Gün geçmiyor ki Beyoğlu’nda kapanan bellek mekânlarına, asılan kiralık ilanlarına, İstiklâl Caddesi’nin içler acısı hâline bakıp ahlayıp vahlamayalım. Sadece İstanbul’un değil, ülkenin ve bölgenin kültür ve sivil hayatının merkezi olan ve yakın dönemde hep “yükselmiş” Beyoğlu’nun son birkaç yılda sert düşüşünün sevenlerini hayal kırıklığına uğratması, üzmesi, öfkelendirmesi gayet anlaşılır bir durum. Uzun bir süredir Beyoğlu’nda yaşayan, çalışan, araştıran biri olarak, benim de hislerim çok farklı değil. Hayatımızı anlamlandırdığımız mekânlar kapanırken, komşularımız başka yerlere taşınırken, İstanbul’u saran inşaat salgını Beyoğlu’nu da istila ederken böyle hissetmek anlaşılır tabii.
Beyoğlu’nun, 2000’ler boyunca içinden geçtiği “yükseliş” döneminde, yani “Cool İstanbul” markasının hâlen devrede olduğu zamanlarda aslında bir taraftan da altı oyuluyordu. O dönem birçok yazıda dile getirdiğim mesele özetle şuydu: İstiklâl Caddesi gibi heterojen, özgür ve asi kamusal mekânlar sermayenin insafına bırakıldığında tektipleşme, iktidarların merhametine bırakıldığında ise baskıcı uygulamalarla evcilleştirilme tehdidiyle karşılaşıyor.
Güncel ekonomik ve siyasi krizlere karşı pozisyon alan sermaye elini Beyoğlu’ndan “çektiğinde” ise, şu an tecrübe ettiğimiz gibi, arkasında bir enkaz bırakmış oluyor. Geriye de sanki savaştan çıkmış caddeler, yıkılıp yapılan inşaatlar, boşalan dükkânların yerlerine açılan niteliksiz mekânlar ve “özgürlük” hissini tamamen massetmiş bir olağanüstü hâl kalıyor.
Peki, Beyoğlu sorunsalımıza, ânın yakıcılığının ve sermaye / devlet aklının ötesinde biraz daha geriden, içeriden ve aşağıdan baksak nasıl manzaralarla karşılaşırız dersiniz? Bir Beyoğlu nostaljisi yerine yüzleşme denemesi yapsak diyorum?
Tarlabaşı’nda “ezen-ezilen” diyalektiğinin gri tonu
Malum, Beyoğlu’nu yoksullardan arındırmak ve yerli / yabancı yatırımcılara pazarlamak için gerçekleştirilen gayrimenkul projelerinin en büyüklerinden biri Tarlabaşı Yenileme Projesi’dir. Beyoğlu Belediyesi ve Çalık Holding’e bağlı GAP İnşaat işbirliğiyle geliştirilen, Tarlabaşı’nı (tüm tarihi ve yaşanmışlıklarıyla yıkıp, içi boş bir paket olarak) yeniden inşa etme projesinin şantiye alanında kalan son evlerden birine 2013’te gerçekleştirdiğim ziyaret sırasında, burada yaşayan proje mağduru bir amcayla görüşmüştüm. Aslında eski bir Rum yapısı olan “aile yadigârı” evinin “anasının namusu” olduğunu, burayı bırakın Belediye Başkanı Misbah’ı, feriştahı gelse onun elinden alamayacağını, hemşerisi Rizeli Erdoğan ile baş başa görüşmeden yenileme projesine katiyen olur vermeyeceğini, kendinden emin, ama kırgın ve kızgın bir şekilde anlatmıştı.
Konuşmanın bir yerinde, bahçede gölge yapan kendisiyle yaşıt yarım asırlık ağaçtan bahsettikten hemen sonra, babasının bu evi (6–7 Eylül Pogromu’nun yaşandığı) 1955 yılında Kasımpaşa’dan çıkıp gelerek bir Rum’dan aldığını, kolay kolay da kimselere bırakmayacağını söyledi.
Katman katman yerinden etme
Galatasaray’da, zorla tahliye edilene kadar beş yıl yaşadığım apartman, Yunanistan Konsolosluğu’nun sokağında, Rum Lisesi’nin yanında, İtalyan Lisesi’nin karşısındaydı. Cephesine kazınmış Rum mimarın ismi, üzerindeki katman katman boyaya rağmen hâlen okunabiliyor olsa da bu, binanın Rum mirasından geriye kalan nadir izlerden biriydi. Diğeri de, belli ki beş katlı binada yaşayacakların burada yaşlanacakları öngörülerek yapılan, döne döne çıkılan yorucu mermer merdivenin zemin ve 5. katlarının tam ortasında yer alan, bir nefes alma molasına imkân tanıyan duvara entegre açılır kapanır ahşap oturaktı.
