Başka şeylerin yanı sıra, yazmak pencere­lerle de ilgilidir. Jacques Ranciere, kurma­caya giden yolda içeriyle dışarısı arasında kurulacak bağın niteliğini pencereler üze­rinden tartışır.1 Pencerenin önünde durup iyi bildiğini varsaydığı dışarıya sırtını vere­rek odasına, evine dönen yazar… Pen­cereden bakınca sadece somut yeryüzü gören, uzakla yakının yerini değiştirmekle yetinen yazar… Dışarıda insanları ayıran pencereleri, o pencereleri hiç aralama­dan, iki tarafın birbirine karışmasına izin vermeden anlatan yazar… 

Pencereyi açık tutmak, kendini onun öte tarafına, şehrin sokaklarına atmak gerekir Ranciere’ye göre, ama orada olmak dışarı­ya nüfuz etmeye kâfi değildir. Yüzeyi katet­mek isteyen yazı, bize huzmeler biçiminde ulaşan şeylere, insanların ne kadar derinine uzandığını bilemediğimiz dünyaya bakmaya ve her biriyle temasın yolunu yeniden öğ­renmeye ihtiyaç duyar. Sokakta olup biteni hakikaten anlamak, bir “tablo” olmaktan çıkarmak için daha pencerenin önündeyken vermek gerekir kararı. Bu, yazarın dışarıda kaybolmak için vereceği karardır. Hayatın çerçevelenmeye yanaşmayan, hatta tiksinti uyandıran yanlarına kendini “maruz bırak­mak” gerekir bunun için. Hazır sentezler­den, hayallerden ve fikirlerden uzaklaşarak dışarının taarruzuna izin vermek… 

Ranciere’nin bunlardan söz ederken andığı bazı yazarlar, belli sınıflara ve tiplere dair simyanın daha net olduğu bir zamana aitlerdi. Yaşadığımız “sonsuz nüanslar” çağında ise yüzleri, duvarları, şehirlerin sokaklarını hiç durmadan aydınlatan, ka­rartan, yeni renkler ve gölgeler oluşturan farklı bir ışık var. Anlamak ve anlatmak, sınıfların, sınırların, dillerin aldığı yeni hâllere bakmayı, çatlaklara, sıkışmış anla­ra, içerisiyle dışarısı arasındaki belirsizlik alanlarına inmeyi gerektiriyor. 

Pencerenin diğer tarafı, dışarısı, geze­genin büyük kısmı için kent demek artık. Tahminlere göre on yıla kalmadan dünya nüfusunun üçte ikisi kentlerde yaşıyor olacak. Bu zamanların mahsulü olan ve bu zamanı anlatan kurmacanın mekânını bu biçimde işaret etmek, edebiyatla kent arasındaki bağı tarif etmenin sığ bir yolu olur. Hikâyenin mekânı olmaktan mülhem bir ilişki değil bu. Romanlar, öyküler, şiirler sadece bir ayna, bir tablo sunmakla ya­kınlaşmıyor kentlerin hakikatine. Devinen, dönüşen, muhtelif gayeyle biçim verilen o “canlı”yı, kolay dile dökülmez yanlarıyla anlatıyorlar. 

Ranciere, o nefis “dışarının taarruzu” tamlamasını öncelikle içeriyle kıyaslana­mayacak sayıda işaret, nüans, bulanıklık içermesi nedeniyle kullanıyordu. Fakat dışarısını olduğu kadar içerisini, içimizi de dönüştüren neoliberal kapitalizmin kent­lerinden bahsederken, seçtiği “taarruz” sözcüğü daha da anlamlı hâle geliyor. Bu bir taarruz. Temasından azade kalmak mümkün değil. 

Kapitalin seyrini, kapitalizmin krizlerini ve çıkış yollarını kent üzerinden okuyan David Harvey, sosyolog Robert Park’tan bir alıntı yapıyor: “Şehir, insanın içinde yaşadığı dünyayı arzularına daha uygun hâle geti­rebilmek için verdiği çabaların en tutarlısı ve bütününe bakıldığında en başarılısıdır. (…) Eğer Park haklıysa” diyor, “nasıl bir şehir istediğimiz sorusu, nasıl kimse­ler olmak istediğimiz, ne gibi toplumsal ilişkiler arayışı içinde olduğumuz, doğayla nasıl bir ilişkiye değer vermek istediği­miz, ne tür bir yaşam tarzı arzuladığımız, hangi estetik değerlere sahip olduğumuz sorularından ayrı düşünülemez.”2 Bu zihin yolculuğu iki şey gösteriyor. Birincisi, şu an yaşadığımız kentler hem bizim eserimiz, hem bizatihi bizim hikâyemizdir. Biçim­lendirdiğimiz kent, bizi de biçimlendirir. Yazdığımız kent de bizi yazmıştır.

Harvey’nin çıkarımından doğan ikin­ci sonuç da bugünden sonrasına işaret eden bir umut. Arzuladığımız şehirlerin sakini, dilediğimiz hikâyenin kahramanı olmak tam buradan başlayan dönüşümü gerektiriyor. Harvey’nin söz ettiği “şehir­leri yeniden icat etme hakkı”, bu yüzden de bugünün kent odaklı toplumsal ha­reketlerinin, mekândan başlayan adalet arayışının çekirdek fikirlerinden. “Şehirleri yeniden icat etmek”, ne kadar şiirsel bir coşkuyla dolu bir yandan da. 

