Fotoğraflar: Murat Germen

Mülksüzleştirme kentsel dönüşüm, soylulaştırma, aşırı kentleşme, rant odaklı emlak geliştirme süreçlerinde sıklıkla gündeme gelen bir kavram. Genel tanımını ve benim kişisel yaklaşımımı anlatıp hangi bağlamlarda kullandığımı netleştirmek isterim. Genel olarak bakarsak, toplumu oluşturan bireylerin kentleşme ve arazi kullanımı süreçlerine dahil edilmemesi şeklinde tanımlanabilir. Kamunun, yani hepimizin ortak malı olan fabrikalar ve limanlar gibi kamu yapılarının, kültürel miras bileşenlerinin, doğanın bize bahşettiği dağların, ovaların, vadilerin, ormanların, ırmakların, su havzalarının, yeraltı sularının, göllerin, koyların, sahillerin “özelleştirme” veya 29, 39, 49 yıl gibi uzun vadelerle kiralama yoluyla sermaye gruplarına gümüş tepside sunulması da büyük ölçekli mülksüzleştirme sınıfına giriyor.

Daha küçük ölçekte bakarsak, sahip olduğu mülkü başkası yüzünden kaybetmek, yaşadığı sokağından ve anılarının olduğu mahallesinden edilmek, hayatın ve kimliğin temelini oluşturan belleği zorunlu göç yüzünden yitirmek zorunda kalmak olarak da tarif edilebilir. Aslına bakarsanız insanın hayatı boyunca başına gelebilecek en beter şeylerden sayılır çünkü barınma insanın en temel haklarından biri. İnşaat firması iflas ettiği için hiçbir karşılık alamadan evini kaybetmek olabilecek en kötü vaka olarak karşımıza çıkarken, diğer bir mülksüzleştirme vakası da şöyle seyrediyor: Soylulaştırılacak mahallede evler, iktidarın da istimlak tehditleriyle emlak geliştirmesini yapacak inşaat şirketlerine ehven fiyatlarla satılıyor/sattırılıyor. Burada diğer vakalardaki “kat karşılığı inşaat” sistemi geçerli değil. İnşaat firması tüm araziyi “kapattığında” yıkım başlıyor. Yıllar önce oyun oynadığınız sokaklar yok edilip yapı adaları birleştiriliyor ve yüksek katlı yapılaşma projeleri devreye giriyor. 

Projeler bittiğinde en ucuz daire bile öyle bir fiyata satılıyor ki daha önce burada yerleşik olup isteyerek ya da mecburen evlerini satmış olanlar yeni projelerden en küçük daireyi bile satın alamaz duruma düşüyorlar. Hâl böyle olunca, bu sefer, özel sermayenin değil de iktidarın emlak geliştiricisi olan TOKİ’nin, İstanbul’un çeperlerinde yaptığı konserve kutusu istifinden hallice yüksek katlı sosyal konut projelerinden bir daire alınabiliyor ancak. Çeperdeki bu ne idüğü belirsiz, belli bir kimliği olmayan, çöle benzeyen yerlerde yaşamayı ise İstanbul’da yaşamak şeklinde nitelendirmek çok zor. Birçok tünel ve ne işe yaradığı belli olmayan 3. Köprü yatırımları sonrasında bir türlü düzelmeyen, hatta zaman geçtikçe kötüleşen trafik yüzünden çeperlerden İstanbul’a gelmek eziyet olacağından birçok insan İstanbul’a gelmeden, İstanbul’u İstanbul yapan Boğaz’ı ve denizi sıklıkla (ya da hiç) göremeden çeperde kalmayı tercih edebiliyorlar. Sosyal konut projelerinin hemen yakınlarına inşa edilen alışveriş merkezleri de işin içine girince, halk “Ne uğraşacağım bu trafikle!” diyerek merkeze inmeyi erteleyebiliyor. Hâl buyken İstanbul’da yaşamak bir ıstıraba dönüşüyor. İstanbul’un gerçek keyfine varamadan, periferide inşa edilen, endüstrinin yanı başında ve kirlettiği havanın altında yer alan çeper mahallelerde yaşamak yerine “memleket” diye adlandırılan her neresiyse oraya dönüp daha sağlıklı, daha küçük ama görece bağımsız bir hayat yaşamak daha doğru gibi görünüyor.

Şüphesiz ki harekette bereket vardır, ama yine de insanın, özellikle de yaş almaya başladıkça yerleşik olma gereksinimi artar; aidiyet kavramı ağır basmaya başlar. Aidiyet sadece maddi boyutu olmayan, hatta manevi boyutu daha fazla önem taşıyan bir kavram. Aidiyeti ise mahalle ölçeğinde komşuluk, arkadaşlık, dayanışma, imece, birlikte hareket etme, birbirine saygı ve güven duyguları geliştirebilme sayesinde edinebilirsiniz. Bir araya gelemeyen, birlikte hareket edemeyen, uzun vadeli borçları dolayısıyla cendereye alınmış, tüketim kültürünün bağımsızlık adıyla sunduğu bireyselliğe gark olmuş insanların olduğu yerleşmelerde mülksüzleştirme daha rahat şekilde yürütülebiliyor. Dayanışma ve direniş sergileyebilen mahallelerde ise, direniş aslında kentsel dönüşüme değil rant odaklı emlak geliştirmenin mahalle kültürünü yok etmeye yeltenmesinedir.

