En her şeyin bir arada olmadığı dönem yaşlılık… Vazgeçmek istemeden, kayıplar olmasın diyerek. Değişim hayatın her evresinde var da, yaşlanırken sağlık, hareketlilik, etraftaki insanlar eksiliyor; şehrin değişimi zaten kontrol dışı, bari insanın yaşadığı yer, eşyaları, onlar eksilmese, değişmese.

Yaşlıların yaşadıkları değişim içinde en büyük direnç gösterdikleri konulardan biri yaşam alanları. Yaşama ve yaşlanma, genelde kendine bir alan oluşturma ve ona alışma, onun içinde rahat etme süreci. Yaşam alanı deyince bunu sadece ev gibi algılamamak gerekiyor. Yalnızca yaşanan ev, bina, mahalle değil, yazın gidilen memleketteki ev, yazlık, yayla evi, kamp yerleri, her sene bayramda aile ile buluşulan yer, yatılı misafirliğe gidilen akraba evleri, arada misafir olunan çocuklarının evleri, hep alışveriş yapılan bakkal, market, fırın, kasap hepsi bu kişisel alanın uzantısı. Bütün bunlar aynı zamanda aşinalık, rahatlık, güvende hissetme halini oluşturan konfor alanları. Bu yerlerle özdeşleştirdiğimiz insanlar ve sosyalleşme de mekana dahil. Sonuna kadar devam etmesini istediğimiz bir ilişkimiz var alıştığımız mekanlarla. 

Bir de demanslı yaşlıların o hep gitmek istedikleri ev var. Günbatımı sendromu diye bir sendrom vardır: Akşamüstü hava kararırken yaşanan zihinsel karmaşa. İşte bu karmaşada evine gitmek isteyen yetişkinler var. Hemen bazılarınız diyecek ki bakın yaşlıların yer değiştirmesi doğru değil, yaşlandı diye evini küçültmeyecekti, kızına yakın diye farklı bir yere taşınmayacaktı, merdivenli evini asansörlü diye tanımadığı muhitteki evle değiştirmeyecekti. Ama konu bu değil. Üstelik 40 senedir aynı evde oturanlar arasında bile bu “evime gideceğim” tutturmaları olabiliyor. Genelde gidilmek istenen ev, çocukluk evi. Anneler isteniyor, anne evinin güvende olma duygusu özleniyor. Hani rüyalarımızda gittiğimiz çocukluk evlerimiz vardır ya, o işte. Demek ki yaratılan çağdaş konfor alanlarının tamamlayamadığı bir başka rahatlığın, bir başka güvende olma, evinde olma duygusunun peşindeyiz mekanla ilişkimizde. 

Günbatımı sendromu diye bir sendrom vardır: Akşamüstü hava kararırken yaşanan zihinsel karmaşa. İşte bu karmaşada evine gitmek isteyen yetişkinler var. Genelde gidilmek istenen ev, çocukluk evi. Anneler isteniyor, anne evinin güvende olma duygusu özleniyor. Hani rüyalarımızda gittiğimiz çocukluk evlerimiz vardır ya, o işte.

Yaşlılarla çalışmaya nispeten yeni başladığımda, daha doğrusu yaşlı hastalarımı evlerinde ziyaret etmeye başladığımda, utanarak söylüyorum, içten içe kızdığım, kınadığım bir husus vardı. Aileler yaşlıların evlerine ve yaşamlarına sanki yeterince sahip çıkmıyordu. Yaşlı evlerinin genelde yıpranmış, kalabalık, eski bir görüntüsü, bazen bir kokusu olurdu. Ya üşünüyor diye yeterince havalandırılmamaktan, ya gelen giden az diye yeterli sıklıkta temizlik yapılmamasından, ama en çok eşyalarla vedalaşamamaktan, vazgeçmemekten, biriktirmekten. Kıyafetlerde, yaşlı deyince bazılarımızın gözünde canlandırdığı o yelekli / hırkalı, yemek lekeli, yıpranmış pantolonlu, eski terlikli görüntü var ya (hep evde otursak ve sosyalleşmesek hepimizi esir alacak olan görüntü), işte o görüntüyü evlere yansıtın. “Çocukları hiç görmüyor mu bu yıpranmışlığı” derdim. Diğer yanda eski evinden kızının yepyeni sitesine taşınmış, yeni evin steril görüntüsünü otel zanneden, yeni mimarinin Fransız balkonlarını yadırgayıp onları yabancıların kolayca gireceği kapılar gibi algılayan, yenilenen eşyalar arasında kendine ait bir şey göremediği için sadece karşısında aile fotoğraflarını ve yadigâr masasını gördüğü köşeden kalkmadan oturan yaşlılar da gördüm.      

Ah bir de içinde kadın olan evler, her yaştan kadının özenip, aklayıp, paklayıp, çayı kahveyi muhabbet vesilesi yaptığı evler vardı. İçinde hasta da olsa, huzurun eksik olmadığı evler… Ocağın yandığı, bacanın tüttüğü evler, içinde olmasa da penceresinde bir kedinin, kumrunun olduğu evler… Yemeğin kuru kuru yenmediği, yemeklerle sevginin, şefkatin, şifanın da servis edildiği evler… Cinsiyetçi bir yaklaşımla söylemiyorum, tanıklığımı aktarıyorum; rollerin daha dengeli dağıldığı bir kuşağın yaşlılığında cinsiyetten bağımsız olarak “evi ısıtan, yaşanası yapanlar” diyebileceğimizi umuyorum. 

