Yaşar Adnan Adanalı: Sizce yaşlılık konusu kamuoyunda hak ettiği ilgiyi görüyor mu? 

İsmail Tufan: İnsanların çoğu muhakkak hayatının belli bir anından itibaren, ki bu genellikle çevresindeki yaşlıların birer birer ölmesiyle başlayan bir süreçtir ve yaş ilerledikçe artar, kendi yaşlılığını düşünmektedir. Yaşlılığın farkına varma anı diyebileceğimiz bu an genellikle orta yaşlara denk gelir. Ben buna “yaşlılığın doğal olarak farkına varılması” diyorum ve yeni bir şey de değildir. Bilinen insanlık tarihine baktığımızda, o dönemde de bu doğal olguya rastlıyoruz. Ancak insanların kafasındaki “yaşlı görüntüsü” bununla birlikte tamamen değişmemektedir. 

Her ne kadar modern toplum bize yaşlılığın olumsuz yönlerini unutturma konusunda bir hayli başarılı olsa da kafalardaki olumsuz yaşlı görüntüsü silinmemektedir. Bunun sebebi kamuoyunun yaşlılık konusunda aydınlatılmamış olmasıdır. Yaşlılık konusunda kamuoyunu aydınlatma görevini hâlâ medya üstlenmiş durumdadır. Yaşlılığı ya sadece sağlık ya da sansasyon odaklı ele almaktadır. Buna karşın bilimsel bilgiye dayanarak yaşlılığı ele almak, ülkemizde maalesef hâlâ ender rastladığımız bir durumdur. Ender olsa da yaşlılık üzerine kaleme alınan raporlara baktığımızda, bilimsel bulguya dayanan ampirik gerçeklerden ziyade kişisel klişelere daha sık rastlıyoruz. 

Kamuoyunun yaşlılığa ilgisi ile bilimsel ilgi arasında ilişkiler görüyorum ve gördüklerimden memnun değilim. Her ne kadar 2019 yılı hükümetimiz tarafından “Yaşlı Yılı” ilan edildiyse de, yılın dörtte birini geride bıraktığımız şu günlerde yaşlılığa kamuoyunda büyük bir ilgisizlik devam ediyor. Dolayısıyla bu yılın Yaşlı Yılı ilan edilmesi, yaşlılığa ilginin artacağı anlamına kesinlikle gelmiyor. Şimdiye kadar bir kere Şubat ayında toplanan bir Yaşlı Şurası var. Ardından yayımlanan bildirge bende tam bir hayal kırıklığı yaratmıştır. Bunu üzülerek söylüyorum, ama ortaya çıkan sonuca şaşırmadım. Bildirgede zaten bizim 20 yıldır söylediklerimiz ve kısmen de yaptıklarımız, sanki yokmuş gibi kabul edilip öneriliyor. Bundan şunu anlıyorum: Ya yapılanları bilmiyorlar ya da yapılanları görmezlikten geliyorlar. 

Şunu unutmayalım: Yaşlılık dediğimiz yaşam döneminin ne zaman başladığını kesin olarak söyleyemiyoruz ve bu yaşam dönemi gitgide uzuyor. Bugün 40 yıllık bir süreyi kapsayabiliyor. İleride daha da uzun bir süreye tekabül edecektir. Çünkü sadece yaşam süremiz uzamıyor, aynı zamanda yaşlılık dediğimiz ve belirli kriterlerle tanımlamaya çalıştığımız bu sosyal kategori hem uzuyor hem de daha erken yaşlarda başlıyor. Kamuoyunu sadece yaşlılığın sağlık sorunlarına odaklanarak yönlendirirsek, ta antikçağdan kalma bir görüş olan “yaşlılık = hastalık” denklemine odaklı bir kamuoyu yaratırız. Fakat bu yanlıştır. Uzun süreyi kapsayan yaşlılık döneminin kendi içinde safhalara ayrıldığını görmezlikten gelemeyiz. Olumsuz yönleri ileri yaşlarda ortaya çıkıyor, ama erken ve orta dönemlerinde yaşlılığın potansiyelleri yer alıyor. 

