“Demir olsam çürürdüm, toprak oldum da dayandım.”
Yaşar Kemal
29 Nisan 2017 tarihinde üniversiteden ihraç edilen üç akademisyen ve bir feminist aktivistin kurduğu Kültürhane, medeni ölüme mahkûmiyete direnmenin ve hatta bunu tersine çevirmenin bir mecrası olma amacıyla yola çıktı. Kütüphane, kafe ve toplantı salonundan oluşan mekân ders çalışma, araştırma yapma imkânı sunmanın ötesinde düzenlenen etkinlikler sayesinde ya da sadece kendiliğinden farklı kesimlerin bir araya geldiği bir kamusal alan olma iddiasını taşıyor. Toplumsal gerilimlerle harmanlanan bir siyasi konjonktür içinde hâlâ paylaşacak deneyimlerimiz, temas kurabileceğimiz vesilelerimiz, ortak ilgi, değer ve duygularımız olduğunu göstermeye çalışıyor.
Bu yazı çerçevesinde Kültürhane’nin yaklaşık iki yıllık deneyimini Stravrides’in eşikler üzerinden tarif ettiği müşterek mekân tahayyülü kapsamında tartışmayı amaçlıyorum. Yine ona atıfla Kültürhane’nin bizim için rotamızı “kısa ömürlü bir geçit olarak yaratan bir gemi”, yani Pontoporos olduğu savını dillendireceğim: Pontos Denizi’ni geçen bir poros. Geçit anlamına gelen poros’un Yunancadaki bir diğer anlamı da gözenekmiş. Bu metafordan hareketle Kültürhane’nin gözenekli, geçitli yapısını ve bunun imkân sağladığı müşterekleşme pratiklerini ele alacağım.1
Stavrides’in yaklaşımında eşik, müşterekler tartışması açısından kilit bir kavram olarak öne çıkıyor. “Ayrıştırırken bağlantılandıran, bağlantılandırırken ayrıştıran” bir geçiş mekânsallığına gönderme yapıyor yazar. Giriş ve çıkışların koşullarını yaratıp geçiş eylemini devam ettirir, yönlendirir ve ona anlam kazandırır eşikler.2 Eşikler, içerisinin ve dışarısının birbirleriyle iletişim kurduğu, karşılıklı olarak birbirini tanımladığı, arada var olan, değişen büyüklüklerde bir arabulucu bölgesi olarak tanımlanıyor.3
Eşiklerin arabuluculuğu ile düşünmek müşterek mekânsallığı daha anlaşılır kılıyor. Çünkü müşterekler bir aynılığı, bir homojenliği işaret etmez. Daha ziyade kendi özelliklerini koruyarak, farklı kesimlerle bir araya gelmenin, paylaşmanın formülünü barındırır. Fakat bu buluşma ne demokrasi tartışmalarında sık sık karşımıza çıkan çoğulculuk ve hoşgörü gibi soyut ilkelere bağımlıdır ne de sivil toplum tartışmalarındaki gibi teleolojik birlikteliklere. Normatif bir anlam yüklemeden ya da ulaşılması hedeflenen somut bir amaç zikretmeden ortaya çıkan bir paylaşımdan bahsediyoruz. Elbette bu buluşmaların bir değeri ve çıktısı olacaktır ama müştereklerin belirmesi bunlara odaklı olmak zorunda değil. İşlevsel bir araçtan, belli sonuçlara ulaşmaya yarayan bir mekânizmadan bahsetmiyoruz. O yüzden eşik metaforu, “aynılık ve ötekilik arasında farklı ilişkiler üreten karmaşık bir toplumsal yapıya”4 işaret ettiği için müşterekleri tarif etmemize imkân tanıyor. Belli bir reçetesi, formülü olmayan, sonuçları baştan kestirilemeyecek bir kamusallaşma deneyimini düşündürüyor.