İstanbul’da hepimize diretilen mega-rantsal dönüşüme karşı halk direnişinin en sağlam şekilde yürütüldüğü yerlerden olan Gülensu, Gülsuyu ve Esentepe mahallelerinden bahsetmek faydalı olacak. 

Bu mahallelerde uyuşturucu ticaretine göz yumulup suçu içeriye enjekte ettikten sonra bu bahane edilerek “temizlik” yapılması ve bölgenin ranta açılması amaç edinilmişti.1 “Buraları tehlikeli ve batak yerler hâline dönüştü, biz soylulaştırmayı bitirdiğimiz zaman buraları güvenli ve prestijli, ayrıcalıklı yerler olacak” vaadiyle insanlar ikna edilmeye çalışılacaktı. Ama bu mahallelerin halkı siyasi duruşları nedeniyle pek dişli çıktığı için buna izin vermediler ve henüz soylulaştırma ve mülksüzleştirme baskısına maruz kalmadılar. Bu bölgelerdeki yapıların cephelerinde bulunan çok sayıda siyasi içerikli duvar yazısı, mahallelilerin kendi imkânlarıyla suçla mücadele ettiğini gösteriyor.

Gülsuyu

Hayriye Erbaş ve Şevket Ercan’ın 16–17 Nisan 2015 tarihlerinde Eskişehir’de yapılan 1. Uluslararası Kent Araştırmaları Kongresi’nde sundukları “Kentsel Dönüşüm, Mülksüzleştirme, Yerinden Edilme ve Mahalle Mücadelesi: Sarıyer-Derbent Örneği” adlı tebliğdeki önemli bir saptamayı alıntılamak istiyorum:

Kentsel dönüşüm uygulamalarının tüm kararların ortak bir düzlemde karşılıklı istişare usulü ile alındığı bir model üzerinden gerçekleşmesi kent sakinlerinin yaşam mekânları konusunda söz sahibi olmaları anlamını taşımaktadır. Bunun gerçekleşmediği durumda belirli kesimleri kazançlı çıkaran “tepeden inmeci” bir bakış ile biçimlenen süreç yeni sorunlara neden olacaktır. Mahallelinin sürece katılımının sağlanmaması kararların şeffaflığı ve meşruiyeti konusunda mahalleliler arasında kuşkuya sebep olmaktadır.2

Mülksüzleştirmeyi kısaca halkın sesini kesmek, halkı yalnız bırakarak gücünü azaltmak olarak tanımlamak mümkün. 

Sermaye ile iktidarların işbirliğinden oluşan çok güçlü ve devasa mekanizmaya karşı halk fazla bir şey yapamaz gibi durduğundan çoğunlukla boyun eğme tercih edilebiliyor. Çözüm olarak, ekonomist E. F. Schumacher’ın Küçük Güzeldir adlı kitabında önerdiği gibi hevesleri, hırsları, amaçları, heyecanları küçültmek aklıma geliyor. Sermayeye veya iktidarlara muhtaç kalmadan yapılabilecek çok sayıda eylem var. Bunları kırsalda gerçekleştirmek büyük olasılıkla daha kolay görünüyor. Kent büyük bir rant alanı olduğundan her daim sermaye veya iktidarların kontrolünde. Kentsel ölçekte bir projede bağımsız kararlar almak, genel geçer eğilimlerden uzak kalmak, egemen olanların kontrolünde olmadan bir şeyler yapmak neredeyse imkânsız. Büyük para gerektirmeyen girişimlerde bulunmak ve kredi/borç almak zorunda kalmayacağınız gayeler peşinde olmak insanı cendereden kurtarabiliyor çünkü egemenler küçük bütçelerin döndüğü ortamlara müdahil olmayı tercih etmiyorlar. Küçük hedefler koyarsanız ve bunları aşama aşama, yavaş bir tempoyla, sabırla gerçekleştirirseniz bağımsız olarak bir yerlere varmak olası hâle gelebiliyor. Küçük yaşayınca krizlere daha rahat dayanabiliyorsunuz; küçük hedefe varmak daha kolay olduğu için ruhen daha sık tatmin olabiliyor ve bir sonraki küçük hedefe varmak için gerekli motivasyonu sağlayabiliyorsunuz. Küçük yaşayınca büyük konuşmuyorsunuz, susup evrenin yüceliğini idrak edebilir hâle geliyorsunuz. Yani, maddi ve manevi mülklerinizin yükünü fazla ağırlaştırmazsanız, mülksüzleştirmeye maruz bırakılma ihtimaliniz azalıyor.

Mülksüzleştirme sürecine İstanbul’da verilebilecek en iyi örnek büyük olasılıkla Kadıköy’deki Fikirtepe Mahallesi. Kadıköylü olduğum için 2012’den beri çeşitli vesilelerle Fikirtepe’ye gittim ve süreci yakından izledim. Orada ürettiğim belgesel nitelikli fotoğrafları bir esere ilk defa 2013 yılında dönüştürdüm. 4 Ocak–2 Şubat 2013 tarihlerinde artık kapanmış bir galeri olarak akıllarda kalan ALAN İstanbul’da açılan serginin küratörlüğünü Emre Zeytinoğlu yaptı. Erol Eskici, Melih Görgün, Borga Kantürk, Vahit Tuna ve şahsımın sanatçı olarak katıldığı, Emre Zeytinoğlu’nun Duvar dergisinde yayımlanan yazısından yola çıkılarak tasarlanan bu serginin adı İlerlemenin Kutsallığı ve Zorbalığı idi.