Eğer kamuoyuna devamlı olarak yaşlılığın hastalık ve bakıma muhtaçlık ile ilişkili bir yaşam dönemi olduğunu anlatırsanız, böyle bir yaşam dönemine ilgi uyanmasını bekleyemezsiniz. Daha ziyade yaşlılığın iyi ve kötü yönleri birlikte ele alınmalıdır. Kamuoyuna yaşlılığın sadece yaşam süresinin uzaması olmadığı, aynı zamanda bu sürenin nasıl en iyi ve anlamlı bir şekilde değerlendirilebileceği de söylenmelidir ve hatta bunun somut örnekleri ortaya konularak yaşlılığa ilgi teşvik edilmelidir. Bunun ülkemizdeki en güzel örneği, 2016 yılında Akdeniz Üniversitesi’nde açtığımız ve bugün beş üniversitemizde kampüsleri olan “60+Tazelenme Üniversitesi’dir”. 300 kişiyle başladık, 17.000 kişinin başvuruda bulunduğu dev bir organizasyona dönüştük. Demek ki kamuoyunun ilgisizliğinden şikâyet edemeyiz. 

Yaşlılığa ilgisizliğin temel kaynaklarını keşfetmeliyiz. Ve ben bunlardan birinin bizim bilim camiamız olduğunu düşünüyorum. 

Fotoğraf: Bekir Dindar
Kentte yaşlanmak ile kırda yaşlanmak arasında ne gibi farklılıklar var? Kırda insanların daha uzun, daha aktif bir hayat sürdürdüklerine dair görüş haklı bir görüş mü? 

Elimizde bunu değerlendirme olanağı sağlayacak ampirik veriler eksiktir. Kentte ve kırda yaşlanma süreçlerini karşılaştırabilmek için boyutsal araştırmalardan elde edilen bulgulara ihtiyaç vardır. Bu bulgular şimdiye dek sadece Türkiye Gerontoloji Atlası (GeroAtlas) araştırmasında elde edilmiştir. Henüz verileri bu bağlamda analiz etmedik. GeroAtlas dışında başka bir boyutsal araştırma olmadığına göre, böyle bir görüş sadece tarafımızdan ortaya atılabilir ve ampirik bulgulara göre değerlendirilebilir. 

Yine de kentte ve kırda gerçekleşen yaşlanma süreçlerinin farklı olduğunu mantık yoluyla bulabiliriz. Fakat bu gerçekten büyük bir bilimsel randıman olarak kabul edilemez. Kırdaki insanların kenttekilerden daha uzun, daha aktif bir hayat sürdürdükleri iddiası belki doğrudur, ama belki de yanlıştır. Bilim kanıta dayandığından, bu görüş şimdilik sadece bir iddiadır. 

Öte yandan bu görüşün sahipleri “aktif hayat” kavramından ne anladıklarını da tam olarak anlatmıyorlar. Kavramlara hak ettikleri değer verilmezse, ortaya çıkan kavram kargaşasının içinde kayboluruz. Gerontolojinin ülkemize girişinden sonra, özellikle 2006 yılından itibaren, yani ilk gerontoloji bölümü Akdeniz Üniversitesi’nde kurulduktan sonra yaşlanma ve yaşlılığa, gerontoloji dışında artan ani ilgi dikkatten kaçmamıştır. Acelecilikle ortaya atılan görüşlerin temelsiz olmalarının sebeplerini sormalıyız. Kent ve kır insanının yaşlanmasını karşılaştıran aktörler, acaba gerontolog mudur? Yaşlanma ve yaşlılık olgularının bedensel, ruhsal, sosyal, tarihsel, kültürel ve kurumsal boyutları hakkında hangi ön bilgilere sahiptirler ve bu bilgileri nereden aldılar? Bunları sorunca ortaya çıkan hazin tabloya baktığımda, yaşlanan toplumumuzun ve uzun ömürlü insanımızın geleceğine kaygıyla bakıyorum. 

Sağlıklı ve güvenli bir çevrede yaşamak anayasal hakkımız. Bu hak çerçevesinde yaşlılığın yapısal değişimini ele aldığımızda nasıl bir manzara ile karşılaşıyoruz? 

Sağlıklı ve güvenli çevrede yaşamak anayasal hakkımızdır, ama yaşlanma ve yaşlılık bağlamında bu hakkımızın gereği olan sağlıklı ve güvenli bir çevrede yaşadığımızı söyleyemeyiz. 

