İklim krizi ile aramızdaki yapısal mesafe nasıl kapanır? İklim krizi doğası gereği karmaşık. Bir yıldan diğerine iklimin değiştiğini söyleyemeyiz. Atmosferde yıllar içinde artan partikül sayısının 350 mi, yoksa 420 mi olduğunu, bunlar arasındaki farkın ne anlama geldiğini, küresel ısınmanın neden 1,5˚C derece ile kısıtlı tutulması gerektiğini, 2,5˚C ya da 6˚C olmasının ne gibi bir fark yaratacağını kavramak zor. Eriyen buzullar, habitat kayıpları ve modernitenin yaban hayatı ile aramıza çektiği setlerden dolayı günlük hayatta karşılaşılması zor olan canlıların yok oluşuna dair bilgiler bizlere endişe verebilir; ama bu endişelerin gün içinde başka endişelerin arasından sıyrılıp başı çekmesi de zor. İki aydan uzun süren yangınlar, eğer Avustralya’da ya da Amazon’daysa, bizim başımıza ne zaman geleceğine dair belirsizlik, önleyici adımlara yönelik plan ve program yapmayı doğrudan ikinci plana atabilir. Yanı başımızdaki yangınların ise iklim krizinden mi yoksa başka bir sebepten mi çıktığına dair farklı haberler arasında kaybolabiliriz. İklim krizinin getirdiği mevcut iklimsel değişikliklerin ötesinde, iklim krizi ile ilgili uluslararası anlaşmalar, müzakereler, kararlar, uygulanması planlanan politikaların nasıl işlediği ve işleyeceği uzun incelemeleri, analizleri gerektirir – ve günün sonunda temelde pek de bir şey yapılmadığı ve yeniliklerin de daha büyük adaletsizlikler getirdiği yönündeki çıkarımla her şeyin samimiyetine yönelik alaycı bir tavır takınmak ve meseleden uzaklaşmak ilk çıkış yolu gibi görünür. Kısaca ifade etmek gerekirse, iklim krizinin, dünyanın ekolojik dengesini nasıl altüst ettiğine dair bilgilere rağmen, krizin karmaşık yapısı, zamansal, mekânsal, sosyal ve varsayımsal bir mesafe yaratarak onu zamanımızın en büyük tehditlerinden biri olarak idrak etmeyi zorlaştırıyor.

Burada, iklim değişikliğinin neden zamanımızın en büyük tehditleri arasında sayıldığını anlamak ve bu mesafeyi kapatmak için olan bitene iklim adaleti lensiyle bakmamız gerekiyor. İklim değişikliğinin, ona içkin eşitsizlikler ile toplumun tümü için değil yalnızca bir kısmı için bir krize dönüştüğünü anlamak, yalnızca krizin çözümü için değil aynı zamanda teşhisi ve ilişkilendirilebilirliği için de zaruri. İklim krizi ile aramızdaki mesafe; iklimi değiştiren üretim ve tüketim modellerinin, insanların yapabilirliklerini1 artırmadığı, aksine toplumun büyük çoğunluğu için yapabilirlikleri kısıtladığı gerçeği ile kapatılabilir. Bu tür bir yaklaşım, iklim krizinin temelde eşitsizlikler yüzünden var olduğunu ve eşitsizlik üzerinde nasıl bir çarpan etkisi yarattığını gözler önüne serer. 

Eşitsizlikler ve iklim krizi arasındaki ilişkiyi anlamak için bu eşitsizliklerin mekâna nasıl sindiğine bakılabilir. İklim krizinin soyut bir kavram olarak kalmasının bir sebebi de krizin mekânsızlığı, daha ince bir ifade ile mekânla ilişkisinin kurulmamış olmasıdır. Mekânda adalet kavramının, mekânın bir dizi sosyal ve politik ilişki etrafında düzenlendiği, dolayısıyla adalet turnusolü veya adalet kavramına bakılabilecek bir pencere olarak değerlendirildiği göz önüne alındığında, mekânın “havada olanı” yere indirip ete kemiğe büründürme, görünür kılabilme potansiyeli de ortaya çıkar. İklim adaleti ve mekânda adalet arasında paralellik kurmak, bu iki kavramın birbirinden besleneceği bir kanal açar: Mekân, iklim krizi bağlamında adaletsizliklerin nasıl tecelli ettiğini bizlere gösterirken; iklim krizi, var olan adaletsizliklerin mekânda bir karşılığı olduğunu söylemenin ötesine geçerek, mekânı fail kılar. 

