Yaşlılığın ne zaman başladığı, kime yaşlı denildiğiyle ilgili uzun tartışmalar olsa da, yaşlılığın en kabul gören tanımı kronolojik yaşa bakılarak yapılmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre 65 yaşın üzerindekiler yaşlıdır. Bir ülkede yaşlı nüfusun toplam nüfus içindeki oranının %10’u geçmesiyle birlikte de toplumsal yaşlanma sürecinin ilk işaretleri çoktan verilmiş demektir. Böylece yaşlı nüfusun oranı %7 ile %10 arasında olan toplumlara yaşlı toplum ve %10’u geçmiş olanlara ise çok yaşlı toplum denilmektedir.

Elimizdeki resmi verilere göre, Türkiye’de yaşlıların oranı %10’a yaklaşmıştır. Bu oran, günümüzde yaklaşık 8 milyon yaşlı insana karşılık gelmektedir. Son 50 yıldaki Türkiye nüfusundaki değişimi incelediğimizde, toplam nüfusun 3 kat artışına nazaran yaşlı nüfusun neredeyse 10 kat artış göstermesi oldukça çarpıcıdır. Bir toplumda yaşlı nüfusun oranının iki katına çıkması için geçen süre, yaşlanma hızının belirlenmesi için oldukça önemli bir göstergedir. 

Bu bağlamda, her toplumun yaşlanma hızı değişkenlik göstermektedir. Örneğin, Fransa’nın 115 yılda ya da İsviçre’nin 85 yılda geçirdiği yaşlanma sürecini, Azerbaycan 41, Çin 27, Brezilya 21 yılda geçirecektir. Türkiye ise bu süreci 10 yıl içinde tamamlayacaktır. Halihazırda Türkiye, hızla yaşlanma sürecinin, bu demografik dönüşümün tam da ortasındadır. 

Bugün Türkiye, dünyanın en hızlı yaşlanan ülkelerinden birisidir. O kadar hızla yaşlanmaktadır ki, yaşlının yaşlısının da sayısı artmaktadır. Bu tam olarak ne anlama gelmektedir? Günümüzde Türkiye’de 80 yaş üzerindekilerin sayısı yaklaşık 1 milyon kişi iken, 2050 yılında 80 yaş üzeri nüfus bugünkünden 4 kat daha fazla olacaktır. 2100 yılında ise bu sayı tam olarak 10 kat artış gösterecektir. Türkiye’de önümüzdeki 100 yıl içinde doğan çocukların, en az 4 büyükbabası ve 4 büyükannesi olacaktır. Nasıl bir dönüşümün bizleri beklediği belki böylece daha net anlaşılır olabilir.

Türkiye nasıl yaşlanıyor?

Yaşlanma sürecinde bir toplumda iki temel etki gözlenir: Bir yanda doğurganlık düşer, bir yanda ölüm oranları hızla azalır. Bu iki olgunun gerçekleşmesi aynı zamanda bir başka açıdan önemlidir: Modern refah toplumlarının temel karakteristiği her yaş grubunda ölüm oranlarının düşmesi ve doğurganlığın gittikçe azalmasıdır. Doğurganlıkta hızlı bir düşüşün gerçekleştiği ülkeler, aynı zamanda hızla yaşlanan ülkelerdir. Elimizdeki resmi verilere göre, Türkiye’de 1960’lı yıllarda ortalama doğum sayısı 6-7 iken, bu rakam günümüzde 2 civarındadır. 

Ölüm oranları da nüfusun yaşlanmasında kilit role sahip bir başka göstergedir. Sadece ileri yaşlarda değil, tüm yaş gruplarında ölüm oranı azalmakta ve yaşam süresi uzamaktadır. Bugün Türkiye’de kadınların ömrü 78 yıl, erkeklerin ömrü ise 74 yıldır. Türkiye’ye kıyasla, Avrupa’da erkekler 5 yıl, kadınlar ise 7 yıl daha fazla yaşamaktadırlar. Ancak, 2050 yılına gelindiğinde Türkiye’de doğanlar, bir Avrupalıdan daha uzun yaşayacaktır.

Cumhuriyetin 100. yılında Türkiye’yi neler bekliyor?

Yaşlanma süreci, bilhassa kadın ve erkek açısından ayrı ayrı izlenmelidir. Zira kadınların daha uzun ömürlü olması demek, ileri yaşlarda kadınların yalnızlaşmaları anlamına da gelmektedir. Türkiye’de de rakamlar, yaş ilerledikçe kadınların sayısının çarpıcı biçimde arttığını göstermektedir. Fiziksel ve zihinsel sağlığın korunmasında, sosyal bakım ve destek ihtiyaçlarının karşılanmasında bu bulgu dikkatlice değerlendirilmelidir. 

Cumhuriyetin 100. yılında Türkiye’yi bekleyen bir diğer risk, içgöç sonucunda ortaya çıkacaktır. Kırda yaşayanlar, sosyal bakım hizmetlerine ulaşamamaktadırlar. Günümüzde kentlerde, sınırlı düzeyde dahi olsa sunulan bakım hizmetleri, kırda tamamen ailelerin omzuna yüklenmiştir. Zira, kırda yaşayanların sosyal ilişkilerinin daha güçlü olduğu düşünülmektedir. Bu nedenle kırsal alanlarda yaşayanların daha mutlu ve topluma daha fazla entegre oldukları varsayılır. Ne var ki göçle birlikte kırda yaşayan geniş aileler hızla dağılmaktadır. Gençler kırsal alanı terk ettikten sonra aile bağları zayıflamakta ve geride kalan yaşlı nüfusun bakıma muhtaçlığı ciddi düzeyde risk oluşturmaktadır. 

Bu bakımdan, yaşlı nüfusun yoksullukla olan ilişkisi oldukça çarpıcıdır. Araştırmalarımız Türkiye’de, bilhassa iki yaş kategorisinde yoksulluk oranlarının zirveye ulaştığını göstermektedir. Bunlardan birisi 15 yaş altındaki çocuklardır. Türkiye’de her dört çocuktan birisi yoksuldur. Diğer risk altındaki grup ise yaşlılardır. Türkiye’de yaşlıların yaklaşık %15’i yoksuldur. Rakamlar, çocuklar ve yaşlıların Türkiye’de en yoksul kesimi oluşturduğunu ortaya koymaktadır ve başka hiçbir yaş grubunda bu denli yüksek düzeyde yoksulluk riskiyle karşılaşılmamaktadır.

