Melike Selin Durmaz Ekenler: Öğrencilik yıllarınızdan itibaren içinde bulunduğunuz “Ayda Bir Gün Sokak Bizim” etkinlikleri ve ardından Sokak Bizim Derneği’nin kuruluşu… Bu zamanlardan başlayarak, kamusal alana ve sokağa dair edindiğiniz dertler, sokağın yeniden “bizim olması gerektiği”ne dair arayış nasıl başladı?

Arzu Erturan: Arayış aslında şehir planlama bölümündeki öğrencilik yıllarımda, yaşadığım kente dair farkındalığımın artmasıyla başladı. Çünkü “nasıl bir yerde yaşıyoruz?” hatta “nasıl bir şehirde yaşamak istiyoruz?” sorularıyla beraber kentte bulunduğum bütün mekânları yeniden sorgulamaya başladım. Özellikle sokakların durumu çok dikkat çekici geldi bana. Kamusal mekân olarak sokaklar aslında kentin en küçük temel kamusal mekânları. Evimizden çıktığımızda adımımızı attığımız, kamusal yaşama dahil olduğumuz yerler. Fakat şu anda kamusal mekânların kentte kaybedilmesinin, özelleştiriliyor olmalarının yanı sıra bir de çok fazla insan odaklı olmaktan çıkmaları göze çarpıyor. Otomobiller yine başka önemli bir neden. Çünkü artık sokaklar geçmişte hepimizin hatırladığı karşılaşma mekânları, komşuların sokakta sohbet ettiği, kapının önüne oturduğu, çocukların oyun oynadığı mekânlar olmaktan çıkmaya başladılar. Artık tamamen ulaşım amaçlı, özellikle de otomobil, araç odaklı, park yeri ya da büyük büyük caddelerin, kavşakların egemen olduğu kentlerde yaşamaya başladık. İnsan ölçeğinden çıktıkça algı da değişiyor. İnsanlar arasındaki etkileşim, iletişim de değişmeye başlıyor. Biz çocukluğumuzda sokakta arkadaşlarımızla oyun oynuyorken kurduğumuz o ilişkiler, arkadaşlıklar şu anda aslında çok az çocuğun sahip olabildiği bir konfor, lüks oldu hatta. Ama çok da hayati. Sokakla kurduğumuz ilişki üzerinden hayata bakış açımızı geliştiriyoruz. Eğer biz özel bir kapalı sitede oturuyorsak, arabayla bir yerden bir yere gidiyorsak, kent mekânıyla hatta çevremizde yaşayan insanlarla kurduğumuz ilişki de o oranda azalıyor. Ne kadar çok sokakta, kamusal mekânlarda vakit geçirebilirsek o oranda da biz o kenti benimseyebiliyoruz, o kent için bir şeyler yapma isteği doğuyor içimizde ve çok daha güçlü bir ilişkiler ağının içerisinde yaşıyoruz, geleceğe yönelik anlayışımız da bu yönde değişiyor. Arzu ettiğimiz yaşam biçimi de, küçüklükten itibaren sokakla ve orada kurduğumuz ilişkiler üzerinden şekilleniyor diye gözlemledik biz şimdiye kadarki yaptığımız çalışmalarda.

Erman seninle devam edelim Arzu’nun bıraktığı yerden. Sen bir sosyolog olarak Ankara’dan İstanbul’a yerleştiğinde, bu metropolün farklı mahallelerinde, sokaklarında etkinliklerinizi gerçekleştirirken ne gibi gözlemler edinmiştin? 

Erman Topgül: Ankara’da nispeten biraz daha sokaklarda büyümüş insanlarız. Belki Ankara’da yaşadığımız yerlerden belki de yaşadığımız yıllardan kaynaklı ama tahminimiz hem yaşadığımız dönem hem yaşadığımız yerler bize sokakta yaşama şansı verdi ve biz sokaklarda büyümüş adamlar olarak İstanbul’a taşındık. Şunu gördük: İstanbul’da sokakta vakit geçiremiyoruz. Yani üniversite bitirmiş adamlar olarak sokağa çıkıp top oynamak istediğimizde buna bile yer bulamadığımızı farkettik. “Ayda Bir Gün Sokak Bizim” etkinlikleri de aslında şöyle bir etkinlik serisiydi: Bir sokağın trafiğe kapatılıp sadece o sokakta yaşayan insanların en basit hâliyle ne yapmak isterse onu yapabildiği etkinliklerdi. Belediyeden sadece bir sokağı kapatma izni alınıyor, biz kendi imkânlarımızla eşe dosta, çevremizdeki diğer sivil toplum kuruluşlarına, mahalleliye duyuru yaparak orada ufak ufak etkinlikler yapmaya çalışıyorduk. Sokakta tiyatro da yaptık, yoga, pilates de yaptık, top da oynadık, Emniyet’le birlikte trafik eğitimi de verdik. Etkinliğin birinde Türk Kalp Vakfı geldi kalp taraması yaptı. Tavla da oynadık; kısır da yaptık, yedik. Sadece o mahalleye yönelik, mahallelinin kullandığı alanlar yaratmaya çalıştık. Burada şunu gözlemledik: Aslında bir sokağı trafiğe kapattığımız zaman o mahallenin kendi davranış biçimi sokağa dökülüyor. Ve buna ilk olarak çocuklar ön ayak oluyor. Çünkü yetişkinleri dışarı çıkarmak biraz daha zor. Kaybedilmiş alışkanlıklar var, belli korkular var. O yüzden çocukları dışarı çekebilecek hareketleri öne alıp öğleden sonra da yetişkinlerin dışarı çıktığını gördük. Neler gözlemledik? İstanbul’da 12 yerde yaptık etkinliklerimizi. İlçeler bazında bakarsak Beykoz, Kadıköy, Şişli, Zeytinburnu, Fatih, Etiler, Beyoğlu, Sarıyer ilk aklıma gelenler. Her birinin demografik yapısı farklı olduğu için davranış biçimleri de farklı oldu. Örneğin Fatih ve Zeytinburnu’nda insanları sokağa çekmek için hiç zorlanmadık, zaten alışkın olunan bir sokak kültürü vardı. Sokağı kapattığımız gün geldiğimizde “Bakın çocuklar size poğaça yaptım” diyen teyzeler bizi karşıladı. Mahallenin kıraathanesi bize çay getirdi. Mahallenin berberi ve mahalleli ile top oynayarak başladık güne zaten. Tavla da oynadık. “Gelin bu duvarları boyayın” dediler. Aslında geçmişinde sokakta yaşama kültürü olan mahallelerde etkinliklerimizi daha rahat organize ettik. Daha içten karşıladılar. Çünkü onların kaybettiği bir şeyi biz onlara tekrar hatırlatmış olduk. Aslında bir hatırlatma var burada, bir farkındalık yaratma var. 