Harvey’nin “kent hakkı” fikrini dayan­dırdığı filozof Henri Lefebvre’in “man­zarayı” kavrayış biçimiyle, “manzaranın” kurmacası üzerine düşünen Ranciere yolun bir noktasında kesişiyor. Kentsel mekân görülmez, der Lefebvre;3 “biz onu henüz göremeyiz”. Bu “henüz”, eski manzara tarafından biçimlendirilmiş gözün dönüşümü kavrayabilecek bilgide olmamasından kaynaklanmaz sadece. Bu da vardır ama asıl mesele gerçeğin üzerinin örtülü olmasıdır. Bu görememe, kavrayamama hâli bir ideoloji içerir ona göre. “Kör alanlar” sığ bir gölgede kalma hâlinin ötesini işaret eder; bilimsel ve felsefi çabaya gereksinim duyar. Kent­sel alanın kör noktalarına ancak bilgiyi parçalayarak yakınlaşılabilir. Sosyoloji, psikoloji, coğrafya, tarih, iktisat, biyoloji, jeoloji gibi birçok farklı sahayı sayarken yazarların ve şairlerin katkısını da ekler Lefebvre. Bu parçaların hiçbiri tek başına bilgiyi oluşturmaz ama bir işaretler siste­minin çıkmasına yardımcı olurlar. Sadece buna indirgenemeyecek olsa da kentsel gerçekliğin dilidir bu.

Her veçhesiyle kent üzerine düşünen faaliyetlerini yıllardır takdirle ve fayda­lanarak takip ettiğim Mekanda Adalet Derneği’ne bu dergi fikri ve davetleri için teşekkür ediyorum. Edebiyat ve kent baş­lıklarını buluşturan bu engin “kör alan”da düne ve bugüne bakmanın sayısız pati­kası vardı, yazarlarımızla biz şuralardan yürüdük.

Kent kendinden fazlasını anlatıyor, meta­forlarla, imgelerle zamanın anlatısının da mekânı oluyor. On dokuzuncu yüzyıldan bugüne, şehre tepeden bakmanın, şehrin sokaklarında kaybolmanın, yüzünde Doğu’yu yahut Batı’yı okumanın, baktıkça bir kadını görmenin, bir kadınla sırrına ermenin mânasını Mimar Sinan Güzel Sa­natlar Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi Prof. Dr. Seval Şahin anlatıyor.

Yazar Oylum Yılmaz “İstanbul bir roman kahramanı olsa” diye çıkıyor yola. Şehri bir biblo gibi eline alıp hayranlıkla sağını soluna döndürerek anlatanlardan “yok-kahraman”a yazıklananalara, metinlerde İstanbul’un bir karakter olarak belirişine, bundan doğan dile bakıyor. Tarihçi Hakan Kaynar, “şehir” olamadan başkent olmuş Ankara’yı Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında burada yaşamış ve yazmış edebiyatçıların metinlerinde arıyor. Modernizmin serü­veni içinde “büyümeden tahta çıkarılmış çocuk padişahlara” benzettiği şehrin edebi tahayyüllerine, buralarda şekillendirilmiş hayatlara yakınlaşıyor.

Ahmet Rasim’in geride bıraktığı çok farklı türlerde eserlerden biri de 1897’de Malûmât Gazetesi’nde yayımlanmaya başlayan Şehir Mektupları. Daha sonra dört ciltte toplanacak bu mektuplar­da, sitayişle anılan gözlem gücü, yer yer nükteli, kimi zaman da iğneli dili ile Ahmet Rasim, on dokuzuncu yüzyıl sonundan özgün bir İstanbul tanıklığı bıraktı bugüne. Kentin, yeni kentin soluğu metinlerinde hep hissedilen yazarlardan Hakan Bıçak­cı, yirmi birinci yüzyıldan bir mektupla selam yolluyor ona. Yazar ve çizer Turgut Yüksel‘in selamı ise Reşad Ekrem Koçu’ya. Koçu’nun tamamlamaya ömrünün yetme­diği İstanbul Ansiklopedisi‘ne bugünden “kaçak” kat çıkıyor Yüksel. Yeni bir madde ekliyor ansiklopediye: AVM.

1920’lerden 70’li yıllara kadar farklı tür­lerde durmaksızın yazan Suat Derviş’in özgür zihni, insanın ve toplumun hakikatini anlama çabası, yaşadığı dönemde hak ettiği kıymeti bulamamıştı. Hem kurma­ca eserlerinde hem gazeteci kimliğiyle röportajlarında farklı sınıflara bakarken, kaleminin siyasetini kenti duyarak, kent­leşmeyle bağlar inşa ederek yazan Suat Derviş’i Funda Dörtkaş yazıyor.