Güncel verilere göre, Türkiye’de her 10 yaşlıdan üçü okuryazar değildir. Verilere toplumsal cinsiyet perspektifinden bakıldığında, yaşlı kadınların yarısının okuma yazması olmadığı dikkat çekmektedir. Başka bir deyişle, Türkiye’de her iki yaşlı kadından biri okuryazar değildir. Yaşlı erkeklerde ise okuryazarlık oranının daha yüksek olduğu görülmektedir. Öte yandan, araştırmalarımıza göre, Türkiye’de yoksul yaşlıların ise yaklaşık üçte ikisi okuryazar değildir. Yaşlı ve yoksul olmanın dezavantajlarının yanında, eğitimden yoksun olmak, yaşamdaki riskleri çoğaltmaktadır. Günümüzde Türkiye’de yoksul yaşlıların sadece üçte birinin zorunlu sağlık güvencesi bulunmaktadır. Toplumsal cinsiyet rollerinin bu noktada oldukça kritik bir işlevi vardır. Zira yoksul yaşlıların yarısından fazlası (%55,5) kadınlardan oluşmaktadır, her üç yoksul yaşlıdan birisi duldur ve genellikle (%84,9) kırsal alanlarda yaşamaktadırlar. Bir diğer çarpıcı bulgu ise engelliliğin yoksul yaşlılar arasında hayli yaygın olmasıdır. 

Araştırmalarımız yoksul yaşlılar arasındaki engellilik oranının %30’lar düzeyinde olduğunu ortaya koymaktadır. Yani her dört yoksul yaşlıdan birisi engellidir. Bu oran Türkiye genelindeki engellilik oranı olarak hesaplanan %3’ün bir hayli üzerindedir. 

Küresel düzeyde olduğu üzere, Türkiye’de de kadınlar erkeklerden daha uzun yaşarlar. Ne var ki, uzun yaşam her zaman olumlu olmayabilir. Resmi verilere göre, Türkiye’de yaşlı erkeklerin yaklaşık %10’u duldur. Yaşlı kadınların ise neredeyse yarısı duldur. Uzun yaşayan kadınlar sadece hayat arkadaşlarını yitirmekle kalmaz, yoksul düşerler. Türkiye’de yaşlılıkta dulluk, aynı zamanda bir yoksulluk göstergesidir.

Yaşlanma Politikaları Neden Önemlidir?

Yaşlanmaya dair bu analizler, Türkiye’de eşitsiz yaşlanmanın temel yapısal sorunlardan kaynaklandığına işaret etmektedir. Yaşlanma olgusu sözkonusu olunca, toplumsal cinsiyet, medeni durum, eğitim, sosyal sınıf, sağlık, din ve etnisite gibi gündelik yaşamda sosyal adaletin sindirilmesinin gerekli olduğu temel alanlarda, Türkiye’de kapsayıcı nitelikte sosyal politikalar üretilemediği göze çarpmaktadır. Bu risklere rağmen Türkiye’nin tüm yaş gruplarını, tüm yurttaşları kapsayacak aktif yaşlanma politikaları üretememesinin nedeni nedir?

Fotoğraf: Emirkan Cörüt

Bunun temelinde, Türkiye’nin çok genç bir nüfusa sahip olduğu efsanesi yatmaktadır. Sadece uygulamadaki aktörler değil, bilim insanları ve araştırmacılar da sıkça dile getirilen bu efsaneye kuvvetle inanmaktadırlar. Bunun adı Peter Pan sendromudur. Hikayeye göre, Neverland’de yaşayan Peter Pan’ın macerası şu sözlerle başlayacaktır: birisi hariç tüm çocuklar yaşlanmaktadır. Efsanevi Peter Pan karakteri, hiç yaşlanmayacak bir çocuktur. Peter Pan, diğer çocukları da hiç yaşlanmama vaadiyle Neverland’e davet eder. Ancak Türkiye’nin çocukları her geçen gün hızlayaşlanmaktadır. Zira ne Türkiye Neverland’dir, ne yurttaşları Peter Pan. Türkiye’nin genç bir nüfusu olduğunu düşünüp bunun hep böyle kalacağına inananlar, yaşlanma olgusunu uzak gelecekteki bir durum olarak değerlendirmektedirler. Peter Pan sendromundan mustarip olan kişi uzun yaşamak ister, ama yaşlanmak istemez, yaşlanacağına inanmaz. Oysa toplumun yaşlanması durdurulamaz ve tersine çevrilemez bir olgudur. 

Toplumsal barışın sürdürülebilir olması bakımından yaşlanma politikaları oldukça önemlidir ve mutlaka özenle oluşturulması gerekmektedir. Zira aktif yaşlanma politikalarının olmaması, sorunların sonraki kuşaklara aktarılması anlamına gelmektedir. Peter Pan sendromundan mustarip olanlarda kısa dönemli adımlarla yaşlanma sürecinde karşılaşılan sorunları çözmeye çalışma eğilimi yaygındır. Oysa Türkiye zannedildiğinden çok daha büyük bir hızla ve zenginleşemeden yaşlanmaktadır. Toplumun yaşlanması durdurulamaz ya da tersine çevrilemez. Gri devrim öylesine güçlü bir sosyoekonomik dönüşümü de beraberinde getirir ki, hükümetler çocuk yapmayı teşvik ederek bu çarpıcı dönüşümü engelleyemezler. Sadece çocuk doğurarak yaşlanmaya karşı verilecek her savaş kaybedilmeye mahkumdur. Peki neden çocuk doğurmayı teşvik etmek yaşlanmaya ilişkin bir politika üretildiği anlamına gelmez? Kısaca anlatayım.

Yaşlanma Politikaları Sadece Yaşlılarla İlgili Değildir!

Bakım, gün geçtikçe ağırlığı daha da artan bir yük olarak karşımıza çıkmaktadır. Araştırmalarımızda, aile üyelerinden, “İnsan yükü ağırdır” sözünü o kadar sık duyuyoruz ki! Tam da bu noktada bakım alanın yanında bakım verenin de çaresizliğine tanık oluyoruz. 

