, tarih duyuları körelmiş kamusal akademik ortamın uzundur duvarları dışında bırakılmış alternatif duyarlılıkların canlı izleridir. Bu akademik ortamlar kendi doğallaşmış, köhne mekânlarının aşılmasına izin vermez, bunlar da öyle mekânlardır ki, içinden geçtiğimiz zor zamanlarda, depremin ardından harabeler içinde kalan mezarlıklar misali, tarihsel olanın yıkımını somutlaştırmak üzere kendi kaderine terk edilmişlerdir.17


* Bu yazı, yazarın daha önce yayımladığı “Taste and memory in action” başlıklı makalesinin yazarın izni ve onayı dahilinde Türkçeye çevrilmesiyle hazırlanmıştır. Orijinal makale için bkz. Seremetakis, C. N. (2019). Taste and memory in action. (Ed. S. De Nardi, H. Orange, S. High, E. Koskinen-Koivisto) The Routledge Handbook of Memory and Place (s. 315-324) içinde. 

1- Seremetakis, C. N. (1991). The last word: Women, death, and divination in inner Mani. The University of Chicago Press.

2- Foster, H. (1996). The return of the real. October Books/MIT Press.

3- Siyaseten tek bir yönetim altında toplanarak örgütlenmiş siyasi bir topluluğu fiziksel beden mecazıyla ifade eden, Türkçede siyasal gövde veya siyasi birlik, topluluk olarak da karşılanan terim. ç.n.

4- Franco, J. (1985). Killing priests, nuns, women and children. (Haz. M. Blonsky) On signs (s. 414–420) içinde. The Johns Hopkins University Press.

5- “Taste” hem tat hem zevk anlamını taşır. Yazar bu metinde taste kelimesinin çifte anlamıyla oynayarak hem yemekten alınan tat hem de zevklerimizi oluşturan kültür üzerine yazıyor. Zevk kelimesi tat, tatma, lezzet, keyif anlamlarına gelen “ذوق” sözcüğünden alıntıdır. Ancak günümüzde eski Türkçe “tat” ve Arapça “zevk”, bağlantılı olsalar da, farklı anlamları karşılıyorlar. ç.n.

6- Diamond, S. (1999 [1972]). Anthropology in question. (Haz. D. Hymes., A. Arbor) Reinventing anthropology (s. 401–429) içinde, The University of Michigan Press, s. 401.

7- Plato (Platon). (1976). The symposium (Şölen) (haz. I. Sikoutris). Estia. s. 150.

8- Mirzoeff, N. (1995). Silent poetry: Deafness, sign, and visual culture in modern France. Princeton University Press.

9- Burada kullanılan “sound taste” ifadesi bir söz oyunudur. İngilizcede ilk anlamı ses olan “sound” aynı zamanda sağlam anlamına gelir. ç.n.

10- Bir çeşit bezelye. ç.n.

11- Seremetakis, C. N. (1996). The Senses Still: Perception and Memory as Material Culture in Modernity. The University of Chicago Press

12- Appadurai, A. (haz.) (1986). The social life of things. Cambridge University Press.

13- Goffman, E. (1959). The presentation of self in everyday life. Doubleday.

14- Örneğin bkz. Derrida, J. (1987). The truth in painting. The University of Chicago Press; Bourdieu, P. (1990). The logic of Practice, (çev. R. Nice) The Stanford University Press; Kant, I. (1987). Critique of judgement. Hachette Classics.

15- Stoller, P. (1989). The taste of ethnographic things: The senses in anthropology. The Temple University Press. 

16- Antik Yunan mitolojisinde Tanrıların yemeği olarak anılan ve yiyenlere ölümsüzlük ve şifa verdiği söylenen yiyecek veya içecek. ç.n.

17- Seremetakis, C. N. (2019). Sensing the Everyday: Dialogues from Austerity Greece. Routledge. 

İngilizceden çevirenler: Suzi Asa ve Emine Ayhan

Giriş: Hafızanın Erozyonu Olarak Küreselleşme

İnsan toplumunu ve kültürünü totalleştirip homojenleştiren küreselleşme çağında, gündeliğin “algılanamaz” veçhelerine dönüş, yaşamlarımızın farkındalığını yitirdiğimiz yanlarını sorunsallaştırma ve gerçekliğe alternatif algılar temin etmeyi olanaklı kılabilir. Mikrolojik olana dönüş, bu anlamda, zaruri bir politik görev olduğu kadar, etnografik bir projedir de. 

Hem bir araştırma yöntemi hem de metin ya da “metin ötesi” olarak etnografya öteden beri gündelik hayat deneyimlerine, özellikle de tarihsel deneyimin travmatik boyutuna odaklanmıştır. Zira etnografya, örneğin savaş ilanı gibi, başlı başına olaylara değil, toplumsal krizin ilk zayiatına, yani sabit, öngörülebilir bir yapı olarak gündelik hayata odaklanır. Travmatik tarih gündelik hayatın yeni biçimlerini ortaya çıkarır ve kültürel bir aşınma, yerinden edilme, şiddet, ayrışma ve sürgün sırasında ve sonrasında anlam ve kimlik üreten insanları kayda alır. 

Antropoloji ise, travmatik olanı gündelik hayat olarak teorileştiren bir disiplindir. 

Antik Yunan’da yer bulduğu anlamıyla “travma” veya yara, altta yatan bir patolojinin salt bir semptomu olmaktan yahut dış bir kuvvetin yol açtığı, sağaltıcı boşalmayı gerektiren görünür bir incinme olmaktan hayli uzaktır. Yunanlılarda “travma,” daha ziyade, uzun tarihsel deneyimlere; bedenler aracılığıyla zamanda yolculuk eden doğal ve insani, bireysel ve toplumsal, ulusal ve küresel açık yaralara atıfta bulunur, ki kolektif bir hafızada katılaşan yaralardır bunlar. Yunanlılar tarihsel olarak, “gelişmiş” dünyaya göç eden bir nüfus olmuştur. Yakın dönemde Yunanistan sokaklarında yerli nüfus ile işgalci ötekiler, göçmenler veya mülteciler arasında gerçekleşen duygulanımsal mübadelede şahitlik ettiğimiz şey de, hareket hâlindeki bu hafızanın geri çağrılmasıydı. Bu yabancılar, geçmişten gelen hayaletler misali sınırlardan (yeniden) çıkagelmiş ve bilinçdışı tarihi uyandırarak travmatik bilince taşımıştır.

Alternatif hafızaları kurtarıp gün ışığına çıkarmanın önemi de burada devreye girer. Gelgelelim antropolojinin rolü kurtarmaktan ibaret değildir. Bunun için etnografyanın alternatif duygulanımlar tedarik etmesi gerekir. Örneğin, ölüm ritüelleri hakkındaki ilk etnografya çalışmamda1, modern Yunanistan bağlamında tarihsel güncelliğe sahip, alternatif bir mekân üzerinde hak iddia etme modeli sunmuş ve kamusal alan tarihi ile kamusal alanda hakikat iddiasının yanı sıra, kadınların tarihi konusunda da çok şey öğrenmemize vesile olan bu tarihsel modellere kulak vermemiz gerektiğini ileri sürmüştüm. Bu bağlamda, Yunan tragedyası ve çağdaş Yunan yas ritüelleri pasif birer alımlama biçiminden ibaret olmak şöyle dursun, müşterek katılıma olanak veren performatif medyaya dayalı, aşağıdan diyaloğa ilişkindir.

Modernliğin başat kurucu unsurlarından biri olarak medyanın, bir toplumun kendisiyle kurup kurabileceği olası her tür diyaloğu yerinden edip tekelleştirdiği küreselleşen modernlikte bilhassa dikkat çeken bir husustur bu. Medya, diyaloğu “monolojik“ biçimlerde simüle ederek izlerkitleyi sürecin pasif seyircisi konumunda bırakır ya da diyalog ondan men edilenler tarafından tüketilmek üzere bir meta olarak satışa sunulur. Bu da, Yunan trajedisinin veya Mani yas ritüellerinin “diyalojik“ performansıyla taban tabana zıt bir yaklaşımdır. 