Önceden yaşanmış bir şeyi yeniden sahnelemek gibi… O sokakta daha yoğun karşılaşmaların yaşanabilirliğine bir tanıklık sağlıyor etkinlikler. Birbirini tanımayan mahalleli, engelli, yaşlı, çocuk komşular orada buluşuyor, dert ortağı oluyor, karşılaşıyor… O yaşam alanı için müşterekleşmenin başladığı bir zemin mi oluyor sokak? 

Arzu Erturan: Aslında sokağın bence önemli rolü bu. Bunu sokakta gerçekleştiremediğimiz zaman çok daha az yaşanabilir, insanların mutsuz olduğu şehirler ortaya çıkıyor; sen sokakta var olamıyorsan, o kentte yürüyemiyorsan, gönlünden geçtiği şekilde bir yerden bir yere gidemiyorsan, yürüyerek, bisikletle ya da toplu taşımayla… Biz istiyoruz ki kentte tüm yaşayanları kapsayacak şekilde sokaklar yaşanabilir olsun. Zaten bu hayalden yola çıktık. Sokağı daha yaşanabilir yapmak aslında bir metafor da diyebiliriz. Bütün kenti bir anda değiştirmek mümkün değil, hep bunu söylüyoruz ama bir sokak olur, sonra bir mahalle olur… Kente doğru değişimi yaymak belki bu şekilde mümkün olabilir. 

Bu etkinlikleri ortaklıklar kurarak gerçekleştirdiniz, değil mi? 

Erman Topgül: Ortaklıklarımız çok değişti o dönem tabii. Biz 2010’da kurduk derneği. O dönem inisiyatif, platform, imece gibi kavramların sivil toplumda pek yer edinemediği bir dönemdi. Dernek olmak biraz daha acildi. Şu anda tabii ki bir yerde “biz kolektifiz” dediğin zaman birileri sizin ne olduğunuzu anlayabiliyor ama o dönem “Kolektif? Yani?” sorusuyla karşılaşıyorduk. Birazcık da bu tüzelliğe ihtiyacımız vardı. Hem sivil toplum gözünde hem devlet gözünde böyle bir şey olmaya ihtiyacımız vardı. 

Kuzguncuk Bostanı

Arzu Erturan: “Sokakları, kamusal mekânları geri isteyebiliriz, geri kazanabiliriz ve bunu yapacaksak da birlikte yapabiliriz. Hatta kamu otoritesi ile birlikte bunu yapabiliriz” imkânını deneyimlemek istedik. Yani kentte yaşayan farklı paydaşlar bir araya gelip o ortak zemini kurabilir. Biz buna çok inandık. O yüzden de özellikle “biz bir yere gidip de orada etkinlik yapıyoruz” hiçbir zaman demiyoruz. Her zaman oradaki belediye, muhtarlık, orada yaşayanlar, mahalle derneği gibi bütün paydaşları sürecin içine katmayı çok önemsiyoruz. Çünkü en nihayetinde o sokağı daha yaşanılabilir hâle getirecek anahtar aslında bu birliktelik; bu kentte yaşayan farklı paydaşlar arasındaki iletişim ve işbirliği. O yüzden gerçekten böyle bir kurguyu önemsedik ve aslında yaptığımız diğer çalışmalarda da mümkün olduğunca bunu korumaya çalışıyoruz. 

Hem yaşama hem de çalışma alanı olarak İstanbul’un sokak, komşuluk, mahalle kültürünün sürdürüldüğü tarihi semtlerden, Boğaz köylerinden biri olan Kuzguncuk’tasınız. Bugün baktığımda Kuzguncuk’taki gıda topluluğu gibi pek çok kolektif, dayanışma ağı veya savunu alanı kimi görüş ayrılıkları içerse de bostan, önemli bir müşterekleşme pratiği ve de zemini. Biraz Kuzguncuk Bostanı’yla başlayarak, “Bostan Hikâyeleri” arşivini nasıl oluşturmaya başladığınızı anlatır mısınız?

Erman Topgül: Aslında tam da böyle başladı. Yani kamusal alanlar, kamusal mekânlar, şehri ve kamusal alanları yeniden kazanma üzerine çalıştığımız başka bir proje vardı. Biz Kuzguncuk’taydık. Proje ekibiyle ofisimiz de Kuzguncuk’taydı ve baktığımızda en çok ortaklaştığımız alan bostandı. Tam da karşımızdaydı bostan. Dedik ki, o zaman bostanla başlayalım. “Kent içinde tarım nasıl olur?” mu yoksa “bostan” mı, “müşterekleşme” mi yoksa “bostan” mı üzerine düşünüyorduk. “Bir Düşün Olsun” diye bir projemiz vardı, o projenin “kent karşılaşması”nı yaptık. Orada müşterekleri tartıştık. İkinci aşamaya evrilirken de müşterekleşme anlayışıyla gerçekten bostanı tartışmaya başladık. 

Kuzguncuk Bostanı biraz farklı geldi bize. İlk önce biz onun tarihini araştırmaya başladık. Yani ne oluyor ne bitiyor burada? “Tamam içindeyiz, hatta bazı yerlerinde sürecin daha da içinde yer aldık bireysel ya da topluluklar olarak ama bu farklılaşma nereden geldi, niye Kuzguncuk Bostanı bir muhalefet alanı doğurdu, şu anda ne oluyor burada ve kimler memnun, kimler değil?” diye Kuzguncuk Bostanı’nı eşelemeye başladığımız zaman şunu fark ettik: Kuzguncuk Bostanı tek değil. İstanbul’da çok fazla bostan var. Ama onlar da her biri kendi içinde farklı yapılara sahipler. Hepsinin çok farklı dinamikleri var; ürettikleri ürün anlamında da farklı, işleyiş biçimi olarak da farklı, örgütlenme biçimi olarak da farklı. Fark ettik ki biz Kuzguncuk Bostanı’nı araştırmıyoruz sadece, biz bostan ve şehir içi tarımın ne olduğunu ve bunun bir araya geliş biçimlerini tartışıyoruz. Bunlarla ilgili bir arşiv yapalım diye başladık işe. 

Amacımız şuydu: Bir arşiv sitesi açalım, açık bir kaynak olsun, herkes istediğini koysun. Ve zannediyorduk ki bu konuyla ilgilli binlerce bilgi akacak falan… Yok. Yani bostanlarla ilgili bilgi var ama kopuk kopuk, ufak ufak çalışmalar var ve pek çoğu aynı bostana ait. Yedikule Bostanı’na ait yüzlerce çalışma var ama Piyale Paşa Bostanı’na dair tek bir cümle bulamayabiliyorduk. Biz de o zaman arşiv oluşturalım dedik. Bostan Hikâyeleri1 diye bir site açtık 2016 yılında. Bu arşivde kategoriler olsun ve araştırmacılar istedikleri bilgileri bulsun istedik. Biz de kendi bulduğumuz her şeyi içine atmaya başladık. İstediğimiz gibi her bostana ait hikâyelerin oluşmadığını, arşivimizi oluşturamadığımızı fark ettik. Bir yandan dünyadan da içerikler girmeye başladık. Yedikule Bostanı’ndaki yıkım haberini de girdik, Londra’daki Edible School Yards’ın yaptığı bir projeyi de girdik ya da semizotu nasıl ekilir videoları da koyduk. Böyle çok geniş yelpazeli bir şeydi. 

