Kentlerin iklim değişikliğiyle mücadeleye katkısı ve yerel yönetimlerin iklim politikaları son yılların en popüler konuları arasında yer alıyor.1 Kentler uluslararası iklim politikaları alanında, 1990’lardaki daha yerel çabalar bir yana bırakılırsa, 2005’te Kentlerin İklim Liderliği Grubu’nun (C40) ve 2008’de Belediye Başkanları Sözleşmesi’nin (Covenant of Mayors) kurulmasıyla ön plana çıkmaya başladı. Paris Anlaşması’ndan sonra ulus-altı aktörlerin, bölgesel ve yerel yönetimlerin de rolü arttı, iklim politikalarının uygulanmasındaki önemleri giderek daha çok vurgulanır oldu. Başkan Donald Trump’ın, 2016’da seçilmesinin hemen ardından Paris Anlaşması’ndan çekilme kararı alması, başta ABD’de olmak üzere ulus-altı aktörlerin, iklim değişikliğini ciddiye alan eyaletlerin, yerel yönetimlerin ve şirketlerin önemini artırdı. Hatta Birleşmiş Milletler iklim müzakerelerine sadece taraf devletlerin değil, yerel aktörlerin de katılması gündeme getirilmeye başladı. Geçen yıl Almanya’nın Bonn şehrinde yapılan 23. Taraflar Konferansı’nda resmi Amerikan delegasyonunun ortada görünmemesi, buna karşılık ABD toplumunun ve ekonomisinin önemli bir bölümünü temsil eden alternatif bir ABD delegasyonunun ses çıkarması dikkat çekiciydi.

İklim değişikliğine neden olan insan yapımı sera gazlarının dörtte üçünün kentlerden kaynaklandığı sık tekrarlanan bir bilgidir. 2050’de kentlerde yaşayan insan sayısının dünya nüfusunun üçte ikisine çıkmasıyla bu oran daha da yükselecektir. Aslında artık çoğunluğun kentlerde yaşadığı, kentlerde daha fazla elektrik tüketildiği, motorlu ulaşımın yoğunlaştığı, binaların fosil yakıtla ısıtıldığı vb. düşünüldüğünde bu bilginin malumun ilanı olduğu da söylenebilir. Sanayi toplumu neticede kent toplumudur; iklim değişikliğinin nedeni de endüstriyalizm. O hâlde bu bilgi gerçek anlamda bir şey ifade eder mi? İklim değişikliğiyle mücadelede kentlerin daha fazla rol alması gerektiğini vurgulamak sadece yapılması gerekenleri (enerji üretiminde fosil yakıtları terk etmek, daha az tüketmek, vb.) başka bir şekilde söylemek midir? Yoksa bu vurgu aslen sorumluluğu merkezi hükümetlerden ve ekonominin merkezi, ulus-aşırı aktörlerinden yerel aktörlere ve bireylere doğru kaydırmayı ve zorunluluğun yerine daha fazla gönüllülüğü koymayı mı amaçlamaktadır? 

Bir İklim Politikası Aktörü Olarak Kent

Kent sorunlarının iklim değişikliğiyle birlikte giderek daha fazla anılması elbette yanlış değil. Bu, hem yerel yönetimlerin elindeki imkânların fazlalığından hem de kentlerde emisyona neden olan bazı kaynakların merkezi politikalarla kontrol edilemeyecek olmasından kaynaklanıyor. Üstelik kentsel ısı adası gibi betonlaşmanın büyüttüğü bir yan mesele var. Küresel sıcaklıklar fosil yakıt kullanımından dolayı artarken, pek çok coğrafyada, özellikle de büyük kentlerin çoğunun yer aldığı ılıman iklim kuşağında sıcak dalgaları sıklaşmaya başlıyor. Günlerce devam eden aşırı sıcaklar betona ve asfalta boğulmuş modern kentlerin merkezinde birkaç derece daha yüksek hissediliyor. Üstelik serinlemenin, temiz hava almanın giderek zorlaştığı, trafik içinde sıkışıp kalan, sağlıksız konutlarda yaşamak zorunda olan insanlar bu sıcak dalgalarının hava kirliliğiyle artan etkisine maruz kalıyorlar. Sıcak dalgaları, kronik hastalıklardan muzdarip olanların ve yaşlıların ölümüne neden olan, sanıldığından çok daha ciddi bir durum. Yerel politikalar, küresel bir sürecin sonucunda artan sıcak dalgalarını önlemeye doğrudan yetmeyecektir ancak yerel yönetimler ısı adalarını önleyecek bir kent planlaması yaparak ve yeşil alanları kent içine yayarak sıcak dalgalarının insanlara vereceği zararı azaltabilirler. Daha doğrusu bu “yapılabilir” bir adaptasyon politikasıdır ve bir kent yönetiminin bu politikayı uygulamakla yükümlü olması gerekir. Su kaynaklarını korumak, su toplama havzalarını yapılaşma sınırının dışında bırakmak da bir diğer kolayca uygulanabilir adaptasyon politikasıdır.