Geleneksel olarak aile içinde iki kuşağa bakım verilir; bunlardan birisi çocuklar ve diğeri de yaşlılardır. Geleneksel yaşam içinde her bireyin toplumsal üretim sürecinde işlevi olduğu varsayımından hareketle, devlet işin kolayına kaçar. Aileyi desteklediğinde bakım sorununun çözüleceğini varsayar. O nedenle bakımın sorumluluğu, Türkiye’de ailenin omzuna yüklenmiştir. Ancak bakımın aileyi destekleyerek verilmeye çalışılması oldukça sorunludur. Birkaç örnekle bu sorunları paylaşmaya çalışayım.

Geleneksel anlamda, anne-baba ve çocuk(lar)dan oluşan bir aileye destek sunmak amacıyla Türkiye’de bakım hizmeti verilmektedir. Ancak aile içinde bakım ihtiyacı olanlara bakım veren ana aktör kadındır. Yani erkekler göğsünü gere gere “Türkler yaşlısına bakar!” dediklerinde aslında bu, kadının hanede bakım işini üstlendiği anlamına gelmektedir. Nüfusun yarısını oluşturan kadınlar, böylece toplumsal işbölümü içinde bakımla ilgilenmek zorundadırlar. Annesine, babasına, çocuğuna, torununa, kardeşine, kuzenine, kayınpederine, kayınvalidesine, amcasına, halasına, dayısına, teyzesine, komşusuna, hasılı yakınındaki yaşlıya, gence, çocuğa bakan, kadındır. Hanede kadın ücret siz olarak yakınına bakar. Formel olarak değerlendirildiğinde ise, hizmet sektörü içinde bakım işinde ücretli olarak çalışanlar da çoğunlukla kadınlardır. İster ücretli, zorunlu ya da gönüllü olsun, Türkiye’de bakım veren aile değildir, ailenin içindeki kadındır. Kadınlardan biri ya da birkaçıdır. 

Aile içinde işlevsel olduğu varsayılarak bu görevi yerine getiren kadının toplumsal konumu ise oldukça sorunludur. Bakım, kadının toplumsal statüsünü belirleyen en önemli unsurlardan birisidir. 

Kadın istihdamının önündeki en önemli engellerden birisi bakımdır. Kadınlar Türkiye’de istihdama dahil olamamaktadır. Avrupa’da kadın istihdamının en düşük olduğu ülke Türkiye’dir. 

Şiddet her nasıl olursa olsun, aile içinde kadına yönelir. Günümüzde kadına yönelik şiddet haberlerinin altını biraz eşeleyin, bakım meselesi vakanın tam ortasına çakılmış altın başlı bir çivi gibi kendisini gösterir.

“Toplumumuz yaşlanıyor” endişesinden hareketle, bir yanda kadına çocuk yapmayı önereceksiniz, çocuk sayısını artırmak için teşvik edeceksiniz, öte yandan Avrupa Birliği’nde kadın istihdamının en düşük ülke olması nedeniyle Türkiye’de doğum iznini kısaltarak kadını istihdama yönlendirmek isteyeceksiniz. Bebeğini henüz üç aylıkken bakıcıya, yani yine bir kadına bırakarak işe giden kadından ikinci ve üçüncü çocuğu doğurması ve bakması için söz isteyeceksiniz ama işyerinde kreş isteyen kadını işten çıkaracaksınız. Yaşlanma ve yaşlılık alanında aktif sosyal politikaların olmayışı, Türkiye’de kadına yönelik her türlü şiddetin de mühim nedenlerinden birisidir. Lütfen yaşlanma politikası denildiğinde “Türkiye genç bir ülke” efsanesine sığınmayınız. Yaşlanma politikaları sadece yaşlılarla ilgili değildir! 

Türkiye’nin Gerontolojik Ajandası Ne Olmalıdır?

Bu süreci göz önünde bulundurarak, Türkiye hızla yaşlanma politikaları üretmelidir. Ancak, yaşlanma politikaları, yaşlılığı sadece ve basitçe demografik ya da ekonomik bir sorun olarak tanımlamaktan uzak durmalı, sadece çocuk yapmayı özendirmek ya da sadece emeklilik yaşını uzatmak bir çözüm olarak sunulmamalıdır. Zira bu durumda, yaşlılığı bir sorun olarak görüp politika üreten çözüm sürecinin bizatihi kendisi bir sorun haline gelecektir. Oysa yaşlılığı, yaşlananlar ve toplumun diğer kesimleri için bir imkan haline dönüştürmenin yolları aranmalıdır. Peki ama nasıl?

Tüm bu tartışmalardan hareketle, Türkiye’nin gerontolojik ajandası ne olmalıdır? Türkiye’deki siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik yaşamın hızla değişen dinamikleri düşünüldüğünde; gelecek 10 yıl, 50 yıl ve 100 yıllık zaman zarfında Türkiye’nin yaşlanma politikaları neleri içermelidir? Ne yapılmalı ve nasıl yapılmalıdır?

1. Pratiğe dönüşmeyen salt teorik yaklaşım da teoriden yoksun müdahaleler de eksik kalacaktır. Öyleyse, ilk olarak kontrollü ama müdahil bir praxis gereklidir.

2. İyi bir başlangıç noktası olarak, toplumdaki en kırılgan kesimler tanımlanmalıdır. Ulusal düzeydeki geçerli ve güvenilir araştırmalarla bakıma ve sosyal desteğe ihtiyaç duyan kesimlerin tespiti yapılmalıdır. Böylesi bir çalışma, bakım hizmetlerinin temel özelliklerinin nelerden müteşekkil olacağını belirlememizi kolaylaştırmakla kalmaz, kimin, ne düzeyde hizmet alacağını ve hizmeti kimin verebileceğinin de tespit edilmesini kolaylaştırır. Bakımı, muhtaç olan ile muhtaç olana el uzatan arasında asimetrik bir iktidar ilişkisi olmaktan çıkarmak için, bakımın bir insan hakkı olduğunu kavramak ve bakım sürecinde insan haklarını anaakımlaştırmak elzemdir.