Modernlik, medya teknolojisinin bilgi üzerindeki tahakkümü ile yaşanmış deneyim arasındaki gerilimle ilgilenmez, zira diyalojik olanın açığa çıktığı gerilimdir bu. Nitekim metalaştırılmış resmi bilgi ile yaşanmış deneyim arasındaki uçurum giderek genişlemektedir. 

Buna karşılık, kültürlerarası ve tarihsel farklılığa ilişkin her türden keşif, kaçınılmaz olarak, yaşadığımız şimdi üzerine düşünmeyi beraberinde getirir. Bu, politik açıdan önemlidir, çünkü bugün kamusal medya tarafından sömürgeleştirilmiş biçimiyle deneyimlenen gündeliğin alternatif bir medyolojisine işaret eder. 

Bağlam

Küreselleşmenin başlangıcında ve Yunan krizi diye anılan süreç öncesinde, modern küreselleşmiş Yunan kent manzarası, tüketici davranışlarında yaşanan enflasyon ile yok olan tüketicinin ütopik arzusu arasındaki şizoid bir salınımla tanım kazanıyordu. Yunanlılar, giderek daha şişkinleşen gazetelerin istilasına uğradı; sayıları artan moda dergileri, özel TV kanalları ve programlarıyla rekabet edebilmek adına okurlara tüketmeleri için giderek daha fazla bilgi sunan şişirilmiş medya ürünleriydi bunlar. Tesadüf bu ya, bu gazetelerin çoğunda zayıflamaya yönelik sayısız reklam yer buluyordu. Bir zamanların “Güzellik Enstitüleri” “Kilo Verme Merkezleri” adını aldı. Şehirdeki kilo verme merkezlerinin medyada yer bulan reklam fotoğraflarında, özel makinelere girip, zayıflamış, yani tükenmiş tüketicinin bir ikonuna dönüşmüş olarak çıkan boy boy kadın ya da erkek vücutları gösteriliyordu. Bu fotoğraflara bakınca, gıdaların yeşil gelip hızlandırılmış kimyasal işlemlerden geçerek ertesi sabah kırmızı ve olgunlaşmış şekilde çıktığı meyve sebze fabrikaları geliyordu insanın aklına. 

Bu şişkin gazete ve dergilerde yer almaya başlayan dikkat çekici bir içerik de, gıda tüketimiyle, özellikle de deli dana hastalığı taşıyan ve genetiğiyle oynanmış gıdalarla ilgili yeni kaygılardı. Ulusaşırı gıda tüketimine dair bu korku dalgası, kamusal hayata nüfuz etmiş küreselleşmiş enformasyonun aşırı tüketimi konusundaki kaygısızlıkla tam bir tezat içindeydi. Toksik enformasyonun aşırı tüketiminden kaynaklanan kolektif kültürel şişkinlik yerini etkili bir şekilde, yabancı bölgelerden gelen hastalıklı ve genetiği değiştirilmiş maddelerin tüketimine ilişkin endişelere bırakmıştı. 

İster mit ister gerçek olsun, küreselleşme Yunan bilincine panik dalgaları şeklinde giriş yaptı. Bu medya korkutmalarının ya da —tüm haberlere eşlik eden bir terimle söylersek— “gerilim anlatılarının” ortak bir motifi vardı: sosyal yüzeylerin, hep olduğu gibi kalacağı varsayılan okyanus ve dünya gibi ekosistemlerin ve yediğimiz yiyecekler gibi gündelik öğelerin hem zehirli maddelerle hem de yabancı unsurlarla kirlenme seviyesinin geldiği nokta. Kirlenme dinamikleri, çevre kirliliği ve tüketim maddelerindeki zehirlenme yoluyla bölgesel ekolojinin gayri-yerelleştirilmesini zorunlu kılar, bu da bizi yerel alan üstündeki hakimiyetimizi ve mülkiyetimizi sorgular hale getirir. 

Başlangıçta vaat dolu bir sınırsız esneklik devri olarak görülen küreselleşme insanların gözünde büyüsünü yavaş yavaş kaybederken, bu büyübozumu “Yunan krizi”yle ve ardından, her türden faaliyeti kısıtlama tehdidi barındıran kemer sıkma politikalarıyla daha da şiddetlendi. Geçirgen ulusal sınırlar fikrinin akla getirdiği tehlike ve risklerin güçlü bir metaforu olarak işlev gören toksik ve genetiğiyle oynanmış ulusötesi gıda maddelerinin yarattığı medyatik panik açlık tehdidinin yarattığı panikle giderildi.

Medyatik “gerilim anlatıları”nın ekseni, dışarlıklılardan gelen toksik içerik ve kirleticilerden, açlık çeken okul çocuklarına ve ülkedeki evsizlere, Yunanlı-Öteki ikiliğine kaydı. Amerikan medyatik felaket kültürünün bu taklitçi kopyasını, Hal Foster “travmatik gerçekçilik”2 diye adlandırmıştır. Tarihsel olanın “gerilim” estetiği aracılığıyla sansasyonelleştirilmesi, Yunanlıların birlikte yemek yeme kültüründeki aşınmayı artırmak için de, politik-beden3 dahil gerçek bedeni yersiz-yurtsuzlaşmaya, dolayısıyla ulusaşırılaşmaya açmak için de yeterli olacaktı.

Ulusaşırılaşmış enformasyon aktarımları büyümeye devam ederken, veri tüketicilerinin daha önce diyetle “küçülmesi” salık verilen bedenleri şimdi de sanal olarak yemek pişirip yemeye zorlanıyor. Yunanlıların gündelik deneyimi, son zamanlarda Akdeniz diyeti ve lezzetli egzotik yemek tarifleriyle ilgili tonla reklamın eşlik ettiği sayısız TV yemek programı bombardımanına tutuluyor. İşin ilginci, kemer sıkma politikaları şiddetlenip sancıları derinleştikçe bu eğitici programların sayısı da artıyor. 

Bu programlar başlangıçta, Yunanistan’ın çeşitli yörelerinden kadınların aşçılık konusundaki uzmanlıklarını ortaya koyan tarifler paylaştıkları bir tür bilgi alışverişi niteliği taşıyordu. Bilindiği gibi, popüler yemek kitapları vaktiyle kadınlar tarafından yazılırdı. Erkek şeflerin kadın aşçıları yerinden etmesiyle, TV aşçılığı “otantik” tariflerin yerlerini saptamak için yapılan karasal seyahatlerle el ele gitmeye başladı. Eski yemek programlarında yemek yapma işlemi iç mekânlarda sahneleniyor ve bizzat kadınlar tarafından icra ediliyordu. Bu medyatik erkek şeflerse, feminen domestik kültürü hane içi sınırlarından kurtararak kamuya mâl eden birer yönetmen veya kültür menajeri işlevi görüyordu. Yemek yapma performansı, cazibesinin korunması adına, daha sonraları dış mekânlara; mutfağın bir açık hava müzesi halesi kazandığı doğaya yakın açık alanlara taşındı. Yemek programları çoğaldıkça, şeflerin Ötekinin yemek kültürünün egzotik bileşenlerini pişirip yiyerek Ötekiyi tüketmek için izleyiciyi yabancı diyarlarda yolculuğa çıkardığı eril turistik geziler şeklini aldı. İster tek bir kanalı izleyin, ister kanallar arasında gezinin, gece gündüz farketmez, bu ardı arkası kesilmez sanal yemek programları sayesinde sürekli tüketim deneyiminin tadına varabilirdiniz. Bu tüketme coşkusu, Yunanistan’daki artan açlığa dair “gerilim anlatılar”ıyla dönüşümlü olarak yayınlanıyordu.

