Özge Taşar: Bir kentin tarihini, kültürünü anlamak için mesleklerin izini takip etmek, bugünkü değişimi görebilmek adına attığınız bu adım çok değerli. Peki sizin Agos gazetesindeki Meslekler ve Mekânlar adlı röportaj dizisi için ilk motivasyonunuz ve çıkış noktanız neydi?
Rita Ender: Şimdiden baktığımda, çıkış noktam üzerinden çok uzun zaman geçmiş gibi hissediyorum… O dönemde, -kendi içinde bulunduğum durumla da ilgili olarak- “Hayatta ne yapıyorsun ve gelecekte ne yapacaksın?” soruları ile İstanbul’da yaşamak üzerine çok düşünüyordum. Düşündükçe, bana göre cevaplaması zor olan yeni sorular doğuyordu: Bir insan bir mesleği neden seçer? Onu nerede, nasıl yapar? Meslek kader midir? Mesleği icra ettiği yer, bir mekân kişiyi ne ölçüde yansıtır? İşte bütün bu soruları İstanbul’un kıdemli ustalarına, zanaatkârlara yöneltme isteği ve heyecanı, beni bu söyleşileri yapmaya, yazmaya yöneltti.
“Kolay Gelsin” sadece kaybolan ya da varlığını sürdüren meslekleri değil, aynı zamanda İstanbul’un dünden bugüne değişen yüzünü de gösteriyor. Beyoğlu büyük bir dönüşüm sürecine tanıklık ediyor ve buradaki meslek sahipleriyle olan röportajlarınızda da bu değişimi çok rahat görebiliyoruz. Peki bu değişim sürecini, yaptığınız görüşmelerin izinde nasıl değerlendirirsiniz? Sizce bu süreç Beyoğlu’nun ticari ve sosyal dokusunu nasıl etkilemiştir?
Beyoğlu’nun ticari, kültürel ve sosyal dokusu elbette bu değişimden doğrudan etkilendi ve görünüşüne de yansıdı. İlk aklıma gelen, İstiklâl Caddesi’nde artık ağaçların olmaması. Kaldırıldılar. Dönemin belediye başkanı o ağaçların fazla yer işgal ettiği ve vitrinleri kapattığı yönünde, esnaftan şikâyet aldıklarını ve bu nedenle ağaçları kaldırma kararı aldıklarını açıkladı. Kitabımı hazırlarken yaptığım söyleşilerde, çoğu en az 30 yıldır Beyoğlu’nda çalışan insanlardan hiçbirinin ağaçlardan, dükkânın önünü kapayan yapraklardan şikâyet ettiğine rastlamadım. Ama çok kişi hızına yetişilemeyen, kontrolsüz değişimden şikâyet ediyordu. Farklılaşan ticari şartlardan, değişen ahlak anlayışından, başkalaşan tüketim alışkanlıklarından -örneğin insanların bir saati tamir ettirmek yerine yenisini satın aldıklarından- ve artık kendi mesleklerinin tarihe karışıyor olmasından yakındılar haklı olarak.
Söyleşilerde de bahsedilmişti; bazıları yıllarca kiracısı oldukları dükkânı tahliye etmek durumunda kaldılar. Örneğin Kelebek Korse dükkânı 75 yıl boyunca İstiklâl Caddesi 433 numaradaydı. Kira bedelinin yeniden belirlenmesi sonucu taşınmak zorunda kaldı ve artık Beyoğlu’nda değil. Hâlbuki o dükkân, örneğin 6-7 Eylül’ün yalnızca tanığı değil, saldırılarla kırılan cam parçalarını hâlâ saklayan bir mekândı. Gitti.
Gidenler saymakla bitmiyor… Kitaptaki meslek sahiplerinin bir kısmı ve neredeyse tamamının mesleğini öğrendiği ustası gayrimüslim. Gayrimüslimlerin farklı olaylar ve benzer politikalar nedeniyle İstanbul’dan ve Türkiye’den gidişi de Beyoğlu’nun sosyal ve kültürel yapısını şüphesiz etkilemiş.
Bir de belki şunu hatırlamak gerek: Beyoğlu deyince “Ah Pera ne güzeldi”nin ötesine geçmek şart. Beyoğlu sadece İstiklâl Caddesi’nden ibaret değil. Dolapdere de, Galata da, Karaköy de, Tophane de, Kasımpaşa da Beyoğlu’nun parçaları. Örneğin Kasımpaşa’daki Piyalepaşa Bulvarı bir sürat yolu ve o yol üzerindeki kent dokusu araç trafiğine kapalı olan İstiklâl Caddesi’nden veya eski binaların hâlâ varlığını sürdürdüğü Karaköy’deki Bankalar Caddesi’nden çok farklı.
Beyoğlu’ndaki röportajlarınızda sizi en çok etkileyen hikâye neydi? Sizce Beyoğlu kimliğine daha farklı bir katkıda bulunan ya da tüm hikâyelerin barındığı ortak bir duygu var mıydı?