Zabel Yesayan’ın pek çok eserini de Er­meniceden Türkçeye kazandıran akade­misyen Mehmet Fatih Uslu, takıntılı bir İstanbul, daha çok da Üsküdar yazarı olan Yesayan’ı anlatıyor. Erken Türk roma­nın klişeleşmiş ikiliklerine kapılmayan, kadın bakışının derinleştirdiği bir anlatı, söz ettiği. İncelikli kent tabiatı tasvirle­riyle olduğu kadar, dönüşen Osmanlı’nın emek yaşamından aktardığı sahnelerle de zengin metinler… Tanıl Bora ise Erme­nice yazan, eserleri sonradan Türkçeye çevrilen kadri bilinmemiş sosyalist yazar Zaven Biberyan’ın romanlarındaki “Kadı­köy tarafını” okuyor. “Mavera-yı Kadıköy” başlıklı yazısı, bu okumanın verdiği şevkle donanmış, Bora’nın İstanbul’un “sayfiyele­rinde”, 1960’lı yılların Maltepe’sinde geçen çocukluğunda gezindiği bir hatırat aynı zamanda.

Birikim dergisinin, 2011’de Tanıl Bora’ın editörlüğünde çıkan 270. sayısı (2016’da İletişim Yayınları tarafından kitap olarak da basıldı), AKP iktidarının ekonomi-poli­tiğinin kilit noktası olan inşaat sektörüne, tabana yayılmış beton aşkına bakarken, başlığıyla bir devrin tarifinde el kolaylaş­tırdı: “İnşaat ya Resulullah”. Mücahitten müteahhide geçişin İslamcı edebiyata nasıl yansıdığını Ayşe Çavdar inceliyor. “Fatihsoylular, Metropol Mücahitleri, Ne­rimanlar, Elifler, Nisalar…” başlıklı yazısın­da Çavdar, bu edebiyatta kent temsilini, değişen iktidar tasavvuruyla bu temsilin dönüşümünü, bunun kadınlara, erkeklere ve gençlere ayrı ayrı nasıl dokunduğunu ele alıyor.

Ahmet Ergenç, “Toplu Konutlarda Hayat, Can Sıkıntısı ve Ölüm” başlıklı yazısında muhtelif edebiyat ve felsefe metinleri üzerinden önce “ev”e odaklanıyor, son­ra bir ev modeli olarak toplu konutlara. Kentten kaçan orta sınıfın, merkezden sürülen yoksulların edebiyattaki seslerini, bu “yaşam alanlarının” kendi içlerinde ay­nılaştıran, ıssızlaştıran, can sıkıntısını hatta cinneti çağıran yanlarını ayıklıyor.

Mimar Cem Sorguç başka türlü bir şehir turu vaat ediyor yazısında. Özellikle 2000’li yıllar sonrası edebiyattan görkemli bir seçkiyle, çeper, kenar, dış, ücra, sapa, periferi ile zihinlerde adreslenen mekân­larında gezdiriyor İstanbul’un. Hiçbiri ilk Yazar Oylum Yılmaz “İstanbul bir roman kahramanı olsa” diye çıkıyor yola. Şehri bir biblo gibi eline alıp hayranlıkla sağını soluna döndürerek anlatanlardan “yok-kahraman”a yazıklananalara, metinlerde İstanbul’un bir karakter olarak belirişine, bundan doğan dile bakıyor. Tarihçi Hakan Kaynar, “şehir” olamadan başkent olmuş Ankara’yı Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında burada yaşamış ve yazmış edebiyatçıların metinlerinde arıyor. Modernizmin serü­veni içinde “büyümeden tahta çıkarılmış çocuk padişahlara” benzettiği şehrin edebi tahayyüllerine, buralarda şekillendirilmiş hayatlara yakınlaşıyor.

Ahmet Rasim’in geride bıraktığı çok farklı türlerde eserlerden biri de 1897’de Malumat Gazetesi’nde yayımlanmaya başlayan Şehir Mektupları. Daha sonra dört ciltte toplanacak bu mektuplar­da, sitayişle anılan gözlem gücü, yer yer nükteli, kimi zaman da iğneli dili ile Ahmet Rasim, on dokuzuncu yüzyıl sonundan özgün bir İstanbul tanıklığı bıraktı bugüne. Kentin, yeni kentin soluğu metinlerinde hep hissedilen yazarlardan Hakan Bıçak­cı, yirmi birinci yüzyıldan bir mektupla selam yolluyor ona. Yazar ve çizer Turgut Yüksel‘in selamı ise Reşad Ekrem Koçu’ya. Koçu’nun tamamlamaya ömrünün yetme­diği İstanbul Ansiklopedisi‘ne bugünden “kaçak” kat çıkıyor Yüksel. Yeni bir madde ekliyor ansiklopediye: AVM.

1920’lerden 70’li yıllara kadar farklı tür­lerde durmaksızın yazan Suat Derviş’in özgür zihni, insanın ve toplumun hakikatini anlama çabası, yaşadığı dönemde hak ettiği kıymeti bulamamıştı. Hem kurma­ca eserlerinde hem gazeteci kimliğiyle röportajlarında farklı sınıflara bakarken, kaleminin siyasetini kenti duyarak, kent­leşmeyle bağlar inşa ederek yazan Suat Derviş’i Funda Dörtkaş yazıyor.