Yeni mekan değişikliğine direnç göstermek aslında yeni şeyler öğrenmeye, yeni insana karşı direnç göstermek, “tam alışmışken… Giderayak değer mi değişimin yükünü üstümüze almaya” demek sessizce. 

Büyük yerleşimlerin denizin ya da akan suyun etrafında kurulması gibi, yaşlılar da dağ başında kendi kendilerine olmak istemiyorlar. Mümkünse hayatın içinde, değilse yamacında, katılmasa da izleyerek var olmak istiyorlar. Evden çıkamayan yaşlının ideal yeri pencerenin önüdür; koltuk yan durur, eve de dışarıya da hâkim pencerede yaşayan bir görüntü yoksa, televizyon pencere olur yaşlıya. Televizyon üzerinden yaşama tanıklık da bedelleriyle geliyor tabii; ne izlersen o oluyor yaşantın, duyguların. Bazen kavgalı, çekişmeli, fesat TV programcılığı, bazen aileden biri gibi algıladığın TV sunucuları, yarışma programları, aile dizileri… Evde her akşam bir tiyatro. Dünyanın en güzel yerlerini odana getiren televizyon, en büyük acılarının tanıklığını da insanın kucağına bırakıveriyor. Duygu sömürüsü, mesaj karmaşası, reklam, umut tacirliği, korku tacirliği, umutsuzluk, hayal dünyası hepsi mekanın içinde. 

İstanbul Boğazı’nda bir yalının kocaman salonunu düşünün. Salonun bir ucu Boğaz’ın en güzel manzarasına bakıyor, diğer ucu küçük bir oyun bahçesi olan otoparka. Tahmin edin, ev sahibinin oturduğu koltuk hangi pencerenin önünde? Güzel balkonundan ve penceresinden hep sokağı seyrederek yaşadığı ikinci kattaki evinden kentsel dönüşüm nedeniyle aynı sokakta yedinci katta deniz gören bir eve taşınan bir dost, “Sormayın, hapiste gibiyim” diyor. Sokağı izlemek, yaşamı izlemek, yakın olmak, dokunmak, seslenme mesafesinde olmak kolay vazgeçilecek bir alışkanlık olmasa gerek. 

Hastalık biraz uzarsa ne yapıyoruz? Hasta yataklarını salonlara, oturma odalarına kuruyoruz; hastamız hayatın dışında yalnız kalmasın, moral bulsun, günlük hayatı yattığı yerden yaşasın, iyileşme isteği artsın diye. Yaşama tanıklık, yaşama sevinci ve devam etme gücü veriyor. Bunları yazarken yaşsız yazıyorum; yani sadece yaşlılar değil, herkes için söylüyorum. 

Yaşlılıkta mekan değişimi sağlıkta bozulma, ekonomik koşullarda kötüleşme, eş kaybına bağlı yalnızlaşma gibi kişiye özgü nedenlerle olabileceği gibi, mekanın artık yaşlının fiziksel değişimine uygun olmamasından kentin değişimine, eskiden çocukların oynadığı mahallelerin iş merkezlerine dönüşmesinden deprem korkusuna kadar birçok dış faktöre de bağlı olabiliyor. 

Fotoğraf: Emirkan Cörüt

Yaşlanınca yaşam koşullarının değişeceği kabulüyle yaşlanmaya hazırlanma ve “yaşlanınca nasıl bir mekanda yaşarım?” sorusuna kafa yorma toplumumuzda çok ender rastlanan bir durum. Çekirdek ailede bile, eğer kişinin çocukları varsa (bazen dillendirilmeden) en çok onların desteğine güvenerek, ama daha da fazlası yaşlılıkta bir şeylerin değişmesi gerekeceğini inkar ederek, bu kabulü erteleyerek hayatı akışına bırakıyor yaşlılar. Merdivenle çıkılan bir dairede oturan, dik bir yokuşun tepesinde yaşayan yaşlılar bunun sürdürülebilir olmayabileceğini konuşmak, düşünmek bile istemiyor genellikle. Belki de haklılar, gözlerimiz bozulmadan okuma gözlüğü seçmiyoruz ki hiçbirimiz. 

Beynin ön korteksinin sağlıklı işlemesi bizim zihinsel esnekliğimizi sağlıyor; değişen duruma, koşullara, zamana göre hareketlerimizi, seçimlerimizi şekillendiriyor. Karakterimizi belirleyen birçok özelliğimiz aslında ön beynimizin nasıl olgunlaştığı, nasıl çalıştığı, bir başka ifade ile dış dünyamızla nasıl ilişki kurduğumuzla ilgili. Değişen duruma adapte olma becerisi yüksek olanlar, koşulları ve değişkenleri iyi değerlendirip kendileri ile ilgili farkındalıkları yüksek olan, değişen koşullar da sürdürülebilir tercihler yapanlardır. Tercihlerinin sorumluluğunu üstlenen ve sonuçlarıyla yaşamlarını bir dengeye kavuşturabilenlerdir. Yaşlılık dönemi çok fazla değişimin olabildiği bir yaşam dönemi. Sağlık sorunları bunların en öngörülemez olanları, ama hiç de sürpriz değiller. Sağlık sorunlarından bağımsız da görülebilen sosyal yoksunluklar, eşin dostun yaşam koşullarındaki değişimden etkilenmeler, finansal koşulların değişmesi sebebiyle yaşam standardı farklılaşmaları, değişime uyum sağlamanın psikolojik güçlüğü, destek ihtiyacının artmasının getirdiği edilgenlik ve bunu inkar etme, içten veya aleni çatışmalar… Hepsi ön beyinde ek yük oluşturan durumlar. Hele beyin yaşlanması da bu duruma eşlik ediyorsa, esnek olabilme kapasitemize en gereksinim duyduğumuz yaşam döneminde en eğilip bükülmez, değişiklik istemez kişilere dönüşebiliyoruz. 