3. Türkiye’nin yaşlılık ajandasında olmazsa olmaz temel prensiplerden birisi toplumsal cinsiyet perspektifidir. Türkiye’deki imkanlara ve maddi kaynaklara ulaşmada, kadın ve erkek arasında çarpıcı eşitsizlikler vardır. Cinsiyete dayalı eşitsizliklerin önemli bir nedeni aktif yaşlanma politikalarının olmayışıdır. Genç yaşlarda yurttaşlar arasındaki yaygın eşitsizlikler ve hakların kullanımındaki derin uçurum, yaşlılıkta ortaya çıkacak dezavantajların ve düşkünlüğün habercisidir. Kadınlar, ileri yaşlarda sosyal güvenceden yoksun bir yaşam sürmekte ve erkeklere nazaran daha fazla bakıma ihtiyaç duymaktadırlar. Dolayısıyla Türkiye’de yaşlılığını tek başına geçiren kadınların yaşamları ya aile bireylerinden birine bağlı kalarak yahut bakım hizmeti aldıkları kurumun kontrolünde sürüp gitmektedir. Bu mevcut eşitsizlikler düşünüldüğünde, Türkiye’nin aktif yaşlanma politikaları üretebilmesi için toplumsal cinsiyetin de anaakımlaştırılması gereği ortaya çıkmaktadır.

4. Türkiye’de yaşlılık üzerine yapılan çalışmalar, özellikle 1990 sonrasında yoğunlaşmakta ve araştırmacılar kendi alanları dahilinde önemli ve geçerli bulguları ortaya koymaktadır. Fakat, Türkiye’de bütüncül bir yaklaşımı sun(a)mayan yaşlanma politikalarının ve halihazırda yaşlılıkla ilgili hizmet veren kurumların yetersiz olduğu kamuoyunun dikkatini çekmektedir. Kalkınma planlarında bakım hizmetlerinin ne kadara mal olacağını hesaplamak, sigorta kapsamında bulunan yaşlı sayısını ortaya koymak, yaşlı ve emekli aylıklarının düşük olduğunu dile getirmek ya da her şehre birkaç huzurevi daha inşa etmek, yaşlanmayla ilgili öngörü yapıldığını veya politika geliştirildiğini göstermez. Sosyal politikalar, yaşlıların kendi evlerinde, kendi yaşam düzenlemelerini dikkate alarak gündelik hayatlarındaki seçimlerini özgürleştirecek biçimde organize edilmelidir. Yaşlılığın, yaşam boyu süren bir maceranın sonucu olduğu gerçeğinin farkında olunmalıdır. Toplumun yaşlanmasına ilişkin yapılacak planlamalar; ekonomik ve sosyal ilişkilerin, yeme, içme, barınma gibi temel ihtiyaçların ve sağlık, ulaşım, güvenlik, adalet, eğitim gibi temel hizmetlerin tasarımının yeniden düşünülmesi ve değişmesi anlamına gelmektedir. 

Yaşlanmayı insanlara bir armağan olarak sunmanın yolu, kapsayıcı, özgürlükçü ve katılımcı bir yaklaşımın benimsenmesinden geçmektedir. Yaşlanma politikaları, insanlara, sosyal, kültürel ve eğitsel kaynakları kullanma olanağı, yeterli düzeyde gelir, kapsayıcı sağlık ve bakım hizmetleri, tüm toplumsal mekanlarda ve sosyal imkanlarda karar verme, özgür seçim yapabilme olanağı sunmalıdır. 

Bugün Türkiye’de siyaset, akademi ve sivil toplum bir kavşak noktasındadır. Türkiye’nin, zenginleşemeden yaşlandığı için kısa zamanda karşılaşacağı mühim sorunlardan birisi olarak yaşlanma olgusuna ilişkin verilecek yanıtlar pek çok zorluk içermektedir. Zorlukları aşabilmek için yukarıda sayılan vazifeleri de yerine getirebilecek düzeyde güçlü ve bağımsız bir yapılanmaya ihtiyaç vardır. Bu bağlamda, Türkiye Yaşlanma Enstitüsü kurulmalıdır. Türkiye Yaşlanma Enstitüsü etkin bir sorumluluk alarak, ilgili tüm taraflarla; yaşlanan nüfusun, gelirini, sağlığını, sosyal bakımını sürdürülebilir bir dengede, kuşaklararası teması koparmadan yeniden tesis etmenin yollarını aramalıdır.

Fotoğraf: Emirkan Cörüt

Sosyal Politikaların Temel Prensibi Ne Olmalıdır?

Yaşlılığı, toplumdaki tüm yurttaşlar için bir imkân haline dönüştürmenin yolları doğru sorulara verilecek geçerli ve güvenilir yanıtlarla aranmalıdır. Ancak refleksif bir anlayışla gerçekleştirilen bilimsel çalışmalar, yaşlılığı ve yaşlanma sürecini bir imkan olarak tasavvur eden bir yaklaşımın temellerinin atılmasını sağlayacaktır. Sadece genç değil, ama aynı zamanda yaşlı deneyimli nüfusu Türkiye için her alanda demografik bir armağana dönüştürecek sosyal politikalar hazırlanmalıdır. Türkiye’nin demografik dönüşümünün farkına varıp yakın gelecekte ihtiyaç duyacağımız bilgi birikimini ve insan kaynağını oluşturacak adımların bu çerçevede ivedilikle atılması gerekmektedir.

Bu temeller üzerine inşa edilecek sosyal politikalar, tektipleştirici, dışlayıcı, özgürlükleri ve hakları sınırlandırıcı olmamalıdır. Tersine, farklılıkların ifadesine imkân tanıyan, kapsayıcı, özgürlükçü ve katılımcı biçimde oluşturulmalıdır. Yaşlanma ve yaşlılık için geliştirilecek planlamalar, bireylere sosyal ve kültürel kaynakları kullanma, tüm toplumsal mekanlarda ve sosyal imkânlar konusunda karar verme, özgür seçim yapabilme olanağı veren, yeterli düzeyde gelir, kapsayıcı sağlık ve bakım hizmetleri sunan ve bireylerin toplumsal yaşamın gereklerini yerine getirmelerini engellemeyen politikalardan oluşmalıdır. İnsan haklarının anaakımlaştırılmasının anlamı tam olarak budur: Türkiye’nin yaşlanma politikalarının temelinde yatan fikir, toplumun her kesiminde, her sınıfında, kabul edilemez eşitsizliklerin hakkından gelmek ve her türlü ayrımcılığa karşı mücadele etmek olmalıdır. İnsan haklarına dayalı bu müdahil yaklaşım, günümüzde Türkiye’de ihtiyaçtır; ahlaki olduğu kadar bilimsel açıdan da elzemdir.


Yararlanılan kaynaklar:

Arun, Ö. (2013) “International Spotlight: Developing a Gerontological Social Policy Agenda for Turkey”, The Gerontologist, 53(6): 891-897. 

Arun, Ö. (2018) Yaşlanmayı Aşmak, Ankara: Phoenix Yayınevi.