Zabel Yesayan’ın pek çok eserini de Er­meniceden Türkçeye kazandıran akade­misyen Mehmet Fatih Uslu, takıntılı bir İstanbul, daha çok da Üsküdar yazarı olan Yesayan’ı anlatıyor. Erken Türk roma­nın klişeleşmiş ikiliklerine kapılmayan, kadın bakışının derinleştirdiği bir anlatı, söz ettiği. İncelikli kent tabiatı tasvirle­riyle olduğu kadar, dönüşen Osmanlı’nın emek yaşamından aktardığı sahnelerle de zengin metinler… Tanıl Bora ise Erme­nice yazan, eserleri sonradan Türkçeye çevrilen kadri bilinmemiş sosyalist yazar Zaven Biberyan’ın romanlarındaki “Kadı­köy tarafını” okuyor. “Mavera-yı Kadıköy” başlıklı yazısı, bu okumanın verdiği şevkle donanmış, Bora’nın İstanbul’un “sayfiyele­rinde”, 1960’lı yılların Maltepe’sinde geçen çocukluğunda gezindiği bir hatırat aynı zamanda.

Birikim dergisinin, 2011’de Tanıl Bora’ın editörlüğünde çıkan 270. sayısı (2016’da İletişim Yayınları tarafından kitap olarak da basıldı), AKP iktidarının ekonomi-poli­tiğinin kilit noktası olan inşaat sektörüne, tabana yayılmış beton aşkına bakarken, başlığıyla bir devrin tarifinde el kolaylaş­tırdı: “İnşaat ya Resulullah”. Mücahitten müteahhide geçişin İslamcı edebiyata nasıl yansıdığını Ayşe Çavdar inceliyor. “Fatihsoylular, Metropol Mücahitleri, Ne­rimanlar, Elifler, Nisalar…” başlıklı yazısın­da Çavdar, bu edebiyatta kent temsilini, değişen iktidar tasavvuruyla bu temsilin dönüşümünü, bunun kadınlara, erkeklere ve gençlere ayrı ayrı nasıl dokunduğunu ele alıyor.

Ahmet Ergenç, “Toplu Konutlarda Hayat, Can Sıkıntısı ve Ölüm” başlıklı yazısında muhtelif edebiyat ve felsefe metinleri üzerinden önce “ev”e odaklanıyor, son­ra bir ev modeli olarak toplu konutlara. Kentten kaçan orta sınıfın, merkezden sürülen yoksulların edebiyattaki seslerini, bu “yaşam alanlarının” kendi içlerinde ay­nılaştıran, ıssızlaştıran, can sıkıntısını hatta cinneti çağıran yanlarını ayıklıyor.

Mimar Cem Sorguç başka türlü bir şehir turu vaat ediyor yazısında. Özellikle 2000’li yıllar sonrası edebiyattan görkemli bir seçkiyle, çeper, kenar, dış, ücra, sapa, periferi ile zihinlerde adreslenen mekân­larında gezdiriyor İstanbul’un. Hiçbiri ilk 

akla gelen yerde değil. Yazar, eleştirmen Esra Yalazan ise flanörler ve de görün­mezlikten usanarak haklarını talep eden flanözler üzerinden şehirde yürümeyi ede­bi bir metamorfoz olarak ele alıyor. Farklı yazarların yol arkadaşlığında, hem kentle hem de okumanın kendisiyle bağ kurarak yürüyor. 

Füruzan’ın öykülerinde ne çok taşınma vardır. Zamanın değişimine eşlik eden, eşyayla birlikte taşınan hayatları da aynı bırakmayan yeni sayfalardır bunlar. Hilmi Tezgör, dönüşen kentin izini tam da bura­lardan sürüyor. 

Yazar Gürsel Korat, çocukluğunun ve ilk gençliğinin geçtiği Kayseri’ye 1990’lı yıl­ların başında dönüp tekrar baktığında içi burkularak, öfkelenerek Sokakların Ölümü adlı kitabı yazmıştı. Kayseri üzerinden kentleşmeye dair kişisel ve de neredey­se küresel, hazin bir hikâye kaydetmişti orada. Aradan yaklaşık otuz yıl geçtikten sonra Korat, hem Sokakların Ölümü kita­bına hem de sokaklar derken ölen şehirle­re dair yazıyor. 

Mülteciler dünyanın her yanında ayrımcı­lığın görünür, görünmez şiddetiyle boğu­şurken, kendilerininkileri bırakıp geldikleri şehirlerle bağlar kurmaya çalışıyorlar. En iyi ihtimalle klişelerle biçimlenmiş onlara yönelik bakış açısının pek kolay ıskalaya­bileceği, birbirini andıran ama hep ayrışan bir “hikâye” bu. Melike Koçak, Suriyeli ka­dın mültecilerle yaptıkları, kendisi için de dönüştürücü olduğunu hissettiği “Göçmen Harfler” isimli yazı atölyesi tecrübesini paylaşıyor. Yazı üzerinden kurulan dost­luk, yazıyla dile dökülenler Koçak’a “Kent, mültecilerin neyi olur?” diye sorduruyor. 

Yazarlara adanmış müzeler, yazar evleri, yazıyla özdeşleşmiş mekânlar… Gazeteci Burak Kuru ise rotası edebiyat üzerin­den belirlenmiş küçük bir İstanbul turuna davet ediyor.