Kitap yayımlandıktan sonra Karin Karakaşlı, Agos’a bir yazı yazmıştı ve benim için çok özel ve önemli olan iki şey söylemişti. Birincisi, kitabın bir başka İstanbul’u anlattığı. Bunu şöyle ifade etmişti:
Mahrem dünyalarına, hayatlarına ve o hayatın en belirleyici unsuru olan mekânlarına konuk olduğumuz bu ustalar aynı zamanda bugün artık giderek kaybolan bir başka İstanbul’u da anlatıyorlar. Gayrimüslim azınlıkların ağırlıkta olduğu, usta-çırak ilişkisi içerisinde farklı din ve dillerin, değişik gelenek ve hayat algılarının hüküm sürdüğü çeşitliliği ile etkileyici bir İstanbul bu. Bir zamanların İstanbul’u.1
Örneğin uzun yıllardır kiliselerde Gazmagerbiç, yani organizatör olarak çalışan Berç Kaç ve baba mesleğini sürdüren Tamar Kaç Erdavityan ile Tokatlıyan Pasajı’ndaki anı dolu mekânlarında söyleştik. Baba-kız, düğün ve cenaze düzenlemesinin inceliklerini anlattılar. Balıkpazarı’ndaki balıkçı Ahmet Yazgüneş ile söyleştik, sattıkları ürünlerin değiştiğini anlattı. Şöyle dedi:
Ermeni müşterilerimiz Fransa’ya, Kanada’ya gittiler, Rum müşterilerimiz genelde Yunanistan’a gittiler. Burada şimdi daha ziyade Anadolu’dan İstanbul’a göçen, sonradan yerleşen insanlara satmaya gayret gösteriyoruz. Onların lakerda nedir, füme nedir, çiroz nedir, tarama nedir; bunları çözmesi için daha zaman var.
40 yıl boyunca Özel Zoğrafyon Rum Lisesi’nde Yunan Dili ve Edebiyatı öğretmeni olarak görev yapan Andonis Parizyanos ile “ikinci evim” dediği okulunda söyleştim. Öğrenci sayısı her yıl daha da azalan azınlık okulları için dedi ki, “Bizim azınlık okullarında sorunlar çoktur. Azınlık okulu olduğu için, öğrenciler sorunlarıyla beraber geliyorlar.”
Bir zamanların İstanbulu’nu ilgilendiren bu sorunlar, bu konular benim için çok etkileyiciydi. Karin de Agos’a yazdığı tanıtım yazısında benim için önemli şu ikinci noktaya değinmişti:
İstanbul’un uyandığımız her sabah “soylulaştırma” harekâtı çerçevesinde yıkıldığı bir zamanda, esnafa buyur edildiğimiz bu kitap, bir şeylerin o kadar da hoyratça değişmediği, hayatın sürekliliğine saygı gösterildiği dönemlere götürüyor bizleri. Ve bu gidiş bize kendi anılarımızı da hatırlama imkânı sunuyor. Çünkü herkesin hayatında bir esnafın, bir ustanın hatırı vardır. Ve onlar hatırlanma haklarını bekler sabırla…2
Bende en çok hatırı olan galiba Artin Aharon, nam-ı diğer Gabi Usta. Usta lakabının hakkını veren, demir atölyesinde yoktan var etmenin keyfini süren ve İstanbul’un -özellikle Şişhane’nin- geçmişini tüm çokbilmişlerden çok daha iyi anlatan biridir Gabi Usta. Etkilenecek çok özelliği var bence, ama benim için en çarpıcı olanlardan birisi, yaşamın sokakta olduğunu hatırlatması. Tüm gün boyunca işyerlerinde yapılan eylemler, toplantılar, o yoğun görüşmeler sokağa, yani hayata ne bırakıyor? Buna “para”dan başka bir cevap verebiliyor olmak lazım. Gabi Usta, penceresinden kurduğu dostluklar aracılığıyla ürettiği işlerle bunun cevabını her gün veriyor. Ve maalesef, tam da içinde bulunduğumuz şu günlerde birilerinin mülkiyet hakkına karşı Gabi Usta’nın avukatlığını yapmaya çalışıyorum. Hayat…
Beyoğlu’nun kültürünü, sosyal dokusunu ören azınlıklardan kimisi mesleklerini sürdürebilmiş, kimisi 6-7 Eylül olaylarından sonra göç etmiş, kimisi ise soylulaştırma süreciyle birlikte zorla tahliye edilmiş, kimisi bu dönüşüme karşı direniyor. Azınlık hakları üzerine çalışan bir avukat ve mesleklerin izini süren bir gazeteci olarak, sizce bu mesleklerin azınlıkların hayatlarına etkisi nasıldı? Hangi meslekleri yapıyorlardı? Gidişleriyle hangi meslekler yok oldu? Hangileri nesilden nesile aktarıldı?