Öte yandan, yerel ve ulusal otoritelerin yemek kültüründeki bu yabancı istilaya denk bir kuvvetle karşı koyma çabaları ve bu yöndeki çıkarları, çoğunlukla ihracat odaklı ekonomi ve ticaret alanıyla sınırlı kalmış, ticari uluslararasıcılık bağlamında yerel ve ulusal ticari çıkarları korumayı amaçlamıştır. Böylece dış dünyayla kurulan ticaret ağı daha aktif hale geldikçe, ülke içinde hem gıda hem enformasyon olarak nelerin, nasıl ithal edilip tüketildiği tercihen bilinçdışına bırakılmıştır. Bunun göstergesi, ekonomik balonların oluştuğu yıllarda medyanın, işletmelerin ve tıp uzmanlarının insanları yerelde üretilen zeytinyağından çok “daha hafif yağlara” yöneltme konusundaki başarılı çabasıydı. Sözgelimi Mora Yarımadası gibi bölgelerin “hayat kaynağı ve kimliği” olan zeytinyağı, ölüme sebep olan yüksek kolesterolün suçlusu ilan edildi.

Yemek programları hızla çoğaldıkça, erkeklere has turistik geziler şeklini aldı: Şefler izleyiciyi yabancı diyarlarda yolculuğa çıkarıyor, başka bir yemek kültürünün egzotik bileşenlerini pişip yiyerek Öteki’yi tüketmesini sağlıyordu.

Ardından gelen kriz ve kemer sıkma politikaları, bu yersiz-yurtsuzlaşmanın yanı sıra bireysel beden ile politik-beden üzerindeki etkilerinin de derinlemesine düşünülmesine yol açtı. Bugün bölgeselleşmeyi geri kazanmaya yönelik umumi çabalar, genellikle yemek ve yemek kültürü düzeyinde mecazlaştırılmaktadır. Örneğin, zeytinyağı gündelik hayatta, yenilerde beliren topofili’nin (yer sevgisi) bir mecazı olarak yeniden ortaya çıkmıştır.4

İleri yaştaki kadınlar başta olmak üzere sokaktaki vatandaş ise, sanal yemek programlarının, aşçılık turlarının ve yemeklerin yabancı malzemelerle nasıl pişirilip tüketileceğine dair talimatlar içeren kaynağı belirsiz tarifleri ve estetiği taklit eden web sitelerinin onların günlük gerçekliklerini nasıl istila ettiği konusunda farklı bir algıya sahip görünüyor. Yaşlı kadınlara bu öğretici TV programlarını beğenip beğenmediklerini ve sunulan tarifleri yapıp yapmadıklarını sordum. Aldığım tüm yanıtlar, medyada performans düzeyinde üründen (pişirme) sürec(in)e doğru gerçekleşen bu kaymanın tarafsız olmadığını ortaya koyuyordu: Bazıları soruma “Asla! Öyle kafana estiği yerde, kaşla göz arasında yapılan yemekten n’olacak?” diye yakınarak cevap vermişti. 

Bu kadınlardan aldığım yanıtların çifte anlamı, söz konusu tariflerin bir tarihi olmadığına, yabancı ve uyarlanamaz malzemelerle yapılan asılsız kopyalar olduğuna, ama daha da önemlisi, televizyonda kaşla göz arasında hazırlandığına dikkat çekiyordu. Oysa onlar için yemek pişirmek bir olgunlaşma yolculuğu, televizyon zamanının yakalayamayacağı bir deneyim süreciydi. Bununla beraber, yemek pişirmek tümüyle kamusal bir mesele de değildir. Alınıp satılabilir olmayan bir poesis, özdüşünümsel “sırları” bünyesinde barındıran dokunsal-duygulanımsal bir yaratma eylemidir ve bunlar öyle sırlardır ki, dışarıda bir yemekte uygulanıp sahnelenmeden çok önce içeride vuku bulur. Leziz lokmaların paylaşılarak yendiği yemekleri ayrı ayrı yenen tek kişilik yemeklere tercih eden bu kültürde, her yemek anlamını, bir kişinin öğününün paylaşılan öğünlerle karşılıklı okunan bir ilahiyi andıran kaynaşması içinde kazanır. Yemek yemek paylaşılan bir tattır. 

Vaktiyle Yunanistan’da yemek yapmak ve yemek yemek, ister ölü ya da diri insanlar, ister ağaçlar ve hayvanlar, isterse yabancı göçmenler söz konusu olsun, önemli sayılan ötekilere yönelik bakım ve ilgilenme etiğiyle tek bir deneyimsel süreyde bir araya gelen karmaşık bir pratikler ve deneyimler setinin yalnızca bir parçasıydı. Örneğin, zeytin ağaçları evlat muamelesi görür, zeytinlikler ise, sahiplerinin ve bakım verenlerinin ağaçların gövdesine kendi el izleriyle işlediği bir kimliğe sahip addedilirdi. Bakım vermek onlara duygulanımsal bir değer katardı. Bakımsız kalmaları ise ölümün, onların “dışarıya” terk edildiklerinin işareti sayılırdı.

Son dönemde yaşanan göçmen krizinde, kim bilir nerelerden gelip bitap durumda karaya ulaşan göçmen çocuk ve bebeklere bakan ve onları besleyen yaşlı kadınların imajları viral oldu. Bu yaşlı kadınlara gayet “doğal” gelen şey, yani ötekinin içselleştirilmesi, mevcut kamusal şiddete karşı koymak amacıyla istikrarlı toplumsal ilişkilerin hâkim olduğu ve kadınların ağırlıkta olduğu sığınma alanları arayan Batı dünyasında sembolik hale geldi. Bu adalı kadınlar, adını ve amacını önemsemedikleri Nobel ödülü için aday olarak bile önerildi. Onlara göre yemek yapmak ve başkalarını beslemek, türlü duygulanımların, kendi izlerini, yani bir kişinin izini diğerlerine taşıyıp yayan nihai bir ürüne tercümesidir. Bunu yapmaktan aldıkları hazza verdikleri anlam budur. Ve apolitik olmaktan çok uzak bir anlamdır bu, zira içsel değerlerin genişleyerek toplumsal eleştiriye dönüşebildiği sayısız belgeyle ispatlanmıştır.

Bu kadınların alanlarına yapılan istila, onların deneyimden gelen somut değerlerinin temellük edilmesi; yerel bağlamlarından koparılıp soyutlanarak, söylemsel olarak devletin ve medyanın güdümündeki ütopik politik ve/ya dini normlara dönüştürülmesidir. Dahası, duyusal deneyimin medyatik, bilimsel veya tıbbileştirilmiş terimlere tercüme edilerek depolandığı Batı modernliğinin mecralarında bu kadınlar için bir yer varsa bile çok sınırlı bir yerdir bu. Bu yerel aşçıların yerini, yerel mutfakların yeni ulusaşırı bağlama uyacak şekilde yeniden eğitilip modernleştirilmesini amaç edinmiş modern erkek şeflerin alması, yerel yemek çeşitleriyle birlikte bu kadınları da yersiz hale getirmiştir. Yerel kitlelerin bu yüzeysel duyusal yeniden eğitimi, gıdaların genellikle modern mutfak gereçleriyle işlenip cerrahi eldivenlerle tutulmasını gerektirir: tıbbileştirilmiş, tek kullanımlık bir dokunuş. İyi ev yemeği yapmasıyla bilinen yetmiş yaşında bir kadının ayaküstü bir konuşmada sarfettiği şu sözler bu durumu gayet iyi özetlemektedir: “Kendimi dışlanmış hissediyorum.” Geçemeyecekleri tarihsel bir uçurumun kenarında duran bu kadınlar, duygusal bir boşalmaya mahkûm edilmiştir. Onların (yemek) kültürlerinin yeniden kazanılması toplumsal olarak önemli, kişisel olarak da anlamlıdır.