Çevrenin yaşlanma süreçlerine ve yaşlılık dönemine etkileri dikkate alındığında, nasıl bir çevrede yaşlandığımız sorusu ön plana çıkıyor. Gerontolojinin ilk yıllarında, yani 1920’li yıllarda en önemli soru, ne kadar yaşadığımız idi. Bu yüzden tıbbi araştırmalara ağırlık veriliyordu. Özellikle 1950’li yıllardan itibaren yaşlanma ve yaşlılık araştırmacılığında psikolojik odaklı araştırmalara ağırlık verildi. Sosyoloji, gerontolojik araştırmalara bir hayli geç katılabildi. Bugün gerontolojik araştırma denildiğinde, yaşlanmanın biyolojik, psikolojik ve sosyal boyutlarını aynı anda düşünmek gerekiyor. Yaşlılığın yapısal değişimi, öncelikle sosyolojik bir konu olarak ele alınmalıdır ve alınmaktadır. 

Bu perspektiften bakıldığında “sağlıklı ve güvenli çevre” kavramının anlamları da değişiyor.

Biz güvenli çevre denildiğinde sadece suçtan arınmış çevreyi anlıyoruz. Her tarafta “güvenlik kameraları” var, ama yaşlılıkta önemi artan güvenli ışıklandırma, güvenli merdivenler, güvenli trafik ışıkları ve güvenli bakımevleri hâlâ yok. 

Türkiye kentleri hızlı bir mekansal dönüşüm içinde. Kentsel dönüşüm projeleri, büyük ölçekli imar projeleri, yüksek katlı yapılaşmalar, zamana yayılarak gelişen “mahalle” formundaki yapılı çevreyi dramatik bir şekilde dönüştürüyor. Bu dönüşümün yaşlılar üzerindeki etkisini nasıl değerlendirmeli? 

Şimdilik kentsel dönüşüm modernleşme ve endüstrileşme süreçlerinin gerekli ve zorunlu kıldığı bir kalkınma hamlesi olarak kabul ediliyor. Dolayısıyla yaşlılar üzerindeki etkilerine fazla bir değer biçilmiyor. Kentsel dönüşüm, örneğin bireyin anonimleşmesi anlamına gelmektedir. Gençlik döneminde belki bu anonimleşme memnuniyetle karşılanabilir. Buna karşın yaşlılıkta yalnızlık ve soyutlanma anlamına gelecektir. Kentsel dönüşümün demografik yaşlanma hızı yüksek olan ülkemize ve ömrü hızla uzayan insanımıza yapabileceği etkileri şimdiden düşünmek gerekiyor. 

Düşünmek derken, masa başında fikir üretmeyi kastetmiyorum. Kentsel dönüşümden etkilenen yaşlılarla görüşmek, yani konuyu araştırmak gerekiyor. Şu anda söylediğim her şey benim şahsi fikrimdir ve bilimsel bir değeri yoktur. Kentsel dönüşümün gerontolojik açıdan incelenmesi için biz gerontologlara bu imkan verilmelidir. Fakat gerontolojik araştırmalar desteklenmiyor ve gerontologlar istihdam edilmiyor. İlk gerontoloji bölümünü 13 yıl önce kurduk ama gerontologlar hâlâ sosyal hizmet uzmanı zannediliyor. Kentsel dönüşümde hızlıyız, ama gerontolojik dönüşümde ısrarla yavaşız. 

Bu hastalar bakıma muhtaçtır, ama aynı zamanda hastalığın ilk evresinde kendi günlük ihtiyaçlarının da üstesinden gelebilecek durumdadırlar. Onların yaşadığı kapalı mekanlar bu hastaların ihtiyaçlarına göre düzenlenirse, o zaman mekanın hasta üzerindeki olumsuz etkilerini azaltma şansı artıyor.

Özel olarak alzaymır hastalarının mekan ile kurdukları ilişkiyi anlatır mısınız? Mekansal dönüşüm alzaymır hastaları üzerinde nasıl bir etki yaratır? 

Alzaymır hastalığı ileri yaşlarda daha sık görülen, ama yaşlılıktan kaynaklanmayan, bir demans türüdür. Yaşlı nüfusta yayılan bu hastalığa şimdiye kadar on binlerce araştırma yapılmış olmasına rağmen çözüm bulunamadı. Hastalık süreci bazı ilaçlarla yavaşlatılabiliyor, ama sonuç değişmiyor. Hasta, gitgide çevresine bağımlı hale geliyor. Alzaymır hastaları zamanla mekanı ve içindeki nesneleri tanıyamaz hale geliyor. İçinde bulundukları mekanlarda yönlerini bulamıyorlar, kayboluyorlar. Bu hastalar günlerini evlerinde veya bakım kurumlarında, yani kapalı ortamlarda geçirmek zorunda kalıyor. Tek başlarına dışarı çıkmaları tehlikelidir. Özellikle hastalığın ilerleyen evrelerinde bu daha da belirgin hale geliyor. 