İklimsel adaletsizlikler, genel olarak üç boyutta kendini gösterir: İklim adaletsizliği, üretimin sosyal, ekolojik ve politik maliyetinin “öteki” olana yüklendiği yerde başlar. Üretim pratiklerinin iklim krizine sebep olmanın ötesinde, emeği, doğayı ve toprağı ucuz kullanması2 söz konusudur. İkinci boyut, iklim krizinin doğrudan ve dolaylı etkilerine karşı herkesin aynı derecede dirençli ol(a)mamasıdır. Bu krize sebep olmayan kesimler, krizin doğrudan ve dolaylı etkilerine karşı kaçınılmaz olarak daha kırılgandır; çünkü iklim krizini üreten kesim bu üretimden elde ettiği katma değeri elinde tutar. Üçüncü boyut ise, iklim krizine sebep olan üretim ve tüketim kalıplarını terk etmeden üretilen iklim politikalarının diğer iki boyutta maliyeti üstlenen kesimleri yine göz ardı etmesidir. Bu adaletsizliklere karşı çıkan iklim adaleti yaklaşımı ve mücadeleleri ise hem adaletsizlikleri deşifre eder hem de farklı bir kurgu içerisinde iklim adaletinin nasıl temin ve tesis edilebileceğinin yollarını arar. 

beyond.istanbul’un “Mekânda Adalet ve İklim Krizi” sayısında, iklim krizi ile mesafemizi, bu krizin toplum için ne anlama geldiğini mekânı bir mercek olarak kullanıp anlayarak kapatmaya çalıştık. İklim adaletini, krizin doğasını ve krize etkin bir şekilde cevap verebilmek için gereken adımları tasarlamada pratik ve kavramsal bir araç olarak kullandık. İklim krizinin sebeplerini, doğrudan ve dolaylı etkilerini ve iklim politikalarını bu krizden en çok etkilenmesi beklenen kesimlere odaklanarak ve onlara kulak vererek ele aldık. 

Sayıdaki yazılar da iklim adaletsizliklerinin yukarıda sayılan boyutlarını serimleyecek şekilde akıyor. Sayıyı, iklim krizine karşı ataletin politik ekonomisi ve adaletsizliğin mekâna yansıması üzerine kavramsal bir yazı ile açıyoruz (Fikret Adaman ve Murat Arsel). Ardından, birinci bölümde, ataletin sonucunda ortaya çıkan iklim krizin etkilerini gözler önüne seren afetlere bakıp (Hülya Çeşmeci ve Duygu Dağ), bu etkileri hem toplumsal cinsiyet perspektifinden ele alıyor (Özlem Aslan), hem de kesişimselliğin kıskacındaki Romanlar (Ekin Çuhadar) ve mevsimlik işçiler (Mehtap Taşkın) tarafından nasıl yaşandığına kulak veriyoruz. 

İkinci bölüm, iklim krizi ile mücadele yöntemlerinin eksikliklerine ve nasıl olması gerektiğine dair kent ve kırdaki dönüşümlere odaklanan yazılardan oluşuyor. Bu bölümde, iklim değişikliğinin etkilerini azaltmak için kentlerdeki dönüşümün nihayetinde soylulaştırma ile sonuçlanması (Baran Alp Uncu), iklim krizi bağlamında kıra dair farklı tahayyüller (Duygu Avcı), iklim adaleti çerçevesinde kentsel planlama (Ender Peker) ve iklim politikalarının potansiyel adaletsizlikleri ve toplumsal kabulü için izlenmesi gereken patikalar (Ayşe Uyduranoğlu) ele alınıyor. 