2018 Yaz Okulu Ders Notları: Selcen Fidan.

Yerel yönetimlerin ulaşım, ısınma, binalarda enerji verimliliği gibi konularda yapacakları ise küresel sera gazı emisyonlarının azaltılması yönünde kısmi bir fayda sağlayabilir. Yerel yönetimler bisiklet yollarını yaygınlaştırarak, trafiğe kapalı alanlar yaratarak ve toplu ulaşımı geliştirerek ulaşımdan kaynaklanan emisyonları azaltabilirler. Yerel yönetimler kent içinde bostanlar kurulmasına öncülük ederek, bunun için alan sağlayarak (ya da en azından izin vererek) yerel gıda üretimiyle yeşil alan yaratmayı birleştirebilirler. Böylece hem azaltım hem uyum politikasına katkıda bulunurken kent sakinlerinin mutlu olduğu ortamlar da yaratabilirler. Yerel yönetimler pasif binaların sayısını artıracak teşvikler geliştirerek ve uygulanabilir örnekler yaratarak binalardan kaynaklanan emisyonlarla mücadeleye de katkıda bulunabilirler. Bütün bu örnekler konuyla ilgili raporlarda, hatta belediyelerin hazırladığı iklim değişikliği eylem planlarında bulunabilir. Kentte yaşayanların iklim değişikliğindeki payı fazla olduğuna göre kent politikalarının da bu alanda sorumlu olmasından daha doğal ne olabilir? Soru işaretleri bu noktadan sonra doğmaya başlıyor. 

Tartışmalı Varsayımlar

Yerel yönetimlerin iklim değişikliğinin önlenmesinden ve adaptasyondan “daha fazla” sorumlu olması gerektiği fikri birkaç varsayıma dayanıyor: Yerel yönetimlerin tabana daha yakın ve daha demokratik oldukları varsayımı bunlardan birincisi. Yerel olanın daha demokratik olması gerektiği fikri yeşil politikanın da temelleri arasında yer alır. Oysa yerel yönetimlerin güçlü “yerel başkanlık sistemleri” olduğu, klientalizmin doruk noktasına çıktığı, imar rantı dağıtmanın belediye yönetimlerinin varlık nedeni sayıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Türkiye bu anlamdaki tek örnek de değil. Dolayısıyla daha küçük ölçek ve yakınlık sayesinde halkın yerel politikaların oluşumuna doğrudan katılması çoğu zaman mümkün olmuyor. Üstelik yerelin hem merkezi iktidara hem de sermaye çevrelerinin çıkarlarına giderek daha fazla tabi olduğu bir dönemdeyiz. 

İkinci varsayım, yereldeki uygulamaların kent sakinleri tarafından hissedildiği, kullanıldığı ve denetlendiğidir. Bu durumun da kendiliğinden çevre dostu sonuçlar vermesi beklenir. Oysa İstanbul’dan örnek verecek olursak, kent içindeki en eski bostanın (Yedikule) yerine “mahalleli kullansın diye” otopark ve çocuk parkı yapılması, kalan son doğal kıyıların doldurulup piknik alanlarına dönüştürülerek “hizmete sunulması”, trafikten yakınan kent halkına yeni köprüler ve kent içi otoyollar “hediye edilmesi” gibi örnekler, yerel yönetimlerin kent sakinlerinin yararına olduğu varsayılan kararlar alıp yatırımlar yapmalarının çoğu zaman çevre sağlığı ve iklim değişikliği açısından doğru sonuçlar vermediğini gösteriyor. 