Mekansal dönüşümün alzaymır hastaları üzerindeki etkilerini öncelikle kapalı mekanlardaki ilişkilerde aramak gerekiyor. Bu hastalar bakıma muhtaçtır, ama aynı zamanda hastalığın ilk evresinde kendi günlük ihtiyaçlarının da üstesinden gelebilecek durumdadırlar. Onların yaşadığı kapalı mekanlar bu hastaların ihtiyaçlarına göre düzenlenirse, o zaman mekanın hasta üzerindeki olumsuz etkilerini azaltma şansı artıyor. “Bariyersiz çevre” veya “bariyersiz mekan” kavramlarının bu bağlamda yeni tanımlara ihtiyacı vardır. Alzaymır hastasının bireysel yeteneklerini daha uzun süre koruyabilen ve kaybolan yeteneklerini dengeleyebilen mekanlara ihtiyaçları vardır. 

Türkiye’de alzaymır hastaları için özel olarak tasarlanmış mekanlar bulunuyor mu?  

Ülkemizde alzaymır hastaları için özel olarak tasarlanmış mekanların sayısı azdır. Bu hastalar için ilk tesisi Aydın, Merkez’de ve ardından Nazilli’de 2009-2010 döneminde kurabilme imkânına sahip olduk. Bunu diğerleri takip etti. En son Balıkesir’in Burhaniye ilçesinde 2019 Mart ayında alzaymır hasta ve yakınları için kurduğumuz merkezi örnek olarak gösterebilirim. 2017’de Antalya’da kurduğumuz “Mavi Ev” de aynı amaçlı bir tesistir. Daha birçok şehrimizde aynı konsept ile çeşitli merkezleri, yörenin yerel yönetimleriyle işbirliği kapsamında hayata geçirdik. 

Bizi örnek alan diğerleri, ne yazık ki bu sürece fazla bir katkı sağlayamadı. Karşıdan bakıldığında herkesin rahatlıkla kurabileceğine inandığı tesislerin içinde gerçekleştirilen, alzaymır hastaları için özel olarak geliştirdiğimiz bakım ve destek modellerini yapamadılar. Bu tesisleri kurarken, orada çalışacak olan personeli de hızlandırılmış seminer ve kurslarla eğitiyoruz. Aileleri hastanın bakımına dahil ediyoruz ve aile fertlerini de hastanın durumu hakkında bilgilendiriyoruz. Bu kurumlarda verdiğimiz bakımın evde de devam edebilmesi için bu gereklidir. Diğer taraftan mekan olarak bu tesisleri, alzaymır hastasının algı yeteneklerine göre tasarlıyoruz.  

Öte yandan Nazilli’de yaptığımız bir çalışmaya “Model Ev” adını verdik. 

Alzaymır hastalarını da düşünerek her evde basit ama etkili önlemler alınabileceğini göstermeye çalıştık. Örneğin zemine döşenen “ışık yolu” ile bu hastaların kendi evinde yönlerini bulma konusunda yaşadıkları sorunların büyük bölümünün çözülebileceğini gösterdik. Birçok aile bu model evi örnek alarak, kendi evinde yaptığı değişikliklerle hem hastaya hem de tüm aile fertlerine yardımcı olabildi. 

Eklemek istediğiniz bir konu var mı? 

En büyük eksiklerimizin başında bakım sigortamızın olmaması geliyor. Bunu 2006 yılında yayımladığımız bir rapor ile ortaya koyduk. Almanya’nın bakım sigortasının bir benzerinin ülkemizde de kurulmasını önerdik. Hâlâ bu önerinin arkasında duruyoruz. Çünkü bakım sigortası ihtiyacımız giderek artıyor. 

Bizim “sosyal bakım sigortası” dediğimiz bu sigortadan sadece yaşlılar yararlanmayacak. Bütün bakıma muhtaç kişiler yararlanacak. Finansmanı çalışanlardan ve işverenlerden yapılacak olan aylık primlerle sağlanacak. Kapsamlı olduğu kadar masraflı, ama aynı zamanda zorunlu olan bakım sigortasının hayata geçirilmesi sosyal politik kararlara dayanmaktadır. Bu kararları verecek olan aktörleri bir kere daha bu konuyu düşünmeye davet ediyorum. 