Diğer taraftan, akademide enformasyon ve bilgi yayılımı sırtını güvenle, beden ile zihin, duyumsanabilir olan ile duyumsanamaz olan, miras alınabilir olan ile olmayan arasındaki Platoncu-Aristotelesçi ayrıma yaslamış durumdadır. Aslına bakılırsa, bu perspektifin Paedeia’daki, yani örgün eğitim dünyasındaki yaygınlığı, bilginin üretimi ve yayılmasında, gündelik olanı görünmez kılacak ve şimdiki zamanı kültürel anlamdan mahrum bırakacak şekilde devreye giren güçlü biçimci önyargıyla alakasız değildir. Böylece açıkça miras alınamaz şeyler olarak tanımlanan tat ve dokunma da bilinçli ve bilinçsiz olarak bastırılmıştır.

Küreselleşme çağında, Aristotelesçi zihin/beden hiyerarşisinde tanık olduğumuz tersine dönüş, bedenin tüm mecaziliğinden arındırılarak yeniden biyolojikleştirilmesini amaçlar. Böylece beden, yemek yemek, uyumak gibi salt fiziksel işlevleriyle anlam ifade eder hale gelmiştir. Bu durum, bir homojenleşmeyi ve disiplini devreye sokarak, gıda ve yeme kültürlerinin işlevselleştirilmesini kolaylaştırmıştır. Duyuların ayrıştırılması, aynı zamanda, tadın giderek gıda ve gıda tüketimiyle ve dahi yiyecek ve içecek tüketiminin toplumsal örgütlenmesiyle özdeşleşmesini de beraberinde getirmiştir. Bu da bireysel zevkin banalliğiyle sonuçlanmıştır. Öyle ki, bu zevke yönelik bitmek bilmez arayış başlı başına bir deneyim, bir performans ve (evde yemek pişirmede olduğu gibi) kitle kimliğinin görselleştirilmesi halini almıştır. 

Proje: Tat ve Hafıza 

Yaptığım etnografik keşifler, halk eğitimi faaliyetlerinin tasarımı ve örgütlenmesiyle el ele ilerledi. Bu faaliyetlerin ana hedefi, metalaştırılmış bilgi ile gündelik deneyim arasında köprü kurmak ve akademik bilgi ile etnografik yöntemi kamusal bilgiye tercüme etmekti: Sonuçta asıl önemli olan, teori ve pratik arasındaki diyalojik arayüzdür. Bu, etnografinin ve icrasının diyalojik doğasının bir uzantısıdır, ki burada icra toplumsal ve maddi ilişkilerdeki gizli anlamı serbest bırakarak açığa çıkaran gündelik yapılara müdahale olarak anlaşılır. Bir gündelik hayat pratiği olarak icra da, toplumsal olarak inşa edilmiş, doğallaştırılmış ve homojenleştirilmiş bir şimdiki zaman anlayışından yola çıktığı için poesis niteliği taşır. 

Tat ve Hafıza sempozyumu, küreselleşmenin Yunan yemeklerini ve yeme kültürlerini medyadaki sayısız öğretici yemek pişirme programı aracılığıyla homojenleştirme, disipline etme, kozmetikleştirme ve işlevselleştirme yönündeki muazzam çabalarına bir yanıt olarak tasarlandı. Bu sempozyuma ilham veren, benim miras alınamaz olanı, yani kültürün, resmen miras sayılan alanda görünmez olan her türden kesitini bilince çıkarma konusundaki bitimsiz kaygım oldu. Yiyecek ve yiyecek tüketimi bunun yalnızca bir örneğidir. Burada tat/zevk5 aynı zamanda kadınların cinsiyete dayalı baskılanmış bilgisi olarak, emek, bakım ve birlikte yemek yeme pratikleriyle bağlantılı biçimde sunulmaktadır.

Gıda tüketimi, gündeliğin, küreselleşmeyi incelemek için bir kayıt cihazı işlevi görebilecek muhtelif alanlarından biridir. Bu bakımdan, gıda tüketimi günümüzde deneyimlenen haliyle küreselleşmenin etkilerini bize önceden haber vermiştir. Söz konusu dönüşüm sürecinde, koca koca yeme kültürleri susturulabilir ve özelleştirilmiş hafızayla sınırlı hale gelebilirdi. Oysa hafıza salt bir bireyin zihninin ve psişesinin mülkiyetinde olmaktan çok uzaktır: Hafıza insan yapımı ürünlerde, mekânlarda ve hem “yapıp etmelerin ve hayal kurmanın,” hem de paylaşmanın ve mübadelenin zamansallıklarında kapsüllenip depolanır.

Kültürel hafıza, toplumsal aktörlerin bilinçli olarak aracılık ettiği icra pratiklerinde vücut bulur, dolayısıyla şimdideki anlam sistemlerine müdahale etme kapasitesine sahiptir. Tarihyazımı felsefecileri, “olay, olan değil, anlatılandır” düsturunu benimser; kalıplaşmış tasvirlerin tarihsizleştirilmiş deneyim alanlarının etrafında duvarlar örebileceği konusunda bizi uyaran bir düsturdur bu.

Tat ve Hafıza bu bakımdan, Güney Mora’da bir bölge olan Mesinya’nın küreselleşme öncesi ve sırasındaki duyu(m)sal hafızasına, özellikle de Yunanistan’daki birlikte yemek yeme kültüründeki tahrifatın ardından başlayan hafıza mücadelesine dair saha temelli, katılımcı bir süreç ve halka açık bir sergiydi.

Bu “kamusal antropoloji” çalışması, devreye sokulan temel antropolojik perspektiflerin – örn. gündelik hayat perspektifi olarak, durumsal ve konumlanmış bilgi olarak ve toplumsalın diyalojik temeli olarak kültür – geçmişte ve bugün başlı başına eşsiz politik müdahaleler olduğu bir ortamda gerçekleştirildi. Sonuç olarak da, iki kıtadan (25 yıl yaşadığım Avrupa ve Amerika’dan) gelen etnografya bilgisi ve deneyimini, antropolojinin, kendisini merkezsizleştirmesi gereken bir akademik sistemde, kamusal çehresi olmayan sınırlı bir disiplin statüsünde olduğu bir Yunanistan’la harmanlayan bir çalışma ortaya çıktı. Antropolojik söylemin, vaktiyle resmi, hatta rivayet düzeyinde bile bir varlığının olmadığı mevcut kamusal alanlara bu girişinde, antropoloji disiplininin -kamusalla kurduğu bağ gibi- son dönem ilgi alanlarının birçoğuna hitap eden bir yan da var.

Bu çalışmada, ayrıca, Stanley Diamond’ın “antropoloji, krizdeki insanların krizdeki insanları çalıştığı disiplindir”6 şiarını tekrarlayarak, antropologların marjlarda var olan ve toplumsal, tarihi felaketin kıyısında yaşayan diğer insanlardan, o insanlar vasıtasıyla öğrenen kişiler olduğunu ileri sürüyorum. Nitekim hafızanın gündelik hayatta toplumsal krize yanıt verecek şekilde nasıl kullanılacağına ilişkin temel sorun geçerliliğini korumaktadır.

Sempozyum

Kültürel aşınma bağlamında, Tat ve Hafıza adını taşıyan bu kamusal antropoloji sempozyumu, Yunan Tragedya Şairlerinin diyalojik performansının benimsenmesi vasıtasıyla alternatif bir paradigma sağlamak amacıyla ve örgütlenmenin çoğu zaman tarihsel tercümeyi de içeren kültürel tercüme ilkelerinin uygulanmasından başka bir şey olmadığı öncülüyle düzenlendi. 