Oysa yaşlılıkta mekanla ilişki dinamik olmalı ama statik hale geliyor. Gereksinimler ise değişken. Hiçbir bağımlılık yokken, fiziksel ve bilişsel olarak kendi olma hali devam ederken, kestirilemeyen zamanlarda, birden olabilen, kişiyi değilse bile, belki eşini etkileyen değişimler nedeniyle mekanla ilişki değişebiliyor. Bazen kişinin, bazen eşinin sağlık sorunları nedeniyle bakım ihtiyacı oluşuyor. Yerinde yaşlanma tercihinin bir uzantısı da yerinde bakım tercihi. Bu demektir ki gelecekte evde bakım daha da öne çıkacak. O zaman mekan-yaşlı yakını ilişkisine bir de mekan-yaşlıya bakan aile üyesi/bakıcı ilişkisi eklenecek. Biraz üst üste hayatlar, mahremiyetin azaldığı hayatlar… Artık kamera ile izlenen evler var, tıpkı kamera ile izlenen şehirler gibi. Giderek artan sayıda yabancı yardımcılar var, ki artık yabancı sayılmazlar, şehre de alıştılar, birbirimize de alıştık. Bu yeni göç tipinde sadece şehrimize değil, evlerimize, en mahremimize dahil olan yol arkadaşlarımız var. Onlarla mekanı nasıl paylaştığımız da giderek önem kazanıyor. İhtiyaç duyduklarımızla birlikte sığabiliyor muyuz evlerimize, şehirlerimize?

Bugünün metropollerinde mekan insandan kıymetli, şehrin neresinde kaç metrekarelik evde yaşayabileceğimizi üretim ve alım gücümüz belirliyor. Yerinde yaşlanmayı zora sokan, yoksullaşanı şehrin dışına, uzağına iten bir şehirleşme modelini yaşıyoruz. Yerinde yaşlanmayı odağa koyan yeni yaşlı yaşam modelleri geliştirme çabamızı büyük şehirlerde emlak fiyatlarının kontrolden çıkması zora sokuyor. Buna çözüm bulmamız gerek. 

Yaşlılık illaki eve kapanma değil. Erkekler yaşlansalar da, dışarıdaki hayatın bir parçası olma alışkanlıklarını sürdürmek istiyorlar. Kendi işi, aile işi olan veya esnaf olan yaşlılar işe gitmeye devam ediyorlar. Belki bir kahve içmeye, belki dostlarını görmeye, belki kasada durmaya, bazen buruklukla olsa da eski iktidar alanlarını yaşamlarında tutmaya olabildiğince devam ediyorlar. Evde oturmamak için kahveye, kulübe, derneğe, balık tutmaya, parka, çarşıya, camiye gitmek de erkeklerin günlük yaşamının bir parçası. Kadınlar ise daha çok evde, ev civarında, konuda komşuda, akrabada, çocukların evinde, bazen hastane polikliniğinde. Misafir ağırlamak için evde hazırlık yapmak zor geldiğinden evlerdeki günlerin yerini pastane, kafe buluşmaları almaya başladı. Belediyelerin yaşam merkezlerinden yararlanma da giderek artıyor. Ahşap boyama, dikiş, örgü, müzik, tarih kursları veya Kur’an dersleri, vaktini anlamlı kılma, öğrenme isteği olan kişiler arasında giderek yaygınlaşıyor. 

Fotoğraf: M. Cevahir Akbaş

Peki yaşlının mekanla ilişkisini değerlendirirken temel konfor ve sosyalleşmeye açık olma kapasitesi üzerinden gidiyoruz da, kişiye kendiyle kalma, huzurlu olma imkanı verip vermediğini neden sorgulamıyoruz? Cemal Kafadar’ın Cioran’dan alıntıladığı gibi, “bireyin kendi derinliğinden uzaklaşarak yalnız kalması” (Cioran alzaymır hastası imiş, kendi derinliği ile ilişkisi nasıldı acaba son yıllarında?) Evet, aile ile olabilmek çok güzel, ama üst üste hayatlar, hele de huzurevinde/bakımevinde daha çok gördüğümüz, başkalarının yapılandırdığı bir günlük rutinin içinde mekanla ilişkisi bir yerden bir yere taşınma duygusu veren hayatlar yaşanıyor. Örneğin kapınızı kilitleme lüksünüzün kalmaması, en mahreminiz olan banyo ve yatak odasında bile yalnız kalamama. İçinde pencereler olan duvarlara ve dilediğimiz zaman açıp kapayabildiğimiz kapılara tüm yaşam boyunca ihtiyacımız var. Bazı demanslı yaşlılar eve, odaya istemedikleri ya da tanımadıkları biri girdiğinde gözlerini kaparlar, gözler kapatamadıkları kapının yerini alırmışçasına. 