Üçüncü varsayım, yerel uygulamaların “toplamının” iklim değişikliğiyle mücadeleye olumlu katkıda bulunacağıdır. Bu varsayımın teoride doğru olduğu, ancak bu kadar parçalı bir “aşağıdan yukarı” iklim politikaları paketinin verdiği sonucun ölçülmesinin çok zor olduğu söylenebilir. Yıllık küresel sera gazı emisyonunun, 2014-2016’daki geçici duraklamanın ardından 2017 ve 2018’de yeniden yükselişe geçtiğini biliyoruz. Oysa New York’tan İstanbul’a kadar (İstanbul için hazırlandığı bilinen İklim Eylem Planı kamuoyuna sunulmadan rafa kaldırılmış olsa da) iklim değişikliğiyle mücadelede mucizeler yarattığını söylemeyen, en azından kâğıt üzerinde düzgün hazırlanmış eylem planları yapmayan şehir kalmadı. Neticede son 20 yıldır bütün dünyada iklim değişikliğine neden olan sera gazlarını azaltmak için ulusal hedefler kondu, yerel politikalar uygulandı, karbon kâğıtları piyasalarda alınıp satıldı, şirketler emisyonlarını raporlamanın ve “iyi örnekler” geliştirmenin uzmanı oldular, ancak birkaç ülke dışında emisyonlarda bir azalma eğilimi gözlenmediği gibi toplam küresel emisyonlar artmaya devam ediyor.

Sorumluluğu Yerele ve Bireye Kaydırmanın Mantığı

Bu noktada asıl sorumluyu saptamak gerekiyor. Sorumluluğu yerele kaydırmak, emisyonları gerçekten azaltacak kararların alınmasını engelleyen ve mücadele görevini “bireye” yüklemekten başka bir şeye razı gelmeyen şirketler-devletler koalisyonunun fikriydi. Uluslararası iklim müzakereleri tarihi, özellikle 1997’den 2015’e kadar, şöyle özetlenebilir: Yaptırıma tabi olması gereken zorunlu taahhüdü kimsenin hesap soramayacağı gönüllü katkıya dönüştür. Azaltım hedeflerini yukarıdan aşağı (uluslararası düzeyde) değil aşağıdan yukarı (ulusal ve giderek yerel düzeyde) belirle. Kolektif çabanın yerine bireysel çabayı koy. Zengin ülkelerin daha fazla azaltım yapması kuralını mümkün olduğu kadar sulandır. 

Fotoğraf: Bekir Dindar

Sonuç olarak uluslararası anlaşmaların ülkelere verdiği görevden ülkelerin kendi belirledikleri “katkılara”, oradan da bölgesel ve yerel yönetimlerin yapmaları gereken şeylere doğru ilerlerken aslında sorumluluk alması istenen asıl (ve hatta tek) özne işaret edilmekteydi: birey ya da daha doğru bir tanımlamayla tüketici. Yıllardır medyadan günlük sohbetlere kadar her yerde iklim değişikliğini durdurmak için bireylerin ne yapması gerektiği konuşulur. Dolayısıyla bisiklet kullanmaktan veganlığa, sade yaşamaktan ampulleri değiştirmeye kadar kişilerin bireysel karbon ayak izlerini azaltmak için almaları gereken önlemler konusunda yaygın bir uzlaşma vardır. Bununla birlikte kişilerin kendi vicdani kararlarıyla alacakları her türlü önlemin (işin ahlaki sorumluluk ve örnek oluşturmak boyutları bir yana) emisyonları küresel sıcaklık artışını yavaşlatacak düzeyde azaltmaya yaramayacağını hemen herkes bilir. Ancak bireyi “seçme hakkına sahip tüketici olarak” konumlandırmak, tıpkı her şeyi parasal karşılığıyla ölçmek gibi bir kural hâline gelmiştir. Bu nedenle sadece iklimi korumanın piyasalaştırılması ve teknolojik çözümlerin işaret edilmesi değil, bireysel sorumluluğun en üst düzeyde vurgulanması da uluslararası iklim politikalarının baskın rengi hâline gelmeye başlamıştır. Kentlerin ve yerel yönetimlerin hiçbir şekilde yaptırımla karşılaşamayacak, sonuçları ölçülemeyecek, tamamen gönüllü iklim politikaları geliştirmelerinin sürekli vurgulanması bu yönelimin doğal sonucudur. Böylece bir yandan bu politikaların uygulama alanları tabana yayılırken ve piyasalara iyice nüfuz ederken diğer yandan da yerel yönetim politikalarının kullanıcıları olan kent sakinlerinin tercih ve kararları işaret edilerek sorumluluk yerelin üstünden (ülke) yerelin altına (bireye) doğru kaydırılmış olur. Daha da önemlisi iklimi korumak için yapılması gerekenler geniş çeşitlilik barındıran bir politika demetinden ibaret olduğu için, iklim dostu sayılabilecek uygulamalarla emisyonları hızla artırıp küresel ısınmayı şiddetlendirecek politikalar birbirleriyle “çelişmeden” bir arada var olabilirler. 