Üçüncü bölüm, adil dönüşümün imkân ve kısıtlarını tartışarak, iyi örnekler ve adil dönüşümün önündeki engelleri bir araya getiriyor. Bu bölüm, bir foto–dosya ile kentlerdeki kamusal alanların çoğalmasının iklim adaptasyonu açısından önemini (Hayrettin Günç) ve enerji demokrasisine dair iyi örnekleri (Ashley Dawson) inceliyor. Takiben, adil dönüşümün önündeki engelleri ve kısıtları ele alan üç yazıda, küçülen/büzülen kentlerde adil dönüşüm ihtimali üzerine bir söyleşi (Güldem Özatağan ve Gökçe Yeniev), adil dönüşümün tüm yönleri ile tartışıldığı ve daha alınacak yolların olduğunu dünya örnekleri ile anlatan (Yağız Eren Abanus) ve adil dönüşümün müşterekler ve müşterekleştirme pratiklerinde yattığını vurgulayan (Gökçe Yeniev) iki deneme mevcut. 

Dördüncü bölüm, iklim krizine karşı çıkan iklim adaletinin tanımlayıcısı olan aktörlere kulak veriyor. Bu bölümde, iklim krizinin esas sebeplerinden kömür madenleri, işletmeleri ve kömür elektrik santrallerinin yok sayılan işçiler ve bölge halkaları tarafından göğüslenen sağlık etkilerini (Deniz Gümüşel), petrolün ve petrol boru hatlarının yerli halkların yaşam alanlarını nasıl gasp ettiğini (Chris Thao Trinh) ve bu adaletsizliklere ses yükselten savunucuları ele alıyoruz. Daha sonra, Türkiye’de iklim aktivizminin (Cemil Aksu, Ümit Şahin, Ethemcan Turhan ve Sinan Erensü) ve kömür karşıtı hareketlerin (Özlem Katısöz, Efe Baysal, Elif Cansu İlhan ve Cemre Kara) tarihini ve iç dinamiklerini doğrudan bu hareketlerin parçası olmuş iklim aktivistlerinden dinliyoruz. Bir diğer röportaj, son dönem Türkiye orman yangınları ile mücadelede elini taşın altına koyan gönüllülere dair (Buğra Çelik ve Duygu Dağ). Türkiye’de iklim savunuculuğu yapan sivil toplum örgütlerini ve kuruluşlarını listelediğimiz Umut Arşivi burada yer alıyor (Yağız Eren Abanus, Büşra Üner, Gökçe Yeniev). Bu bölümü, tabanda çokça karşılık bulan, çevre ideolojisinin karanlık tarafı ekofaşizm (Foti Benlisoy) ile bitiriyoruz.

Son olarak, iklim krizine dair sosyo–politik kaygıların medyada (Hazal Acar ve Özgür Gürbüz) ve sanatsal araçlar ile kültür ve sanat (Hande Paker) ve edebiyat (Deniz Gündoğan İbrişim) alanlarında kendine nasıl yer bulduğunu öğreniyoruz. 

Bu sayının, iklim krizinin yarattığı adaletsizliklerin uzakta olmadığını, hayatın her alanındaki eşitsizliklere sindiğini ve onları çoğalttığını göstermesini, çok gerekli ve çoktan gecikmiş bir dönüşümün başlangıcına daha yakın olabilmeye olanak tanımasını diliyoruz.


 1- Yapabilirlikler, insanların potansiyellerini gerçekleştirmek için sahip oldukları gerçek özgürlüklerdir. İktisatçı Amartya Sen ve felsefeci Martha Nussbaum tarafından insani gelişmişliği anlamak için bir kavram olarak 1980’lerde ortaya atılmıştır.

2-Raj Patel ve Jason W. Moore, kapitalizmin nasıl çalıştığını ele aldıkları Yedi Ucuz Şey Üzerinden Dünya Tarihi kitaplarında, kapitalizmin doğa, para, emek, bakım, gıda, enerji ve yaşamın oluşturduğu yedi ana başlığın ucuzlatılması ile kendini var edebildiğini söylerler.