Yaşlılığın ne zaman başladığı, kime yaşlı denildiğiyle ilgili uzun tartışmalar olsa da, yaşlılığın en kabul gören tanımı kronolojik yaşa bakılarak yapılmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre 65 yaşın üzerindekiler yaşlıdır. Bir ülkede yaşlı nüfusun toplam nüfus içindeki oranının %10’u geçmesiyle birlikte de toplumsal yaşlanma sürecinin ilk işaretleri çoktan verilmiş demektir. Böylece yaşlı nüfusun oranı %7 ile %10 arasında olan toplumlara yaşlı toplum ve %10’u geçmiş olanlara ise çok yaşlı toplum denilmektedir.

Elimizdeki resmi verilere göre, Türkiye’de yaşlıların oranı %10’a yaklaşmıştır. Bu oran, günümüzde yaklaşık 8 milyon yaşlı insana karşılık gelmektedir. Son 50 yıldaki Türkiye nüfusundaki değişimi incelediğimizde, toplam nüfusun 3 kat artışına nazaran yaşlı nüfusun neredeyse 10 kat artış göstermesi oldukça çarpıcıdır. Bir toplumda yaşlı nüfusun oranının iki katına çıkması için geçen süre, yaşlanma hızının belirlenmesi için oldukça önemli bir göstergedir. 

Bu bağlamda, her toplumun yaşlanma hızı değişkenlik göstermektedir. Örneğin, Fransa’nın 115 yılda ya da İsviçre’nin 85 yılda geçirdiği yaşlanma sürecini, Azerbaycan 41, Çin 27, Brezilya 21 yılda geçirecektir. Türkiye ise bu süreci 10 yıl içinde tamamlayacaktır. Halihazırda Türkiye, hızla yaşlanma sürecinin, bu demografik dönüşümün tam da ortasındadır. 

Bugün Türkiye, dünyanın en hızlı yaşlanan ülkelerinden birisidir. O kadar hızla yaşlanmaktadır ki, yaşlının yaşlısının da sayısı artmaktadır. Bu tam olarak ne anlama gelmektedir? Günümüzde Türkiye’de 80 yaş üzerindekilerin sayısı yaklaşık 1 milyon kişi iken, 2050 yılında 80 yaş üzeri nüfus bugünkünden 4 kat daha fazla olacaktır. 2100 yılında ise bu sayı tam olarak 10 kat artış gösterecektir. Türkiye’de önümüzdeki 100 yıl içinde doğan çocukların, en az 4 büyükbabası ve 4 büyükannesi olacaktır. Nasıl bir dönüşümün bizleri beklediği belki böylece daha net anlaşılır olabilir.

Türkiye nasıl yaşlanıyor?

Yaşlanma sürecinde bir toplumda iki temel etki gözlenir: Bir yanda doğurganlık düşer, bir yanda ölüm oranları hızla azalır. Bu iki olgunun gerçekleşmesi aynı zamanda bir başka açıdan önemlidir: Modern refah toplumlarının temel karakteristiği her yaş grubunda ölüm oranlarının düşmesi ve doğurganlığın gittikçe azalmasıdır. Doğurganlıkta hızlı bir düşüşün gerçekleştiği ülkeler, aynı zamanda hızla yaşlanan ülkelerdir. Elimizdeki resmi verilere göre, Türkiye’de 1960’lı yıllarda ortalama doğum sayısı 6-7 iken, bu rakam günümüzde 2 civarındadır. 

Ölüm oranları da nüfusun yaşlanmasında kilit role sahip bir başka göstergedir. Sadece ileri yaşlarda değil, tüm yaş gruplarında ölüm oranı azalmakta ve yaşam süresi uzamaktadır. Bugün Türkiye’de kadınların ömrü 78 yıl, erkeklerin ömrü ise 74 yıldır. Türkiye’ye kıyasla, Avrupa’da erkekler 5 yıl, kadınlar ise 7 yıl daha fazla yaşamaktadırlar. Ancak, 2050 yılına gelindiğinde Türkiye’de doğanlar, bir Avrupalıdan daha uzun yaşayacaktır.

Cumhuriyetin 100. yılında Türkiye’yi neler bekliyor?

Yaşlanma süreci, bilhassa kadın ve erkek açısından ayrı ayrı izlenmelidir. Zira kadınların daha uzun ömürlü olması demek, ileri yaşlarda kadınların yalnızlaşmaları anlamına da gelmektedir. Türkiye’de de rakamlar, yaş ilerledikçe kadınların sayısının çarpıcı biçimde arttığını göstermektedir. Fiziksel ve zihinsel sağlığın korunmasında, sosyal bakım ve destek ihtiyaçlarının karşılanmasında bu bulgu dikkatlice değerlendirilmelidir. 

Cumhuriyetin 100. yılında Türkiye’yi bekleyen bir diğer risk, içgöç sonucunda ortaya çıkacaktır. Kırda yaşayanlar, sosyal bakım hizmetlerine ulaşamamaktadırlar. Günümüzde kentlerde, sınırlı düzeyde dahi olsa sunulan bakım hizmetleri, kırda tamamen ailelerin omzuna yüklenmiştir. Zira, kırda yaşayanların sosyal ilişkilerinin daha güçlü olduğu düşünülmektedir. Bu nedenle kırsal alanlarda yaşayanların daha mutlu ve topluma daha fazla entegre oldukları varsayılır. Ne var ki göçle birlikte kırda yaşayan geniş aileler hızla dağılmaktadır. Gençler kırsal alanı terk ettikten sonra aile bağları zayıflamakta ve geride kalan yaşlı nüfusun bakıma muhtaçlığı ciddi düzeyde risk oluşturmaktadır. 

Bu bakımdan, yaşlı nüfusun yoksullukla olan ilişkisi oldukça çarpıcıdır. Araştırmalarımız Türkiye’de, bilhassa iki yaş kategorisinde yoksulluk oranlarının zirveye ulaştığını göstermektedir. Bunlardan birisi 15 yaş altındaki çocuklardır. Türkiye’de her dört çocuktan birisi yoksuldur. Diğer risk altındaki grup ise yaşlılardır. Türkiye’de yaşlıların yaklaşık %15’i yoksuldur. Rakamlar, çocuklar ve yaşlıların Türkiye’de en yoksul kesimi oluşturduğunu ortaya koymaktadır ve başka hiçbir yaş grubunda bu denli yüksek düzeyde yoksulluk riskiyle karşılaşılmamaktadır.