Kültürhane’de bir buçuk yıldır deneyimlediğimize inandığımız müşterek pratikleri tarif etmek için eşik o yüzden kıymetli geliyor bana. Barış isteyen bir bildiriye imza attıkları için işlerinden edilen, toplumsal bir damgalamaya tabi tutulan bir grup akademisyenin hem kendi aralarındaki birlikteliklerine hem de onlardan uzaklaştırılmaya çalışılan öğrencileri, arkadaşları ve hemşehrileri ile ilişkilerine ve bir kentin birbirlerine mesafeli kesimlerinin buluşmasına açılan bir eşik. Bu anlamda Kültürhane, ne bu cezaya imza atanlara karşı bir mücadele cephesi, ne de benzer düşünenlerin oluşturduğu bir kabile. Evet bir direniş mekânı ama belli bir odağa, politikaya karşı doğrudan bir karşı koyuş değil; bir arada olmaya yönelik bir davet, bir ısrar, bunun vesilelerini yaratmaya çalışma konusunda bir inat…
Önce Kitaplar Vardı
Kültürhane’nin tohumları sözleşmeleri yenilenmeyerek işlerinden atılan öğretim elemanlarının yurtdışına çıkarken kitaplıklarını yanlarında götürememeleri ile atıldı. Belirsiz bir süre için kolilere mahkûm olan kitapların okuyucusuyla buluşması fikriyle kütüphane düşüncesi aklımıza düştü. Arkadaşların da onayı, hatta heyecanı ile maceramızın ilk müşterek zemini oluşmuş oldu. Düşündüğümüzde kitap sadece tek başına bile belli bir müşterek değer taşımaz mı? Satırlarından süzülen olaylar, tanıklıklar, duygular etrafında buluşmuşluğumuz az değildir herhalde. Hangimiz roman kahramanlarını hatırlatan kişilere referansla tasvir etmedik birilerini, bir hikâyeye benzeterek anlatmadık başımızdan geçeni, bir mısra ile ifade etmeye çalışmadık sevgimizi, hasretimizi? Hele hele kütüphane gibi bir mecra üzerinden elden ele fiziksel olarak paylaşılan kitaplarda bu ortaklık daha somut bir hâl alır.
Kültürhane geçidinin ilk gözeneğini kitaplar oluşturuyor yani. Yazarla okur arasında, kitabın ilk sahibi ile kullanıcı arasında bir temas vasıtası… Şu an 10 bine yakın kitap barındırıyor kitaplığımız. Felsefe, iktisat, kamu yönetimi, siyaset bilimi, sosyoloji, güzel sanatlar, tarih, iletişim, psikoloji, din, toplumsal cinsiyet, edebiyat alanlarında önce arkadaşlarımızın emanetlerinden, sonra dostlarımızın, başka illerdeki hocalarımızın, yayınevlerinin, toplulukların bağışlarından oluşan binlerce kitap… Hem içerikleri ile hem de varlıklarıyla cismanileştirdikleri dayanışmadan oluşan koskoca bir geçit.
Böyle bir kitaplığı barındırsa da, kütüphanenin asıl işlevi bir çalışma ortamı sunması oldu. Misafirlerimizin çoğu, kitaplardan faydalanmaktan ziyade ders çalışmak, sınavlara hazırlanmak için kullanıyorlar kütüphanemizi. Çok farklı profillere rastlamanız mümkün bu kullanıcılar arasında. Üniversite sınavına hazırlanan bir lise öğrencisinin yanında doktora tezini yayın yapmaya çalışan bir ablaya, onun karşısında tıpta uzmanlık sınavına hazırlanan bir doktora, diğer bir masada ceza hukuku vizesine çalışan bir üniversite öğrencisine rastlamanız mümkün. Zamanla bir muhabbet ortamının oluştuğunu da görüyoruz. Bir restorasyon projesinin bilgisayarda simülasyonunu yapan mimar ablasına üniversite tercihlerini danışan bir lise öğrencisine ya da sınav stresinden bunalmış bir kardeşine sinir sisteminin işleyişini anlatan bir tıp öğrencisine rastlamanız da olası. Tez önerisini yazan ya da tezinden makale yapmaya çalışan bir doktora öğrencisine akıl veren ve o sırada internette bulduğu tarife göre cheesecake yapmakta olan bir emekli profesörü görebileceğiniz gibi lisans öğrencisine poğaça hamuruna ne kadar un koyacağını soran eski doçente de rastlayabilirsiniz.