İklim krizi ile aramızdaki yapısal mesafe nasıl kapanır? İklim krizi doğası gereği karmaşık. Bir yıldan diğerine iklimin değiştiğini söyleyemeyiz. Atmosferde yıllar içinde artan partikül sayısının 350 mi, yoksa 420 mi olduğunu, bunlar arasındaki farkın ne anlama geldiğini, küresel ısınmanın neden 1,5˚C derece ile kısıtlı tutulması gerektiğini, 2,5˚C ya da 6˚C olmasının ne gibi bir fark yaratacağını kavramak zor. Eriyen buzullar, habitat kayıpları ve modernitenin yaban hayatı ile aramıza çektiği setlerden dolayı günlük hayatta karşılaşılması zor olan canlıların yok oluşuna dair bilgiler bizlere endişe verebilir; ama bu endişelerin gün içinde başka endişelerin arasından sıyrılıp başı çekmesi de zor. İki aydan uzun süren yangınlar, eğer Avustralya’da ya da Amazon’daysa, bizim başımıza ne zaman geleceğine dair belirsizlik, önleyici adımlara yönelik plan ve program yapmayı doğrudan ikinci plana atabilir. Yanı başımızdaki yangınların ise iklim krizinden mi yoksa başka bir sebepten mi çıktığına dair farklı haberler arasında kaybolabiliriz. İklim krizinin getirdiği mevcut iklimsel değişikliklerin ötesinde, iklim krizi ile ilgili uluslararası anlaşmalar, müzakereler, kararlar, uygulanması planlanan politikaların nasıl işlediği ve işleyeceği uzun incelemeleri, analizleri gerektirir – ve günün sonunda temelde pek de bir şey yapılmadığı ve yeniliklerin de daha büyük adaletsizlikler getirdiği yönündeki çıkarımla her şeyin samimiyetine yönelik alaycı bir tavır takınmak ve meseleden uzaklaşmak ilk çıkış yolu gibi görünür. Kısaca ifade etmek gerekirse, iklim krizinin, dünyanın ekolojik dengesini nasıl altüst ettiğine dair bilgilere rağmen, krizin karmaşık yapısı, zamansal, mekânsal, sosyal ve varsayımsal bir mesafe yaratarak onu zamanımızın en büyük tehditlerinden biri olarak idrak etmeyi zorlaştırıyor.

Burada, iklim değişikliğinin neden zamanımızın en büyük tehditleri arasında sayıldığını anlamak ve bu mesafeyi kapatmak için olan bitene iklim adaleti lensiyle bakmamız gerekiyor. İklim değişikliğinin, ona içkin eşitsizlikler ile toplumun tümü için değil yalnızca bir kısmı için bir krize dönüştüğünü anlamak, yalnızca krizin çözümü için değil aynı zamanda teşhisi ve ilişkilendirilebilirliği için de zaruri. İklim krizi ile aramızdaki mesafe; iklimi değiştiren üretim ve tüketim modellerinin, insanların yapabilirliklerini1 artırmadığı, aksine toplumun büyük çoğunluğu için yapabilirlikleri kısıtladığı gerçeği ile kapatılabilir. Bu tür bir yaklaşım, iklim krizinin temelde eşitsizlikler yüzünden var olduğunu ve eşitsizlik üzerinde nasıl bir çarpan etkisi yarattığını gözler önüne serer. 

Eşitsizlikler ve iklim krizi arasındaki ilişkiyi anlamak için bu eşitsizliklerin mekâna nasıl sindiğine bakılabilir. İklim krizinin soyut bir kavram olarak kalmasının bir sebebi de krizin mekânsızlığı, daha ince bir ifade ile mekânla ilişkisinin kurulmamış olmasıdır. Mekânda adalet kavramının, mekânın bir dizi sosyal ve politik ilişki etrafında düzenlendiği, dolayısıyla adalet turnusolü veya adalet kavramına bakılabilecek bir pencere olarak değerlendirildiği göz önüne alındığında, mekânın “havada olanı” yere indirip ete kemiğe büründürme, görünür kılabilme potansiyeli de ortaya çıkar. İklim adaleti ve mekânda adalet arasında paralellik kurmak, bu iki kavramın birbirinden besleneceği bir kanal açar: Mekân, iklim krizi bağlamında adaletsizliklerin nasıl tecelli ettiğini bizlere gösterirken; iklim krizi, var olan adaletsizliklerin mekânda bir karşılığı olduğunu söylemenin ötesine geçerek, mekânı fail kılar. 