Yıllarca Birleşmiş Kentler ile Yerel Yönetimler (UCLG) başkanlığı yapan ve bu sıfatla Paris İklim Konferansı’na ve pek çok C40 toplantısına katılan Eski İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın yönetim dönemi, sözünü ettiğimiz bu ilginç durumun en yakınımızdaki örneği olarak gösterilebilir. Topbaş döneminde iklim değişikliğiyle ilgili projeler yürütülmüş, Topbaş’ın uluslararası görevinin de etkisiyle uluslararası iklim politikaları alanında İstanbul adı duyulur hâle gelmiştir. Ancak aynı dönemde gerçekte İstanbul’un iklim değişikliğinin yıkıcı sonuçlarına hazırlanması adına hiçbir şey yapılmadı. Kentin emisyonları ise sadece hesaplanmakla kaldı ve azaltılması yönünde herhangi bir önlem alınmadı. Tam tersine bu dönemde 3. Köprü’nün ve bağlantı yollarının yapılması, 3. Havalimanı inşaatına başlanması ve yerleşimlerin kuzeye doğru yayılmasıyla kentin son kalan yeşil alanları olan Kuzey Ormanları’nın tahribi hızlandı ve böylece kentin elindeki son adaptasyon şansı yok edildi. Kent içindeki son bostanlar, eğer yapılaşmaya açılmadıysa, hobi bahçelerine veya parklara dönüştürüldü, kalan bütün kıyılar dolduruldu, betonlaşma yoğunlaştı ve şehir iklim değişikliğinin olumsuz etkilerine daha açık hâle getirildi. İstanbul’un son yirmi yılı iklim değişikliği alanında bir maladaptasyon (yanlış uyum politikaları) örneği olarak gösterilebilir. Üstelik aynı dönemde köprüler ve tüneller yapılarak orta ve uzun vadede motorlu araç trafiğinin ve emisyonların artması garanti altına alınmış oldu. Üstelik şehre mevcutlardan çok daha büyük bir havalimanı yapılarak hava ulaşımından kaynaklanan küresel emisyonların artmasına da katkıda bulunma konusunda bir hayli yol alındı. İstanbul, ulusal emisyon azaltım hedefleri koymadan veya zayıf da olsa mevcut olan hedefleri gözardı ederek yerelde kâğıt (ve dijital ekran) üzerinde iklim politikası yapmanın doğurabileceği olumsuz sonuçlara çarpıcı bir örnektir.

Sonuç

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC), geçen ay yayımlanan son raporuna göre şu anda 19. yüzyılın ikinci yarısındaki ortalamaya göre 1 derece artmış olan küresel sıcaklığın 1,5 derece artması, dünyanın pek çok yerinde yıkıcı ve geriye dönülmez sonuçlarla karşılaşılması demek. Bu riskin bertaraf edilmesi için küresel emisyonların önümüzdeki 12 yıl içinde yarıya düşürülmesi, 32 yıl içinde de sıfırlanması gerekiyor. Durumun, broşür basarak, web sitesi kurarak ve proje toplantısı üzerine proje toplantısı düzenleyerek çözülemeyecek kadar ciddi ve acil olduğu ortada. Kentlerin de çözüm yolunda yapıcı bir aktör olabilmesi için önce küresel ve ulusal düzeyde durumun ciddiyetiyle uyumlu bilimsel ve radikal hedefler ve politikalar belirlenmesi gerekiyor. Bu hedeflerin, fosil yakıtların kullanımını tamamen terk etmekle sonuçlanacağının, mevcut endüstriyel yaşam biçiminin artık bu şekilde sürdürülemeyeceğinin de hazmedilmesi gerekiyor. Yerel yönetimlerin iklim değişikliğinin çözümünde ne kadar önemli olduğundan ancak bundan sonra söz edebiliriz.


1- Aşıcı, A. A. (2017), İklim İçin Yeşil Ekonomi Politikaları, Yeşil Düşünce Derneği, İstanbul: İstanbul Politikalar Merkezi; Broto V. C. (2017),  “Urban Governance and the Politics of Climate Change”, World Development, 93: 1-15; Bulkeley H. (2010), “Cities and the Governing of Climate Change”, Annual Review of Environment and  Resources, 35:229-53; Şahin Ü. (2017), “Başlangıcından Bugüne Uluslararası İklim Değişikliği Rejimi”, Uluslararası Çevre Rejimleri içinde, haz. G. Orhan, S. C. Mazlum, Y. Kaya, Bursa: Dora.