Gurbete göçmek zorunda kalanların geride bıraktıkları kitaplar sayesinde ortaya çıkan kütüphane çok farklı buluşmalara vesile olan bir eşik olmuş gibi. Eski öğrenciler ile yeni formlarda sürdürülen ilişkiye ve başka öğrencilerle tanışmaya açılan bir geçidin eşiği oldu Mehmet Fatih Traş’ın adını taşıyan kütüphanemiz. Bu da pek şaşırtıcı olmasa gerek, çünkü böylesi bir müşterekleşmenin ilk izleri daha kuruluş aşamasında kendini hissettirmişti.
Müşterek İnşa
Kütüphane fikrinin doğduğu dönemde henüz olağanüstü hâl ilan edilmediği ve bizler de henüz ismimizi Resmi Gazete’de görmediğimiz için ilk adımımız yaşadığımız ilçenin CHP’li belediye başkanına bu fikri önermek oldu. Bir mekân ve kadro tahsisinden ibaret talebimiz beklenebileceği gibi teveccüh görmedi. Her ne kadar Kültürhane’nin açılmasından sonra gördüğü ilgi üzerine kendi kütüphanelerini açmış olsalar da, fikre yönelik baştaki ilgisizlikleri sosyal demokrat belediyelerin bile kamusallık fikrine ne kadar mesafeli olduğunu işaret ediyor olabilir. Genelde, kısa bir süreliğine binlerce insanı bir araya getiren maliyetli ama medyatik konser gibi etkinlikler, gündelik bir işlev kazanabilen ve etkisi uzun vadede belli olabilecek girişimlere yeğlenir hâlde.
Kamudan desteği bulamayınca kendi kamusallaşma sürecimizin de önü açıldı aslında. Bizim isimlerimizi içeren ekli listenin yayımlandığı akşam kendi kütüphanemizi nerede kuracağımızı konuşuyorduk. Öncesinde nasıl yapabileceğimizi, böyle bir mekânı ne şekilde finanse edebileceğimizi konuşmuştuk ve becerebileceğimize inanmıştık. Bir hafta sonra yer bakmak için kiralık mekânları geziyorduk. 10 gün sonra şu anda bulunduğumuz yerin fotoğrafını yolladı bir dostumuz. Bu mesajdan dört gün sonra kontratı imzalamıştık.
Bu imza ile ilk müştereklik doğmuş oldu. Başlangıçta beş kişiydik. Belki de ihraçla dağılıp birbirimizden kopacağımız beş arkadaş olarak Kültürhane’yi açma fikriyle bir arada durmanın da vesilesini bulmuş olduk. Herkes bilgisini, birikimini, çevresini, hayallerini, fikirlerini ortaya koymaya başladı. Sadece bir telefon numarası öğrenmek için arayıp giriştiğimiz süreçten haberdar olan mimar arkadaşlarımız iç tasarımı hemen üstleniverdi. Mekânı bize bulan inşaatçı arkadaşlar tüm ustalarını seferber etti. Mermer işlerini bir abimiz yaptı. Öğrencilerimiz her fırsatta yanımızdaydılar; kâh temizlik yaptılar, kâh kitap dizdiler. Mutfak ekipmanlarının her biri bir dostumuzdan geldi. Kitaplıklarımızı lise arkadaşlarımız üstlendi. Bu arada açtığımız kitlesel kampanyaya tanıdık tanımadık onlarca kişiden maddi destek aldık.