Güncel verilere göre, Türkiye’de her 10 yaşlıdan üçü okuryazar değildir. Verilere toplumsal cinsiyet perspektifinden bakıldığında, yaşlı kadınların yarısının okuma yazması olmadığı dikkat çekmektedir. Başka bir deyişle, Türkiye’de her iki yaşlı kadından biri okuryazar değildir. Yaşlı erkeklerde ise okuryazarlık oranının daha yüksek olduğu görülmektedir. Öte yandan, araştırmalarımıza göre, Türkiye’de yoksul yaşlıların ise yaklaşık üçte ikisi okuryazar değildir. Yaşlı ve yoksul olmanın dezavantajlarının yanında, eğitimden yoksun olmak, yaşamdaki riskleri çoğaltmaktadır. Günümüzde Türkiye’de yoksul yaşlıların sadece üçte birinin zorunlu sağlık güvencesi bulunmaktadır. Toplumsal cinsiyet rollerinin bu noktada oldukça kritik bir işlevi vardır. Zira yoksul yaşlıların yarısından fazlası (%55,5) kadınlardan oluşmaktadır, her üç yoksul yaşlıdan birisi duldur ve genellikle (%84,9) kırsal alanlarda yaşamaktadırlar. Bir diğer çarpıcı bulgu ise engelliliğin yoksul yaşlılar arasında hayli yaygın olmasıdır. 

Araştırmalarımız yoksul yaşlılar arasındaki engellilik oranının %30’lar düzeyinde olduğunu ortaya koymaktadır. Yani her dört yoksul yaşlıdan birisi engellidir. Bu oran Türkiye genelindeki engellilik oranı olarak hesaplanan %3’ün bir hayli üzerindedir. 

Küresel düzeyde olduğu üzere, Türkiye’de de kadınlar erkeklerden daha uzun yaşarlar. Ne var ki, uzun yaşam her zaman olumlu olmayabilir. Resmi verilere göre, Türkiye’de yaşlı erkeklerin yaklaşık %10’u duldur. Yaşlı kadınların ise neredeyse yarısı duldur. Uzun yaşayan kadınlar sadece hayat arkadaşlarını yitirmekle kalmaz, yoksul düşerler. Türkiye’de yaşlılıkta dulluk, aynı zamanda bir yoksulluk göstergesidir.

Yaşlanma Politikaları Neden Önemlidir?

Yaşlanmaya dair bu analizler, Türkiye’de eşitsiz yaşlanmanın temel yapısal sorunlardan kaynaklandığına işaret etmektedir. Yaşlanma olgusu sözkonusu olunca, toplumsal cinsiyet, medeni durum, eğitim, sosyal sınıf, sağlık, din ve etnisite gibi gündelik yaşamda sosyal adaletin sindirilmesinin gerekli olduğu temel alanlarda, Türkiye’de kapsayıcı nitelikte sosyal politikalar üretilemediği göze çarpmaktadır. Bu risklere rağmen Türkiye’nin tüm yaş gruplarını, tüm yurttaşları kapsayacak aktif yaşlanma politikaları üretememesinin nedeni nedir?

Fotoğraf: Emirkan Cörüt

Bunun temelinde, Türkiye’nin çok genç bir nüfusa sahip olduğu efsanesi yatmaktadır. Sadece uygulamadaki aktörler değil, bilim insanları ve araştırmacılar da sıkça dile getirilen bu efsaneye kuvvetle inanmaktadırlar. Bunun adı Peter Pan sendromudur. Hikayeye göre, Neverland’de yaşayan Peter Pan’ın macerası şu sözlerle başlayacaktır: birisi hariç tüm çocuklar yaşlanmaktadır. Efsanevi Peter Pan karakteri, hiç yaşlanmayacak bir çocuktur. Peter Pan, diğer çocukları da hiç yaşlanmama vaadiyle Neverland’e davet eder. Ancak Türkiye’nin çocukları her geçen gün hızlayaşlanmaktadır. Zira ne Türkiye Neverland’dir, ne yurttaşları Peter Pan. Türkiye’nin genç bir nüfusu olduğunu düşünüp bunun hep böyle kalacağına inananlar, yaşlanma olgusunu uzak gelecekteki bir durum olarak değerlendirmektedirler. Peter Pan sendromundan mustarip olan kişi uzun yaşamak ister, ama yaşlanmak istemez, yaşlanacağına inanmaz. Oysa toplumun yaşlanması durdurulamaz ve tersine çevrilemez bir olgudur. 

Toplumsal barışın sürdürülebilir olması bakımından yaşlanma politikaları oldukça önemlidir ve mutlaka özenle oluşturulması gerekmektedir. Zira aktif yaşlanma politikalarının olmaması, sorunların sonraki kuşaklara aktarılması anlamına gelmektedir. Peter Pan sendromundan mustarip olanlarda kısa dönemli adımlarla yaşlanma sürecinde karşılaşılan sorunları çözmeye çalışma eğilimi yaygındır. Oysa Türkiye zannedildiğinden çok daha büyük bir hızla ve zenginleşemeden yaşlanmaktadır. Toplumun yaşlanması durdurulamaz ya da tersine çevrilemez. Gri devrim öylesine güçlü bir sosyoekonomik dönüşümü de beraberinde getirir ki, hükümetler çocuk yapmayı teşvik ederek bu çarpıcı dönüşümü engelleyemezler. Sadece çocuk doğurarak yaşlanmaya karşı verilecek her savaş kaybedilmeye mahkumdur. Peki neden çocuk doğurmayı teşvik etmek yaşlanmaya ilişkin bir politika üretildiği anlamına gelmez? Kısaca anlatayım.

Yaşlanma Politikaları Sadece Yaşlılarla İlgili Değildir!

Bakım, gün geçtikçe ağırlığı daha da artan bir yük olarak karşımıza çıkmaktadır. Araştırmalarımızda, aile üyelerinden, “İnsan yükü ağırdır” sözünü o kadar sık duyuyoruz ki! Tam da bu noktada bakım alanın yanında bakım verenin de çaresizliğine tanık oluyoruz. 