Fikirtepe

Mahalleye ilk gidişlerimden birinde mevcut dört-beş katlı binalar yıkılıyordu. Binalar yıkılmadan önce, pencerelerdeki PVC doğramalar sökülerek “çıkmacı” olarak adlandırılan ikinci el inşaat malzemeleri dükkânlarına götürülüyor.3

Bu sayede malzemeler ziyan olmuyor, tekrar kullanılıyor, geridönüşüm yapılmış oluyor. Bu süreçte, pencereler bir süre çerçevesiz boş kalıyor; ben de boş, açık, delik pencereli cepheleri çektim. Ardından, 20×20 cm ebatlarında 98 adet çerçevelenmiş pencere fotoğrafını 14 satır ve 7 kolonluk dikey bir matris olarak bir araya getirerek daha sonra buraya inşa edilecek gökdelenlere gönderme yapan dikey bir foto-yerleştirme yaptım. Bu evler yıkıldıkları ve artık mevcut olmadıkları için, belki bir daha hiç göremeyeceğimiz bir mimari ortaya çıkmış oldu. Yerleştirmenin ortasına denk gelen fotoğrafta bir sokak tabelası var, sokağın adı manidar: Ümit Sokağı. Bina sahipleri bir ümitle yola çıkıyor ama kendilerine istimlak veya satın alma bedeli olarak ödenen meblağlar, burada yeni yapılan binalardan bir daire almaya yetmiyor.

Bildik bir görüntüye geçelim. Fikirtepe’deki yıkıma direndiğini düşünüp de sahibine “Helâl olsun!” dediğimiz; bölgedeki yıkım ve kazı faaliyetleri sonrasında, kendi başına bir tepenin üstündeymişçesine Akropol ya da Babil Kulesi tadında bir manzara yaratan ve haberlere çıkan evi hatırlayacaksınızdır. Haberlere konu olduğu günün hemen ertesi gün gidip bunu çekmek istedim. Haberi ilk gördüğümüzde evin sahibi yıkıma direniyor sandık, fakat mahalleliden öğrendiğim kadarıyla, arsa sahibi kendisine sunulandan daha çok para istemiş. Bu para verilince de evin yıkılmasına razı olmuş. Bizim “Helâl olsun, direniyor adam!” algısıyla fazlasıyla romantize ettiğimiz mesele eninde sonunda gitti gene ranta bağlandı! 

Yukarıdaki haberi basından öğrenmiştim ama artık mahalleliyle tanıştığım, arkadaş olduğum için haberleri medyadan takip etmek zorunda değilim. Tarihe not düşülmesi gereken herhangi bir gelişme olduğunda doğrudan onlardan haber alıyorum. Basından son öğrendiğim ise “Çadırsal dönüşüm” başlıklı Gülistan Alagöz’ün ürettiği 20.06.2018 tarihinde yayımlanmış bir Hürriyet gazetesi haberiydi.4

Bu haberde, daha sonra kalıcı olarak dost olduğumuz, beni olan bitenden devamlı haberdar eden, ürettiğim işlere dair beni çok mutlu eden yorumlar yaparak desteğini esirgemeyen, hâl hatır sormayı hiç eksik etmeyen ve Fikirtepe’deki hak arayışlarının lideri olarak görebileceğimiz Engin Akgüzel süreci şöyle anlatıyordu: 

Pana Yapı’nın Fikirtepe’de 4 şantiye alanı var. Birinde inşaat bitti ama evlerin üzerinde haciz var. 3’ünde bir yılı aşkın süredir çivi çakılmıyor. Kentsel dönüşümde evini bu firmaya verip mağdur olan 1000 aile var. Yeni ev alan da 600 aile. Aylardır yaptığımız suç duyurusuna cevap alamayınca 8 gün önce bir çadır kurduk, bugün 7 çadır oldu. Her gün bu sayı artıyor. Fikirtepe’de diğer firmalarla birlikte 10 bini aşkın mağdur aile var. Çadır kent bir firmanın değil tüm mağdurların alanı oldu. Yağmura, fırtınaya rağmen bu mücadelemiz sürüyor. Birkaç gündür süren yağmurla tüm eşyalarımız ıslandı, çadırlar zarar gördü. Ama yine de buradayız. Firmayla en son 20 gün önce görüştük, “param yok” dedi. Şimdi telefonlarımız açılmıyor. Mali sorunları olduğunu söyleyen firma yeni şirket alıyor, dizi film sektöründe işlerine devam ediyor. Biz Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın devreye girmesini ve sorunumuzun çözümünü talep ediyoruz.