Yaşar Adnan Adanalı: Sizce yaşlılık konusu kamuoyunda hak ettiği ilgiyi görüyor mu? 

İsmail Tufan: İnsanların çoğu muhakkak hayatının belli bir anından itibaren, ki bu genellikle çevresindeki yaşlıların birer birer ölmesiyle başlayan bir süreçtir ve yaş ilerledikçe artar, kendi yaşlılığını düşünmektedir. Yaşlılığın farkına varma anı diyebileceğimiz bu an genellikle orta yaşlara denk gelir. Ben buna “yaşlılığın doğal olarak farkına varılması” diyorum ve yeni bir şey de değildir. Bilinen insanlık tarihine baktığımızda, o dönemde de bu doğal olguya rastlıyoruz. Ancak insanların kafasındaki “yaşlı görüntüsü” bununla birlikte tamamen değişmemektedir. 

Her ne kadar modern toplum bize yaşlılığın olumsuz yönlerini unutturma konusunda bir hayli başarılı olsa da kafalardaki olumsuz yaşlı görüntüsü silinmemektedir. Bunun sebebi kamuoyunun yaşlılık konusunda aydınlatılmamış olmasıdır. Yaşlılık konusunda kamuoyunu aydınlatma görevini hâlâ medya üstlenmiş durumdadır. Yaşlılığı ya sadece sağlık ya da sansasyon odaklı ele almaktadır. Buna karşın bilimsel bilgiye dayanarak yaşlılığı ele almak, ülkemizde maalesef hâlâ ender rastladığımız bir durumdur. Ender olsa da yaşlılık üzerine kaleme alınan raporlara baktığımızda, bilimsel bulguya dayanan ampirik gerçeklerden ziyade kişisel klişelere daha sık rastlıyoruz. 

Kamuoyunun yaşlılığa ilgisi ile bilimsel ilgi arasında ilişkiler görüyorum ve gördüklerimden memnun değilim. Her ne kadar 2019 yılı hükümetimiz tarafından “Yaşlı Yılı” ilan edildiyse de, yılın dörtte birini geride bıraktığımız şu günlerde yaşlılığa kamuoyunda büyük bir ilgisizlik devam ediyor. Dolayısıyla bu yılın Yaşlı Yılı ilan edilmesi, yaşlılığa ilginin artacağı anlamına kesinlikle gelmiyor. Şimdiye kadar bir kere Şubat ayında toplanan bir Yaşlı Şurası var. Ardından yayımlanan bildirge bende tam bir hayal kırıklığı yaratmıştır. Bunu üzülerek söylüyorum, ama ortaya çıkan sonuca şaşırmadım. Bildirgede zaten bizim 20 yıldır söylediklerimiz ve kısmen de yaptıklarımız, sanki yokmuş gibi kabul edilip öneriliyor. Bundan şunu anlıyorum: Ya yapılanları bilmiyorlar ya da yapılanları görmezlikten geliyorlar. 

Şunu unutmayalım: Yaşlılık dediğimiz yaşam döneminin ne zaman başladığını kesin olarak söyleyemiyoruz ve bu yaşam dönemi gitgide uzuyor. Bugün 40 yıllık bir süreyi kapsayabiliyor. İleride daha da uzun bir süreye tekabül edecektir. Çünkü sadece yaşam süremiz uzamıyor, aynı zamanda yaşlılık dediğimiz ve belirli kriterlerle tanımlamaya çalıştığımız bu sosyal kategori hem uzuyor hem de daha erken yaşlarda başlıyor. Kamuoyunu sadece yaşlılığın sağlık sorunlarına odaklanarak yönlendirirsek, ta antikçağdan kalma bir görüş olan “yaşlılık = hastalık” denklemine odaklı bir kamuoyu yaratırız. Fakat bu yanlıştır. Uzun süreyi kapsayan yaşlılık döneminin kendi içinde safhalara ayrıldığını görmezlikten gelemeyiz. Olumsuz yönleri ileri yaşlarda ortaya çıkıyor, ama erken ve orta dönemlerinde yaşlılığın potansiyelleri yer alıyor. 