Binanın sahipleri ve sakinleri, belki de henüz bu kentte yaşlanamadan yerlerinden edildiler. Yıllar sonra yerlerine gelen, bu tarihi binayı da Beyoğlu’nu da çok seven, evi belleyen ben de yerimden edilecektim. Bu sefer, 6-7 Eylül’den 57 yıl sonra, “Avrupa Kültür Başkenti”, “Cool İstanbul” ve “emlak rantı” gazıyla hızla soylulaştırılan Beyoğlu’nda, eski bina toplayıp butik otele dönüştüren bir grup ortak eliyle. İç göçle 70’lerde İstanbul’a gelip bu binayı alan ailenin erkek çocuklarından biri olan ev sahibim, binanın her katında bir kardeşin oturduğu henüz Beyoğlu’nun “para etmediği” uzun döneminin sonunda, her katı benim gibi “kültürel sermayesi finansal sermayesinden daha yüksek” birilerine kiralamaya başladı. Ta ki 2012 yılında kulağa çılgınca gelen, bugün bakınca ise komik kalan 3 milyon TL’ye “Beyoğlu girişimcilerine” satana kadar.
Kiracılar olarak, binanın yeni sahibi ortaklardan “kas gücü” olarak işlev gördüğü her hâlinden belli olan sevimsiz adamla yaptığımız görüşmede, evleri hemen boşaltmamız gerektiği, (ikinci derece tescilli yapı olan) binayı yıkıp, kenarda bulunan mevcut merdiveni ortaya alıp her katta bulunan tek daireyi de ikiye böleceklerini anlatmıştı. Ben de kiracı olarak haklarımız olduğunu, mesken olarak kullanılan binayı otele çeviremeyeceklerini, tarihi binayı ise yıkamayacaklarını anlattığımda üstü kapalı tehditlerle karşılaşmıştım. Taşınmamın üzerinden beş yıl geçmesine rağmen, bina kapısı kilitli bir şekilde hâlen boş olarak duruyor. Bu sürede Beyoğlu’nda yaşanan değer artışı sayesinde de boş duran bina, yeni sahiplerine hiç hak etmedikleri spekülatif kazançlar sağlarken binanın bulunduğu sokaktaki küçük nalbur dükkânı takıcıya, manav butik otelin pahalı kafesine, eczane sanat galerisine, kasap tasarım dükkânına dönüştü bile. Nalburu, manavı, eczanesi, kasabı olmayan bir mahalle olamayacağı, olmayan mahallede de yaşanamayacağı için bana da Beyoğlu’nda yaşayacak başka bir yer aramak düştü.
“Muhalif” konferansların favori oteli
İstiklâl Caddesi’nin paralel sokaklarında bunlar yaşanırken, cadde üzerindeki dönüşüm, dahil olan sermayenin boyutu ve iktidarın “güvenlik” kaygısı ve hegemonya arayışıyla doğru orantılı bir şekilde, çok daha görünür oldu. Beyoğlu’nu Beyoğlu yapan özelliklerin başında, hem kullanıcı hem de fonksiyonlar açısından heterojenliğine mekânsal olarak imkân tanıyan hanların varlığı gelir. Örneğin 150 yıllık Rumeli Han içinde bir kültür mirası olan Rebul Eczanesi de dahil onlarca esnafı; tiyatro, yayınevi gibi kültür mekânlarını; cafe, bar, tırmanma duvarı gibi eğlence ve spor mekânlarını; dernek ve siyasi parti merkezi gibi politik mekânları barındıran muazzam bir kentsel ekosistemdi. Bu hanı, (muhaliflerin konferans yapmayı çok sevdiği) Taxim Hill Hotel’in de sahibi olan sermayedar aldı, içindeki işyerleri ve kültür mekânları tahliye edildi, şimdi de, Beyoğlu’nu temellerinden sarsan kriz bir gün biterse eğer, otele dönüşmeyi bekliyor. Dönüşüm sonrasında tektip kullanıcıya hizmet verecek, makyajlanmış, büyüsü yok edilmiş bir mekân, Beyoğlu’na hiçbir değer katmayan bir kütle olarak kentte yer kaplayacak. Rumeli Han’ın bu soylulaştırma hikâyesini Barolar Birliği’nin Taxim Hill Hotel’de gerçekleştirdiği bir konferans sırasında anlatmış, ancak beklediğim ilgiyi uyandıramamıştım.