Fikirtepelilerin evlerinden mahrum kalma sorunlarına dikkat çekmek üzere tasarladıkları çadır kent eylemi şimdiye kadar gördüğüm en başarılı kamusal alan/dış mekân eylemlerinden biriydi. Çadır kent eylemi, Pana Yapı’nın başlayıp temel atma aşamasında yarım bıraktığı projenin arazisi üzerinde yapıldı. Eyleme katılanlar hak sahipleriydi ve daha önce yaşadıkları, evlerin bulunduğu toprak üzerinde bulunuyorlardı. Kimse onları kendi topraklarından kovmaya cüret edemedi. Şayet benzer bir eylem başka bir kamusal alanı “işgal” ediyor olsaydı, Fikirtepeliler büyük olasılıkla zor kullanılarak derdest edilecek ve şiddete maruz kalacaklardı. Gezi Direnişi’nden bu yana sokaklardaki barışçıl hak arayışlarına nasıl müdahale edildiği ortada. Eylemin, Pana Yapı tarafından mülksüzleştirmenin gerçekleştiği arazide, diğer deyişle “suç mahalli”nde düzenlenmesi en doğru karardı.
Mahalleliler mücadelelerini kurumsal bir yapı altında devam ettirebilmek için Fikirtepe Derneği’ni5 kurdular. Çadır kent eylemi sonrasında çabalarına başka boyutta bir eylemle devam etmeye karar verdiler. Yeni eylem sosyal medyayı harekete geçirmeye yönelikti. Büyük boyutlarda simsiyah bir ahşap kutu tasarlandı (hatta bu kutu bana Stanley Kubrick’in 2001: A Space Odyssey / 2001: Uzay Yolu Macerası başlıklı kült bilimkurgu filmindeki siyah yekpare taşı hatırlattı). Kutunun bir yüzüne çocukken çizdiğimiz basit ev şekli kabartma olarak nakşedildi ve eyleme davet edilen katılımcılar ellerine verilen bir adet çiviyi çekiçle ev formunun konturlarına çaktılar ve bunu yaparken çekilen fotoğraflar, videolar #lekefikirtepe etiketiyle sosyal medyada paylaşıldı. Burada ne kadar çok katılımcı olursa o kadar çok çivi çakılacak ve evin kontur çizgileri o derece netleşecekti. Ellerinden hukuksuzca alınan evlerine kavuşmanın mecazi olarak şekil bulmuş hayaliydi bu eylem.

Bu kampanya 2019’da başlamıştı. Mücadeleyi yaratıcı bir şekilde inatla ve yeniliklerle sürdüreceklerini düşündüğüm Fikirtepe Derneği, küresel virüs salgını dolayısıyla 2020’de yeni bir manevra üretemeyecektir herhalde. Bir-iki ay önce çıkan bir haberde Pana Yapı’nın sahiplerinden Raci Şaşmaz’ın şirketlerine haciz geldiği, kendisine ise yakalama kararı çıkarıldığından bahsediliyordu fakat süreç şimdilik pandeminin belirsizliğine takıldı.6

Dönüşüm diye sunulan rant hareketiyle insanlar mülksüzleştirilip yerlerinden edildiği zaman; aidiyet, komşuluk, bellek, gelenek, alışkanlıklar, bağlılıklar, yadigârlar, emanetler gibi bileşenlerden oluşan kültürel miras, diğer deyişle tüm toplumsal birikim beraberinde yok oluyor.

Birilerine ait mahalleler daha çok maddi imkânı olan kişilere devredildiğinde, yeni gelenler ister istemez orada daha önce bulunmayan bir kültürü getireceklerdir. Ya da hiçbir kültür getirmeden yüksek meblağlar vererek dekore ettikleri evlerinde yaşayarak, sokağa fazla çıkmadan ve mahallenin kamusal hayatına katkıda bulunmadan bireysel bir yaşam biçimini toplumdan soyutlanmış hâlde devam ettireceklerdir. Bu tür durumlarda mahallenin kültürel, kolektif değeri yitip sadece finansal emlak değeri ön plana çıkmaya başlayacaktır ve kültürel yelpaze sadece belirli gelir grubundaki insanları kapsayan bir “üyelere özel kulüp” ortamına dönüşecektir.


1- Buna benzer bir kirli yöntemin, yani suçlulaştırma taktiğinin Rio de Janeiro’da da devlet ile el ele veren yatırımcıların kullandığını, Janice Perlman’ın yazdığı Favela: Four Decades of Living on the Edge in Rio de Janeiro [Favela: Rio de Janerio’nun Kenarında Kırk Yıldır Süren Yaşam] adlı kitabında (Oxford University Press, 2011) okudum. Kentteki kontrolümüz dışında olan dinamiklerle ilgilenenlerin bu kitabı muhakkak okumasını öneririm.

2- Erbaş, H., Kızılay, Ş. (2015). Kentsel dönüşüm, mülksüzleştirme, yerinden edilme ve mahalle mücadelesi: Sarıyer-Derbent örneği. I. Uluslararası Kent Araştırmaları Kongresi: Günümüz Kentinde Sorunlar Bildiri Kitabı, Cilt 2 içinde (s. 496–522). Anadolu Üniversitesi.

3- Çıkmacılar hakkında detaylı bir okuma için bkz. Ceritoğlu, O. (2019). Çıkmacılar: Enkazdan mal kurtarmak. beyond.istanbul, (4), s.60–66.