Kentlerin iklim değişikliğiyle mücadeleye katkısı ve yerel yönetimlerin iklim politikaları son yılların en popüler konuları arasında yer alıyor.1 Kentler uluslararası iklim politikaları alanında, 1990’lardaki daha yerel çabalar bir yana bırakılırsa, 2005’te Kentlerin İklim Liderliği Grubu’nun (C40) ve 2008’de Belediye Başkanları Sözleşmesi’nin (Covenant of Mayors) kurulmasıyla ön plana çıkmaya başladı. Paris Anlaşması’ndan sonra ulus-altı aktörlerin, bölgesel ve yerel yönetimlerin de rolü arttı, iklim politikalarının uygulanmasındaki önemleri giderek daha çok vurgulanır oldu. Başkan Donald Trump’ın, 2016’da seçilmesinin hemen ardından Paris Anlaşması’ndan çekilme kararı alması, başta ABD’de olmak üzere ulus-altı aktörlerin, iklim değişikliğini ciddiye alan eyaletlerin, yerel yönetimlerin ve şirketlerin önemini artırdı. Hatta Birleşmiş Milletler iklim müzakerelerine sadece taraf devletlerin değil, yerel aktörlerin de katılması gündeme getirilmeye başladı. Geçen yıl Almanya’nın Bonn şehrinde yapılan 23. Taraflar Konferansı’nda resmi Amerikan delegasyonunun ortada görünmemesi, buna karşılık ABD toplumunun ve ekonomisinin önemli bir bölümünü temsil eden alternatif bir ABD delegasyonunun ses çıkarması dikkat çekiciydi.

İklim değişikliğine neden olan insan yapımı sera gazlarının dörtte üçünün kentlerden kaynaklandığı sık tekrarlanan bir bilgidir. 2050’de kentlerde yaşayan insan sayısının dünya nüfusunun üçte ikisine çıkmasıyla bu oran daha da yükselecektir. Aslında artık çoğunluğun kentlerde yaşadığı, kentlerde daha fazla elektrik tüketildiği, motorlu ulaşımın yoğunlaştığı, binaların fosil yakıtla ısıtıldığı vb. düşünüldüğünde bu bilginin malumun ilanı olduğu da söylenebilir. Sanayi toplumu neticede kent toplumudur; iklim değişikliğinin nedeni de endüstriyalizm. O hâlde bu bilgi gerçek anlamda bir şey ifade eder mi? İklim değişikliğiyle mücadelede kentlerin daha fazla rol alması gerektiğini vurgulamak sadece yapılması gerekenleri (enerji üretiminde fosil yakıtları terk etmek, daha az tüketmek, vb.) başka bir şekilde söylemek midir? Yoksa bu vurgu aslen sorumluluğu merkezi hükümetlerden ve ekonominin merkezi, ulus-aşırı aktörlerinden yerel aktörlere ve bireylere doğru kaydırmayı ve zorunluluğun yerine daha fazla gönüllülüğü koymayı mı amaçlamaktadır? 

Bir İklim Politikası Aktörü Olarak Kent

Kent sorunlarının iklim değişikliğiyle birlikte giderek daha fazla anılması elbette yanlış değil. Bu, hem yerel yönetimlerin elindeki imkânların fazlalığından hem de kentlerde emisyona neden olan bazı kaynakların merkezi politikalarla kontrol edilemeyecek olmasından kaynaklanıyor. Üstelik kentsel ısı adası gibi betonlaşmanın büyüttüğü bir yan mesele var. Küresel sıcaklıklar fosil yakıt kullanımından dolayı artarken, pek çok coğrafyada, özellikle de büyük kentlerin çoğunun yer aldığı ılıman iklim kuşağında sıcak dalgaları sıklaşmaya başlıyor. Günlerce devam eden aşırı sıcaklar betona ve asfalta boğulmuş modern kentlerin merkezinde birkaç derece daha yüksek hissediliyor. Üstelik serinlemenin, temiz hava almanın giderek zorlaştığı, trafik içinde sıkışıp kalan, sağlıksız konutlarda yaşamak zorunda olan insanlar bu sıcak dalgalarının hava kirliliğiyle artan etkisine maruz kalıyorlar. Sıcak dalgaları, kronik hastalıklardan muzdarip olanların ve yaşlıların ölümüne neden olan, sanıldığından çok daha ciddi bir durum. Yerel politikalar, küresel bir sürecin sonucunda artan sıcak dalgalarını önlemeye doğrudan yetmeyecektir ancak yerel yönetimler ısı adalarını önleyecek bir kent planlaması yaparak ve yeşil alanları kent içine yayarak sıcak dalgalarının insanlara vereceği zararı azaltabilirler. Daha doğrusu bu “yapılabilir” bir adaptasyon politikasıdır ve bir kent yönetiminin bu politikayı uygulamakla yükümlü olması gerekir. Su kaynaklarını korumak, su toplama havzalarını yapılaşma sınırının dışında bırakmak da bir diğer kolayca uygulanabilir adaptasyon politikasıdır.