Toplumsal olan her şey tarihseldir; kişinin mekan ile ilişkisi de tarihseldir. Kişisel tarihlerimiz bir mekana ait olma veya sahip olma çabası ile dolu. Göçebe bir toplumdan geliyoruz, yeniyi arasak da bir mekanı yurt edinme ve elde tutma mücadelesi toplumsal tarihimizin ana motifi. Bir kente ait olma, kendimize bir ev edinme, bir hayat kurma yolculuğunun sonunda o mekanı elde tutma, o mekanın bir parçası olmaya devam edebilme gayreti var. O mekanda kalamadığımızda da bir küskünlük, bir yurtsuz kalmışlık hali ortaya çıkar. Yerinde yaşlanabilme arzusu biraz da emek verdiklerimize sahip olmayı sürdürme arzusudur. 

Son söz yazacaksak: Durumu tarif etmeye çalıştık, peki buradan nereye gideceğiz? Nasıl mekanlar tek tek yaşlıları ve büyük resimde toplumun vicdanını rahat ettirebilir? Kendi yaşlılığımızda nasıl mekanlar istediğimize yeterince kafa yormuyoruz; böyle bir lüksümüz yok diye düşünüyoruz. Bir kere, yaşlanabilecek miyiz, bilmiyoruz. Belki elimiz ayağımız tutar da, her zamanki düzenimizde sonuna kadar devam ederiz umudunu taşıyoruz. Bir hazırlık olmadan, yaşlılıkta mekan denklemini doğru kurmak çok küçük bir olasılık. Kayıp düşmeyeceğimiz banyo, takılmayacağımız halı, merdiven, yükselti sorunları aşılmış mekanlar en kolay akla gelenler ama onlarda bile çok yolumuz var. İlk adım kendimizi tanımak, değerlendirmek ve durumumuzun değişebileceği fikrine açık olmak, çevremizdekilerin bizi değerlendirmelerine kulak vermek. Bizi seven ve ihtiyaçlarımızı anlayarak değişim, uyum önerilerinde bulunan yakınlarımızın, uzmanların önerilerine kulak vermek ve değerlendirmek gerekiyor. Kişisel hazırlığımız toplumsal hazırlıktan daha kolay değil. Reşit Canbeyli’nin dediği gibi, değişimi kabullenmeyi ve harekete geçmeyi zorlaştıran zihinsel frenlerimiz var. 

Toplum olarak her yaş için uygun mekanlara hazırlanmanın ilk aşaması da aslında hep düşündüğümüz yaşlı şehirleri, evleri kurmak değil. Yerinde yaşlanmayı savunuyorsak, yaşlıların yaşamın içinde, şehrin içinde, yaşlı kapsayıcı mekanlarda yaşamasını istiyorsak, onlara hep kulak vermek, daha doğrusu hep onların hayatında olmak, onları hayatımızda tutmak gerek. 

Herkesin hakkıyla yaşlanmasının mekansal karşılığı için tahayyülümde olan bir modelin anahtar sözcükleriyle bitirmek istiyorum: Yerinde, hep yaşanmış mahallelerde, desteğe izin veren yaşlı uyumlu daireler, güvenlik önlemleri, gereğinde ilaçları kontrollü bir düzende verecek destek personeli, yaşlıların elektrik, su, telefon, internet, ısınma faturalarını düşünmeyecekleri bir düzen. Basit ilaç yazdırmanın, tahlillerin bütün bir günü hastanelerde/poliklinikte geçirmeyi gerektirmeyeceği destek sistemleri. Kuşaklararası etkileşimi sürdürmek için farklı kuşaklardan insanların aynı mekanda yaşaması (bunlar kurumda çalışabilir ve lojmandan yararlanabilir, üniversite öğrencilerine çalıştıkları saatler karşılığı ücretsiz oda ve çalışma mekanı verilebilir), ortak kullanım ve hobi alanları. Mahalle ile etkileşim için mahallenin misafirliğine açık ortak alanlar, ortak eğitimler, birlikte sinemaya, tiyatroya gidebilmek, danışmanlıklar, aile üyeleri geldiğinde kalabilecekleri yerler. Ölçeği çok büyütmeden, depolara dönüşmemiş yerler. Mahremiyet ihtiyacını çiğnemeyen, güvenliğin sınırlarının iyi belirlendiği bir kurumsal yapı. Finansman modelinin oluşturulduğu, ileri bakıma ihtiyaç duyanlar için geçici veya kalıcı uzman sağlık personelinin olduğu bakım imkânları. Bunlar mümkün. 

Dengeyi bulacağımız mekan, kişinin kendi iradesiyle yapacağı seçimlerin, mahremiyet alanına saygının, destek gereken alanlarda dozunda desteğin, sosyal konuma, alışkanlıklara uygun sosyalleşmenin sağlanacağı, kuşaklararası etkileşimin olduğu, alışılan çevreden ve doğadan kopmadan yaşanacak bir yer ve böyle mekanlar kurgulamak mümkün. Gereksinimleri doğru tanımlayıp, modeli oluşturup kaynak yaratmak, hantal ve kurumsal yapılardan önce küçük örneklerle başlamak doğru olacak. Mümkündür. Olacak.