Yedikule Bostanı
Fotoğraf: M. Cevahir Akbaş

Ve baktık ki ekip olarak en güçlü olduğumuz yan, medya üretimi. O zaman biz gidelim bostanların hikâyelerini bulup, görselleştirelim dedik. O dönem hemen çevremizden ilk adım olarak tabii ki Kuzguncuk Bostanı’nı ele aldık. 

Kuzguncuk Bostanı’nın hikâyesi kısaca şöyle: Vakıflar’a ait bir mülk, Vakıflar orada her 10 senede bir bir bina yapma hedefiyle birine kiralamayı öngörüyor çünkü kiralama dönemleri değişiyor. 2010 yılında Vakıflar bostanın içindeki fidanlığı çıkarıyor ve burayı tekrar yapılaşmaya açmak istiyor.

Bu arada bir yandan mahallenin önemli bir açık alanı bostan.

Erman Topgül: Tabii mahallenin ortasında kocaman bir boşluk… Arşivdeki videolarımızda ölçeği rahatlıkla görülebilir, drone görüntüleri de var. Bir bina yapılması planı var o dönem, isimleri geçen kimi dernek ve vakıflara devredilmek üzere… O dönem işgal denilen bir dönem. Kuzguncuklular mahalleli olarak orada ufak tefek ekim dikim yapıyor, şenliklerle bostana sahip çıkılıyor, bostan korkulukları tasarlanıyor mahallelilerce… 

Gezi dönemi öncesi başlıyor değil mi?

Erman Topgül: Tabii Gezi öncesi. Sonra Gezi’de de bir bostan kuruluyor zaten Kuzguncuklular Derneği pratiğiyle birlikte. Böyle ufak bir etkinlikler dizisi oluşuyor. Daha sonra kiralamaya çıkıyor Vakıflar ve Belediye kiralıyor. Belediye aldığı gün Kuzguncuklular Derneği “siz buraya ne yapacaksınız?” sorusuyla belediyeye gidiyor. Belediyeye karşı durmadan ama yanında da durmadan “hadi gelin aynı masada bu işi ikimiz de bir ucundan çekiştire çekiştire yapalım” gibi bir sonuca evriliyor. Bostan Hikâyeleri’nin Kuzguncuk videosunda daha ayrıntılı anlatılışını görebilirsiniz. Şu anda Kuzguncuk Bostan’da parsellere bölünmüş hobi bahçesi gibi görülebilen, ama Kuzguncukluların kurayla ve ücretsiz şekilde sahip olduğu, yılda bir değişen devir dönemleri olan, mahallelinin kullandığı bir bostan alanı var. Bu Kuzguncukluların talep ettiği bir şeydi. Bir yandan da orada yapılan hiçbir şey sabit ve kalıcı değil. Yani bir gün “burası sadece büyük bir tarla olacak” dendiği zaman yaklaşık bir saat içinde bütün o yükseltilmiş bostan yatakları çıkarılabilecek durumda. Yani bir elektrik kablosu, döşeme yok. Belediye güzelleştirmek için bir şeyler yapmak istiyor ama diğer yandan mahalleli kalıcı bir yapı istemiyor. Ortaya  bu şekilde bir proje çıkıyor. Biz de bu dinamiği araştırdıktan sonra farklı bostanları sınıflandırdık işleyiş biçimlerine, bir araya gelişlerine, müşterekleşme biçimlerine göre…

Her bir bostanın sahip olduğu özellikler, dinamikler, beceriler farklı diyebilir miyiz?

Erman Topgül: Amaçları da birbirinden farklı. Arşivimizdeki dört bostanı hızlıca sayayım: Yedikule Bostanları, Roma Bostanı, Kuzguncuk Bostanı ve Boğaziçi Üniversitesi Tarlataban Bostanı vardı. 

Bu ilk üç saydığın bostanın ortaklaştığı şöyle birşey var: Neoliberal şehircilik pratikleri vasıtasıyla her birine karşı birtakım yapılaşma tehditleri sözkonusu oluyor ve oradaki savunularla gündeme yerleşiyorlar, değil mi?

Erman Topgül: Çok basitçe temel özelliklerini sıralamaya çalışayım: Yedikule ticari bostandı ama bir yandan da hem ekonomik geçim kaynağı sağlamaya çalışıyorlardı hem de oldukları yerde ekim-dikim, hayatta kalabilme hakkını talep ediyorlardı. Arsalar onlara ait değil, işgalci konumundalar ve kira ödüyorlar… Kuzguncuk işgal durumuyla karşı karşıya olan bir mahalleli bostanıydı. Roma Bostanı’nı topluluk bostanı olarak sınıfladık çünkü o alanı korumak isteyen bir topluluğundu, ama bire bir o mahalleye ait bir topluluk değil. Roma Bostanı İnsanları olarak kendilerini tanımladıkları bir topluluğa ait bir mücadele biçimi orası. Hemen 50 metre yanına Beyoğlu Belediyesi’nin yaptığı bir sosyal tesisin aynısının yapılması planına itiraz etmek için mücadele verildi. Permakültür ilkeleriyle hareket edilen, bir gıda ormanı oluşturma çabası olan bir bostan. Gerçekten de iyi giden bir gıda ormanı var. Bir gizil amaç olarak da şunu söylüyorlar: Biz bostan diyoruz ama aslında biz burayı bir gıda ormanına çeviriyoruz çünkü ağaç kesmek bostan gibi gündelik sebzeleri ortadan kaldırmaktan daha zor.

Tarlataban’a geçelim. O nasıl farklılaşıyor?

Erman Topgül: Tarlataban’da farklı bir mücadele biçimi var. Tarlataban, üniversitenin içindeki bir topluluk. Çok güzel bir alanları vardı, maalesef Tarlataban şu anda kapatılmış durumda Boğaziçi Üniversitesi’nde geçtiğimiz yıl çıkan olaylar nedeniyle. Onların da en büyük hedefleri tohum meselesiydi. Çünkü bu tohumların gelecek nesillere aktarılması, yerel tohumun önemi gibi konulara çok eğilmiş daha bilinçli gençlerden oluşan bir gruptu. Daha bilinçli derken, günlük yaşam pratiğinde tohuma kafayı takmamış bizlere göre daha bilinçli gençlerden oluşan bir topluluktu demek istiyorum. Bir kütüphane kurmayı hedefliyorlardı. Kendi elleriyle yaptıkları bina vardı ve burada bir tohum kütüphanesi oluşturmaya başlamışlardı. 

Burada sanırım filizlendirdikleri fideleri kimi kent bostanlarına da iletiyorlardı, çağrı yapıyorlardı, değil mi? 