4- Alagöz, G. (2018, Haziran 20). Çadırsal dönüşüm. Hürriyet. hurriyet.com.tr/ekonomi/cadirsal-donusum-40872110

5- Fikirtepe Derneği hakkında bkz. facebook.com/fikirtepedernegi/

6- T24 (2020, 11 Şubat). Raci Şaşmaz kardeşi Necati Şaşmaz’ın şirketine gelen haciz için ‘ticari bağımız’ yok demişti: Borcu ödedi. https://t24.com.tr/haber/raci-sasmaz-kardesi-necati-sasmaz-in-sirketine-gelen-haciz-icin-ticari-bagimiz-yok-demisti-borcu-odedi,860378

Fotoğraflar: Murat Germen

Mülksüzleştirme kentsel dönüşüm, soylulaştırma, aşırı kentleşme, rant odaklı emlak geliştirme süreçlerinde sıklıkla gündeme gelen bir kavram. Genel tanımını ve benim kişisel yaklaşımımı anlatıp hangi bağlamlarda kullandığımı netleştirmek isterim. Genel olarak bakarsak, toplumu oluşturan bireylerin kentleşme ve arazi kullanımı süreçlerine dahil edilmemesi şeklinde tanımlanabilir. Kamunun, yani hepimizin ortak malı olan fabrikalar ve limanlar gibi kamu yapılarının, kültürel miras bileşenlerinin, doğanın bize bahşettiği dağların, ovaların, vadilerin, ormanların, ırmakların, su havzalarının, yeraltı sularının, göllerin, koyların, sahillerin “özelleştirme” veya 29, 39, 49 yıl gibi uzun vadelerle kiralama yoluyla sermaye gruplarına gümüş tepside sunulması da büyük ölçekli mülksüzleştirme sınıfına giriyor.

Daha küçük ölçekte bakarsak, sahip olduğu mülkü başkası yüzünden kaybetmek, yaşadığı sokağından ve anılarının olduğu mahallesinden edilmek, hayatın ve kimliğin temelini oluşturan belleği zorunlu göç yüzünden yitirmek zorunda kalmak olarak da tarif edilebilir. Aslına bakarsanız insanın hayatı boyunca başına gelebilecek en beter şeylerden sayılır çünkü barınma insanın en temel haklarından biri. İnşaat firması iflas ettiği için hiçbir karşılık alamadan evini kaybetmek olabilecek en kötü vaka olarak karşımıza çıkarken, diğer bir mülksüzleştirme vakası da şöyle seyrediyor: Soylulaştırılacak mahallede evler, iktidarın da istimlak tehditleriyle emlak geliştirmesini yapacak inşaat şirketlerine ehven fiyatlarla satılıyor/sattırılıyor. Burada diğer vakalardaki “kat karşılığı inşaat” sistemi geçerli değil. İnşaat firması tüm araziyi “kapattığında” yıkım başlıyor. Yıllar önce oyun oynadığınız sokaklar yok edilip yapı adaları birleştiriliyor ve yüksek katlı yapılaşma projeleri devreye giriyor. 

Projeler bittiğinde en ucuz daire bile öyle bir fiyata satılıyor ki daha önce burada yerleşik olup isteyerek ya da mecburen evlerini satmış olanlar yeni projelerden en küçük daireyi bile satın alamaz duruma düşüyorlar. Hâl böyle olunca, bu sefer, özel sermayenin değil de iktidarın emlak geliştiricisi olan TOKİ’nin, İstanbul’un çeperlerinde yaptığı konserve kutusu istifinden hallice yüksek katlı sosyal konut projelerinden bir daire alınabiliyor ancak. Çeperdeki bu ne idüğü belirsiz, belli bir kimliği olmayan, çöle benzeyen yerlerde yaşamayı ise İstanbul’da yaşamak şeklinde nitelendirmek çok zor. Birçok tünel ve ne işe yaradığı belli olmayan 3. Köprü yatırımları sonrasında bir türlü düzelmeyen, hatta zaman geçtikçe kötüleşen trafik yüzünden çeperlerden İstanbul’a gelmek eziyet olacağından birçok insan İstanbul’a gelmeden, İstanbul’u İstanbul yapan Boğaz’ı ve denizi sıklıkla (ya da hiç) göremeden çeperde kalmayı tercih edebiliyorlar. Sosyal konut projelerinin hemen yakınlarına inşa edilen alışveriş merkezleri de işin içine girince, halk “Ne uğraşacağım bu trafikle!” diyerek merkeze inmeyi erteleyebiliyor. Hâl buyken İstanbul’da yaşamak bir ıstıraba dönüşüyor. İstanbul’un gerçek keyfine varamadan, periferide inşa edilen, endüstrinin yanı başında ve kirlettiği havanın altında yer alan çeper mahallelerde yaşamak yerine “memleket” diye adlandırılan her neresiyse oraya dönüp daha sağlıklı, daha küçük ama görece bağımsız bir hayat yaşamak daha doğru gibi görünüyor.

Şüphesiz ki harekette bereket vardır, ama yine de insanın, özellikle de yaş almaya başladıkça yerleşik olma gereksinimi artar; aidiyet kavramı ağır basmaya başlar. Aidiyet sadece maddi boyutu olmayan, hatta manevi boyutu daha fazla önem taşıyan bir kavram. Aidiyeti ise mahalle ölçeğinde komşuluk, arkadaşlık, dayanışma, imece, birlikte hareket etme, birbirine saygı ve güven duyguları geliştirebilme sayesinde edinebilirsiniz. Bir araya gelemeyen, birlikte hareket edemeyen, uzun vadeli borçları dolayısıyla cendereye alınmış, tüketim kültürünün bağımsızlık adıyla sunduğu bireyselliğe gark olmuş insanların olduğu yerleşmelerde mülksüzleştirme daha rahat şekilde yürütülebiliyor. Dayanışma ve direniş sergileyebilen mahallelerde ise, direniş aslında kentsel dönüşüme değil rant odaklı emlak geliştirmenin mahalle kültürünü yok etmeye yeltenmesinedir.