En her şeyin bir arada olmadığı dönem yaşlılık… Vazgeçmek istemeden, kayıplar olmasın diyerek. Değişim hayatın her evresinde var da, yaşlanırken sağlık, hareketlilik, etraftaki insanlar eksiliyor; şehrin değişimi zaten kontrol dışı, bari insanın yaşadığı yer, eşyaları, onlar eksilmese, değişmese.

Yaşlıların yaşadıkları değişim içinde en büyük direnç gösterdikleri konulardan biri yaşam alanları. Yaşama ve yaşlanma, genelde kendine bir alan oluşturma ve ona alışma, onun içinde rahat etme süreci. Yaşam alanı deyince bunu sadece ev gibi algılamamak gerekiyor. Yalnızca yaşanan ev, bina, mahalle değil, yazın gidilen memleketteki ev, yazlık, yayla evi, kamp yerleri, her sene bayramda aile ile buluşulan yer, yatılı misafirliğe gidilen akraba evleri, arada misafir olunan çocuklarının evleri, hep alışveriş yapılan bakkal, market, fırın, kasap hepsi bu kişisel alanın uzantısı. Bütün bunlar aynı zamanda aşinalık, rahatlık, güvende hissetme halini oluşturan konfor alanları. Bu yerlerle özdeşleştirdiğimiz insanlar ve sosyalleşme de mekana dahil. Sonuna kadar devam etmesini istediğimiz bir ilişkimiz var alıştığımız mekanlarla. 

Bir de demanslı yaşlıların o hep gitmek istedikleri ev var. Günbatımı sendromu diye bir sendrom vardır: Akşamüstü hava kararırken yaşanan zihinsel karmaşa. İşte bu karmaşada evine gitmek isteyen yetişkinler var. Hemen bazılarınız diyecek ki bakın yaşlıların yer değiştirmesi doğru değil, yaşlandı diye evini küçültmeyecekti, kızına yakın diye farklı bir yere taşınmayacaktı, merdivenli evini asansörlü diye tanımadığı muhitteki evle değiştirmeyecekti. Ama konu bu değil. Üstelik 40 senedir aynı evde oturanlar arasında bile bu “evime gideceğim” tutturmaları olabiliyor. Genelde gidilmek istenen ev, çocukluk evi. Anneler isteniyor, anne evinin güvende olma duygusu özleniyor. Hani rüyalarımızda gittiğimiz çocukluk evlerimiz vardır ya, o işte. Demek ki yaratılan çağdaş konfor alanlarının tamamlayamadığı bir başka rahatlığın, bir başka güvende olma, evinde olma duygusunun peşindeyiz mekanla ilişkimizde. 

Günbatımı sendromu diye bir sendrom vardır: Akşamüstü hava kararırken yaşanan zihinsel karmaşa. İşte bu karmaşada evine gitmek isteyen yetişkinler var. Genelde gidilmek istenen ev, çocukluk evi. Anneler isteniyor, anne evinin güvende olma duygusu özleniyor. Hani rüyalarımızda gittiğimiz çocukluk evlerimiz vardır ya, o işte.

Yaşlılarla çalışmaya nispeten yeni başladığımda, daha doğrusu yaşlı hastalarımı evlerinde ziyaret etmeye başladığımda, utanarak söylüyorum, içten içe kızdığım, kınadığım bir husus vardı. Aileler yaşlıların evlerine ve yaşamlarına sanki yeterince sahip çıkmıyordu. Yaşlı evlerinin genelde yıpranmış, kalabalık, eski bir görüntüsü, bazen bir kokusu olurdu. Ya üşünüyor diye yeterince havalandırılmamaktan, ya gelen giden az diye yeterli sıklıkta temizlik yapılmamasından, ama en çok eşyalarla vedalaşamamaktan, vazgeçmemekten, biriktirmekten. Kıyafetlerde, yaşlı deyince bazılarımızın gözünde canlandırdığı o yelekli / hırkalı, yemek lekeli, yıpranmış pantolonlu, eski terlikli görüntü var ya (hep evde otursak ve sosyalleşmesek hepimizi esir alacak olan görüntü), işte o görüntüyü evlere yansıtın. “Çocukları hiç görmüyor mu bu yıpranmışlığı” derdim. Diğer yanda eski evinden kızının yepyeni sitesine taşınmış, yeni evin steril görüntüsünü otel zanneden, yeni mimarinin Fransız balkonlarını yadırgayıp onları yabancıların kolayca gireceği kapılar gibi algılayan, yenilenen eşyalar arasında kendine ait bir şey göremediği için sadece karşısında aile fotoğraflarını ve yadigâr masasını gördüğü köşeden kalkmadan oturan yaşlılar da gördüm.      

Ah bir de içinde kadın olan evler, her yaştan kadının özenip, aklayıp, paklayıp, çayı kahveyi muhabbet vesilesi yaptığı evler vardı. İçinde hasta da olsa, huzurun eksik olmadığı evler… Ocağın yandığı, bacanın tüttüğü evler, içinde olmasa da penceresinde bir kedinin, kumrunun olduğu evler… Yemeğin kuru kuru yenmediği, yemeklerle sevginin, şefkatin, şifanın da servis edildiği evler… Cinsiyetçi bir yaklaşımla söylemiyorum, tanıklığımı aktarıyorum; rollerin daha dengeli dağıldığı bir kuşağın yaşlılığında cinsiyetten bağımsız olarak “evi ısıtan, yaşanası yapanlar” diyebileceğimizi umuyorum. 