Öncelikle, “sempozyum” kelimesinin akademide mutasyona uğrayarak orijinal Yunanca anlamı olan symposio’dan farklı bir anlamda kullanılması beni hep rahatsız etmiştir. Sözcük, akademide “konferans” —bir konu hakkında müzakere eden insanların düzenlediği toplantı— anlamında kullanılır. Buradaki filolojik arkeoloji ise, duyusal olanın duygulanımla birlikte ifade kazanmasına katkıda bulunacaktır.

Symposio bir yandan başkalarıyla yiyip içerken (syn ön eki birliktelik anlamı katarken, pino “ben içerim” anlamındadır), bir yandan da onlarla fikir alışverişinde bulunup gündelik olay ve dertler, şiir, oyun ve müsabakalar, çoğu zaman da müzik ve dans konusunda (öz)düşünümsel hikâyeler paylaşmak anlamına gelir. Paylaşılan bu deneyimler başkalarının tanıklığı vasıtasıyla gerçeklik kazanırken, hakiki ve hatırlanmaya değer görülür. Ne de olsa, deneyimler, insan olsun olmasın, başka birinin refakatini, syn-trofia’sını gerektirir. Burada trefo, çocuk yetiştirmede ve yanı sıra, umutların, hayallerin, arzuların da beslenip büyütülmesinde olduğu gibi “ben besliyorum, yetiştiriyorum, büyütüyorum” anlamına gelir.

Ancak, bugün sempozyum, anlam itibariyle, bir fikir alışverişi mekanizmasından ibaret hale gelmiştir. Söz konusu alışverişten elenen şey ise, duyusal boyut olmuştur. Sonuç olarak, parça bütünün adını almıştır. Yine de, Diotima’nın Sokrates’e yaptığı hatırlatma arkadan yankılanmaktadır:

Bir şeyin yokluktan varlığa çıkmasına sebep olan her eylem poesis’tir, dolayısıyla bütün zanaat eserleri poesis’in türleridir ve yaratıcılarının hepsi de şairdir… Lakin . . . farklı isimleri vardır.7

Modern kadınların pratikleri ve deneyimleri Diotima’nın poesis tanımıyla bağdaşagelmiştir. Özenle salamura ettikleri zeytinler ve pişirdikleri yemekler de, tıpkı insanları ve mekânları süslemek için kumaşa işledikleri, görsel, dokunsal bir hikâyeye dönüşen nakışları gibi, hane içindeki ve dışındaki ötekileri beslemeye yönelik olmuştur.

Tat ve Hafızanın Arkasındaki Mantık

İlk saha çalışmam, bölgedeki ilkokul ve liselerin yanı sıra, yerel kültür kuruluşlarını ve kulüpleri kapsıyordu. Çalışmanın öncelikli hedeflerinden biri, genç öğrencilere ve yereldeki vatandaşlara Yunanca anlamıyla symposio ve birlikte yemek yeme pratiğinin hafızayla ilişkisi konusunda (yeniden) duyarlılık kazandırmaktı. Gönüllülerden oluşan bir ekip, iki öğrenci, genç bir kameraman ve ben, öğretmen ve öğrencilerle tekrar tekrar toplantılar yaptık; yapılacak etkinliğin kavramları ve teorik varsayımlarına aşinalık kazanmaları amacıyla yaptığımız bu toplantılarda onlar da kendi deneyimleri üzerine tartışmalar yürüttü. Tarihle kurduğumuz bu iletişimin bağlamsal vasıtası ise, miras alınamaz bir arşiv olarak yemek tarifiydi. Anne Frank’in kendi kültüründe pişirilip tüketilen yemekleri anlattığı günlüğü, benim için modern anı yazısının dokusuna bir giriş kapısı niteliği kazanmıştı. ABD’deki ilk yıllarımda, rahmetli annemin postayla gönderdiği el yazısı yemek tariflerinden oluşan kişisel arşivim, düzinelerce özdüşünümsel hikâyeyi, kişisel ve ailevi hatırayı canlandırmıştı. Çalışma kapsamında, engellilere yönelik okullarda on sekizinci yüzyıl Fransız filozofu Diderot’nun hikâyesinden hareketle tartışmalar düzenlendi, deneyim paylaşımları yapıldı: Diderot’nun dokunsal duyarlılığa olan ilgisini ve bu konudaki dikkatini harekete geçiren, görme engelli biriyle karşılaşması olmuştu. Diderot’nun bu karşılaşması, engelli bedenin görünür bir bozukluk gösterisi olarak algılanıp muamele gördüğü bir sosyal çevrede, uzundur bastırılmış deneyimlerin etkileyici bir karşılıklı alışverişine zemin oluşturdu. Çalışma esnasında, sanat ve işaret dilinin tarihsel etkileşimi, on dokuzuncu yüzyıl Fransa’sında olduğu gibi8, özsaygıyı ve güveni artırarak, aramızdaki sessiz ve sözlü diyaloğu pekiştirdi. Engelliler için keşfetmenin tanıdık yolları olarak tat ve dokunmanın tarihsel ve teorik bağlamsallaştırmaya tabi tutulması, öğretmenleri ve yaşça daha büyük öğrencileri konuyla ilgili daha fazla okuma yapmaya sevk etti. 

Çalışmanın sonunda ise, öğretmenlere, öğrencileri daha yaşlı nesillerle diyalog kurmaya motive etmeye yönelik bir kılavuz şeklinde hazırlanmış bir konu başlıkları listesi bırakıldı.

Sonradan okula yaptığımız bir ziyarette, sürece ilişkin hikâye ve deneyimlerini videoya çektiğimiz katılımcılar gündelik hayatlarını içine sıkıştığı şekilci rutinden uzaklaştıran eğitsel programlara duydukları ihtiyacı açığa vuran bir coşku sergilediler. Etnografik saha çalışması hepsi için heveslerini canlandıran bir yolculuk ve benzersiz bir eğitsel araç olmuştu.

Bir kadın öğretmen bunu şöyle ifade ediyordu: 

Bu çalışmanın büyüsü, hem öğrencilerin hem de öğretmenlerin yiyecekleri farklı bir açıdan keşfetmeleriydi: tarih olarak gıda! [vurgu ona ait] İlk başta, bu projenin, hiçbir zaman katılmak gibi arzumuzun olmadığı şu TV yemek programlarından biri olacağını düşünmüştük. Ama şimdi, ninelerle dedelerle konuşup, onların ve atalarının hikâyeler vasıtasıyla ulaştığımız, bazılarını önceden bilmediğimiz tarifleriyle kendimize yemek bile yapıyoruz; gerçekten tarihi ete kemiğe büründüren bir yolculuk oldu bu bizim için.9

Derken, “size annemin en sevdiği yemeği söyleyeyim mi?” diye atılıyor bir diğer öğretmen. “Bir yeseniz bayılırsınız, resmen şiir!” Üçüncü bir öğretmen araya girerek şöyle diyor: “Biz [öğretmenler-öğrenciler] [görüştüğümüz kişilerden] sadece yemek tarifi almakla kalmadık, şiirler, hikâyeler yazdık.” Diotima tarihin bağrından yüzünde bir tebessümle çıkagelmişti işte. 

Bir müzik öğretmeni de şöyle diyor: “Her bir malzemeyle ve tadıyla en iyi yankılanacak notanın peşinde çıktığımız bir tür yolculuktu bu.” Sağlam tatları bulmak için. Örneğin, meyve ve sebzeler sizinle kendilerine has seslerle konuşur; karpuz, elinizle hafifçe vurarak veya kulağınızı doğru yerine dayayarak sorduğunuzda, “ben olgun bir karpuzum” diye onaylar. Bu diyaloğu rengiyle de tamamlar. Müziği veya resimleri besteleyip yazan da ses, renk ve tattır. 