Erman Topgül: Bu bahsettiğimiz bostanların içinde, Yedikule dahil olmak üzere, hiçbirinde sera yok ama Tarlataban’da sera vardı. Tohumlar burada fidelenir ve bütün bostanlara da dağıtılmak istenirdi. Gerçekten çok fazla fide dağıttılar. Aslında temiz gıdayı savunma gibi bir dertleri var onların. Başka bir politika bu. Güney Amerika’daki La Via Campesina hareketini biraz feyz alarak, Türkiye’de de Çiftçi-Sen’le bire bir temaslar kurarak ilerliyorlardı. Bunun nedeni de aslında günlük pratiklerinden kaynaklı. Sonuçta orası bir üniversite bostanı ve üniversite bostanında her ay ekim yapıp oradan çıkan ürünlerle bir şey yapmanın çok gerçekçi olmadığı, yani gerçekçi ama zorlu olduğu ile karşı karşıya kalıyorlar. Çünkü öğrencilerle çalışıyorlar ama aslında İstanbul’da domates, biber gibi en iyi bildiğimiz bostan ürünleri ekildiği zaman hasat dönemleri öğrencilerin olmadığı zamanlara denk geliyor. Birkaç kere ellerinde çok ciddi miktarda kalıyor. Bunu da kadınlarla dayanışma göstererek, Göçmen Dayanışma Mutfağı gibi kolektiflerle paylaşıyorlar. Onlara konserveler yapıyorlar. BÜKOOP’ta satıyorlar. 

Buradan tohum meselesine iyice yönelip aslında bilgiyi aktarabilmek, tohumu aktarabilmek, gelecek kuşaklara aktaracakları şeyin bu olduğuna dair çalışmalar gerçekleştiriyorlar. Şu an bostanları yok ama Tarlataban buharlaşıp uçmadı. O ekip hâlâ bir şekilde orada. 

Roma Bostanı
Sizin de Bostan Hikâyeleri olarak yaptığınız çalışma benzer şekilde, bilgiyi arşivlerken aktarmak. Ayrı dinamiklere sahip bostanların bilgisini arşivlediniz, bostanları konuşturdunuz.

Erman Topgül: Hem bostanların meselelerini anlatan video arşivini oluşturduk hem de bir dergi çıkardık. O dergiyi web sitemize PDF olarak koyduk. Şu ana kadar yaptığımız her şey açık kaynak olarak erişilebilir, paylaşılabilir hâlde. Bir de konuşturmak dediğin noktada da evet dergide, videolarda konuşturduk ama bir de “bir araya gelip konuşmaları lazım bu bostanlardaki insanların” dedik. Onları davet ettiğimiz bir etkinlik yaptık ve bu etkinliğe “kent karşılaşması” dedik. Yedikule Bostanları’ndan alışveriş yapıp kendi mutfağımızda pişirip onlara ikram ettik. Yemeğin de birleştiriciliğini kullanarak birbirleriyle konuşturmak ve onların sesi olmak aslında projenin bir amacıydı.

Siz de Kuzguncuk Bostanı’nda ekip biçtiniz, değil mi? Orada bir yandan karşılaşmalar da yaşıyorsunuz Kuzguncuklularla. Çok da kırsal bir pratik geçmişi olmamış bir kentli için nasıl bir duygu? Bunu yapabilme çabası, becerisi, kentin ortasında, ilaçsız şekilde…

Arzu Erturan: Çok keyifliydi. Çok da zor ve öğretici bir süreçti. Biz Kuzguncuk Bostanı’nda ekip biçerken farklı insanlarla tanışma fırsatını da bulmuş olduk. Mesela yan parselimizde ekip biçen kişiyle tohum takası yapmak ya da orada olamadığımız zamanlarda bostanımızın sulanması için destek almak gibi ilişkiler kurma fırsatı yakaladık.

Erman Topgül: Bir de deneyim aktarma kısmı çok enteresan. Kentin içindeyiz ve ben kırsal kökenli bir insan değilim. O yüzden bizim ekip biçmeye dair bilgilerimiz kitaplardan, permakültür ilkelerinden vs geliyor. Yan parselimizde Karadeniz’in dağ köyünden gelmiş bir kadının ekim biçim kültürüyle temas ediyor olmak çok başka bir şey getiriyor çünkü biz kitaptan öğreniyoruz ama o insan alışkanlıklarıyla, bildikleriyle uyguluyor. Oradaki bilgilerin paylaşımı yeni bilgiler de doğurabiliyor. Aynı alanı kullanıyoruz, farklı kültürlerden gelerek kullanıyoruz ama ikimiz de bir şey üretmeye çalışıyoruz. Birbirimize çok güzel destek oluyoruz.

Kuzguncuklular dediğimizde çok farklı demografik yapılara sahip mahallelilerden bahsediyoruz, değil mi?

Erman Topgül: Tabii. Hatta şöyle söyleyebilirim, bizim gibi kentsoylu diyeceğimiz kişilerden çok daha iyi biliyorlar o işi, çünkü gerçekten kır ayakları var. Dedesinden, ananesinden ya da kendi çocukluğundan görmüş olduğu toprakla haşır neşir olma durumu var. Büyük dönümleri bilen insanlar var. Kendi apartman bahçelerinde karalahana yetiştiren insanlar var. Kuzguncuk Kastamonu’dan, Artvin’den, Sivas’tan çok göç almış. Pratiğin farkı oradan geliyor. Yani onların elleriyle yaptığı şeye biz bir araç arıyoruz. Kültür taşıyor o işi…

İşte bostan da bu deneyim karşılaşmasını ya da aktarımın becerisini, zeminini sağlıyor sanırım.

Arzu Erturan: Kendimiz deneyimlediğimiz için de Kuzguncuk Bostanı çok önemli bir yer hakikaten, müşterek mekân olarak adlandırabileceğimiz bir alan. Çünkü orada mahallede yaşayan çocukların da özgürce vakit geçirebildiği, arkadaşlıklar edinebildiği, ekip biçen insanların da deneyim paylaşabildiği yaşayan bir mekân oldu. Ortaklaşa yaşanan bir mekân. 

Erman Topgül: Bir de son olarak, Kuzguncuk Bostanı örneğinin belediyeye şöyle bir etkisi oldu: Kuzguncuk Bostanı beğenildi ve bu örneğin başka yerlerde de denenebilirliğinin önü açıldı. Sivil toplum olarak yapmamız gereken şeylerden biri de karar vericileri ikna etmek ki bu noktada Kuzguncuk Bostanı bunu yaptı. Kuzguncuk Bostanı’nın küçük bir örneğini yine Üsküdar’da İmrahor Bostanı’nda yaptı belediye. Ve “Üsküdar’ın bütün mahallelerinde böyle birer bostan kurmayı hedefliyoruz” gibi vaatlerde bulundular. 