İstanbul Barosu vakası
Baro demişken, İstiklâl Caddesi boyunca uzanan şantiyelerden biri de İstanbul Barosu’na aittir. Caddenin yükselişine paralel bir şekilde, önce Baro’nun altındaki kitapçı yıllar içinde ufalarak kafe hâlini aldı. Sonra aslında korunması gereken nitelikli bir Cumhuriyet dönemi yapısı olan bina, “yenileme” sebebiyle tümden yıkıldı. Yıkım sonrası moloz aylarca çok kötü paravanlarla çevrili bir şekilde bekledi. Ne İstanbullular ne de Baro’ya kayıtlı avukatlarla yeni projeye dair bir bilgi paylaşıldı. Hatta, kent ve çevre davalarına bakan ve baro binasının hemen karşısında ofisleri bulunan avukatlar Alp Tekin Ocak ve Murat Deha Boduroğlu 4982 sayılı kanun çerçevesinde bilgi edinme başvurusu yapmalarına rağmen, Baro kanuna aykırı bir şekilde sorularına yanıt vermedi. Bir önceki genel kurula sundukları önerge gereğince, binanın yarışma sonucu yapılmasına karar verilmişti. O kurulda seçilen baro yönetimi bu karara uymayacağını ifade etti. Avukatların şeffaflık ve katılımcılık taleplerini görmezden geldi. Kentteki aktörlerin eylemlerinin hukukiliğini denetlemek gibi bir kamusal sorumluluğu olan Baro, kendi binasının dönüşümünde kentsel dönüşüm sürecinde yaşanan usulsüzlükleri bire bir tekrar etti. Daha önce bu binada katıldığım bir panelde, Beyoğlu özelinde “yaşanabilirliği” konuşmuştuk. Trajik mi desem, ironik mi, bilemedim…
“Adalara” ve AVM’lere “sığınan” kültür mekânları
Bugün Beyoğlu’nda yaşanan dibe vuruş hâlini en fazla eleştirenler, kültürel sermayesi nispeten yüksek olan kesimler. Ama ortada bir tutarsızlık olduğu da muhakkak. Örneğin, İstanbul kültür hayatının önemli mekânlarından, canlı müzik manzarasının en belirgin öğelerinden biri olan Babylon’u ele alalım. 90’ların sonu, 2000’lerin başında üniversitede okurken gelmeye başladığım Asmalımescit’in kırmızı cepheli mekânı, bu civardaki sokak yaşantısına sürekli taze kan pompalayan bir kalp gibi çalışıyordu. Bu kültür sermayesi aynı zamanda finansal sermayeyi de beraberinde getirerek, İstiklâl Caddesi’nin Tünel tarafının soylulaştırılmasında önemli bir rol oynadı. 2010’a doğru artık sokaklara sığamaz, 50 metreyi 20 dakikada yürüyemez hâldeydik. Ancak eğlence ve kültür hayatı için eşsiz bir yoğunlaşmayı da tecrübe ediyorduk. Sonra ne oldu?
Yeme-içme, eğlence, AVM sektöründe büyüyen Doğuş Grubu, kentin en önemli kültür kurumlarından birini satın aldı. Babylon, #Saltbea Nusr-et ile kardeş oldu. İçinde modifiye bir Babylon, sanat galerisi, restoran, bar, coworking space (açık ofis alanları) olan mini bir Beyoğlu’nu Bomonti’de inşa etti. Bu arada Asmalımescit Babylon kapatıldı. Doğrudan sokaktan girdiğiniz mekân, kapısında havaalanı güvenliği olan, ama içine girdiğinizde kontrollü ve makyajlı bir “kamusal” mekândaymışsınız hissi uyandıran bir “ada”nın içinde, yeniden açıldı. En sevdiğimiz grupları Mini Beyoğlu Bomontiada’da, yeni Babylon’da zevkle dinlerken, “ah Beyoğlu, vah Beyoğlu” diye arada dert yanmıyor da değiliz. Bu arada Doğuş Grubu Galataport Projesi için kentin tarihi liman yapılarını yıkıp, kültür mirasını tuz buz ettiğinde de sinirlenmeye devam ediyoruz.
Bir diğer çarpıcı örnek, ayrıcalıklı imar haklarıyla yine büyük bir kent suçu olan Zorlu Center’ın içinde açılan Zorlu PSM (Performans Sanatları Merkezi). Yıldız mimarımız, aslında bildiğiniz bir AVM olan yapısının ticari fonksiyonlarının bulunduğu kısımlarını “kamusal mekân tasarladık” diye sunmuştu. İşte bu AVM içinde kentin en büyük kültür sanat mekânlarından biri de yer alıyor. Nasıl çocuklarımızı kentteki kamusal mekân azlığından, parkların noksanlığından AVM’lerdeki oyun alanlarına götürüyorsak, kentin çölleşen kültür merkezi Beyoğlu’nun alternatifini de AVM’lerin içinde arıyoruz. Bu yeni mekânlarda yeni kültür tüketicileri olarak yerimizi alıyoruz. Başka bir yumurta-tavuk dilemması…
Coworking space’ler, Airbnb’ler, iştahı hiç kesilmeyen mülk sahipleri…
Piyasanın beyaz yakalıyı robot gibi çalıştıran plaza rejimine karşı bir başkaldırı ve kolektif ekonominin bir imkânı olarak ortaya çıkan coworking mekânları, diğer birçok alternatif gelişmede olduğu gibi, sistem içine hızla çekilerek büyük sermayenin yeni birikim kapısı hâline dönüştüler.