2018 Yaz Okulu Ders Notları: Selcen Fidan.

Yerel yönetimlerin ulaşım, ısınma, binalarda enerji verimliliği gibi konularda yapacakları ise küresel sera gazı emisyonlarının azaltılması yönünde kısmi bir fayda sağlayabilir. Yerel yönetimler bisiklet yollarını yaygınlaştırarak, trafiğe kapalı alanlar yaratarak ve toplu ulaşımı geliştirerek ulaşımdan kaynaklanan emisyonları azaltabilirler. Yerel yönetimler kent içinde bostanlar kurulmasına öncülük ederek, bunun için alan sağlayarak (ya da en azından izin vererek) yerel gıda üretimiyle yeşil alan yaratmayı birleştirebilirler. Böylece hem azaltım hem uyum politikasına katkıda bulunurken kent sakinlerinin mutlu olduğu ortamlar da yaratabilirler. Yerel yönetimler pasif binaların sayısını artıracak teşvikler geliştirerek ve uygulanabilir örnekler yaratarak binalardan kaynaklanan emisyonlarla mücadeleye de katkıda bulunabilirler. Bütün bu örnekler konuyla ilgili raporlarda, hatta belediyelerin hazırladığı iklim değişikliği eylem planlarında bulunabilir. Kentte yaşayanların iklim değişikliğindeki payı fazla olduğuna göre kent politikalarının da bu alanda sorumlu olmasından daha doğal ne olabilir? Soru işaretleri bu noktadan sonra doğmaya başlıyor. 

Tartışmalı Varsayımlar

Yerel yönetimlerin iklim değişikliğinin önlenmesinden ve adaptasyondan “daha fazla” sorumlu olması gerektiği fikri birkaç varsayıma dayanıyor: Yerel yönetimlerin tabana daha yakın ve daha demokratik oldukları varsayımı bunlardan birincisi. Yerel olanın daha demokratik olması gerektiği fikri yeşil politikanın da temelleri arasında yer alır. Oysa yerel yönetimlerin güçlü “yerel başkanlık sistemleri” olduğu, klientalizmin doruk noktasına çıktığı, imar rantı dağıtmanın belediye yönetimlerinin varlık nedeni sayıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Türkiye bu anlamdaki tek örnek de değil. Dolayısıyla daha küçük ölçek ve yakınlık sayesinde halkın yerel politikaların oluşumuna doğrudan katılması çoğu zaman mümkün olmuyor. Üstelik yerelin hem merkezi iktidara hem de sermaye çevrelerinin çıkarlarına giderek daha fazla tabi olduğu bir dönemdeyiz. 

İkinci varsayım, yereldeki uygulamaların kent sakinleri tarafından hissedildiği, kullanıldığı ve denetlendiğidir. Bu durumun da kendiliğinden çevre dostu sonuçlar vermesi beklenir. Oysa İstanbul’dan örnek verecek olursak, kent içindeki en eski bostanın (Yedikule) yerine “mahalleli kullansın diye” otopark ve çocuk parkı yapılması, kalan son doğal kıyıların doldurulup piknik alanlarına dönüştürülerek “hizmete sunulması”, trafikten yakınan kent halkına yeni köprüler ve kent içi otoyollar “hediye edilmesi” gibi örnekler, yerel yönetimlerin kent sakinlerinin yararına olduğu varsayılan kararlar alıp yatırımlar yapmalarının çoğu zaman çevre sağlığı ve iklim değişikliği açısından doğru sonuçlar vermediğini gösteriyor. 