1 Ranciere, J. (2019). Kurmacanın kıyıları (Çev. Y. Çetin). Metis. 

2 Harvey, D. (2013). Asi şehirler (Çev. A. D. Temiz). Metis, s. 44. 

3 Lefebvre, H. (2013) Kentsel devrim (Çev. S. Sezer). Sel.

Başka şeylerin yanı sıra, yazmak pencere­lerle de ilgilidir. Jacques Ranciere, kurma­caya giden yolda içeriyle dışarısı arasında kurulacak bağın niteliğini pencereler üze­rinden tartışır.1 Pencerenin önünde durup iyi bildiğini varsaydığı dışarıya sırtını vere­rek odasına, evine dönen yazar… Pen­cereden bakınca sadece somut yeryüzü gören, uzakla yakının yerini değiştirmekle yetinen yazar… Dışarıda insanları ayıran pencereleri, o pencereleri hiç aralama­dan, iki tarafın birbirine karışmasına izin vermeden anlatan yazar… 

Pencereyi açık tutmak, kendini onun öte tarafına, şehrin sokaklarına atmak gerekir Ranciere’ye göre, ama orada olmak dışarı­ya nüfuz etmeye kâfi değildir. Yüzeyi katet­mek isteyen yazı, bize huzmeler biçiminde ulaşan şeylere, insanların ne kadar derinine uzandığını bilemediğimiz dünyaya bakmaya ve her biriyle temasın yolunu yeniden öğ­renmeye ihtiyaç duyar. Sokakta olup biteni hakikaten anlamak, bir “tablo” olmaktan çıkarmak için daha pencerenin önündeyken vermek gerekir kararı. Bu, yazarın dışarıda kaybolmak için vereceği karardır. Hayatın çerçevelenmeye yanaşmayan, hatta tiksinti uyandıran yanlarına kendini “maruz bırak­mak” gerekir bunun için. Hazır sentezler­den, hayallerden ve fikirlerden uzaklaşarak dışarının taarruzuna izin vermek… 

Ranciere’nin bunlardan söz ederken andığı bazı yazarlar, belli sınıflara ve tiplere dair simyanın daha net olduğu bir zamana aitlerdi. Yaşadığımız “sonsuz nüanslar” çağında ise yüzleri, duvarları, şehirlerin sokaklarını hiç durmadan aydınlatan, ka­rartan, yeni renkler ve gölgeler oluşturan farklı bir ışık var. Anlamak ve anlatmak, sınıfların, sınırların, dillerin aldığı yeni hâllere bakmayı, çatlaklara, sıkışmış anla­ra, içerisiyle dışarısı arasındaki belirsizlik alanlarına inmeyi gerektiriyor. 

Pencerenin diğer tarafı, dışarısı, geze­genin büyük kısmı için kent demek artık. Tahminlere göre on yıla kalmadan dünya nüfusunun üçte ikisi kentlerde yaşıyor olacak. Bu zamanların mahsulü olan ve bu zamanı anlatan kurmacanın mekânını bu biçimde işaret etmek, edebiyatla kent arasındaki bağı tarif etmenin sığ bir yolu olur. Hikâyenin mekânı olmaktan mülhem bir ilişki değil bu. Romanlar, öyküler, şiirler sadece bir ayna, bir tablo sunmakla ya­kınlaşmıyor kentlerin hakikatine. Devinen, dönüşen, muhtelif gayeyle biçim verilen o “canlı”yı, kolay dile dökülmez yanlarıyla anlatıyorlar. 

Ranciere, o nefis “dışarının taarruzu” tamlamasını öncelikle içeriyle kıyaslana­mayacak sayıda işaret, nüans, bulanıklık içermesi nedeniyle kullanıyordu. Fakat dışarısını olduğu kadar içerisini, içimizi de dönüştüren neoliberal kapitalizmin kent­lerinden bahsederken, seçtiği “taarruz” sözcüğü daha da anlamlı hâle geliyor. Bu bir taarruz. Temasından azade kalmak mümkün değil. 

Kapitalin seyrini, kapitalizmin krizlerini ve çıkış yollarını kent üzerinden okuyan David Harvey, sosyolog Robert Park’tan bir alıntı yapıyor: “Şehir, insanın içinde yaşadığı dünyayı arzularına daha uygun hâle geti­rebilmek için verdiği çabaların en tutarlısı ve bütününe bakıldığında en başarılısıdır. (…) Eğer Park haklıysa” diyor, “nasıl bir şehir istediğimiz sorusu, nasıl kimse­ler olmak istediğimiz, ne gibi toplumsal ilişkiler arayışı içinde olduğumuz, doğayla nasıl bir ilişkiye değer vermek istediği­miz, ne tür bir yaşam tarzı arzuladığımız, hangi estetik değerlere sahip olduğumuz sorularından ayrı düşünülemez.”2 Bu zihin yolculuğu iki şey gösteriyor. Birincisi, şu an yaşadığımız kentler hem bizim eserimiz, hem bizatihi bizim hikâyemizdir. Biçim­lendirdiğimiz kent, bizi de biçimlendirir. Yazdığımız kent de bizi yazmıştır.

Harvey’nin çıkarımından doğan ikin­ci sonuç da bugünden sonrasına işaret eden bir umut. Arzuladığımız şehirlerin sakini, dilediğimiz hikâyenin kahramanı olmak tam buradan başlayan dönüşümü gerektiriyor. Harvey’nin söz ettiği “şehir­leri yeniden icat etme hakkı”, bu yüzden de bugünün kent odaklı toplumsal ha­reketlerinin, mekândan başlayan adalet arayışının çekirdek fikirlerinden. “Şehirleri yeniden icat etmek”, ne kadar şiirsel bir coşkuyla dolu bir yandan da. 