Yeni mekan değişikliğine direnç göstermek aslında yeni şeyler öğrenmeye, yeni insana karşı direnç göstermek, “tam alışmışken… Giderayak değer mi değişimin yükünü üstümüze almaya” demek sessizce. 

Büyük yerleşimlerin denizin ya da akan suyun etrafında kurulması gibi, yaşlılar da dağ başında kendi kendilerine olmak istemiyorlar. Mümkünse hayatın içinde, değilse yamacında, katılmasa da izleyerek var olmak istiyorlar. Evden çıkamayan yaşlının ideal yeri pencerenin önüdür; koltuk yan durur, eve de dışarıya da hâkim pencerede yaşayan bir görüntü yoksa, televizyon pencere olur yaşlıya. Televizyon üzerinden yaşama tanıklık da bedelleriyle geliyor tabii; ne izlersen o oluyor yaşantın, duyguların. Bazen kavgalı, çekişmeli, fesat TV programcılığı, bazen aileden biri gibi algıladığın TV sunucuları, yarışma programları, aile dizileri… Evde her akşam bir tiyatro. Dünyanın en güzel yerlerini odana getiren televizyon, en büyük acılarının tanıklığını da insanın kucağına bırakıveriyor. Duygu sömürüsü, mesaj karmaşası, reklam, umut tacirliği, korku tacirliği, umutsuzluk, hayal dünyası hepsi mekanın içinde. 

İstanbul Boğazı’nda bir yalının kocaman salonunu düşünün. Salonun bir ucu Boğaz’ın en güzel manzarasına bakıyor, diğer ucu küçük bir oyun bahçesi olan otoparka. Tahmin edin, ev sahibinin oturduğu koltuk hangi pencerenin önünde? Güzel balkonundan ve penceresinden hep sokağı seyrederek yaşadığı ikinci kattaki evinden kentsel dönüşüm nedeniyle aynı sokakta yedinci katta deniz gören bir eve taşınan bir dost, “Sormayın, hapiste gibiyim” diyor. Sokağı izlemek, yaşamı izlemek, yakın olmak, dokunmak, seslenme mesafesinde olmak kolay vazgeçilecek bir alışkanlık olmasa gerek. 

Hastalık biraz uzarsa ne yapıyoruz? Hasta yataklarını salonlara, oturma odalarına kuruyoruz; hastamız hayatın dışında yalnız kalmasın, moral bulsun, günlük hayatı yattığı yerden yaşasın, iyileşme isteği artsın diye. Yaşama tanıklık, yaşama sevinci ve devam etme gücü veriyor. Bunları yazarken yaşsız yazıyorum; yani sadece yaşlılar değil, herkes için söylüyorum. 

Yaşlılıkta mekan değişimi sağlıkta bozulma, ekonomik koşullarda kötüleşme, eş kaybına bağlı yalnızlaşma gibi kişiye özgü nedenlerle olabileceği gibi, mekanın artık yaşlının fiziksel değişimine uygun olmamasından kentin değişimine, eskiden çocukların oynadığı mahallelerin iş merkezlerine dönüşmesinden deprem korkusuna kadar birçok dış faktöre de bağlı olabiliyor. 

Fotoğraf: Emirkan Cörüt

Yaşlanınca yaşam koşullarının değişeceği kabulüyle yaşlanmaya hazırlanma ve “yaşlanınca nasıl bir mekanda yaşarım?” sorusuna kafa yorma toplumumuzda çok ender rastlanan bir durum. Çekirdek ailede bile, eğer kişinin çocukları varsa (bazen dillendirilmeden) en çok onların desteğine güvenerek, ama daha da fazlası yaşlılıkta bir şeylerin değişmesi gerekeceğini inkar ederek, bu kabulü erteleyerek hayatı akışına bırakıyor yaşlılar. Merdivenle çıkılan bir dairede oturan, dik bir yokuşun tepesinde yaşayan yaşlılar bunun sürdürülebilir olmayabileceğini konuşmak, düşünmek bile istemiyor genellikle. Belki de haklılar, gözlerimiz bozulmadan okuma gözlüğü seçmiyoruz ki hiçbirimiz. 

Beynin ön korteksinin sağlıklı işlemesi bizim zihinsel esnekliğimizi sağlıyor; değişen duruma, koşullara, zamana göre hareketlerimizi, seçimlerimizi şekillendiriyor. Karakterimizi belirleyen birçok özelliğimiz aslında ön beynimizin nasıl olgunlaştığı, nasıl çalıştığı, bir başka ifade ile dış dünyamızla nasıl ilişki kurduğumuzla ilgili. Değişen duruma adapte olma becerisi yüksek olanlar, koşulları ve değişkenleri iyi değerlendirip kendileri ile ilgili farkındalıkları yüksek olan, değişen koşullar da sürdürülebilir tercihler yapanlardır. Tercihlerinin sorumluluğunu üstlenen ve sonuçlarıyla yaşamlarını bir dengeye kavuşturabilenlerdir. Yaşlılık dönemi çok fazla değişimin olabildiği bir yaşam dönemi. Sağlık sorunları bunların en öngörülemez olanları, ama hiç de sürpriz değiller. Sağlık sorunlarından bağımsız da görülebilen sosyal yoksunluklar, eşin dostun yaşam koşullarındaki değişimden etkilenmeler, finansal koşulların değişmesi sebebiyle yaşam standardı farklılaşmaları, değişime uyum sağlamanın psikolojik güçlüğü, destek ihtiyacının artmasının getirdiği edilgenlik ve bunu inkar etme, içten veya aleni çatışmalar… Hepsi ön beyinde ek yük oluşturan durumlar. Hele beyin yaşlanması da bu duruma eşlik ediyorsa, esnek olabilme kapasitemize en gereksinim duyduğumuz yaşam döneminde en eğilip bükülmez, değişiklik istemez kişilere dönüşebiliyoruz. 