Üçüncü varsayım, yerel uygulamaların “toplamının” iklim değişikliğiyle mücadeleye olumlu katkıda bulunacağıdır. Bu varsayımın teoride doğru olduğu, ancak bu kadar parçalı bir “aşağıdan yukarı” iklim politikaları paketinin verdiği sonucun ölçülmesinin çok zor olduğu söylenebilir. Yıllık küresel sera gazı emisyonunun, 2014-2016’daki geçici duraklamanın ardından 2017 ve 2018’de yeniden yükselişe geçtiğini biliyoruz. Oysa New York’tan İstanbul’a kadar (İstanbul için hazırlandığı bilinen İklim Eylem Planı kamuoyuna sunulmadan rafa kaldırılmış olsa da) iklim değişikliğiyle mücadelede mucizeler yarattığını söylemeyen, en azından kâğıt üzerinde düzgün hazırlanmış eylem planları yapmayan şehir kalmadı. Neticede son 20 yıldır bütün dünyada iklim değişikliğine neden olan sera gazlarını azaltmak için ulusal hedefler kondu, yerel politikalar uygulandı, karbon kâğıtları piyasalarda alınıp satıldı, şirketler emisyonlarını raporlamanın ve “iyi örnekler” geliştirmenin uzmanı oldular, ancak birkaç ülke dışında emisyonlarda bir azalma eğilimi gözlenmediği gibi toplam küresel emisyonlar artmaya devam ediyor.

Sorumluluğu Yerele ve Bireye Kaydırmanın Mantığı

Bu noktada asıl sorumluyu saptamak gerekiyor. Sorumluluğu yerele kaydırmak, emisyonları gerçekten azaltacak kararların alınmasını engelleyen ve mücadele görevini “bireye” yüklemekten başka bir şeye razı gelmeyen şirketler-devletler koalisyonunun fikriydi. Uluslararası iklim müzakereleri tarihi, özellikle 1997’den 2015’e kadar, şöyle özetlenebilir: Yaptırıma tabi olması gereken zorunlu taahhüdü kimsenin hesap soramayacağı gönüllü katkıya dönüştür. Azaltım hedeflerini yukarıdan aşağı (uluslararası düzeyde) değil aşağıdan yukarı (ulusal ve giderek yerel düzeyde) belirle. Kolektif çabanın yerine bireysel çabayı koy. Zengin ülkelerin daha fazla azaltım yapması kuralını mümkün olduğu kadar sulandır. 

Fotoğraf: Bekir Dindar

Sonuç olarak uluslararası anlaşmaların ülkelere verdiği görevden ülkelerin kendi belirledikleri “katkılara”, oradan da bölgesel ve yerel yönetimlerin yapmaları gereken şeylere doğru ilerlerken aslında sorumluluk alması istenen asıl (ve hatta tek) özne işaret edilmekteydi: birey ya da daha doğru bir tanımlamayla tüketici. Yıllardır medyadan günlük sohbetlere kadar her yerde iklim değişikliğini durdurmak için bireylerin ne yapması gerektiği konuşulur. Dolayısıyla bisiklet kullanmaktan veganlığa, sade yaşamaktan ampulleri değiştirmeye kadar kişilerin bireysel karbon ayak izlerini azaltmak için almaları gereken önlemler konusunda yaygın bir uzlaşma vardır. Bununla birlikte kişilerin kendi vicdani kararlarıyla alacakları her türlü önlemin (işin ahlaki sorumluluk ve örnek oluşturmak boyutları bir yana) emisyonları küresel sıcaklık artışını yavaşlatacak düzeyde azaltmaya yaramayacağını hemen herkes bilir. Ancak bireyi “seçme hakkına sahip tüketici olarak” konumlandırmak, tıpkı her şeyi parasal karşılığıyla ölçmek gibi bir kural hâline gelmiştir. Bu nedenle sadece iklimi korumanın piyasalaştırılması ve teknolojik çözümlerin işaret edilmesi değil, bireysel sorumluluğun en üst düzeyde vurgulanması da uluslararası iklim politikalarının baskın rengi hâline gelmeye başlamıştır. Kentlerin ve yerel yönetimlerin hiçbir şekilde yaptırımla karşılaşamayacak, sonuçları ölçülemeyecek, tamamen gönüllü iklim politikaları geliştirmelerinin sürekli vurgulanması bu yönelimin doğal sonucudur. Böylece bir yandan bu politikaların uygulama alanları tabana yayılırken ve piyasalara iyice nüfuz ederken diğer yandan da yerel yönetim politikalarının kullanıcıları olan kent sakinlerinin tercih ve kararları işaret edilerek sorumluluk yerelin üstünden (ülke) yerelin altına (bireye) doğru kaydırılmış olur. Daha da önemlisi iklimi korumak için yapılması gerekenler geniş çeşitlilik barındıran bir politika demetinden ibaret olduğu için, iklim dostu sayılabilecek uygulamalarla emisyonları hızla artırıp küresel ısınmayı şiddetlendirecek politikalar birbirleriyle “çelişmeden” bir arada var olabilirler. 