İstanbul’da hepimize diretilen mega-rantsal dönüşüme karşı halk direnişinin en sağlam şekilde yürütüldüğü yerlerden olan Gülensu, Gülsuyu ve Esentepe mahallelerinden bahsetmek faydalı olacak. 

Bu mahallelerde uyuşturucu ticaretine göz yumulup suçu içeriye enjekte ettikten sonra bu bahane edilerek “temizlik” yapılması ve bölgenin ranta açılması amaç edinilmişti.1 “Buraları tehlikeli ve batak yerler hâline dönüştü, biz soylulaştırmayı bitirdiğimiz zaman buraları güvenli ve prestijli, ayrıcalıklı yerler olacak” vaadiyle insanlar ikna edilmeye çalışılacaktı. Ama bu mahallelerin halkı siyasi duruşları nedeniyle pek dişli çıktığı için buna izin vermediler ve henüz soylulaştırma ve mülksüzleştirme baskısına maruz kalmadılar. Bu bölgelerdeki yapıların cephelerinde bulunan çok sayıda siyasi içerikli duvar yazısı, mahallelilerin kendi imkânlarıyla suçla mücadele ettiğini gösteriyor.

Gülsuyu

Hayriye Erbaş ve Şevket Ercan’ın 16–17 Nisan 2015 tarihlerinde Eskişehir’de yapılan 1. Uluslararası Kent Araştırmaları Kongresi’nde sundukları “Kentsel Dönüşüm, Mülksüzleştirme, Yerinden Edilme ve Mahalle Mücadelesi: Sarıyer-Derbent Örneği” adlı tebliğdeki önemli bir saptamayı alıntılamak istiyorum:

Kentsel dönüşüm uygulamalarının tüm kararların ortak bir düzlemde karşılıklı istişare usulü ile alındığı bir model üzerinden gerçekleşmesi kent sakinlerinin yaşam mekânları konusunda söz sahibi olmaları anlamını taşımaktadır. Bunun gerçekleşmediği durumda belirli kesimleri kazançlı çıkaran “tepeden inmeci” bir bakış ile biçimlenen süreç yeni sorunlara neden olacaktır. Mahallelinin sürece katılımının sağlanmaması kararların şeffaflığı ve meşruiyeti konusunda mahalleliler arasında kuşkuya sebep olmaktadır.2

Mülksüzleştirmeyi kısaca halkın sesini kesmek, halkı yalnız bırakarak gücünü azaltmak olarak tanımlamak mümkün. 

Sermaye ile iktidarların işbirliğinden oluşan çok güçlü ve devasa mekanizmaya karşı halk fazla bir şey yapamaz gibi durduğundan çoğunlukla boyun eğme tercih edilebiliyor. Çözüm olarak, ekonomist E. F. Schumacher’ın Küçük Güzeldir adlı kitabında önerdiği gibi hevesleri, hırsları, amaçları, heyecanları küçültmek aklıma geliyor. Sermayeye veya iktidarlara muhtaç kalmadan yapılabilecek çok sayıda eylem var. Bunları kırsalda gerçekleştirmek büyük olasılıkla daha kolay görünüyor. Kent büyük bir rant alanı olduğundan her daim sermaye veya iktidarların kontrolünde. Kentsel ölçekte bir projede bağımsız kararlar almak, genel geçer eğilimlerden uzak kalmak, egemen olanların kontrolünde olmadan bir şeyler yapmak neredeyse imkânsız. Büyük para gerektirmeyen girişimlerde bulunmak ve kredi/borç almak zorunda kalmayacağınız gayeler peşinde olmak insanı cendereden kurtarabiliyor çünkü egemenler küçük bütçelerin döndüğü ortamlara müdahil olmayı tercih etmiyorlar. Küçük hedefler koyarsanız ve bunları aşama aşama, yavaş bir tempoyla, sabırla gerçekleştirirseniz bağımsız olarak bir yerlere varmak olası hâle gelebiliyor. Küçük yaşayınca krizlere daha rahat dayanabiliyorsunuz; küçük hedefe varmak daha kolay olduğu için ruhen daha sık tatmin olabiliyor ve bir sonraki küçük hedefe varmak için gerekli motivasyonu sağlayabiliyorsunuz. Küçük yaşayınca büyük konuşmuyorsunuz, susup evrenin yüceliğini idrak edebilir hâle geliyorsunuz. Yani, maddi ve manevi mülklerinizin yükünü fazla ağırlaştırmazsanız, mülksüzleştirmeye maruz bırakılma ihtimaliniz azalıyor.

Mülksüzleştirme sürecine İstanbul’da verilebilecek en iyi örnek büyük olasılıkla Kadıköy’deki Fikirtepe Mahallesi. Kadıköylü olduğum için 2012’den beri çeşitli vesilelerle Fikirtepe’ye gittim ve süreci yakından izledim. Orada ürettiğim belgesel nitelikli fotoğrafları bir esere ilk defa 2013 yılında dönüştürdüm. 4 Ocak–2 Şubat 2013 tarihlerinde artık kapanmış bir galeri olarak akıllarda kalan ALAN İstanbul’da açılan serginin küratörlüğünü Emre Zeytinoğlu yaptı. Erol Eskici, Melih Görgün, Borga Kantürk, Vahit Tuna ve şahsımın sanatçı olarak katıldığı, Emre Zeytinoğlu’nun Duvar dergisinde yayımlanan yazısından yola çıkılarak tasarlanan bu serginin adı İlerlemenin Kutsallığı ve Zorbalığı idi.