Oysa yaşlılıkta mekanla ilişki dinamik olmalı ama statik hale geliyor. Gereksinimler ise değişken. Hiçbir bağımlılık yokken, fiziksel ve bilişsel olarak kendi olma hali devam ederken, kestirilemeyen zamanlarda, birden olabilen, kişiyi değilse bile, belki eşini etkileyen değişimler nedeniyle mekanla ilişki değişebiliyor. Bazen kişinin, bazen eşinin sağlık sorunları nedeniyle bakım ihtiyacı oluşuyor. Yerinde yaşlanma tercihinin bir uzantısı da yerinde bakım tercihi. Bu demektir ki gelecekte evde bakım daha da öne çıkacak. O zaman mekan-yaşlı yakını ilişkisine bir de mekan-yaşlıya bakan aile üyesi/bakıcı ilişkisi eklenecek. Biraz üst üste hayatlar, mahremiyetin azaldığı hayatlar… Artık kamera ile izlenen evler var, tıpkı kamera ile izlenen şehirler gibi. Giderek artan sayıda yabancı yardımcılar var, ki artık yabancı sayılmazlar, şehre de alıştılar, birbirimize de alıştık. Bu yeni göç tipinde sadece şehrimize değil, evlerimize, en mahremimize dahil olan yol arkadaşlarımız var. Onlarla mekanı nasıl paylaştığımız da giderek önem kazanıyor. İhtiyaç duyduklarımızla birlikte sığabiliyor muyuz evlerimize, şehirlerimize?

Bugünün metropollerinde mekan insandan kıymetli, şehrin neresinde kaç metrekarelik evde yaşayabileceğimizi üretim ve alım gücümüz belirliyor. Yerinde yaşlanmayı zora sokan, yoksullaşanı şehrin dışına, uzağına iten bir şehirleşme modelini yaşıyoruz. Yerinde yaşlanmayı odağa koyan yeni yaşlı yaşam modelleri geliştirme çabamızı büyük şehirlerde emlak fiyatlarının kontrolden çıkması zora sokuyor. Buna çözüm bulmamız gerek. 

Yaşlılık illaki eve kapanma değil. Erkekler yaşlansalar da, dışarıdaki hayatın bir parçası olma alışkanlıklarını sürdürmek istiyorlar. Kendi işi, aile işi olan veya esnaf olan yaşlılar işe gitmeye devam ediyorlar. Belki bir kahve içmeye, belki dostlarını görmeye, belki kasada durmaya, bazen buruklukla olsa da eski iktidar alanlarını yaşamlarında tutmaya olabildiğince devam ediyorlar. Evde oturmamak için kahveye, kulübe, derneğe, balık tutmaya, parka, çarşıya, camiye gitmek de erkeklerin günlük yaşamının bir parçası. Kadınlar ise daha çok evde, ev civarında, konuda komşuda, akrabada, çocukların evinde, bazen hastane polikliniğinde. Misafir ağırlamak için evde hazırlık yapmak zor geldiğinden evlerdeki günlerin yerini pastane, kafe buluşmaları almaya başladı. Belediyelerin yaşam merkezlerinden yararlanma da giderek artıyor. Ahşap boyama, dikiş, örgü, müzik, tarih kursları veya Kur’an dersleri, vaktini anlamlı kılma, öğrenme isteği olan kişiler arasında giderek yaygınlaşıyor. 

Fotoğraf: M. Cevahir Akbaş

Peki yaşlının mekanla ilişkisini değerlendirirken temel konfor ve sosyalleşmeye açık olma kapasitesi üzerinden gidiyoruz da, kişiye kendiyle kalma, huzurlu olma imkanı verip vermediğini neden sorgulamıyoruz? Cemal Kafadar’ın Cioran’dan alıntıladığı gibi, “bireyin kendi derinliğinden uzaklaşarak yalnız kalması” (Cioran alzaymır hastası imiş, kendi derinliği ile ilişkisi nasıldı acaba son yıllarında?) Evet, aile ile olabilmek çok güzel, ama üst üste hayatlar, hele de huzurevinde/bakımevinde daha çok gördüğümüz, başkalarının yapılandırdığı bir günlük rutinin içinde mekanla ilişkisi bir yerden bir yere taşınma duygusu veren hayatlar yaşanıyor. Örneğin kapınızı kilitleme lüksünüzün kalmaması, en mahreminiz olan banyo ve yatak odasında bile yalnız kalamama. İçinde pencereler olan duvarlara ve dilediğimiz zaman açıp kapayabildiğimiz kapılara tüm yaşam boyunca ihtiyacımız var. Bazı demanslı yaşlılar eve, odaya istemedikleri ya da tanımadıkları biri girdiğinde gözlerini kaparlar, gözler kapatamadıkları kapının yerini alırmışçasına. 