Geleneksel olarak aile içinde iki kuşağa bakım verilir; bunlardan birisi çocuklar ve diğeri de yaşlılardır. Geleneksel yaşam içinde her bireyin toplumsal üretim sürecinde işlevi olduğu varsayımından hareketle, devlet işin kolayına kaçar. Aileyi desteklediğinde bakım sorununun çözüleceğini varsayar. O nedenle bakımın sorumluluğu, Türkiye’de ailenin omzuna yüklenmiştir. Ancak bakımın aileyi destekleyerek verilmeye çalışılması oldukça sorunludur. Birkaç örnekle bu sorunları paylaşmaya çalışayım.

Geleneksel anlamda, anne-baba ve çocuk(lar)dan oluşan bir aileye destek sunmak amacıyla Türkiye’de bakım hizmeti verilmektedir. Ancak aile içinde bakım ihtiyacı olanlara bakım veren ana aktör kadındır. Yani erkekler göğsünü gere gere “Türkler yaşlısına bakar!” dediklerinde aslında bu, kadının hanede bakım işini üstlendiği anlamına gelmektedir. Nüfusun yarısını oluşturan kadınlar, böylece toplumsal işbölümü içinde bakımla ilgilenmek zorundadırlar. Annesine, babasına, çocuğuna, torununa, kardeşine, kuzenine, kayınpederine, kayınvalidesine, amcasına, halasına, dayısına, teyzesine, komşusuna, hasılı yakınındaki yaşlıya, gence, çocuğa bakan, kadındır. Hanede kadın ücret siz olarak yakınına bakar. Formel olarak değerlendirildiğinde ise, hizmet sektörü içinde bakım işinde ücretli olarak çalışanlar da çoğunlukla kadınlardır. İster ücretli, zorunlu ya da gönüllü olsun, Türkiye’de bakım veren aile değildir, ailenin içindeki kadındır. Kadınlardan biri ya da birkaçıdır. 

Aile içinde işlevsel olduğu varsayılarak bu görevi yerine getiren kadının toplumsal konumu ise oldukça sorunludur. Bakım, kadının toplumsal statüsünü belirleyen en önemli unsurlardan birisidir. 

Kadın istihdamının önündeki en önemli engellerden birisi bakımdır. Kadınlar Türkiye’de istihdama dahil olamamaktadır. Avrupa’da kadın istihdamının en düşük olduğu ülke Türkiye’dir. 

Şiddet her nasıl olursa olsun, aile içinde kadına yönelir. Günümüzde kadına yönelik şiddet haberlerinin altını biraz eşeleyin, bakım meselesi vakanın tam ortasına çakılmış altın başlı bir çivi gibi kendisini gösterir.

“Toplumumuz yaşlanıyor” endişesinden hareketle, bir yanda kadına çocuk yapmayı önereceksiniz, çocuk sayısını artırmak için teşvik edeceksiniz, öte yandan Avrupa Birliği’nde kadın istihdamının en düşük ülke olması nedeniyle Türkiye’de doğum iznini kısaltarak kadını istihdama yönlendirmek isteyeceksiniz. Bebeğini henüz üç aylıkken bakıcıya, yani yine bir kadına bırakarak işe giden kadından ikinci ve üçüncü çocuğu doğurması ve bakması için söz isteyeceksiniz ama işyerinde kreş isteyen kadını işten çıkaracaksınız. Yaşlanma ve yaşlılık alanında aktif sosyal politikaların olmayışı, Türkiye’de kadına yönelik her türlü şiddetin de mühim nedenlerinden birisidir. Lütfen yaşlanma politikası denildiğinde “Türkiye genç bir ülke” efsanesine sığınmayınız. Yaşlanma politikaları sadece yaşlılarla ilgili değildir! 

Türkiye’nin Gerontolojik Ajandası Ne Olmalıdır?

Bu süreci göz önünde bulundurarak, Türkiye hızla yaşlanma politikaları üretmelidir. Ancak, yaşlanma politikaları, yaşlılığı sadece ve basitçe demografik ya da ekonomik bir sorun olarak tanımlamaktan uzak durmalı, sadece çocuk yapmayı özendirmek ya da sadece emeklilik yaşını uzatmak bir çözüm olarak sunulmamalıdır. Zira bu durumda, yaşlılığı bir sorun olarak görüp politika üreten çözüm sürecinin bizatihi kendisi bir sorun haline gelecektir. Oysa yaşlılığı, yaşlananlar ve toplumun diğer kesimleri için bir imkan haline dönüştürmenin yolları aranmalıdır. Peki ama nasıl?

Tüm bu tartışmalardan hareketle, Türkiye’nin gerontolojik ajandası ne olmalıdır? Türkiye’deki siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik yaşamın hızla değişen dinamikleri düşünüldüğünde; gelecek 10 yıl, 50 yıl ve 100 yıllık zaman zarfında Türkiye’nin yaşlanma politikaları neleri içermelidir? Ne yapılmalı ve nasıl yapılmalıdır?

1. Pratiğe dönüşmeyen salt teorik yaklaşım da teoriden yoksun müdahaleler de eksik kalacaktır. Öyleyse, ilk olarak kontrollü ama müdahil bir praxis gereklidir.

2. İyi bir başlangıç noktası olarak, toplumdaki en kırılgan kesimler tanımlanmalıdır. Ulusal düzeydeki geçerli ve güvenilir araştırmalarla bakıma ve sosyal desteğe ihtiyaç duyan kesimlerin tespiti yapılmalıdır. Böylesi bir çalışma, bakım hizmetlerinin temel özelliklerinin nelerden müteşekkil olacağını belirlememizi kolaylaştırmakla kalmaz, kimin, ne düzeyde hizmet alacağını ve hizmeti kimin verebileceğinin de tespit edilmesini kolaylaştırır. Bakımı, muhtaç olan ile muhtaç olana el uzatan arasında asimetrik bir iktidar ilişkisi olmaktan çıkarmak için, bakımın bir insan hakkı olduğunu kavramak ve bakım sürecinde insan haklarını anaakımlaştırmak elzemdir.