Daha genç bir kadın öğretmen, “bu sayede başka bölgelere de seyahat ettik,” diye ekliyor, “yemek tarifleri için yaşlılarla temas kurdukça Anadolu’yu, Manya Burnu’nu, Mesinya’yı kat ettik.” “Ah, evet,” diye atılarak onaylıyor genç bir öğrenci, “Ben de Yunanistan’ın Kuzeybatısındaki büyükannemi aradım; bana en sevdiği yemeğin tarifini verdi. Ama başarısının sırrını açıklamadı [gülüyor].” Her tarifte saklı bir sır vardır; bir otun dokunuşu bu sırlardan biri olabilir.

Yemeğe konan otlar, görünmez baharatlar belli duyguları ifade eder; bazıları bedenleri iletişime açarak insanları yakınlaştırırken, bazıları da geçici bir süreliğine dışarıya kapatır. Bu bağlamda kişilere isim olarak konan Yunanca baharat ve bitki adları, insanların bunlara atfettiği duyusal kimlikleri de ifade eder. Vaktiyle bölgede ve peri masallarında sık karşılaşılan kadın isimleri de yeniden ortaya çıktı: Tarçın, Limon Ağacı, Sugaree.10 

Bu yolculuklarda, otlar kokuları da harekete geçirdi ve coğrafyayı hareket halindeki büyülü bir koklama sahasına dönüştürerek yeniden şekillendirdi: vaktiyle Delfi’de güller, Acropolis’te mercanköşk, Mora’da adaçayı yetişirdi. Şimdi gökyüzündeki yıldızlar gibiler; ne de olsa, Politiki Kouzina (Bir Tutam Baharat – 2003) filmindeki büyükbabanın da söylediği gibi, “gastronomi kelimesi, astronomi kelimesini de içinde saklar.” Filmdeki çocuk, büyükbabanın görünmez dünyalar hakkında anlattığı ders niteliğindeki masallar sayesinde tadı ve dokunmayı çizime tercüme etmeyi öğrenir: “Güneş için Biber, acıdır ve yakar. Afrodit için Tarçın, dünyanın en güzel kadını, hem acı hem tatlı.”

“Çocuklarla konuşmamız ve etkileşimimiz,” diye vurguluyor erkek bir öğretmen, “bizi malzemelere yönlendirdi: nereden geldiklerine, toprağa nasıl işlendiklerine ve kullanıldıklarına… Eskiden kırsal bölgelerde şeker ya da şekerleme bulunmadığını anlamak çocuklar için güç oldu.”

Yemeğin hazırlanma süreci, bu etkinlik vesilesiyle 70 çocuklu Devlet Müzik Okulu korosu tarafından icra edilen The Soup of Stone (Taşın Çorbası) adlı bir müzik bestesinin alegorisi oldu. Müzik dansı da çağırır: In the Shadow of the Olive Tree (Zeytin Ağacının Gölgesinde) adlı kısa bir modern dans parçasının koreografisi yapıldı ve bu parça, bir yetişkin kadın dansçı ile Belediye Dans Okulu’ndan bir genç kadın dansçı tarafından icra edildi. Yunanistan’da zeytin ağaçları üzerine yapılmış ilk koreografiydi bu. Zeytin ağaçları her zaman yakından gözlemlenir, zira görünüşleri onların hem zamanla hem de iklimle olan duyusal ve duygulanımsal bağlarını gösterir. Yaşlısıyla genciyle zeytin ağaçları rüzgârda dans eder, kuraklıkta matem tutar, yağmurda yıkanırlar, yazın sayısız ağustos böceği yoluyla şarkı söyler ve özenle bakılmayıp ihmal edildikleri zaman duydukları öfkeyi meyveyi buruşturarak gösterirler. Şehirli yönetmen ve koreograflar, biçim ve içeriği yerel bağlamdan “almanın,” insanların deneyimlerine de değen ilham verici bale kompozisyonlarıyla sonuçlandığını henüz farkedebilmiş değiller. Kültürel tercümede tango yapmak için iki kişi gerekir. 

Bu keşifler, öncesinde kesin surette eve ait olduğu düşünülen koca bir dünyayı kamusal olarak görünür kıldı. Sözgelimi bir büyükanne kendisine en sevdiği yemek tarifini soran torununa şaşkınlıkla şöyle demişti: “Şimdi üniversiteden ciddi ciddi benimle konuşmak istiyorlar, ha?!” Üst düzey şefler ve diğerleri tarafından “dışlanmış” hisseden bu ihtiyar kadın kendi torununun gerçekleştirdiği bir video çekimine seve seve katılmış ve kendi adına iftiharla konuşma fırsatı bulunca da tarifinin hikâyesini anlatmıştı.

Gencecik bir erkek öğrenci bizlere yemeğin bugün her zaman aileye tabi olmadığını hatırlatıyor. Nitekim ona bakılırsa, yemek, özerkliğe ve kişisel zevke de aracılık edebilir. Beauvoir’ı (1960) ve en sevdiği pancar çorbası hakkındaki şu sözlerini hatırlayalım: “Asıl zevk, [çorbayı] canımın istediği gibi yapıyor olmamdı.” Yemek de, hazırlanma süreci de değişmez, doğal, sıradan bir hayatta kalma pratiği ya da bedensel zevk değildir. Bu erkek öğrenci bir gün gizlice en sevdiği yemeği pişirdiğini ve bu hareketiyle annesini hayrete düşürdüğünü anlatıyor bize, çünkü yaşının küçük olması bir yana, bir erkek çocuğunun yemek yapması pek doğal karşılanmaz.

Zamanla projeye yirmi beş okul dahil oldu. Genç öğrenciler projeye üç yüzü aşkın doğaçlama resimle katkı sağladı; etkinlik sırasında büyük sergi salonu bu resimlerle “giydirildi”. En sevdikleri yemekleri resmederken ne hissettikleri sorulduğunda öğrencilerden biri çekinerek, “Benim ağzım sulandı!” diye yanıtladı. “Bütün deneyimlerim iç organlarla ilgili” diyen Dali’nin bu sözleri de genç öğrenciyi onaylar nitelikte. Öğrencilerin yaptığı bu resimler, tümü bölgedeki Seramik Bölümü öğrencilerinin bölgenin en sevilen yemeklerinden ve meyve sebzelerinden esinle tasarladığı düzinelerce seramik konstrüksiyonla tamamlandı. 

Tadın bu dokunsal keşfi, lise öğrencilerinin dildeki gastronomik metaforlar için antik metinleri, popüler şarkı sözlerini, klasik ve modern şiiri incelemeleriyle paralel gitti. Uzun zamandır unutulmuş ifadeler tarihsel uykularından uyandırıldı: Annelerin bıkkınlıklarını, çektikleri eziyeti ifade etmek için çocuklarına söylediği, yaygın olarak kullanılan “yedin beni” lafı ya da tat ile dokunmayı bireysel bedenin sınırlarının ötesine genişlettiği kadar, “duyuların tercümesine ve transkripsiyonuna” da işaret eden “gözüyle yemek” deyişi11. Bu örneklerden bazıları kahkahalara yol açarken, bazıları da bedensel idealler ve imgeler, şiddet ve eros, modernite ve aşırı tüketim ile ilgili ciddi soruları gündeme getirdi. Yine bu anlayışla, Belediye Tiyatro Topluluğu tarafından, çağımızın (gıda ve enformasyon) aşırı tüketiminin nükteli ama dokunaklı bir eleştirisi olan ve gençlere de yaşlılara da hitap eden yeme üzerine bir tiyatro oyunu hazırlandı.