Yıllarca Birleşmiş Kentler ile Yerel Yönetimler (UCLG) başkanlığı yapan ve bu sıfatla Paris İklim Konferansı’na ve pek çok C40 toplantısına katılan Eski İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın yönetim dönemi, sözünü ettiğimiz bu ilginç durumun en yakınımızdaki örneği olarak gösterilebilir. Topbaş döneminde iklim değişikliğiyle ilgili projeler yürütülmüş, Topbaş’ın uluslararası görevinin de etkisiyle uluslararası iklim politikaları alanında İstanbul adı duyulur hâle gelmiştir. Ancak aynı dönemde gerçekte İstanbul’un iklim değişikliğinin yıkıcı sonuçlarına hazırlanması adına hiçbir şey yapılmadı. Kentin emisyonları ise sadece hesaplanmakla kaldı ve azaltılması yönünde herhangi bir önlem alınmadı. Tam tersine bu dönemde 3. Köprü’nün ve bağlantı yollarının yapılması, 3. Havalimanı inşaatına başlanması ve yerleşimlerin kuzeye doğru yayılmasıyla kentin son kalan yeşil alanları olan Kuzey Ormanları’nın tahribi hızlandı ve böylece kentin elindeki son adaptasyon şansı yok edildi. Kent içindeki son bostanlar, eğer yapılaşmaya açılmadıysa, hobi bahçelerine veya parklara dönüştürüldü, kalan bütün kıyılar dolduruldu, betonlaşma yoğunlaştı ve şehir iklim değişikliğinin olumsuz etkilerine daha açık hâle getirildi. İstanbul’un son yirmi yılı iklim değişikliği alanında bir maladaptasyon (yanlış uyum politikaları) örneği olarak gösterilebilir. Üstelik aynı dönemde köprüler ve tüneller yapılarak orta ve uzun vadede motorlu araç trafiğinin ve emisyonların artması garanti altına alınmış oldu. Üstelik şehre mevcutlardan çok daha büyük bir havalimanı yapılarak hava ulaşımından kaynaklanan küresel emisyonların artmasına da katkıda bulunma konusunda bir hayli yol alındı. İstanbul, ulusal emisyon azaltım hedefleri koymadan veya zayıf da olsa mevcut olan hedefleri gözardı ederek yerelde kâğıt (ve dijital ekran) üzerinde iklim politikası yapmanın doğurabileceği olumsuz sonuçlara çarpıcı bir örnektir.

Sonuç

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC), geçen ay yayımlanan son raporuna göre şu anda 19. yüzyılın ikinci yarısındaki ortalamaya göre 1 derece artmış olan küresel sıcaklığın 1,5 derece artması, dünyanın pek çok yerinde yıkıcı ve geriye dönülmez sonuçlarla karşılaşılması demek. Bu riskin bertaraf edilmesi için küresel emisyonların önümüzdeki 12 yıl içinde yarıya düşürülmesi, 32 yıl içinde de sıfırlanması gerekiyor. Durumun, broşür basarak, web sitesi kurarak ve proje toplantısı üzerine proje toplantısı düzenleyerek çözülemeyecek kadar ciddi ve acil olduğu ortada. Kentlerin de çözüm yolunda yapıcı bir aktör olabilmesi için önce küresel ve ulusal düzeyde durumun ciddiyetiyle uyumlu bilimsel ve radikal hedefler ve politikalar belirlenmesi gerekiyor. Bu hedeflerin, fosil yakıtların kullanımını tamamen terk etmekle sonuçlanacağının, mevcut endüstriyel yaşam biçiminin artık bu şekilde sürdürülemeyeceğinin de hazmedilmesi gerekiyor. Yerel yönetimlerin iklim değişikliğinin çözümünde ne kadar önemli olduğundan ancak bundan sonra söz edebiliriz.


1- Aşıcı, A. A. (2017), İklim İçin Yeşil Ekonomi Politikaları, Yeşil Düşünce Derneği, İstanbul: İstanbul Politikalar Merkezi; Broto V. C. (2017),  “Urban Governance and the Politics of Climate Change”, World Development, 93: 1-15; Bulkeley H. (2010), “Cities and the Governing of Climate Change”, Annual Review of Environment and  Resources, 35:229-53; Şahin Ü. (2017), “Başlangıcından Bugüne Uluslararası İklim Değişikliği Rejimi”, Uluslararası Çevre Rejimleri içinde, haz. G. Orhan, S. C. Mazlum, Y. Kaya, Bursa: Dora.

DÖN