Fikirtepe

Mahalleye ilk gidişlerimden birinde mevcut dört-beş katlı binalar yıkılıyordu. Binalar yıkılmadan önce, pencerelerdeki PVC doğramalar sökülerek “çıkmacı” olarak adlandırılan ikinci el inşaat malzemeleri dükkânlarına götürülüyor.3

Bu sayede malzemeler ziyan olmuyor, tekrar kullanılıyor, geridönüşüm yapılmış oluyor. Bu süreçte, pencereler bir süre çerçevesiz boş kalıyor; ben de boş, açık, delik pencereli cepheleri çektim. Ardından, 20×20 cm ebatlarında 98 adet çerçevelenmiş pencere fotoğrafını 14 satır ve 7 kolonluk dikey bir matris olarak bir araya getirerek daha sonra buraya inşa edilecek gökdelenlere gönderme yapan dikey bir foto-yerleştirme yaptım. Bu evler yıkıldıkları ve artık mevcut olmadıkları için, belki bir daha hiç göremeyeceğimiz bir mimari ortaya çıkmış oldu. Yerleştirmenin ortasına denk gelen fotoğrafta bir sokak tabelası var, sokağın adı manidar: Ümit Sokağı. Bina sahipleri bir ümitle yola çıkıyor ama kendilerine istimlak veya satın alma bedeli olarak ödenen meblağlar, burada yeni yapılan binalardan bir daire almaya yetmiyor.

Bildik bir görüntüye geçelim. Fikirtepe’deki yıkıma direndiğini düşünüp de sahibine “Helâl olsun!” dediğimiz; bölgedeki yıkım ve kazı faaliyetleri sonrasında, kendi başına bir tepenin üstündeymişçesine Akropol ya da Babil Kulesi tadında bir manzara yaratan ve haberlere çıkan evi hatırlayacaksınızdır. Haberlere konu olduğu günün hemen ertesi gün gidip bunu çekmek istedim. Haberi ilk gördüğümüzde evin sahibi yıkıma direniyor sandık, fakat mahalleliden öğrendiğim kadarıyla, arsa sahibi kendisine sunulandan daha çok para istemiş. Bu para verilince de evin yıkılmasına razı olmuş. Bizim “Helâl olsun, direniyor adam!” algısıyla fazlasıyla romantize ettiğimiz mesele eninde sonunda gitti gene ranta bağlandı! 

Yukarıdaki haberi basından öğrenmiştim ama artık mahalleliyle tanıştığım, arkadaş olduğum için haberleri medyadan takip etmek zorunda değilim. Tarihe not düşülmesi gereken herhangi bir gelişme olduğunda doğrudan onlardan haber alıyorum. Basından son öğrendiğim ise “Çadırsal dönüşüm” başlıklı Gülistan Alagöz’ün ürettiği 20.06.2018 tarihinde yayımlanmış bir Hürriyet gazetesi haberiydi.4

Bu haberde, daha sonra kalıcı olarak dost olduğumuz, beni olan bitenden devamlı haberdar eden, ürettiğim işlere dair beni çok mutlu eden yorumlar yaparak desteğini esirgemeyen, hâl hatır sormayı hiç eksik etmeyen ve Fikirtepe’deki hak arayışlarının lideri olarak görebileceğimiz Engin Akgüzel süreci şöyle anlatıyordu: 

Pana Yapı’nın Fikirtepe’de 4 şantiye alanı var. Birinde inşaat bitti ama evlerin üzerinde haciz var. 3’ünde bir yılı aşkın süredir çivi çakılmıyor. Kentsel dönüşümde evini bu firmaya verip mağdur olan 1000 aile var. Yeni ev alan da 600 aile. Aylardır yaptığımız suç duyurusuna cevap alamayınca 8 gün önce bir çadır kurduk, bugün 7 çadır oldu. Her gün bu sayı artıyor. Fikirtepe’de diğer firmalarla birlikte 10 bini aşkın mağdur aile var. Çadır kent bir firmanın değil tüm mağdurların alanı oldu. Yağmura, fırtınaya rağmen bu mücadelemiz sürüyor. Birkaç gündür süren yağmurla tüm eşyalarımız ıslandı, çadırlar zarar gördü. Ama yine de buradayız. Firmayla en son 20 gün önce görüştük, “param yok” dedi. Şimdi telefonlarımız açılmıyor. Mali sorunları olduğunu söyleyen firma yeni şirket alıyor, dizi film sektöründe işlerine devam ediyor. Biz Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın devreye girmesini ve sorunumuzun çözümünü talep ediyoruz.