1- Bkz. bostanhikayeleri.com

Melike Selin Durmaz Ekenler: Öğrencilik yıllarınızdan itibaren içinde bulunduğunuz “Ayda Bir Gün Sokak Bizim” etkinlikleri ve ardından Sokak Bizim Derneği’nin kuruluşu… Bu zamanlardan başlayarak, kamusal alana ve sokağa dair edindiğiniz dertler, sokağın yeniden “bizim olması gerektiği”ne dair arayış nasıl başladı?

Arzu Erturan: Arayış aslında şehir planlama bölümündeki öğrencilik yıllarımda, yaşadığım kente dair farkındalığımın artmasıyla başladı. Çünkü “nasıl bir yerde yaşıyoruz?” hatta “nasıl bir şehirde yaşamak istiyoruz?” sorularıyla beraber kentte bulunduğum bütün mekânları yeniden sorgulamaya başladım. Özellikle sokakların durumu çok dikkat çekici geldi bana. Kamusal mekân olarak sokaklar aslında kentin en küçük temel kamusal mekânları. Evimizden çıktığımızda adımımızı attığımız, kamusal yaşama dahil olduğumuz yerler. Fakat şu anda kamusal mekânların kentte kaybedilmesinin, özelleştiriliyor olmalarının yanı sıra bir de çok fazla insan odaklı olmaktan çıkmaları göze çarpıyor. Otomobiller yine başka önemli bir neden. Çünkü artık sokaklar geçmişte hepimizin hatırladığı karşılaşma mekânları, komşuların sokakta sohbet ettiği, kapının önüne oturduğu, çocukların oyun oynadığı mekânlar olmaktan çıkmaya başladılar. Artık tamamen ulaşım amaçlı, özellikle de otomobil, araç odaklı, park yeri ya da büyük büyük caddelerin, kavşakların egemen olduğu kentlerde yaşamaya başladık. İnsan ölçeğinden çıktıkça algı da değişiyor. İnsanlar arasındaki etkileşim, iletişim de değişmeye başlıyor. Biz çocukluğumuzda sokakta arkadaşlarımızla oyun oynuyorken kurduğumuz o ilişkiler, arkadaşlıklar şu anda aslında çok az çocuğun sahip olabildiği bir konfor, lüks oldu hatta. Ama çok da hayati. Sokakla kurduğumuz ilişki üzerinden hayata bakış açımızı geliştiriyoruz. Eğer biz özel bir kapalı sitede oturuyorsak, arabayla bir yerden bir yere gidiyorsak, kent mekânıyla hatta çevremizde yaşayan insanlarla kurduğumuz ilişki de o oranda azalıyor. Ne kadar çok sokakta, kamusal mekânlarda vakit geçirebilirsek o oranda da biz o kenti benimseyebiliyoruz, o kent için bir şeyler yapma isteği doğuyor içimizde ve çok daha güçlü bir ilişkiler ağının içerisinde yaşıyoruz, geleceğe yönelik anlayışımız da bu yönde değişiyor. Arzu ettiğimiz yaşam biçimi de, küçüklükten itibaren sokakla ve orada kurduğumuz ilişkiler üzerinden şekilleniyor diye gözlemledik biz şimdiye kadarki yaptığımız çalışmalarda.

Erman seninle devam edelim Arzu’nun bıraktığı yerden. Sen bir sosyolog olarak Ankara’dan İstanbul’a yerleştiğinde, bu metropolün farklı mahallelerinde, sokaklarında etkinliklerinizi gerçekleştirirken ne gibi gözlemler edinmiştin? 

Erman Topgül: Ankara’da nispeten biraz daha sokaklarda büyümüş insanlarız. Belki Ankara’da yaşadığımız yerlerden belki de yaşadığımız yıllardan kaynaklı ama tahminimiz hem yaşadığımız dönem hem yaşadığımız yerler bize sokakta yaşama şansı verdi ve biz sokaklarda büyümüş adamlar olarak İstanbul’a taşındık. Şunu gördük: İstanbul’da sokakta vakit geçiremiyoruz. Yani üniversite bitirmiş adamlar olarak sokağa çıkıp top oynamak istediğimizde buna bile yer bulamadığımızı farkettik. “Ayda Bir Gün Sokak Bizim” etkinlikleri de aslında şöyle bir etkinlik serisiydi: Bir sokağın trafiğe kapatılıp sadece o sokakta yaşayan insanların en basit hâliyle ne yapmak isterse onu yapabildiği etkinliklerdi. Belediyeden sadece bir sokağı kapatma izni alınıyor, biz kendi imkânlarımızla eşe dosta, çevremizdeki diğer sivil toplum kuruluşlarına, mahalleliye duyuru yaparak orada ufak ufak etkinlikler yapmaya çalışıyorduk. Sokakta tiyatro da yaptık, yoga, pilates de yaptık, top da oynadık, Emniyet’le birlikte trafik eğitimi de verdik. Etkinliğin birinde Türk Kalp Vakfı geldi kalp taraması yaptı. Tavla da oynadık; kısır da yaptık, yedik. Sadece o mahalleye yönelik, mahallelinin kullandığı alanlar yaratmaya çalıştık. Burada şunu gözlemledik: Aslında bir sokağı trafiğe kapattığımız zaman o mahallenin kendi davranış biçimi sokağa dökülüyor. Ve buna ilk olarak çocuklar ön ayak oluyor. Çünkü yetişkinleri dışarı çıkarmak biraz daha zor. Kaybedilmiş alışkanlıklar var, belli korkular var. O yüzden çocukları dışarı çekebilecek hareketleri öne alıp öğleden sonra da yetişkinlerin dışarı çıktığını gördük. Neler gözlemledik? İstanbul’da 12 yerde yaptık etkinliklerimizi. İlçeler bazında bakarsak Beykoz, Kadıköy, Şişli, Zeytinburnu, Fatih, Etiler, Beyoğlu, Sarıyer ilk aklıma gelenler. Her birinin demografik yapısı farklı olduğu için davranış biçimleri de farklı oldu. Örneğin Fatih ve Zeytinburnu’nda insanları sokağa çekmek için hiç zorlanmadık, zaten alışkın olunan bir sokak kültürü vardı. Sokağı kapattığımız gün geldiğimizde “Bakın çocuklar size poğaça yaptım” diyen teyzeler bizi karşıladı. Mahallenin kıraathanesi bize çay getirdi. Mahallenin berberi ve mahalleli ile top oynayarak başladık güne zaten. Tavla da oynadık. “Gelin bu duvarları boyayın” dediler. Aslında geçmişinde sokakta yaşama kültürü olan mahallelerde etkinliklerimizi daha rahat organize ettik. Daha içten karşıladılar. Çünkü onların kaybettiği bir şeyi biz onlara tekrar hatırlatmış olduk. Aslında bir hatırlatma var burada, bir farkındalık yaratma var. 