Eğer kamuoyuna devamlı olarak yaşlılığın hastalık ve bakıma muhtaçlık ile ilişkili bir yaşam dönemi olduğunu anlatırsanız, böyle bir yaşam dönemine ilgi uyanmasını bekleyemezsiniz. Daha ziyade yaşlılığın iyi ve kötü yönleri birlikte ele alınmalıdır. Kamuoyuna yaşlılığın sadece yaşam süresinin uzaması olmadığı, aynı zamanda bu sürenin nasıl en iyi ve anlamlı bir şekilde değerlendirilebileceği de söylenmelidir ve hatta bunun somut örnekleri ortaya konularak yaşlılığa ilgi teşvik edilmelidir. Bunun ülkemizdeki en güzel örneği, 2016 yılında Akdeniz Üniversitesi’nde açtığımız ve bugün beş üniversitemizde kampüsleri olan “60+Tazelenme Üniversitesi’dir”. 300 kişiyle başladık, 17.000 kişinin başvuruda bulunduğu dev bir organizasyona dönüştük. Demek ki kamuoyunun ilgisizliğinden şikâyet edemeyiz. 

Yaşlılığa ilgisizliğin temel kaynaklarını keşfetmeliyiz. Ve ben bunlardan birinin bizim bilim camiamız olduğunu düşünüyorum. 

Fotoğraf: Bekir Dindar
Kentte yaşlanmak ile kırda yaşlanmak arasında ne gibi farklılıklar var? Kırda insanların daha uzun, daha aktif bir hayat sürdürdüklerine dair görüş haklı bir görüş mü? 

Elimizde bunu değerlendirme olanağı sağlayacak ampirik veriler eksiktir. Kentte ve kırda yaşlanma süreçlerini karşılaştırabilmek için boyutsal araştırmalardan elde edilen bulgulara ihtiyaç vardır. Bu bulgular şimdiye dek sadece Türkiye Gerontoloji Atlası (GeroAtlas) araştırmasında elde edilmiştir. Henüz verileri bu bağlamda analiz etmedik. GeroAtlas dışında başka bir boyutsal araştırma olmadığına göre, böyle bir görüş sadece tarafımızdan ortaya atılabilir ve ampirik bulgulara göre değerlendirilebilir. 

Yine de kentte ve kırda gerçekleşen yaşlanma süreçlerinin farklı olduğunu mantık yoluyla bulabiliriz. Fakat bu gerçekten büyük bir bilimsel randıman olarak kabul edilemez. Kırdaki insanların kenttekilerden daha uzun, daha aktif bir hayat sürdürdükleri iddiası belki doğrudur, ama belki de yanlıştır. Bilim kanıta dayandığından, bu görüş şimdilik sadece bir iddiadır. 

Öte yandan bu görüşün sahipleri “aktif hayat” kavramından ne anladıklarını da tam olarak anlatmıyorlar. Kavramlara hak ettikleri değer verilmezse, ortaya çıkan kavram kargaşasının içinde kayboluruz. Gerontolojinin ülkemize girişinden sonra, özellikle 2006 yılından itibaren, yani ilk gerontoloji bölümü Akdeniz Üniversitesi’nde kurulduktan sonra yaşlanma ve yaşlılığa, gerontoloji dışında artan ani ilgi dikkatten kaçmamıştır. Acelecilikle ortaya atılan görüşlerin temelsiz olmalarının sebeplerini sormalıyız. Kent ve kır insanının yaşlanmasını karşılaştıran aktörler, acaba gerontolog mudur? Yaşlanma ve yaşlılık olgularının bedensel, ruhsal, sosyal, tarihsel, kültürel ve kurumsal boyutları hakkında hangi ön bilgilere sahiptirler ve bu bilgileri nereden aldılar? Bunları sorunca ortaya çıkan hazin tabloya baktığımda, yaşlanan toplumumuzun ve uzun ömürlü insanımızın geleceğine kaygıyla bakıyorum. 

Sağlıklı ve güvenli bir çevrede yaşamak anayasal hakkımız. Bu hak çerçevesinde yaşlılığın yapısal değişimini ele aldığımızda nasıl bir manzara ile karşılaşıyoruz? 

Sağlıklı ve güvenli çevrede yaşamak anayasal hakkımızdır, ama yaşlanma ve yaşlılık bağlamında bu hakkımızın gereği olan sağlıklı ve güvenli bir çevrede yaşadığımızı söyleyemeyiz. 