Uzun lafın özü, daha mekân açılmadan yüzlerce insanın ortak bir projesine dönmüştü bile Kültürhane. Yani hanemizin kurgusu, inşası, açılışı hepsi müşterek oldu. Korkularla, tepkilerle hatta öfke ile şekillenme alışkanlığına mahkûm olduğumuz günlerde hayallerle ortaya çıkan heyecanın da ne kadar bir araya getirici bir güç olduğunu görmüş olduk. Kabul gören bir fikir, güven duyulan bir samimiyetle büyük bir topluluk oluşabileceğine şahit olduk.
Bu topluluk bildiğimiz anlamda herkesin herkesi tanıdığı, kabullendiği bir grup değil. Bu anlamda Stravrides’in Victor Turner’a referansla kullandığı anlamda bir communitas’tan bahsedebiliriz belki de: “… insanların kendilerini bölen ayrım biçimlerini unuttukları, buna önem vermedikleri ya da bu biçimleri bilinçli olarak es geçtikleri, görmezden geldikleri veya bunlara meydan okudukları… istisnai bir kolektif deneyim.” Fikrin bir hayalden projeye dönüşmesi sürecinde açılan geçit içinde birbirleriyle hiç temas etmemiş çevreler buluşmuş oldu. Medeni ölüm fermanımıza inat hayalimiz paylaşılır hâle geldi. Hain, bölücü olduğumuz, müstemlekecilik yaptığımız iddiası ile yaratılmaya çalışılan izolasyon Kültürhane üzerinden tersine çevrilerek bir buluşma vesilesi oldu. Bu buluşma kapalı bir gruba giriş anlamını taşımadığı için tam da Stavrides’in işaret ettiği gibi “sınırsız bir topluluğun parçası hâline gelme hissini temsil” ettiği için communitas Kültürhane’nin fiziken ortaya çıkma sürecinde filizlenen dayanışmayı ifade eden bir kavram olarak kullanılabilir.5 Sadece paylaşmak değil bu; paylaşmaya açılan bir geçit, evet bir gözenek belki de.
Umutta Müştereklik
Stavrides, paylaşmayı mümkün kılan müşterek mekânları “yeni gelenlere açık, özyönetime dayalı işbirliği, sadece onu anlayanlarla, yaratanlarla veya finanse edenlerle sınırlı olmayan bilgi üretimi, tüketicilerini sanatçılardan ayırmayan şenlikler, eğlenceli etkinlikler ve buna benzer başka şeylerle”6 ilişkilendirir. Kültürhane’de evsahipliği yaptığımız yüzlerce etkinliği düşününce bu tanımla örtüşen bir mekânı hayata geçirdiğimizi düşünmeden edemiyorum.
Kültürhane’nin kurucularının kariyerlerini bilgi üretme ve bunu aktarma üzerine kurmuş bilim emekçileri olduğunu en başta vurgulamıştım. Kültürhane’nin varlığı bir anlamda bu birikimin biçim değiştirerek devam etmesine izin verdi. Fakat benzer meramla yola çıkan dayanışma akademilerinden farklı bir yöntem benimsedik Kültürhane’de. Bilimsel uzmanlığın aktarımından ziyade gündelik hayatın bilgi ve deneyimine bir değişim mecrası olmaya öncelik verdik baştan beri. Bir hocanın araştırmaları sonucunda ulaştığı akademik bilginin aktarımından öte, çok geniş bir alanda farklı kişilerin deneyimlerinin paylaşılmasına vesile olmayı amaçladık. Bisiklet, ekoloji, edebiyat, sinema, fotoğrafçılık, dağcılık temalarında onlarca sohbete evsahipliği yaptık. Güvenli motosiklet kullanım eğitimi de düzenlendi, dalgıçlığın tarihi de konuşuldu. Dinletiler düzenledik gitarlı, sazlı, sözlü. Korolar ağırladık, bir tane de rock grubu hatta. Masal dinledik muhtelif defalar; masalın ardından horon vurduk hatta bir keresinde. Bir sürü gezgini ağırladık yolu Mersin’den geçen. Eğitimler düzenlendi toplumsal cinsiyet konusunda, göç ve göçmenler üzerine. Bir çocuk tiyatrosuna bile ev sahipliği yaptık. Maksadımız farklı kesimlerin bir araya gelmesine ön ayak olmak, onları belki de tanımadıkları ama ortak ilgi alanlarına sahip oldukları hemşehrileri ile tanıştırmaktı.