Önceden yaşanmış bir şeyi yeniden sahnelemek gibi… O sokakta daha yoğun karşılaşmaların yaşanabilirliğine bir tanıklık sağlıyor etkinlikler. Birbirini tanımayan mahalleli, engelli, yaşlı, çocuk komşular orada buluşuyor, dert ortağı oluyor, karşılaşıyor… O yaşam alanı için müşterekleşmenin başladığı bir zemin mi oluyor sokak? 

Arzu Erturan: Aslında sokağın bence önemli rolü bu. Bunu sokakta gerçekleştiremediğimiz zaman çok daha az yaşanabilir, insanların mutsuz olduğu şehirler ortaya çıkıyor; sen sokakta var olamıyorsan, o kentte yürüyemiyorsan, gönlünden geçtiği şekilde bir yerden bir yere gidemiyorsan, yürüyerek, bisikletle ya da toplu taşımayla… Biz istiyoruz ki kentte tüm yaşayanları kapsayacak şekilde sokaklar yaşanabilir olsun. Zaten bu hayalden yola çıktık. Sokağı daha yaşanabilir yapmak aslında bir metafor da diyebiliriz. Bütün kenti bir anda değiştirmek mümkün değil, hep bunu söylüyoruz ama bir sokak olur, sonra bir mahalle olur… Kente doğru değişimi yaymak belki bu şekilde mümkün olabilir. 

Bu etkinlikleri ortaklıklar kurarak gerçekleştirdiniz, değil mi? 

Erman Topgül: Ortaklıklarımız çok değişti o dönem tabii. Biz 2010’da kurduk derneği. O dönem inisiyatif, platform, imece gibi kavramların sivil toplumda pek yer edinemediği bir dönemdi. Dernek olmak biraz daha acildi. Şu anda tabii ki bir yerde “biz kolektifiz” dediğin zaman birileri sizin ne olduğunuzu anlayabiliyor ama o dönem “Kolektif? Yani?” sorusuyla karşılaşıyorduk. Birazcık da bu tüzelliğe ihtiyacımız vardı. Hem sivil toplum gözünde hem devlet gözünde böyle bir şey olmaya ihtiyacımız vardı. 

Kuzguncuk Bostanı

Arzu Erturan: “Sokakları, kamusal mekânları geri isteyebiliriz, geri kazanabiliriz ve bunu yapacaksak da birlikte yapabiliriz. Hatta kamu otoritesi ile birlikte bunu yapabiliriz” imkânını deneyimlemek istedik. Yani kentte yaşayan farklı paydaşlar bir araya gelip o ortak zemini kurabilir. Biz buna çok inandık. O yüzden de özellikle “biz bir yere gidip de orada etkinlik yapıyoruz” hiçbir zaman demiyoruz. Her zaman oradaki belediye, muhtarlık, orada yaşayanlar, mahalle derneği gibi bütün paydaşları sürecin içine katmayı çok önemsiyoruz. Çünkü en nihayetinde o sokağı daha yaşanılabilir hâle getirecek anahtar aslında bu birliktelik; bu kentte yaşayan farklı paydaşlar arasındaki iletişim ve işbirliği. O yüzden gerçekten böyle bir kurguyu önemsedik ve aslında yaptığımız diğer çalışmalarda da mümkün olduğunca bunu korumaya çalışıyoruz. 

Hem yaşama hem de çalışma alanı olarak İstanbul’un sokak, komşuluk, mahalle kültürünün sürdürüldüğü tarihi semtlerden, Boğaz köylerinden biri olan Kuzguncuk’tasınız. Bugün baktığımda Kuzguncuk’taki gıda topluluğu gibi pek çok kolektif, dayanışma ağı veya savunu alanı kimi görüş ayrılıkları içerse de bostan, önemli bir müşterekleşme pratiği ve de zemini. Biraz Kuzguncuk Bostanı’yla başlayarak, “Bostan Hikâyeleri” arşivini nasıl oluşturmaya başladığınızı anlatır mısınız?

Erman Topgül: Aslında tam da böyle başladı. Yani kamusal alanlar, kamusal mekânlar, şehri ve kamusal alanları yeniden kazanma üzerine çalıştığımız başka bir proje vardı. Biz Kuzguncuk’taydık. Proje ekibiyle ofisimiz de Kuzguncuk’taydı ve baktığımızda en çok ortaklaştığımız alan bostandı. Tam da karşımızdaydı bostan. Dedik ki, o zaman bostanla başlayalım. “Kent içinde tarım nasıl olur?” mu yoksa “bostan” mı, “müşterekleşme” mi yoksa “bostan” mı üzerine düşünüyorduk. “Bir Düşün Olsun” diye bir projemiz vardı, o projenin “kent karşılaşması”nı yaptık. Orada müşterekleri tartıştık. İkinci aşamaya evrilirken de müşterekleşme anlayışıyla gerçekten bostanı tartışmaya başladık. 

Kuzguncuk Bostanı biraz farklı geldi bize. İlk önce biz onun tarihini araştırmaya başladık. Yani ne oluyor ne bitiyor burada? “Tamam içindeyiz, hatta bazı yerlerinde sürecin daha da içinde yer aldık bireysel ya da topluluklar olarak ama bu farklılaşma nereden geldi, niye Kuzguncuk Bostanı bir muhalefet alanı doğurdu, şu anda ne oluyor burada ve kimler memnun, kimler değil?” diye Kuzguncuk Bostanı’nı eşelemeye başladığımız zaman şunu fark ettik: Kuzguncuk Bostanı tek değil. İstanbul’da çok fazla bostan var. Ama onlar da her biri kendi içinde farklı yapılara sahipler. Hepsinin çok farklı dinamikleri var; ürettikleri ürün anlamında da farklı, işleyiş biçimi olarak da farklı, örgütlenme biçimi olarak da farklı. Fark ettik ki biz Kuzguncuk Bostanı’nı araştırmıyoruz sadece, biz bostan ve şehir içi tarımın ne olduğunu ve bunun bir araya geliş biçimlerini tartışıyoruz. Bunlarla ilgili bir arşiv yapalım diye başladık işe. 

Amacımız şuydu: Bir arşiv sitesi açalım, açık bir kaynak olsun, herkes istediğini koysun. Ve zannediyorduk ki bu konuyla ilgilli binlerce bilgi akacak falan… Yok. Yani bostanlarla ilgili bilgi var ama kopuk kopuk, ufak ufak çalışmalar var ve pek çoğu aynı bostana ait. Yedikule Bostanı’na ait yüzlerce çalışma var ama Piyale Paşa Bostanı’na dair tek bir cümle bulamayabiliyorduk. Biz de o zaman arşiv oluşturalım dedik. Bostan Hikâyeleri1 diye bir site açtık 2016 yılında. Bu arşivde kategoriler olsun ve araştırmacılar istedikleri bilgileri bulsun istedik. Biz de kendi bulduğumuz her şeyi içine atmaya başladık. İstediğimiz gibi her bostana ait hikâyelerin oluşmadığını, arşivimizi oluşturamadığımızı fark ettik. Bir yandan dünyadan da içerikler girmeye başladık. Yedikule Bostanı’ndaki yıkım haberini de girdik, Londra’daki Edible School Yards’ın yaptığı bir projeyi de girdik ya da semizotu nasıl ekilir videoları da koyduk. Böyle çok geniş yelpazeli bir şeydi. 