Bu alanda çalışırken şunu açıkça duydum ki 100 yıl önce azınlıklar, özellikle Beyoğlu’nda pek de azınlık değillerdi. Bir başka deyişle “Yahudiler tüccardır, Ermeniler kuyumcudur” gibi klişelere sığamayacak kadar çoklardı ve elbette farklı sosyo-ekonomik sınıflardandılar. Kitapta da örnekleri var, mesela Tepebaşı’nda avize tamircisi Marko Usta var. Hazzopulo Pasajı’nda Ermeni, Yahudi ve Katolik müşterilerinin dini düğün törenleri için eliyle şapka yapan Katia Kiracı var. Katia Hanım, mesleğini annesinden devraldığını anlattı. O, şapka modasının hiç bitmeyeceğini, geleceğe dair umudu olduğunu söyledi. Fakat Türkiye’de ve aslında İstanbul’da bundan 100 sene sonra kilise veya sinagogdaki düğünde takmak üzere şapka alacak kadın olacak mı? Kalacak mı? Umarım olur. Tabii bu anlamda, bir de değişmeyen bir gerçekliğimiz var:
İstanbul’da yazıhanesi olan gayrimüslim avukatlar var, kitapta söyleşi yaptığım Avukat Rıfat Saban örneğin. Kendisi bir dönem Yahudi cemaati başkanıydı. Ancak bildiğimiz kadarıyla hiç savcı veya hâkim yok.
Bir de aslında, Beyoğlu’nun tarihi bir semt olması özelliği şurada da ortaya çıkıyor: Beyoğlu’nda çok sayıda kilise, sinagog ve cemaat vakfı var. Cemaat vakıflarının mülkleri var, dernekler var. Bunlar etrafında şekillenen de bir yapı var. Ama bu binalar ve kurumlar zaman içinde iyice işlevsizleşirse, bunlara bağlı değişimler de gündeme gelecek. Örneğin Şişhane’de, 50-60 yıl önce -yani Şişhane bir Yahudi mahallesi ilken- ateşçiler varmış. Şabat günleri mahallede dolaşır, Yahudi kadınlar ateş yakarak Şabat kurallarını ihlal etmesin diye ocakların altını yakarlarmış. Cumartesi günleri mahalleden “Ateeşçiii” geçermiş. Gündelik hayatın parçasıymış. Babaannem için çok önemli bir şahısmış mesela. Şimdi ise, o dönem yaşamamış kişiler için bir roman kahramanı gibi.
Yeni göç dalgalarıyla oluşan ve Beyoğlu’nda öne çıkan, gözlemlediğiniz formel ve enformel işkollarını (mesela sokak müzisyenleri, etnik lokantalar vb.) nasıl değerlendiriyorsunuz?
Beyoğlu’nun özgür ruhuna çok yakıştığını düşünüyorum. Her şeyin bu kadar kontrol altında olduğu ve kontrol edilmeye çalışıldığı bir dönemde varlıklarını bilmek bana iyi geliyor. Light in Babylon grubu var örneğin. Müziklerine İstiklâl Caddesi’nde başladılar, şimdi dünyanın her yerinde söylüyorlar, festivallere katılıyorlar. Grubun solisti Michal Elia Kamal, İstiklâl Caddesi’nin ortasında İbranice şarkı söylüyor, İstanbul’da İbranice şarkı besteliyordu. İnsanlar dinliyor, alkışlıyor, etkileniyor, seviyorlardı. Oysa hatırlıyorum 2014 ya da 2015 yılıydı, Avcılar’da sokak müzisyenleri “Yahudi marşı” çalmaları nedeniyle saldırıya uğramışlardı. Tahmin edersiniz ki aslında “Yahudi marşı” -her neyse- çalmıyorlardı.
Etnik lokantalar konusunda da Beyoğlu, belki yine göz önünde olan ve nispeten iyi de bir örnek olabilir. Falafel satan büfeleri ve Suriyeli işletmecilerini düşünelim. Bugün etnik bir lokanta olarak görülüyor ve şüphesiz birilerine hitap ediyor, birilerince beğeniliyor, destekleniyor, ama yine o birilerinin ayrımcılığına uğruyorlar. Bu ayrımcılık ve ırkçılıkla mücadele ederken, ne acıdır ki karşılarındaki insanı mikrop taşımadıklarına ikna etmeye çalışıyorlar. “Kolay Gelsin”‘de de Levi Restoran vardı, kitap yayımlandıktan sonra kapandı. O söyleşide Sirkeci’de son derece mütevazı bir esnaf lokantasının karşı karşıya olduğu bombalanma korkusu dile getirilmişti. Bu korkular varken etnik lokantalardan tat almak kolay değil.
Beyoğlu’nda sokak müzisyenleri daha önceden de var mıydı?
Tabii ki. Akordeon çalanlar geldi aklıma. Madam Anahit vardı, Çiçek Pasajı’nda büyük gözlükleri ve kırmızı rujuyla akordeon çalardı. Saz-söz Türkiye’de yeme-içme kültürünün bir parçası, Beyoğlu da her dönem yeme-içme kültürü için en önemli merkezlerden biri. Dolayısıyla müzisyenlerin de Beyoğlu tarihinde önemli bir yeri var.
Çok teşekkürler bu sohbet için.
Ben teşekkür ederim.
1- Karakaşlı, K. (2015, 2 Haziran). ‘Siftahı sizden, bereketi Allah’tan’. Agos. agos.com.tr/tr/yazi/11771/siftahi-sizden-bereketi-allahtan
2- A.g.y.