Harvey’nin “kent hakkı” fikrini dayan­dırdığı filozof Henri Lefebvre’in “man­zarayı” kavrayış biçimiyle, “manzaranın” kurmacası üzerine düşünen Ranciere yolun bir noktasında kesişiyor. Kentsel mekân görülmez, der Lefebvre;3 “biz onu henüz göremeyiz”. Bu “henüz”, eski manzara tarafından biçimlendirilmiş gözün dönüşümü kavrayabilecek bilgide olmamasından kaynaklanmaz sadece. Bu da vardır ama asıl mesele gerçeğin üzerinin örtülü olmasıdır. Bu görememe, kavrayamama hâli bir ideoloji içerir ona göre. “Kör alanlar” sığ bir gölgede kalma hâlinin ötesini işaret eder; bilimsel ve felsefi çabaya gereksinim duyar. Kent­sel alanın kör noktalarına ancak bilgiyi parçalayarak yakınlaşılabilir. Sosyoloji, psikoloji, coğrafya, tarih, iktisat, biyoloji, jeoloji gibi birçok farklı sahayı sayarken yazarların ve şairlerin katkısını da ekler Lefebvre. Bu parçaların hiçbiri tek başına bilgiyi oluşturmaz ama bir işaretler siste­minin çıkmasına yardımcı olurlar. Sadece buna indirgenemeyecek olsa da kentsel gerçekliğin dilidir bu.

Her veçhesiyle kent üzerine düşünen faaliyetlerini yıllardır takdirle ve fayda­lanarak takip ettiğim Mekanda Adalet Derneği’ne bu dergi fikri ve davetleri için teşekkür ediyorum. Edebiyat ve kent baş­lıklarını buluşturan bu engin “kör alan”da düne ve bugüne bakmanın sayısız pati­kası vardı, yazarlarımızla biz şuralardan yürüdük.

Kent kendinden fazlasını anlatıyor, meta­forlarla, imgelerle zamanın anlatısının da mekânı oluyor. On dokuzuncu yüzyıldan bugüne, şehre tepeden bakmanın, şehrin sokaklarında kaybolmanın, yüzünde Doğu’yu yahut Batı’yı okumanın, baktıkça bir kadını görmenin, bir kadınla sırrına ermenin mânasını Mimar Sinan Güzel Sa­natlar Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi Prof. Dr. Seval Şahin anlatıyor.

Yazar Oylum Yılmaz “İstanbul bir roman kahramanı olsa” diye çıkıyor yola. Şehri bir biblo gibi eline alıp hayranlıkla sağını soluna döndürerek anlatanlardan “yok-kahraman”a yazıklananalara, metinlerde İstanbul’un bir karakter olarak belirişine, bundan doğan dile bakıyor. Tarihçi Hakan Kaynar, “şehir” olamadan başkent olmuş Ankara’yı Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında burada yaşamış ve yazmış edebiyatçıların metinlerinde arıyor. Modernizmin serü­veni içinde “büyümeden tahta çıkarılmış çocuk padişahlara” benzettiği şehrin edebi tahayyüllerine, buralarda şekillendirilmiş hayatlara yakınlaşıyor.

Ahmet Rasim’in geride bıraktığı çok farklı türlerde eserlerden biri de 1897’de Malûmât Gazetesi’nde yayımlanmaya başlayan Şehir Mektupları. Daha sonra dört ciltte toplanacak bu mektuplar­da, sitayişle anılan gözlem gücü, yer yer nükteli, kimi zaman da iğneli dili ile Ahmet Rasim, on dokuzuncu yüzyıl sonundan özgün bir İstanbul tanıklığı bıraktı bugüne. Kentin, yeni kentin soluğu metinlerinde hep hissedilen yazarlardan Hakan Bıçak­cı, yirmi birinci yüzyıldan bir mektupla selam yolluyor ona. Yazar ve çizer Turgut Yüksel‘in selamı ise Reşad Ekrem Koçu’ya. Koçu’nun tamamlamaya ömrünün yetme­diği İstanbul Ansiklopedisi‘ne bugünden “kaçak” kat çıkıyor Yüksel. Yeni bir madde ekliyor ansiklopediye: AVM.

1920’lerden 70’li yıllara kadar farklı tür­lerde durmaksızın yazan Suat Derviş’in özgür zihni, insanın ve toplumun hakikatini anlama çabası, yaşadığı dönemde hak ettiği kıymeti bulamamıştı. Hem kurma­ca eserlerinde hem gazeteci kimliğiyle röportajlarında farklı sınıflara bakarken, kaleminin siyasetini kenti duyarak, kent­leşmeyle bağlar inşa ederek yazan Suat Derviş’i Funda Dörtkaş yazıyor.