Yedikule Bostanı
Fotoğraf: M. Cevahir Akbaş

Ve baktık ki ekip olarak en güçlü olduğumuz yan, medya üretimi. O zaman biz gidelim bostanların hikâyelerini bulup, görselleştirelim dedik. O dönem hemen çevremizden ilk adım olarak tabii ki Kuzguncuk Bostanı’nı ele aldık. 

Kuzguncuk Bostanı’nın hikâyesi kısaca şöyle: Vakıflar’a ait bir mülk, Vakıflar orada her 10 senede bir bir bina yapma hedefiyle birine kiralamayı öngörüyor çünkü kiralama dönemleri değişiyor. 2010 yılında Vakıflar bostanın içindeki fidanlığı çıkarıyor ve burayı tekrar yapılaşmaya açmak istiyor.

Bu arada bir yandan mahallenin önemli bir açık alanı bostan.

Erman Topgül: Tabii mahallenin ortasında kocaman bir boşluk… Arşivdeki videolarımızda ölçeği rahatlıkla görülebilir, drone görüntüleri de var. Bir bina yapılması planı var o dönem, isimleri geçen kimi dernek ve vakıflara devredilmek üzere… O dönem işgal denilen bir dönem. Kuzguncuklular mahalleli olarak orada ufak tefek ekim dikim yapıyor, şenliklerle bostana sahip çıkılıyor, bostan korkulukları tasarlanıyor mahallelilerce… 

Gezi dönemi öncesi başlıyor değil mi?

Erman Topgül: Tabii Gezi öncesi. Sonra Gezi’de de bir bostan kuruluyor zaten Kuzguncuklular Derneği pratiğiyle birlikte. Böyle ufak bir etkinlikler dizisi oluşuyor. Daha sonra kiralamaya çıkıyor Vakıflar ve Belediye kiralıyor. Belediye aldığı gün Kuzguncuklular Derneği “siz buraya ne yapacaksınız?” sorusuyla belediyeye gidiyor. Belediyeye karşı durmadan ama yanında da durmadan “hadi gelin aynı masada bu işi ikimiz de bir ucundan çekiştire çekiştire yapalım” gibi bir sonuca evriliyor. Bostan Hikâyeleri’nin Kuzguncuk videosunda daha ayrıntılı anlatılışını görebilirsiniz. Şu anda Kuzguncuk Bostan’da parsellere bölünmüş hobi bahçesi gibi görülebilen, ama Kuzguncukluların kurayla ve ücretsiz şekilde sahip olduğu, yılda bir değişen devir dönemleri olan, mahallelinin kullandığı bir bostan alanı var. Bu Kuzguncukluların talep ettiği bir şeydi. Bir yandan da orada yapılan hiçbir şey sabit ve kalıcı değil. Yani bir gün “burası sadece büyük bir tarla olacak” dendiği zaman yaklaşık bir saat içinde bütün o yükseltilmiş bostan yatakları çıkarılabilecek durumda. Yani bir elektrik kablosu, döşeme yok. Belediye güzelleştirmek için bir şeyler yapmak istiyor ama diğer yandan mahalleli kalıcı bir yapı istemiyor. Ortaya  bu şekilde bir proje çıkıyor. Biz de bu dinamiği araştırdıktan sonra farklı bostanları sınıflandırdık işleyiş biçimlerine, bir araya gelişlerine, müşterekleşme biçimlerine göre…

Her bir bostanın sahip olduğu özellikler, dinamikler, beceriler farklı diyebilir miyiz?

Erman Topgül: Amaçları da birbirinden farklı. Arşivimizdeki dört bostanı hızlıca sayayım: Yedikule Bostanları, Roma Bostanı, Kuzguncuk Bostanı ve Boğaziçi Üniversitesi Tarlataban Bostanı vardı. 

Bu ilk üç saydığın bostanın ortaklaştığı şöyle birşey var: Neoliberal şehircilik pratikleri vasıtasıyla her birine karşı birtakım yapılaşma tehditleri sözkonusu oluyor ve oradaki savunularla gündeme yerleşiyorlar, değil mi?

Erman Topgül: Çok basitçe temel özelliklerini sıralamaya çalışayım: Yedikule ticari bostandı ama bir yandan da hem ekonomik geçim kaynağı sağlamaya çalışıyorlardı hem de oldukları yerde ekim-dikim, hayatta kalabilme hakkını talep ediyorlardı. Arsalar onlara ait değil, işgalci konumundalar ve kira ödüyorlar… Kuzguncuk işgal durumuyla karşı karşıya olan bir mahalleli bostanıydı. Roma Bostanı’nı topluluk bostanı olarak sınıfladık çünkü o alanı korumak isteyen bir topluluğundu, ama bire bir o mahalleye ait bir topluluk değil. Roma Bostanı İnsanları olarak kendilerini tanımladıkları bir topluluğa ait bir mücadele biçimi orası. Hemen 50 metre yanına Beyoğlu Belediyesi’nin yaptığı bir sosyal tesisin aynısının yapılması planına itiraz etmek için mücadele verildi. Permakültür ilkeleriyle hareket edilen, bir gıda ormanı oluşturma çabası olan bir bostan. Gerçekten de iyi giden bir gıda ormanı var. Bir gizil amaç olarak da şunu söylüyorlar: Biz bostan diyoruz ama aslında biz burayı bir gıda ormanına çeviriyoruz çünkü ağaç kesmek bostan gibi gündelik sebzeleri ortadan kaldırmaktan daha zor.

Tarlataban’a geçelim. O nasıl farklılaşıyor?

Erman Topgül: Tarlataban’da farklı bir mücadele biçimi var. Tarlataban, üniversitenin içindeki bir topluluk. Çok güzel bir alanları vardı, maalesef Tarlataban şu anda kapatılmış durumda Boğaziçi Üniversitesi’nde geçtiğimiz yıl çıkan olaylar nedeniyle. Onların da en büyük hedefleri tohum meselesiydi. Çünkü bu tohumların gelecek nesillere aktarılması, yerel tohumun önemi gibi konulara çok eğilmiş daha bilinçli gençlerden oluşan bir gruptu. Daha bilinçli derken, günlük yaşam pratiğinde tohuma kafayı takmamış bizlere göre daha bilinçli gençlerden oluşan bir topluluktu demek istiyorum. Bir kütüphane kurmayı hedefliyorlardı. Kendi elleriyle yaptıkları bina vardı ve burada bir tohum kütüphanesi oluşturmaya başlamışlardı. 

Burada sanırım filizlendirdikleri fideleri kimi kent bostanlarına da iletiyorlardı, çağrı yapıyorlardı, değil mi? 