Toplumsal olan her şey tarihseldir; kişinin mekan ile ilişkisi de tarihseldir. Kişisel tarihlerimiz bir mekana ait olma veya sahip olma çabası ile dolu. Göçebe bir toplumdan geliyoruz, yeniyi arasak da bir mekanı yurt edinme ve elde tutma mücadelesi toplumsal tarihimizin ana motifi. Bir kente ait olma, kendimize bir ev edinme, bir hayat kurma yolculuğunun sonunda o mekanı elde tutma, o mekanın bir parçası olmaya devam edebilme gayreti var. O mekanda kalamadığımızda da bir küskünlük, bir yurtsuz kalmışlık hali ortaya çıkar. Yerinde yaşlanabilme arzusu biraz da emek verdiklerimize sahip olmayı sürdürme arzusudur. 

Son söz yazacaksak: Durumu tarif etmeye çalıştık, peki buradan nereye gideceğiz? Nasıl mekanlar tek tek yaşlıları ve büyük resimde toplumun vicdanını rahat ettirebilir? Kendi yaşlılığımızda nasıl mekanlar istediğimize yeterince kafa yormuyoruz; böyle bir lüksümüz yok diye düşünüyoruz. Bir kere, yaşlanabilecek miyiz, bilmiyoruz. Belki elimiz ayağımız tutar da, her zamanki düzenimizde sonuna kadar devam ederiz umudunu taşıyoruz. Bir hazırlık olmadan, yaşlılıkta mekan denklemini doğru kurmak çok küçük bir olasılık. Kayıp düşmeyeceğimiz banyo, takılmayacağımız halı, merdiven, yükselti sorunları aşılmış mekanlar en kolay akla gelenler ama onlarda bile çok yolumuz var. İlk adım kendimizi tanımak, değerlendirmek ve durumumuzun değişebileceği fikrine açık olmak, çevremizdekilerin bizi değerlendirmelerine kulak vermek. Bizi seven ve ihtiyaçlarımızı anlayarak değişim, uyum önerilerinde bulunan yakınlarımızın, uzmanların önerilerine kulak vermek ve değerlendirmek gerekiyor. Kişisel hazırlığımız toplumsal hazırlıktan daha kolay değil. Reşit Canbeyli’nin dediği gibi, değişimi kabullenmeyi ve harekete geçmeyi zorlaştıran zihinsel frenlerimiz var. 

Toplum olarak her yaş için uygun mekanlara hazırlanmanın ilk aşaması da aslında hep düşündüğümüz yaşlı şehirleri, evleri kurmak değil. Yerinde yaşlanmayı savunuyorsak, yaşlıların yaşamın içinde, şehrin içinde, yaşlı kapsayıcı mekanlarda yaşamasını istiyorsak, onlara hep kulak vermek, daha doğrusu hep onların hayatında olmak, onları hayatımızda tutmak gerek. 

Herkesin hakkıyla yaşlanmasının mekansal karşılığı için tahayyülümde olan bir modelin anahtar sözcükleriyle bitirmek istiyorum: Yerinde, hep yaşanmış mahallelerde, desteğe izin veren yaşlı uyumlu daireler, güvenlik önlemleri, gereğinde ilaçları kontrollü bir düzende verecek destek personeli, yaşlıların elektrik, su, telefon, internet, ısınma faturalarını düşünmeyecekleri bir düzen. Basit ilaç yazdırmanın, tahlillerin bütün bir günü hastanelerde/poliklinikte geçirmeyi gerektirmeyeceği destek sistemleri. Kuşaklararası etkileşimi sürdürmek için farklı kuşaklardan insanların aynı mekanda yaşaması (bunlar kurumda çalışabilir ve lojmandan yararlanabilir, üniversite öğrencilerine çalıştıkları saatler karşılığı ücretsiz oda ve çalışma mekanı verilebilir), ortak kullanım ve hobi alanları. Mahalle ile etkileşim için mahallenin misafirliğine açık ortak alanlar, ortak eğitimler, birlikte sinemaya, tiyatroya gidebilmek, danışmanlıklar, aile üyeleri geldiğinde kalabilecekleri yerler. Ölçeği çok büyütmeden, depolara dönüşmemiş yerler. Mahremiyet ihtiyacını çiğnemeyen, güvenliğin sınırlarının iyi belirlendiği bir kurumsal yapı. Finansman modelinin oluşturulduğu, ileri bakıma ihtiyaç duyanlar için geçici veya kalıcı uzman sağlık personelinin olduğu bakım imkânları. Bunlar mümkün. 

Dengeyi bulacağımız mekan, kişinin kendi iradesiyle yapacağı seçimlerin, mahremiyet alanına saygının, destek gereken alanlarda dozunda desteğin, sosyal konuma, alışkanlıklara uygun sosyalleşmenin sağlanacağı, kuşaklararası etkileşimin olduğu, alışılan çevreden ve doğadan kopmadan yaşanacak bir yer ve böyle mekanlar kurgulamak mümkün. Gereksinimleri doğru tanımlayıp, modeli oluşturup kaynak yaratmak, hantal ve kurumsal yapılardan önce küçük örneklerle başlamak doğru olacak. Mümkündür. Olacak.

DÖN