3. Türkiye’nin yaşlılık ajandasında olmazsa olmaz temel prensiplerden birisi toplumsal cinsiyet perspektifidir. Türkiye’deki imkanlara ve maddi kaynaklara ulaşmada, kadın ve erkek arasında çarpıcı eşitsizlikler vardır. Cinsiyete dayalı eşitsizliklerin önemli bir nedeni aktif yaşlanma politikalarının olmayışıdır. Genç yaşlarda yurttaşlar arasındaki yaygın eşitsizlikler ve hakların kullanımındaki derin uçurum, yaşlılıkta ortaya çıkacak dezavantajların ve düşkünlüğün habercisidir. Kadınlar, ileri yaşlarda sosyal güvenceden yoksun bir yaşam sürmekte ve erkeklere nazaran daha fazla bakıma ihtiyaç duymaktadırlar. Dolayısıyla Türkiye’de yaşlılığını tek başına geçiren kadınların yaşamları ya aile bireylerinden birine bağlı kalarak yahut bakım hizmeti aldıkları kurumun kontrolünde sürüp gitmektedir. Bu mevcut eşitsizlikler düşünüldüğünde, Türkiye’nin aktif yaşlanma politikaları üretebilmesi için toplumsal cinsiyetin de anaakımlaştırılması gereği ortaya çıkmaktadır.

4. Türkiye’de yaşlılık üzerine yapılan çalışmalar, özellikle 1990 sonrasında yoğunlaşmakta ve araştırmacılar kendi alanları dahilinde önemli ve geçerli bulguları ortaya koymaktadır. Fakat, Türkiye’de bütüncül bir yaklaşımı sun(a)mayan yaşlanma politikalarının ve halihazırda yaşlılıkla ilgili hizmet veren kurumların yetersiz olduğu kamuoyunun dikkatini çekmektedir. Kalkınma planlarında bakım hizmetlerinin ne kadara mal olacağını hesaplamak, sigorta kapsamında bulunan yaşlı sayısını ortaya koymak, yaşlı ve emekli aylıklarının düşük olduğunu dile getirmek ya da her şehre birkaç huzurevi daha inşa etmek, yaşlanmayla ilgili öngörü yapıldığını veya politika geliştirildiğini göstermez. Sosyal politikalar, yaşlıların kendi evlerinde, kendi yaşam düzenlemelerini dikkate alarak gündelik hayatlarındaki seçimlerini özgürleştirecek biçimde organize edilmelidir. Yaşlılığın, yaşam boyu süren bir maceranın sonucu olduğu gerçeğinin farkında olunmalıdır. Toplumun yaşlanmasına ilişkin yapılacak planlamalar; ekonomik ve sosyal ilişkilerin, yeme, içme, barınma gibi temel ihtiyaçların ve sağlık, ulaşım, güvenlik, adalet, eğitim gibi temel hizmetlerin tasarımının yeniden düşünülmesi ve değişmesi anlamına gelmektedir. 

Yaşlanmayı insanlara bir armağan olarak sunmanın yolu, kapsayıcı, özgürlükçü ve katılımcı bir yaklaşımın benimsenmesinden geçmektedir. Yaşlanma politikaları, insanlara, sosyal, kültürel ve eğitsel kaynakları kullanma olanağı, yeterli düzeyde gelir, kapsayıcı sağlık ve bakım hizmetleri, tüm toplumsal mekanlarda ve sosyal imkanlarda karar verme, özgür seçim yapabilme olanağı sunmalıdır. 

Bugün Türkiye’de siyaset, akademi ve sivil toplum bir kavşak noktasındadır. Türkiye’nin, zenginleşemeden yaşlandığı için kısa zamanda karşılaşacağı mühim sorunlardan birisi olarak yaşlanma olgusuna ilişkin verilecek yanıtlar pek çok zorluk içermektedir. Zorlukları aşabilmek için yukarıda sayılan vazifeleri de yerine getirebilecek düzeyde güçlü ve bağımsız bir yapılanmaya ihtiyaç vardır. Bu bağlamda, Türkiye Yaşlanma Enstitüsü kurulmalıdır. Türkiye Yaşlanma Enstitüsü etkin bir sorumluluk alarak, ilgili tüm taraflarla; yaşlanan nüfusun, gelirini, sağlığını, sosyal bakımını sürdürülebilir bir dengede, kuşaklararası teması koparmadan yeniden tesis etmenin yollarını aramalıdır.

Fotoğraf: Emirkan Cörüt

Sosyal Politikaların Temel Prensibi Ne Olmalıdır?

Yaşlılığı, toplumdaki tüm yurttaşlar için bir imkân haline dönüştürmenin yolları doğru sorulara verilecek geçerli ve güvenilir yanıtlarla aranmalıdır. Ancak refleksif bir anlayışla gerçekleştirilen bilimsel çalışmalar, yaşlılığı ve yaşlanma sürecini bir imkan olarak tasavvur eden bir yaklaşımın temellerinin atılmasını sağlayacaktır. Sadece genç değil, ama aynı zamanda yaşlı deneyimli nüfusu Türkiye için her alanda demografik bir armağana dönüştürecek sosyal politikalar hazırlanmalıdır. Türkiye’nin demografik dönüşümünün farkına varıp yakın gelecekte ihtiyaç duyacağımız bilgi birikimini ve insan kaynağını oluşturacak adımların bu çerçevede ivedilikle atılması gerekmektedir.

Bu temeller üzerine inşa edilecek sosyal politikalar, tektipleştirici, dışlayıcı, özgürlükleri ve hakları sınırlandırıcı olmamalıdır. Tersine, farklılıkların ifadesine imkân tanıyan, kapsayıcı, özgürlükçü ve katılımcı biçimde oluşturulmalıdır. Yaşlanma ve yaşlılık için geliştirilecek planlamalar, bireylere sosyal ve kültürel kaynakları kullanma, tüm toplumsal mekanlarda ve sosyal imkânlar konusunda karar verme, özgür seçim yapabilme olanağı veren, yeterli düzeyde gelir, kapsayıcı sağlık ve bakım hizmetleri sunan ve bireylerin toplumsal yaşamın gereklerini yerine getirmelerini engellemeyen politikalardan oluşmalıdır. İnsan haklarının anaakımlaştırılmasının anlamı tam olarak budur: Türkiye’nin yaşlanma politikalarının temelinde yatan fikir, toplumun her kesiminde, her sınıfında, kabul edilemez eşitsizliklerin hakkından gelmek ve her türlü ayrımcılığa karşı mücadele etmek olmalıdır. İnsan haklarına dayalı bu müdahil yaklaşım, günümüzde Türkiye’de ihtiyaçtır; ahlaki olduğu kadar bilimsel açıdan da elzemdir.


Yararlanılan kaynaklar:

Arun, Ö. (2013) “International Spotlight: Developing a Gerontological Social Policy Agenda for Turkey”, The Gerontologist, 53(6): 891-897. 

Arun, Ö. (2018) Yaşlanmayı Aşmak, Ankara: Phoenix Yayınevi.

DÖN