Erman Topgül: Bu bahsettiğimiz bostanların içinde, Yedikule dahil olmak üzere, hiçbirinde sera yok ama Tarlataban’da sera vardı. Tohumlar burada fidelenir ve bütün bostanlara da dağıtılmak istenirdi. Gerçekten çok fazla fide dağıttılar. Aslında temiz gıdayı savunma gibi bir dertleri var onların. Başka bir politika bu. Güney Amerika’daki La Via Campesina hareketini biraz feyz alarak, Türkiye’de de Çiftçi-Sen’le bire bir temaslar kurarak ilerliyorlardı. Bunun nedeni de aslında günlük pratiklerinden kaynaklı. Sonuçta orası bir üniversite bostanı ve üniversite bostanında her ay ekim yapıp oradan çıkan ürünlerle bir şey yapmanın çok gerçekçi olmadığı, yani gerçekçi ama zorlu olduğu ile karşı karşıya kalıyorlar. Çünkü öğrencilerle çalışıyorlar ama aslında İstanbul’da domates, biber gibi en iyi bildiğimiz bostan ürünleri ekildiği zaman hasat dönemleri öğrencilerin olmadığı zamanlara denk geliyor. Birkaç kere ellerinde çok ciddi miktarda kalıyor. Bunu da kadınlarla dayanışma göstererek, Göçmen Dayanışma Mutfağı gibi kolektiflerle paylaşıyorlar. Onlara konserveler yapıyorlar. BÜKOOP’ta satıyorlar. 

Buradan tohum meselesine iyice yönelip aslında bilgiyi aktarabilmek, tohumu aktarabilmek, gelecek kuşaklara aktaracakları şeyin bu olduğuna dair çalışmalar gerçekleştiriyorlar. Şu an bostanları yok ama Tarlataban buharlaşıp uçmadı. O ekip hâlâ bir şekilde orada. 

Roma Bostanı
Sizin de Bostan Hikâyeleri olarak yaptığınız çalışma benzer şekilde, bilgiyi arşivlerken aktarmak. Ayrı dinamiklere sahip bostanların bilgisini arşivlediniz, bostanları konuşturdunuz.

Erman Topgül: Hem bostanların meselelerini anlatan video arşivini oluşturduk hem de bir dergi çıkardık. O dergiyi web sitemize PDF olarak koyduk. Şu ana kadar yaptığımız her şey açık kaynak olarak erişilebilir, paylaşılabilir hâlde. Bir de konuşturmak dediğin noktada da evet dergide, videolarda konuşturduk ama bir de “bir araya gelip konuşmaları lazım bu bostanlardaki insanların” dedik. Onları davet ettiğimiz bir etkinlik yaptık ve bu etkinliğe “kent karşılaşması” dedik. Yedikule Bostanları’ndan alışveriş yapıp kendi mutfağımızda pişirip onlara ikram ettik. Yemeğin de birleştiriciliğini kullanarak birbirleriyle konuşturmak ve onların sesi olmak aslında projenin bir amacıydı.

Siz de Kuzguncuk Bostanı’nda ekip biçtiniz, değil mi? Orada bir yandan karşılaşmalar da yaşıyorsunuz Kuzguncuklularla. Çok da kırsal bir pratik geçmişi olmamış bir kentli için nasıl bir duygu? Bunu yapabilme çabası, becerisi, kentin ortasında, ilaçsız şekilde…

Arzu Erturan: Çok keyifliydi. Çok da zor ve öğretici bir süreçti. Biz Kuzguncuk Bostanı’nda ekip biçerken farklı insanlarla tanışma fırsatını da bulmuş olduk. Mesela yan parselimizde ekip biçen kişiyle tohum takası yapmak ya da orada olamadığımız zamanlarda bostanımızın sulanması için destek almak gibi ilişkiler kurma fırsatı yakaladık.

Erman Topgül: Bir de deneyim aktarma kısmı çok enteresan. Kentin içindeyiz ve ben kırsal kökenli bir insan değilim. O yüzden bizim ekip biçmeye dair bilgilerimiz kitaplardan, permakültür ilkelerinden vs geliyor. Yan parselimizde Karadeniz’in dağ köyünden gelmiş bir kadının ekim biçim kültürüyle temas ediyor olmak çok başka bir şey getiriyor çünkü biz kitaptan öğreniyoruz ama o insan alışkanlıklarıyla, bildikleriyle uyguluyor. Oradaki bilgilerin paylaşımı yeni bilgiler de doğurabiliyor. Aynı alanı kullanıyoruz, farklı kültürlerden gelerek kullanıyoruz ama ikimiz de bir şey üretmeye çalışıyoruz. Birbirimize çok güzel destek oluyoruz.

Kuzguncuklular dediğimizde çok farklı demografik yapılara sahip mahallelilerden bahsediyoruz, değil mi?

Erman Topgül: Tabii. Hatta şöyle söyleyebilirim, bizim gibi kentsoylu diyeceğimiz kişilerden çok daha iyi biliyorlar o işi, çünkü gerçekten kır ayakları var. Dedesinden, ananesinden ya da kendi çocukluğundan görmüş olduğu toprakla haşır neşir olma durumu var. Büyük dönümleri bilen insanlar var. Kendi apartman bahçelerinde karalahana yetiştiren insanlar var. Kuzguncuk Kastamonu’dan, Artvin’den, Sivas’tan çok göç almış. Pratiğin farkı oradan geliyor. Yani onların elleriyle yaptığı şeye biz bir araç arıyoruz. Kültür taşıyor o işi…

İşte bostan da bu deneyim karşılaşmasını ya da aktarımın becerisini, zeminini sağlıyor sanırım.

Arzu Erturan: Kendimiz deneyimlediğimiz için de Kuzguncuk Bostanı çok önemli bir yer hakikaten, müşterek mekân olarak adlandırabileceğimiz bir alan. Çünkü orada mahallede yaşayan çocukların da özgürce vakit geçirebildiği, arkadaşlıklar edinebildiği, ekip biçen insanların da deneyim paylaşabildiği yaşayan bir mekân oldu. Ortaklaşa yaşanan bir mekân. 

Erman Topgül: Bir de son olarak, Kuzguncuk Bostanı örneğinin belediyeye şöyle bir etkisi oldu: Kuzguncuk Bostanı beğenildi ve bu örneğin başka yerlerde de denenebilirliğinin önü açıldı. Sivil toplum olarak yapmamız gereken şeylerden biri de karar vericileri ikna etmek ki bu noktada Kuzguncuk Bostanı bunu yaptı. Kuzguncuk Bostanı’nın küçük bir örneğini yine Üsküdar’da İmrahor Bostanı’nda yaptı belediye. Ve “Üsküdar’ın bütün mahallelerinde böyle birer bostan kurmayı hedefliyoruz” gibi vaatlerde bulundular. 


1- Bkz. bostanhikayeleri.com

DÖN