İklimsel adaletsizlikler, genel olarak üç boyutta kendini gösterir: İklim adaletsizliği, üretimin sosyal, ekolojik ve politik maliyetinin “öteki” olana yüklendiği yerde başlar. Üretim pratiklerinin iklim krizine sebep olmanın ötesinde, emeği, doğayı ve toprağı ucuz kullanması2 söz konusudur. İkinci boyut, iklim krizinin doğrudan ve dolaylı etkilerine karşı herkesin aynı derecede dirençli ol(a)mamasıdır. Bu krize sebep olmayan kesimler, krizin doğrudan ve dolaylı etkilerine karşı kaçınılmaz olarak daha kırılgandır; çünkü iklim krizini üreten kesim bu üretimden elde ettiği katma değeri elinde tutar. Üçüncü boyut ise, iklim krizine sebep olan üretim ve tüketim kalıplarını terk etmeden üretilen iklim politikalarının diğer iki boyutta maliyeti üstlenen kesimleri yine göz ardı etmesidir. Bu adaletsizliklere karşı çıkan iklim adaleti yaklaşımı ve mücadeleleri ise hem adaletsizlikleri deşifre eder hem de farklı bir kurgu içerisinde iklim adaletinin nasıl temin ve tesis edilebileceğinin yollarını arar. 

beyond.istanbul’un “Mekânda Adalet ve İklim Krizi” sayısında, iklim krizi ile mesafemizi, bu krizin toplum için ne anlama geldiğini mekânı bir mercek olarak kullanıp anlayarak kapatmaya çalıştık. İklim adaletini, krizin doğasını ve krize etkin bir şekilde cevap verebilmek için gereken adımları tasarlamada pratik ve kavramsal bir araç olarak kullandık. İklim krizinin sebeplerini, doğrudan ve dolaylı etkilerini ve iklim politikalarını bu krizden en çok etkilenmesi beklenen kesimlere odaklanarak ve onlara kulak vererek ele aldık. 

Sayıdaki yazılar da iklim adaletsizliklerinin yukarıda sayılan boyutlarını serimleyecek şekilde akıyor. Sayıyı, iklim krizine karşı ataletin politik ekonomisi ve adaletsizliğin mekâna yansıması üzerine kavramsal bir yazı ile açıyoruz (Fikret Adaman ve Murat Arsel). Ardından, birinci bölümde, ataletin sonucunda ortaya çıkan iklim krizin etkilerini gözler önüne seren afetlere bakıp (Hülya Çeşmeci ve Duygu Dağ), bu etkileri hem toplumsal cinsiyet perspektifinden ele alıyor (Özlem Aslan), hem de kesişimselliğin kıskacındaki Romanlar (Ekin Çuhadar) ve mevsimlik işçiler (Mehtap Taşkın) tarafından nasıl yaşandığına kulak veriyoruz. 

İkinci bölüm, iklim krizi ile mücadele yöntemlerinin eksikliklerine ve nasıl olması gerektiğine dair kent ve kırdaki dönüşümlere odaklanan yazılardan oluşuyor. Bu bölümde, iklim değişikliğinin etkilerini azaltmak için kentlerdeki dönüşümün nihayetinde soylulaştırma ile sonuçlanması (Baran Alp Uncu), iklim krizi bağlamında kıra dair farklı tahayyüller (Duygu Avcı), iklim adaleti çerçevesinde kentsel planlama (Ender Peker) ve iklim politikalarının potansiyel adaletsizlikleri ve toplumsal kabulü için izlenmesi gereken patikalar (Ayşe Uyduranoğlu) ele alınıyor. 