Zabel Yesayan’ın pek çok eserini de Er­meniceden Türkçeye kazandıran akade­misyen Mehmet Fatih Uslu, takıntılı bir İstanbul, daha çok da Üsküdar yazarı olan Yesayan’ı anlatıyor. Erken Türk roma­nın klişeleşmiş ikiliklerine kapılmayan, kadın bakışının derinleştirdiği bir anlatı, söz ettiği. İncelikli kent tabiatı tasvirle­riyle olduğu kadar, dönüşen Osmanlı’nın emek yaşamından aktardığı sahnelerle de zengin metinler… Tanıl Bora ise Erme­nice yazan, eserleri sonradan Türkçeye çevrilen kadri bilinmemiş sosyalist yazar Zaven Biberyan’ın romanlarındaki “Kadı­köy tarafını” okuyor. “Mavera-yı Kadıköy” başlıklı yazısı, bu okumanın verdiği şevkle donanmış, Bora’nın İstanbul’un “sayfiyele­rinde”, 1960’lı yılların Maltepe’sinde geçen çocukluğunda gezindiği bir hatırat aynı zamanda.

Birikim dergisinin, 2011’de Tanıl Bora’ın editörlüğünde çıkan 270. sayısı (2016’da İletişim Yayınları tarafından kitap olarak da basıldı), AKP iktidarının ekonomi-poli­tiğinin kilit noktası olan inşaat sektörüne, tabana yayılmış beton aşkına bakarken, başlığıyla bir devrin tarifinde el kolaylaş­tırdı: “İnşaat ya Resulullah”. Mücahitten müteahhide geçişin İslamcı edebiyata nasıl yansıdığını Ayşe Çavdar inceliyor. “Fatihsoylular, Metropol Mücahitleri, Ne­rimanlar, Elifler, Nisalar…” başlıklı yazısın­da Çavdar, bu edebiyatta kent temsilini, değişen iktidar tasavvuruyla bu temsilin dönüşümünü, bunun kadınlara, erkeklere ve gençlere ayrı ayrı nasıl dokunduğunu ele alıyor.

Ahmet Ergenç, “Toplu Konutlarda Hayat, Can Sıkıntısı ve Ölüm” başlıklı yazısında muhtelif edebiyat ve felsefe metinleri üzerinden önce “ev”e odaklanıyor, son­ra bir ev modeli olarak toplu konutlara. Kentten kaçan orta sınıfın, merkezden sürülen yoksulların edebiyattaki seslerini, bu “yaşam alanlarının” kendi içlerinde ay­nılaştıran, ıssızlaştıran, can sıkıntısını hatta cinneti çağıran yanlarını ayıklıyor.

Mimar Cem Sorguç başka türlü bir şehir turu vaat ediyor yazısında. Özellikle 2000’li yıllar sonrası edebiyattan görkemli bir seçkiyle, çeper, kenar, dış, ücra, sapa, periferi ile zihinlerde adreslenen mekân­larında gezdiriyor İstanbul’un. Hiçbiri ilk Yazar Oylum Yılmaz “İstanbul bir roman kahramanı olsa” diye çıkıyor yola. Şehri bir biblo gibi eline alıp hayranlıkla sağını soluna döndürerek anlatanlardan “yok-kahraman”a yazıklananalara, metinlerde İstanbul’un bir karakter olarak belirişine, bundan doğan dile bakıyor. Tarihçi Hakan Kaynar, “şehir” olamadan başkent olmuş Ankara’yı Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında burada yaşamış ve yazmış edebiyatçıların metinlerinde arıyor. Modernizmin serü­veni içinde “büyümeden tahta çıkarılmış çocuk padişahlara” benzettiği şehrin edebi tahayyüllerine, buralarda şekillendirilmiş hayatlara yakınlaşıyor.

Ahmet Rasim’in geride bıraktığı çok farklı türlerde eserlerden biri de 1897’de Malumat Gazetesi’nde yayımlanmaya başlayan Şehir Mektupları. Daha sonra dört ciltte toplanacak bu mektuplar­da, sitayişle anılan gözlem gücü, yer yer nükteli, kimi zaman da iğneli dili ile Ahmet Rasim, on dokuzuncu yüzyıl sonundan özgün bir İstanbul tanıklığı bıraktı bugüne. Kentin, yeni kentin soluğu metinlerinde hep hissedilen yazarlardan Hakan Bıçak­cı, yirmi birinci yüzyıldan bir mektupla selam yolluyor ona. Yazar ve çizer Turgut Yüksel‘in selamı ise Reşad Ekrem Koçu’ya. Koçu’nun tamamlamaya ömrünün yetme­diği İstanbul Ansiklopedisi‘ne bugünden “kaçak” kat çıkıyor Yüksel. Yeni bir madde ekliyor ansiklopediye: AVM.

1920’lerden 70’li yıllara kadar farklı tür­lerde durmaksızın yazan Suat Derviş’in özgür zihni, insanın ve toplumun hakikatini anlama çabası, yaşadığı dönemde hak ettiği kıymeti bulamamıştı. Hem kurma­ca eserlerinde hem gazeteci kimliğiyle röportajlarında farklı sınıflara bakarken, kaleminin siyasetini kenti duyarak, kent­leşmeyle bağlar inşa ederek yazan Suat Derviş’i Funda Dörtkaş yazıyor.