Beyoğlu’nda yaratıcı endüstrilerde çalışan birçok birey ve ofis de son dönemde kendilerini Büyükdere Plazalar aksında ve Kâğıthane Sanayi Mahallesi’nde açılan ve dahil olan sermayenin sürekli büyüdüğü mekânlara kapatmaya başladılar. Temelde bir “ada” mantığıyla işleyen bu yerler, kent yaşantısından “geri çekilmeyi” ifade ediyor. “Alternatif” yaşam ve çalışma alanlarında farklı sosyal etkinlikler ve kişisel gelişim imkânları ayağımıza kadar gelir, arada rahat koltuklarımızda kahvemizi yudumlarken “ah Beyoğlu, vah Beyoğlu” diye dert yanıyor muyuz acaba?
Evindeki kanepeyi, odayı paylaşarak insanların ucuza konaklamasına ve yeni tanışıklıklar kurmasına imkân sağlayan Couch Surfing fikrini Airbnb’nin ticarileştirerek dönüştürmesi de yukarıdakine benzer bir hikâye. Beyoğlu’nda önce evindeki bir odayı kiralayarak başlayan Airbnb dalgası sonrasında doğrudan Airbnb sitesi üzerinden kiralanmak üzere tutulup içlerine büyük tadilatlar yaptırılan, özel Airbnb fotoğrafçılarının fotoğraflarıyla pazarlanan (tabii bu arada kiraların hızla artmasına sebep olup mevcut kiracıları da yerlerinden eden) bir furyaya dönüştü. Beyoğlu’nun “yükselme” hikâyesinin de dibe vuruş hikâyesinin de parçası oldu.
Beyoğlu’nda sürekli yükselen emlak değerleri ve kiralar birçoklarını mağdur ettiği gibi, kimilerinin de ağzını sulandırdı. Robinson Crusoe 389 gibi, halihazırda oldukça yüksek kiralar veren ve Beyoğlu’nun kültürel peyzajında çok önemli yer kaplayan işletmeler, Borçlar Kanunu’nda yapılan değişikliğin de sonucunda, mülk sahiplerinin doymak bilmeyen iştahıyla baş edemediler. Bu emlak rantından nemalanma iştahı o kadar yaygınlaşmıştı ki, herkesi yozlaştırarak içine dahil etmeyi başardı. Kentin önemli bellek mekânlarından, 6-7 Eylül’den sonra bile ayakta kalabilmiş ve dolayısıyla Beyoğlu’nun gayrimüslim tarihinin de bir hatırlatıcısı olarak varlığını sürdüren Kelebek Korse bu artış baskısına dayanamayanlardandı. İşin trajik kısmı, mülk sahibi olan kimi cemaat vakıflarının Beyoğlu’nun belleğinin formatlanmasında oynadıkları rol… Mevcut krizde, bankalar gibi kurumsal kiracılar bile daha ekonomik alternatifler ararken, mülk sahipleri “Sahibinden Kiralık” ilanlarını İstiklâl Caddesi boyunca boş dükkânlarının cephelerine asıyorlar.
Beyoğlu’nun kültür damarlarına atılan kesikler, görüldüğü üzere, hem tarihsel hem de kısıtlı bir sermaye-iktidar elitini aşacak ve belki de birçoğumuzu dahil edecek kadar çokaktörlü. “Soylulaştırma”, “sınıf savaşı”, “kültürel çölleşme” olarak yaşanan mağduriyet hikâyelerinin arka planında, dün âdeta bir “kültürel temizlik” olarak tecrübe edilen azınlıkların mülksüzleştirilmesi, yerlerinden edilmeleri, kültürlerinin silinmesi gerçeği de yer alıyor. Sürekli hâle gelen toplumsal amnezi, her yıkımla Beyoğlu’nu yeniden keşfetmemize sebep oluyor.
İçinden geçtiği dönüşümle Beyoğlu, zannedilenin aksine bellek mekânlarından oluşan bir kentsel sit alanı değil artık; devasa bir şantiye. Ne kentin kurtuluşu, ne de geleceği kamusalmış gibi yapan “adacıklar”da. Beyoğlu düşerken, onu terk etmek olmaz. Hangimiz sevmedik çılgınlar gibi… Masum da değiliz hiçbirimiz…
* Bu yazı ilk olarak 30 Nisan 2017’de beyond.istanbul internet sitesinde yayımlanmıştır.