Çevrenin yaşlanma süreçlerine ve yaşlılık dönemine etkileri dikkate alındığında, nasıl bir çevrede yaşlandığımız sorusu ön plana çıkıyor. Gerontolojinin ilk yıllarında, yani 1920’li yıllarda en önemli soru, ne kadar yaşadığımız idi. Bu yüzden tıbbi araştırmalara ağırlık veriliyordu. Özellikle 1950’li yıllardan itibaren yaşlanma ve yaşlılık araştırmacılığında psikolojik odaklı araştırmalara ağırlık verildi. Sosyoloji, gerontolojik araştırmalara bir hayli geç katılabildi. Bugün gerontolojik araştırma denildiğinde, yaşlanmanın biyolojik, psikolojik ve sosyal boyutlarını aynı anda düşünmek gerekiyor. Yaşlılığın yapısal değişimi, öncelikle sosyolojik bir konu olarak ele alınmalıdır ve alınmaktadır. 

Bu perspektiften bakıldığında “sağlıklı ve güvenli çevre” kavramının anlamları da değişiyor.

Biz güvenli çevre denildiğinde sadece suçtan arınmış çevreyi anlıyoruz. Her tarafta “güvenlik kameraları” var, ama yaşlılıkta önemi artan güvenli ışıklandırma, güvenli merdivenler, güvenli trafik ışıkları ve güvenli bakımevleri hâlâ yok. 

Türkiye kentleri hızlı bir mekansal dönüşüm içinde. Kentsel dönüşüm projeleri, büyük ölçekli imar projeleri, yüksek katlı yapılaşmalar, zamana yayılarak gelişen “mahalle” formundaki yapılı çevreyi dramatik bir şekilde dönüştürüyor. Bu dönüşümün yaşlılar üzerindeki etkisini nasıl değerlendirmeli? 

Şimdilik kentsel dönüşüm modernleşme ve endüstrileşme süreçlerinin gerekli ve zorunlu kıldığı bir kalkınma hamlesi olarak kabul ediliyor. Dolayısıyla yaşlılar üzerindeki etkilerine fazla bir değer biçilmiyor. Kentsel dönüşüm, örneğin bireyin anonimleşmesi anlamına gelmektedir. Gençlik döneminde belki bu anonimleşme memnuniyetle karşılanabilir. Buna karşın yaşlılıkta yalnızlık ve soyutlanma anlamına gelecektir. Kentsel dönüşümün demografik yaşlanma hızı yüksek olan ülkemize ve ömrü hızla uzayan insanımıza yapabileceği etkileri şimdiden düşünmek gerekiyor. 

Düşünmek derken, masa başında fikir üretmeyi kastetmiyorum. Kentsel dönüşümden etkilenen yaşlılarla görüşmek, yani konuyu araştırmak gerekiyor. Şu anda söylediğim her şey benim şahsi fikrimdir ve bilimsel bir değeri yoktur. Kentsel dönüşümün gerontolojik açıdan incelenmesi için biz gerontologlara bu imkan verilmelidir. Fakat gerontolojik araştırmalar desteklenmiyor ve gerontologlar istihdam edilmiyor. İlk gerontoloji bölümünü 13 yıl önce kurduk ama gerontologlar hâlâ sosyal hizmet uzmanı zannediliyor. Kentsel dönüşümde hızlıyız, ama gerontolojik dönüşümde ısrarla yavaşız. 

Bu hastalar bakıma muhtaçtır, ama aynı zamanda hastalığın ilk evresinde kendi günlük ihtiyaçlarının da üstesinden gelebilecek durumdadırlar. Onların yaşadığı kapalı mekanlar bu hastaların ihtiyaçlarına göre düzenlenirse, o zaman mekanın hasta üzerindeki olumsuz etkilerini azaltma şansı artıyor.

Özel olarak alzaymır hastalarının mekan ile kurdukları ilişkiyi anlatır mısınız? Mekansal dönüşüm alzaymır hastaları üzerinde nasıl bir etki yaratır? 

Alzaymır hastalığı ileri yaşlarda daha sık görülen, ama yaşlılıktan kaynaklanmayan, bir demans türüdür. Yaşlı nüfusta yayılan bu hastalığa şimdiye kadar on binlerce araştırma yapılmış olmasına rağmen çözüm bulunamadı. Hastalık süreci bazı ilaçlarla yavaşlatılabiliyor, ama sonuç değişmiyor. Hasta, gitgide çevresine bağımlı hale geliyor. Alzaymır hastaları zamanla mekanı ve içindeki nesneleri tanıyamaz hale geliyor. İçinde bulundukları mekanlarda yönlerini bulamıyorlar, kayboluyorlar. Bu hastalar günlerini evlerinde veya bakım kurumlarında, yani kapalı ortamlarda geçirmek zorunda kalıyor. Tek başlarına dışarı çıkmaları tehlikelidir. Özellikle hastalığın ilerleyen evrelerinde bu daha da belirgin hale geliyor. 