Zabel Yesayan’ın pek çok eserini de Er­meniceden Türkçeye kazandıran akade­misyen Mehmet Fatih Uslu, takıntılı bir İstanbul, daha çok da Üsküdar yazarı olan Yesayan’ı anlatıyor. Erken Türk roma­nın klişeleşmiş ikiliklerine kapılmayan, kadın bakışının derinleştirdiği bir anlatı, söz ettiği. İncelikli kent tabiatı tasvirle­riyle olduğu kadar, dönüşen Osmanlı’nın emek yaşamından aktardığı sahnelerle de zengin metinler… Tanıl Bora ise Erme­nice yazan, eserleri sonradan Türkçeye çevrilen kadri bilinmemiş sosyalist yazar Zaven Biberyan’ın romanlarındaki “Kadı­köy tarafını” okuyor. “Mavera-yı Kadıköy” başlıklı yazısı, bu okumanın verdiği şevkle donanmış, Bora’nın İstanbul’un “sayfiyele­rinde”, 1960’lı yılların Maltepe’sinde geçen çocukluğunda gezindiği bir hatırat aynı zamanda.

Birikim dergisinin, 2011’de Tanıl Bora’ın editörlüğünde çıkan 270. sayısı (2016’da İletişim Yayınları tarafından kitap olarak da basıldı), AKP iktidarının ekonomi-poli­tiğinin kilit noktası olan inşaat sektörüne, tabana yayılmış beton aşkına bakarken, başlığıyla bir devrin tarifinde el kolaylaş­tırdı: “İnşaat ya Resulullah”. Mücahitten müteahhide geçişin İslamcı edebiyata nasıl yansıdığını Ayşe Çavdar inceliyor. “Fatihsoylular, Metropol Mücahitleri, Ne­rimanlar, Elifler, Nisalar…” başlıklı yazısın­da Çavdar, bu edebiyatta kent temsilini, değişen iktidar tasavvuruyla bu temsilin dönüşümünü, bunun kadınlara, erkeklere ve gençlere ayrı ayrı nasıl dokunduğunu ele alıyor.

Ahmet Ergenç, “Toplu Konutlarda Hayat, Can Sıkıntısı ve Ölüm” başlıklı yazısında muhtelif edebiyat ve felsefe metinleri üzerinden önce “ev”e odaklanıyor, son­ra bir ev modeli olarak toplu konutlara. Kentten kaçan orta sınıfın, merkezden sürülen yoksulların edebiyattaki seslerini, bu “yaşam alanlarının” kendi içlerinde ay­nılaştıran, ıssızlaştıran, can sıkıntısını hatta cinneti çağıran yanlarını ayıklıyor.

Mimar Cem Sorguç başka türlü bir şehir turu vaat ediyor yazısında. Özellikle 2000’li yıllar sonrası edebiyattan görkemli bir seçkiyle, çeper, kenar, dış, ücra, sapa, periferi ile zihinlerde adreslenen mekân­larında gezdiriyor İstanbul’un. Hiçbiri ilk 

akla gelen yerde değil. Yazar, eleştirmen Esra Yalazan ise flanörler ve de görün­mezlikten usanarak haklarını talep eden flanözler üzerinden şehirde yürümeyi ede­bi bir metamorfoz olarak ele alıyor. Farklı yazarların yol arkadaşlığında, hem kentle hem de okumanın kendisiyle bağ kurarak yürüyor. 

Füruzan’ın öykülerinde ne çok taşınma vardır. Zamanın değişimine eşlik eden, eşyayla birlikte taşınan hayatları da aynı bırakmayan yeni sayfalardır bunlar. Hilmi Tezgör, dönüşen kentin izini tam da bura­lardan sürüyor. 

Yazar Gürsel Korat, çocukluğunun ve ilk gençliğinin geçtiği Kayseri’ye 1990’lı yıl­ların başında dönüp tekrar baktığında içi burkularak, öfkelenerek Sokakların Ölümü adlı kitabı yazmıştı. Kayseri üzerinden kentleşmeye dair kişisel ve de neredey­se küresel, hazin bir hikâye kaydetmişti orada. Aradan yaklaşık otuz yıl geçtikten sonra Korat, hem Sokakların Ölümü kita­bına hem de sokaklar derken ölen şehirle­re dair yazıyor. 

Mülteciler dünyanın her yanında ayrımcı­lığın görünür, görünmez şiddetiyle boğu­şurken, kendilerininkileri bırakıp geldikleri şehirlerle bağlar kurmaya çalışıyorlar. En iyi ihtimalle klişelerle biçimlenmiş onlara yönelik bakış açısının pek kolay ıskalaya­bileceği, birbirini andıran ama hep ayrışan bir “hikâye” bu. Melike Koçak, Suriyeli ka­dın mültecilerle yaptıkları, kendisi için de dönüştürücü olduğunu hissettiği “Göçmen Harfler” isimli yazı atölyesi tecrübesini paylaşıyor. Yazı üzerinden kurulan dost­luk, yazıyla dile dökülenler Koçak’a “Kent, mültecilerin neyi olur?” diye sorduruyor. 

Yazarlara adanmış müzeler, yazar evleri, yazıyla özdeşleşmiş mekânlar… Gazeteci Burak Kuru ise rotası edebiyat üzerin­den belirlenmiş küçük bir İstanbul turuna davet ediyor.


1 Ranciere, J. (2019). Kurmacanın kıyıları (Çev. Y. Çetin). Metis. 

2 Harvey, D. (2013). Asi şehirler (Çev. A. D. Temiz). Metis, s. 44. 

3 Lefebvre, H. (2013) Kentsel devrim (Çev. S. Sezer). Sel.

DÖN