Fikirtepelilerin evlerinden mahrum kalma sorunlarına dikkat çekmek üzere tasarladıkları çadır kent eylemi şimdiye kadar gördüğüm en başarılı kamusal alan/dış mekân eylemlerinden biriydi. Çadır kent eylemi, Pana Yapı’nın başlayıp temel atma aşamasında yarım bıraktığı projenin arazisi üzerinde yapıldı. Eyleme katılanlar hak sahipleriydi ve daha önce yaşadıkları, evlerin bulunduğu toprak üzerinde bulunuyorlardı. Kimse onları kendi topraklarından kovmaya cüret edemedi. Şayet benzer bir eylem başka bir kamusal alanı “işgal” ediyor olsaydı, Fikirtepeliler büyük olasılıkla zor kullanılarak derdest edilecek ve şiddete maruz kalacaklardı. Gezi Direnişi’nden bu yana sokaklardaki barışçıl hak arayışlarına nasıl müdahale edildiği ortada. Eylemin, Pana Yapı tarafından mülksüzleştirmenin gerçekleştiği arazide, diğer deyişle “suç mahalli”nde düzenlenmesi en doğru karardı.
Mahalleliler mücadelelerini kurumsal bir yapı altında devam ettirebilmek için Fikirtepe Derneği’ni5 kurdular. Çadır kent eylemi sonrasında çabalarına başka boyutta bir eylemle devam etmeye karar verdiler. Yeni eylem sosyal medyayı harekete geçirmeye yönelikti. Büyük boyutlarda simsiyah bir ahşap kutu tasarlandı (hatta bu kutu bana Stanley Kubrick’in 2001: A Space Odyssey / 2001: Uzay Yolu Macerası başlıklı kült bilimkurgu filmindeki siyah yekpare taşı hatırlattı). Kutunun bir yüzüne çocukken çizdiğimiz basit ev şekli kabartma olarak nakşedildi ve eyleme davet edilen katılımcılar ellerine verilen bir adet çiviyi çekiçle ev formunun konturlarına çaktılar ve bunu yaparken çekilen fotoğraflar, videolar #lekefikirtepe etiketiyle sosyal medyada paylaşıldı. Burada ne kadar çok katılımcı olursa o kadar çok çivi çakılacak ve evin kontur çizgileri o derece netleşecekti. Ellerinden hukuksuzca alınan evlerine kavuşmanın mecazi olarak şekil bulmuş hayaliydi bu eylem.

Bu kampanya 2019’da başlamıştı. Mücadeleyi yaratıcı bir şekilde inatla ve yeniliklerle sürdüreceklerini düşündüğüm Fikirtepe Derneği, küresel virüs salgını dolayısıyla 2020’de yeni bir manevra üretemeyecektir herhalde. Bir-iki ay önce çıkan bir haberde Pana Yapı’nın sahiplerinden Raci Şaşmaz’ın şirketlerine haciz geldiği, kendisine ise yakalama kararı çıkarıldığından bahsediliyordu fakat süreç şimdilik pandeminin belirsizliğine takıldı.6

Dönüşüm diye sunulan rant hareketiyle insanlar mülksüzleştirilip yerlerinden edildiği zaman; aidiyet, komşuluk, bellek, gelenek, alışkanlıklar, bağlılıklar, yadigârlar, emanetler gibi bileşenlerden oluşan kültürel miras, diğer deyişle tüm toplumsal birikim beraberinde yok oluyor.

Birilerine ait mahalleler daha çok maddi imkânı olan kişilere devredildiğinde, yeni gelenler ister istemez orada daha önce bulunmayan bir kültürü getireceklerdir. Ya da hiçbir kültür getirmeden yüksek meblağlar vererek dekore ettikleri evlerinde yaşayarak, sokağa fazla çıkmadan ve mahallenin kamusal hayatına katkıda bulunmadan bireysel bir yaşam biçimini toplumdan soyutlanmış hâlde devam ettireceklerdir. Bu tür durumlarda mahallenin kültürel, kolektif değeri yitip sadece finansal emlak değeri ön plana çıkmaya başlayacaktır ve kültürel yelpaze sadece belirli gelir grubundaki insanları kapsayan bir “üyelere özel kulüp” ortamına dönüşecektir.


1- Buna benzer bir kirli yöntemin, yani suçlulaştırma taktiğinin Rio de Janeiro’da da devlet ile el ele veren yatırımcıların kullandığını, Janice Perlman’ın yazdığı Favela: Four Decades of Living on the Edge in Rio de Janeiro [Favela: Rio de Janerio’nun Kenarında Kırk Yıldır Süren Yaşam] adlı kitabında (Oxford University Press, 2011) okudum. Kentteki kontrolümüz dışında olan dinamiklerle ilgilenenlerin bu kitabı muhakkak okumasını öneririm.

2- Erbaş, H., Kızılay, Ş. (2015). Kentsel dönüşüm, mülksüzleştirme, yerinden edilme ve mahalle mücadelesi: Sarıyer-Derbent örneği. I. Uluslararası Kent Araştırmaları Kongresi: Günümüz Kentinde Sorunlar Bildiri Kitabı, Cilt 2 içinde (s. 496–522). Anadolu Üniversitesi.

3- Çıkmacılar hakkında detaylı bir okuma için bkz. Ceritoğlu, O. (2019). Çıkmacılar: Enkazdan mal kurtarmak. beyond.istanbul, (4), s.60–66.

4- Alagöz, G. (2018, Haziran 20). Çadırsal dönüşüm. Hürriyet. hurriyet.com.tr/ekonomi/cadirsal-donusum-40872110

5- Fikirtepe Derneği hakkında bkz. facebook.com/fikirtepedernegi/

6- T24 (2020, 11 Şubat). Raci Şaşmaz kardeşi Necati Şaşmaz’ın şirketine gelen haciz için ‘ticari bağımız’ yok demişti: Borcu ödedi. https://t24.com.tr/haber/raci-sasmaz-kardesi-necati-sasmaz-in-sirketine-gelen-haciz-icin-ticari-bagimiz-yok-demisti-borcu-odedi,860378

DÖN