Bu çabaların zirvesi geçtiğimiz Ocak ayında hemen karşımızdaki semt pazarında düzenlediğimiz “Paylaşmanın Sanatı ve Zanaatı Festivali” ile oldu sanırım. Pazarın kurulduğu çarşamba günü dışındaki günlerde atıl bir otopark olarak kullanılan pazar yerini bir kültür merkezi ve panayır alanına çevirdik. Sahne kurduk, şarkı söyledik; galeri olduk, sanat eserleri sergiledik; stantlar açtık doğrudan üreticiden ürün sunduk; küçük esnaf dostlarımıza dükkân olduk; masa kurduk, takas yaptık; çocuklara, büyüklere atölyeler düzenledik. Bir taraftan da Kültürhane’de Türkiye’den, Hollanda’dan ve İspanya’dan konuklarla paylaşmaya, ortaklaşmaya dair tecrübeleri dinledik, ilham aldık. Ezcümle, paylaşmanın imkânını ve kıymetini hatırladık, anımsattık.
Onlarca akademisyeni de ağırladık bu süre zarfında, ama onlardan uzmanlık sunuşları istemedik. Bu uzmanlıkları perspektifinden gündelik hayatın hasbihalini ettik. “Umut Sohbetleri” dedik bu buluşmalara çünkü yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen ve işlerin iyiye gideceğine dair rasyonel ipuçları olmasa da, hâlâ birbirimizi dinleyebilip anlamakta inat etmenin bizatihi bir umut kaynağı olduğunu düşündük.
Bu ısrarda da yalnız kalmadık. Tüm bu etkinlikler sayesinde o kadar farklı hemşehrimizle tanıştık, onların tanışmasına vesile olduk ki, çabalarımız karşılıksız kaldı denemez. Bir bostan olarak tahayyül ettiğimiz Kültürhane’de umut yetiştirmek için bir imeceye giriştik. Ve bunu yaşadığımız günlerin sorumlularını muhatap alarak yapmadık. Ne nefret besledik, ne öfke devşirdik. Bir arada olmanın keyfi ve huzurunda umut bulduk, ümitvar olabilmenin yolunu keşfettik.
Müşterekliğimizin yapıtaşı oldu bu umuda ortaklık. Keyifle, tebessümümüze inadına sahip çıkarak, tanımadığımız insanlarla bir araya gelmenin ihtimalini ve onlarla yapabildiklerimizin görgüsü ile gelecekten umut kesmemeyi becerdik.
İşte bu yüzden bir pontoporos Kültürhane, umuda yelken açmış, her yolcusunun kendi hayali güzergâhında yol alan bir müşterekler gemisi. Umut etmekte hâlâ inat edenlerin bir araya gelişleri ile ortaya çıkan bir kamusal feza. Birazcık eyleme mecrası ama daha çok hâlâ yapıp edebilme imkânını gösteren bir ruh hâli.
Dedim ya gözenek işte: kendimizi anlatan başkalarına temas eden bir doku. Müşterek demeyelim de ne diyelim yani…
1- Stavrides, S. (2016) Kentsel Heterotopya – Özgürleşme Mekânı Olarak Eşikler Kentine Doğru, çev. A. Karatay, İstanbul: Sel, s.107-108.
2- Stavrides, S. (2018) Müşterek Mekân: Müşterekler Olarak Şehir, çev. C. Saraçoğlu, İstanbul: Sel, s.18.
3- Stavrides, S. (2016), A.g.y., s.17.
4- A.g.y.
5- Stavrides, S. (2018) A.g.y., s.66–67
6- A.g.y. , s.17