Farklı yaş grupları gündelik olanı farklı tarzlarda ve farklı medyalarla yakalar. Daha ileri yaştaki öğrenciler projeye, “ihtiyarlarla” yaptıkları küçük çaplı saha araştırmalarına dayanan küçük video ve fotoğraf prodüksiyonlarıyla katkıda bulundu. Onların ötekiler üzerine çektikleri videolar ile bizim etkinliğin hazırlık aşamasında onlar üzerine çektiğimiz videolar, saha çalışmaları sırasında ve sonrasında kurgu açısından tartışıldı. Bu bağlamda, video çeken kişinin kendi estetik perspektifine, belgeleme pahasına ayrıcalık gösterme eğilimi ya da ritüel performanslara görsel hammadde muamelesi etme eğilimi üzerinde duruldu. 

Sanatsal ifadeleri, popüler filmleri ve akademik seminerleri harmanlayan bu etkinliğin çok sesliliğinden yemeğin icrası da eksik olamazdı. Hazırlanan kutlama masası, yerel sosyal estetiklerin hayata geçmesine olanak sağladı. Kant’ın itirazlarına rağmen, tat hem tat alma duyusuyla ilgili, hem de estetiktir. Hintliler ne demişler, “Bana ne yediğini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.” Appadurai Yunan zevk estetiğinde söz konusu olan şeyin Hint estetik teorisi için de geçerli olduğunu iddia eder:12 Hayli karmaşık bir kavram olan zevk, “estetik, duygusal ve duyumsal takdirle” bağlantılıdır.

Mülahaza

Goffman’ı hatırlarsak, yemeğin icrası nihayetinde benliğin performansını beraberinde getirir.13 Tiksinç davranışlar sergileyen biri “çirkin biri”dir ve tiksindirici bir yiyecek olarak mecazlaştırılır. Çirkin birini “yenilip yutulmaz” diye niteleyen öğrenciler bu yolla farkında olmadan, tiksinme ve estetik zevk ile fiziksel zevk arasındaki ayrımla ilgili soyut felsefi fikir ve tartışmaları13 bağlamsallaştırarak netleştirmiş oldu. Öğrenciler ardından, Nijerya’daki Songhai halkının öfkelerini ifade etmek için antropolog Paul Stoller’a sunduğu iğrenç sos örneğinden14 hareketle, tadın ve kokunun toplumsal ilişkilerin düzenlenmesinde nasıl duyusal, öznel ve merkezi malzemeler olarak açığa çıktığını tartıştılar. Bu örnek de, tercümesi olmamasına rağmen tanıdık bir dil-ötesi iletişim olarak, sözgelimi istenmeyen bir misafirin oturduğu koltuğun arkasına tuz serpme gibi eski Yunan ritüellerinin hatırlanmasını beraberinde getirdi. 

Symposio’nun ayrılmaz parçası olan duyusal performans ise, öğrencilerin bileşenlerini bizzat üretip topladıkları malzemelerin sergiye dahil edilmesiyle tamamlanmış oldu. Öğrencilerin sergi mekânını düzenlerken başvurduğu kavramlar, “çiğ ve pişmiş,” “sıcak ve soğuk,” “ıslak ve kuru,” “aşağı ve yukarı” ve benim bu disiplindeki yolculuğumu özetleyen “acı ve tatlı” sıfatlarının anlamına açıklık getirdi.

Tat, sabit olmaktan hayli uzaktır. Tat genellikle belirli bir topos’la (Aristoteles’in uzam tanımı) kuşatılıp sınırlanmış olarak algılanır, ki bu hem tadı hem de topos’u tanım gereği değişmez kılar. Oysa insanların yemekle ilişkisi, uzam ve zamanda biyografik olarak belirlenmiş konumlarıyla (yeniden) şekillenmez mi? Bu soru, birlikte çalışma yaptığımız üniversite öğrencilerinin evden uzakta yaşama deneyimleri üzerine düşünürken “seyyar lezzetleri” keşfetmeleriyle ortaya çıktı. Hayatlarının bu döneminde, otobüs terminalleri şehirde en sevdikleri yer haline gelmişti, çünkü başka şehirlerde yaşayan annelerinin veya büyükannelerinin pişirip paketleyerek onlara gönderdiği, sevdikleri yemekleri bu terminallerden gidip alıyorlardı. “El diyarlardayken” insana ulaşan bu duygulanımsal tatlar asla tek başına tüketilmez. Öyle ki, insan böyle bir durumda önceden hiç sevmediği yemekleri bile sever ve paylaşır hale gelir. Kendisine yemek gönderilen kişi, yemek masasında ona eşlik etmeleri için arkadaşlarını çağırır, ki bu da geçmiş ve gelecek anların hafızasına damgasını basan bir symposio’dur. Uzaklardan yollanan yemek, eksik bir yemeği başkalarıyla birlikte tam bir yemeğe çevirecek bir yama olarak seyahat eder. 

Öğrencilerin, ayrı düşmüşlük hislerini “sembolik bir aile”ye dönüştüren böylesi paylaşma anlarına dair anlattıkları dokunaklı hikâyeler bende de bilinçsizce bastırdığım bir tadın anısını uyandırdı: Amerika’daki ilk yıllarımda arkadaşlarımın ya da ailemin mektupla bana gönderdiği o çikolataların tadı.

Ağızda Kalan Tatlar

Konferanslarda gelenek olduğu üzere fikirler sunulur ve bu fikirler bazen giriş, gövde ve sonuç kısmı olan kitaplar şeklinde yayımlanarak arşivlenir. Bu sempozyumun amacıysa, duyusal fragmanları birbirine bağlarken, teoriyi de açık uçlu eylemle ilişkilendirmekti. Dünyanın halihazırdaki gidişatı göz önüne alındığında, bilgiyi eyleme de tercüme edecek çoklu araçlar gerekmektedir. Akademik disiplinler ile sanatlar ve sözümona çeperler ile merkezler arasındaki diyalog, inşa edilmiş olan çevresel mekânlarımız da dahil olmak üzere, kamusal alanın kendisinin sorgulanmasına ve yeniden biçimlendirilmesine vesile olmalıdır, zira yurttaşlık anlayışımızı özel alanın ötesine genişleterek yeniden şekillendirmek bu sayede mümkündür. Bu doğrultuda, symposio’nun “Ağızda kalan tat” başlıklı son kısmında, bizatihi üniversite mekânına dair özdüşünümsel eylemler önerildi. Üniversitenin, tüm devlet kurumu mekânları gibi disiplini çağrıştıran, duyusal anlamda sterilize edilmiş, metruk ve ruhsuz görünümlü yemek salonu algısal olarak yeniden ele alındı. Yunanistan’daki üniversite alanları, mülakat yaptığımız kıdemli bir profesörün eleştirel bir tonda belirttiği gibi, müdavimlerinin “öylece geçip gidilen eski otobüs veya tren istasyonlarına,” tükettiğinizi tüketip kalanları bırakıp gittiğiniz mekânlara veya sokaklar gibi tahrip edilebilecek yerlere benzer şekilde algılayıp muamele ettiği mekânlardır. Bu bağlamda, proje çerçevesinde düzenlenen halka açık etkinliğe ev sahipliği yapan kültür salonunun geçirdiği estetik dönüşümünden ilham alan öğrenciler, üniversitenin kamusallığını yeniden şekillendirmenin, temelde işlevsel olan bir mekânı renkli objeler, sanat eserleri ve müzikle donatıp süsleyerek duygulanımsal bir mekâna çevirmenin yaratıcı yollarını buldular; her beden ve zihin bu yaratıcı fikirleri gerçekleştirmek için işe koyuldu. İşlevsel bir alanın muhayyel bir yolla bir eros mekânına yeniden kaydedilmesiydi bu. Çünkü yemek mekânda hayata geçmiş eros’tur.

Çöp ya da yiyecek atığı için tahsis edilmiş “arka-alanlar” veya “atık alanları” da yaratıcı kullanıma açık alanlar olarak ortaya çıktı. Geri dönüşüm bilinmeyen bir eylem alanıydı. Kültürümüzün neleri dışlamayı seçtiği konusundaki farkındalığın artması, kampüse el yapımı kompost kutularının yerleştirilmesi fikrini ortaya çıkardı. 