Üçüncü bölüm, adil dönüşümün imkân ve kısıtlarını tartışarak, iyi örnekler ve adil dönüşümün önündeki engelleri bir araya getiriyor. Bu bölüm, bir foto–dosya ile kentlerdeki kamusal alanların çoğalmasının iklim adaptasyonu açısından önemini (Hayrettin Günç) ve enerji demokrasisine dair iyi örnekleri (Ashley Dawson) inceliyor. Takiben, adil dönüşümün önündeki engelleri ve kısıtları ele alan üç yazıda, küçülen/büzülen kentlerde adil dönüşüm ihtimali üzerine bir söyleşi (Güldem Özatağan ve Gökçe Yeniev), adil dönüşümün tüm yönleri ile tartışıldığı ve daha alınacak yolların olduğunu dünya örnekleri ile anlatan (Yağız Eren Abanus) ve adil dönüşümün müşterekler ve müşterekleştirme pratiklerinde yattığını vurgulayan (Gökçe Yeniev) iki deneme mevcut. 

Dördüncü bölüm, iklim krizine karşı çıkan iklim adaletinin tanımlayıcısı olan aktörlere kulak veriyor. Bu bölümde, iklim krizinin esas sebeplerinden kömür madenleri, işletmeleri ve kömür elektrik santrallerinin yok sayılan işçiler ve bölge halkaları tarafından göğüslenen sağlık etkilerini (Deniz Gümüşel), petrolün ve petrol boru hatlarının yerli halkların yaşam alanlarını nasıl gasp ettiğini (Chris Thao Trinh) ve bu adaletsizliklere ses yükselten savunucuları ele alıyoruz. Daha sonra, Türkiye’de iklim aktivizminin (Cemil Aksu, Ümit Şahin, Ethemcan Turhan ve Sinan Erensü) ve kömür karşıtı hareketlerin (Özlem Katısöz, Efe Baysal, Elif Cansu İlhan ve Cemre Kara) tarihini ve iç dinamiklerini doğrudan bu hareketlerin parçası olmuş iklim aktivistlerinden dinliyoruz. Bir diğer röportaj, son dönem Türkiye orman yangınları ile mücadelede elini taşın altına koyan gönüllülere dair (Buğra Çelik ve Duygu Dağ). Türkiye’de iklim savunuculuğu yapan sivil toplum örgütlerini ve kuruluşlarını listelediğimiz Umut Arşivi burada yer alıyor (Yağız Eren Abanus, Büşra Üner, Gökçe Yeniev). Bu bölümü, tabanda çokça karşılık bulan, çevre ideolojisinin karanlık tarafı ekofaşizm (Foti Benlisoy) ile bitiriyoruz.

Son olarak, iklim krizine dair sosyo–politik kaygıların medyada (Hazal Acar ve Özgür Gürbüz) ve sanatsal araçlar ile kültür ve sanat (Hande Paker) ve edebiyat (Deniz Gündoğan İbrişim) alanlarında kendine nasıl yer bulduğunu öğreniyoruz. 

Bu sayının, iklim krizinin yarattığı adaletsizliklerin uzakta olmadığını, hayatın her alanındaki eşitsizliklere sindiğini ve onları çoğalttığını göstermesini, çok gerekli ve çoktan gecikmiş bir dönüşümün başlangıcına daha yakın olabilmeye olanak tanımasını diliyoruz.


 1- Yapabilirlikler, insanların potansiyellerini gerçekleştirmek için sahip oldukları gerçek özgürlüklerdir. İktisatçı Amartya Sen ve felsefeci Martha Nussbaum tarafından insani gelişmişliği anlamak için bir kavram olarak 1980’lerde ortaya atılmıştır.

2-Raj Patel ve Jason W. Moore, kapitalizmin nasıl çalıştığını ele aldıkları Yedi Ucuz Şey Üzerinden Dünya Tarihi kitaplarında, kapitalizmin doğa, para, emek, bakım, gıda, enerji ve yaşamın oluşturduğu yedi ana başlığın ucuzlatılması ile kendini var edebildiğini söylerler.

DÖN