Sonuç

Her biri birkaç yüz üyeden oluşan bölgenin yerel kültür kuruluşlarının hepsi de yeniden bir symposio düzenleme fikrini benimsedi. Bu kültürde öteden beri süregelen bir geleneği olan kuruluşlar bunlar. Halkı dönem dönem düzenlenen şölenler ve yerel kamu işlerine çeşitli düzeylerde katılım vasıtasıyla birleştiren kuruluşlar. Kadınların hazırladığı ev yapımı yemek ve tatlıların en leziz yöresel çeşitlerinden oluşan ambrosia’lı16 büfeler, karşılık beklemeden verilen unutulmaz bir armağan oldu bizim için. Birlikte yemek yeme eylemi, hatırlama ve hissetmeye vücut kazandıran madde ve nesnelerin alınıp verilmesinden başka bir şey değildir. Bu kadınlardan bazıları, “90’lardaki deprem vesilesiyle düzenlediğimiz o unutulmaz halka açık etkinlikte ortaklaşa çalıştığımız günleri çok iyi hatırlıyoruz,” diyerek ortak tarihimize dikkat çekti. Bu kadınların kendi kültürlerini (yeniden) talep etme ihtiyacında kendini duyuran, eski günlerdeki o güzelim yerel misafirperverliği yeniden açığa çıkaran sessiz duygulanımsal bağımızdır. Bu ortak bağın üst düzey bir kurumun, üniversitenin, kendini “onlardan biri olarak” gören ve ilk kez ayaklarına giden bir temsilcisi tarafından tanınması onlar için önemliydi.

Koca bir bölgesel eros’u harekete geçiren -ve yerel okullar dahil olmak üzere yüzlerce vatandaşın katılımıyla gerçekleştirilen- bu proje yerelin ötesinde bir ilgiyle karşılandı. Proje, sonrasında, Atina’daki (farklı bir teorik yönelime ve örgütsel yaklaşıma sahip olan) bir ulusal araştırma merkezi tarafından davet ve misafir edildi. Proje ayrıca, Yunanistan Kültür Bakanlığı tarafından somut olmayan kültürel mirasın korunmasına yönelik olarak düzenlenen bir UNESCO üyelik toplantısında model olarak sunuldu. Ancak yerel ile ulusal ve küresel arasında gerçekleşen bu nadir diyalogda, etkinliğin aktarılabilir olmayan bir kısmı vardı: yerel halkın (bireysel olarak veya kolektif kültür kuruluşlarının üyeleri sıfatıyla toplu olarak) hazırlayıp getirdiği bol bol ev yapımı yemek. Bir kıvanç, özen ve şefkat jesti olan ve bir kamusal kültür salonunun estetik hazırlığına kadar uzanan bu dokunsal bağış olsa olsa böyle ortak hafıza mekânlarında gerçekleşebilirdi. Soyut mekânlar, tarihi olmayan mekânlar, ancak müze olarak algılanıp muamele görebilirdi. Zira nesneler, cisimler ve kokular evvelce ortak yaşanmış olayların ve duygusal-duyusal mübadelelerin birebir tarihçeleridir. Bu tarihçeler, birlikte yemek yenen etkinlik ve mekânlarda mübadele edilir ve bu mekânları birlikte yemek yenen ortak mekânlar haline getirir. Bu da, çeşitli TV yemek programlarıyla ve “konuşmayan” malzemelerin elde hazırlanmasıyla yetinilen başka etkinliklerle keskin bir tezat oluşturur.

Kesin olsun ya da olmasın, hayal gücünü ve kolektif kimliği besleyip canlandıran ve kurumsal bilgi ile gündelik gerçeklik arasında köprü kuran bu gibi temelden kurulmuş girişimler, tarihin sadece bir fosilde donmuş izlerden ya da zamanda asılı kalmış yazılardan cisimleşmediğini gösteriyor. Bilakis, tarih duyuları körelmiş kamusal akademik ortamın uzundur duvarları dışında bırakılmış alternatif duyarlılıkların canlı izleridir. Bu akademik ortamlar kendi doğallaşmış, köhne mekânlarının aşılmasına izin vermez, bunlar da öyle mekânlardır ki, içinden geçtiğimiz zor zamanlarda, depremin ardından harabeler içinde kalan mezarlıklar misali, tarihsel olanın yıkımını somutlaştırmak üzere kendi kaderine terk edilmişlerdir.17


* Bu yazı, yazarın daha önce yayımladığı “Taste and memory in action” başlıklı makalesinin yazarın izni ve onayı dahilinde Türkçeye çevrilmesiyle hazırlanmıştır. Orijinal makale için bkz. Seremetakis, C. N. (2019). Taste and memory in action. (Ed. S. De Nardi, H. Orange, S. High, E. Koskinen-Koivisto) The Routledge Handbook of Memory and Place (s. 315-324) içinde. 

1- Seremetakis, C. N. (1991). The last word: Women, death, and divination in inner Mani. The University of Chicago Press.

2- Foster, H. (1996). The return of the real. October Books/MIT Press.

3- Siyaseten tek bir yönetim altında toplanarak örgütlenmiş siyasi bir topluluğu fiziksel beden mecazıyla ifade eden, Türkçede siyasal gövde veya siyasi birlik, topluluk olarak da karşılanan terim. ç.n.

4- Franco, J. (1985). Killing priests, nuns, women and children. (Haz. M. Blonsky) On signs (s. 414–420) içinde. The Johns Hopkins University Press.

5- “Taste” hem tat hem zevk anlamını taşır. Yazar bu metinde taste kelimesinin çifte anlamıyla oynayarak hem yemekten alınan tat hem de zevklerimizi oluşturan kültür üzerine yazıyor. Zevk kelimesi tat, tatma, lezzet, keyif anlamlarına gelen “ذوق” sözcüğünden alıntıdır. Ancak günümüzde eski Türkçe “tat” ve Arapça “zevk”, bağlantılı olsalar da, farklı anlamları karşılıyorlar. ç.n.

6- Diamond, S. (1999 [1972]). Anthropology in question. (Haz. D. Hymes., A. Arbor) Reinventing anthropology (s. 401–429) içinde, The University of Michigan Press, s. 401.

7- Plato (Platon). (1976). The symposium (Şölen) (haz. I. Sikoutris). Estia. s. 150.

8- Mirzoeff, N. (1995). Silent poetry: Deafness, sign, and visual culture in modern France. Princeton University Press.

9- Burada kullanılan “sound taste” ifadesi bir söz oyunudur. İngilizcede ilk anlamı ses olan “sound” aynı zamanda sağlam anlamına gelir. ç.n.

10- Bir çeşit bezelye. ç.n.

11- Seremetakis, C. N. (1996). The Senses Still: Perception and Memory as Material Culture in Modernity. The University of Chicago Press

12- Appadurai, A. (haz.) (1986). The social life of things. Cambridge University Press.

13- Goffman, E. (1959). The presentation of self in everyday life. Doubleday.

14- Örneğin bkz. Derrida, J. (1987). The truth in painting. The University of Chicago Press; Bourdieu, P. (1990). The logic of Practice, (çev. R. Nice) The Stanford University Press; Kant, I. (1987). Critique of judgement. Hachette Classics.

15- Stoller, P. (1989). The taste of ethnographic things: The senses in anthropology. The Temple University Press. 

16- Antik Yunan mitolojisinde Tanrıların yemeği olarak anılan ve yiyenlere ölümsüzlük ve şifa verdiği söylenen yiyecek veya içecek. ç.n.

17- Seremetakis, C. N. (2019). Sensing the Everyday: Dialogues from Austerity Greece. Routledge. 

DÖN