Mekansal dönüşümün alzaymır hastaları üzerindeki etkilerini öncelikle kapalı mekanlardaki ilişkilerde aramak gerekiyor. Bu hastalar bakıma muhtaçtır, ama aynı zamanda hastalığın ilk evresinde kendi günlük ihtiyaçlarının da üstesinden gelebilecek durumdadırlar. Onların yaşadığı kapalı mekanlar bu hastaların ihtiyaçlarına göre düzenlenirse, o zaman mekanın hasta üzerindeki olumsuz etkilerini azaltma şansı artıyor. “Bariyersiz çevre” veya “bariyersiz mekan” kavramlarının bu bağlamda yeni tanımlara ihtiyacı vardır. Alzaymır hastasının bireysel yeteneklerini daha uzun süre koruyabilen ve kaybolan yeteneklerini dengeleyebilen mekanlara ihtiyaçları vardır. 

Türkiye’de alzaymır hastaları için özel olarak tasarlanmış mekanlar bulunuyor mu?  

Ülkemizde alzaymır hastaları için özel olarak tasarlanmış mekanların sayısı azdır. Bu hastalar için ilk tesisi Aydın, Merkez’de ve ardından Nazilli’de 2009-2010 döneminde kurabilme imkânına sahip olduk. Bunu diğerleri takip etti. En son Balıkesir’in Burhaniye ilçesinde 2019 Mart ayında alzaymır hasta ve yakınları için kurduğumuz merkezi örnek olarak gösterebilirim. 2017’de Antalya’da kurduğumuz “Mavi Ev” de aynı amaçlı bir tesistir. Daha birçok şehrimizde aynı konsept ile çeşitli merkezleri, yörenin yerel yönetimleriyle işbirliği kapsamında hayata geçirdik. 

Bizi örnek alan diğerleri, ne yazık ki bu sürece fazla bir katkı sağlayamadı. Karşıdan bakıldığında herkesin rahatlıkla kurabileceğine inandığı tesislerin içinde gerçekleştirilen, alzaymır hastaları için özel olarak geliştirdiğimiz bakım ve destek modellerini yapamadılar. Bu tesisleri kurarken, orada çalışacak olan personeli de hızlandırılmış seminer ve kurslarla eğitiyoruz. Aileleri hastanın bakımına dahil ediyoruz ve aile fertlerini de hastanın durumu hakkında bilgilendiriyoruz. Bu kurumlarda verdiğimiz bakımın evde de devam edebilmesi için bu gereklidir. Diğer taraftan mekan olarak bu tesisleri, alzaymır hastasının algı yeteneklerine göre tasarlıyoruz.  

Öte yandan Nazilli’de yaptığımız bir çalışmaya “Model Ev” adını verdik. 

Alzaymır hastalarını da düşünerek her evde basit ama etkili önlemler alınabileceğini göstermeye çalıştık. Örneğin zemine döşenen “ışık yolu” ile bu hastaların kendi evinde yönlerini bulma konusunda yaşadıkları sorunların büyük bölümünün çözülebileceğini gösterdik. Birçok aile bu model evi örnek alarak, kendi evinde yaptığı değişikliklerle hem hastaya hem de tüm aile fertlerine yardımcı olabildi. 

Eklemek istediğiniz bir konu var mı? 

En büyük eksiklerimizin başında bakım sigortamızın olmaması geliyor. Bunu 2006 yılında yayımladığımız bir rapor ile ortaya koyduk. Almanya’nın bakım sigortasının bir benzerinin ülkemizde de kurulmasını önerdik. Hâlâ bu önerinin arkasında duruyoruz. Çünkü bakım sigortası ihtiyacımız giderek artıyor. 

Bizim “sosyal bakım sigortası” dediğimiz bu sigortadan sadece yaşlılar yararlanmayacak. Bütün bakıma muhtaç kişiler yararlanacak. Finansmanı çalışanlardan ve işverenlerden yapılacak olan aylık primlerle sağlanacak. Kapsamlı olduğu kadar masraflı, ama aynı zamanda zorunlu olan bakım sigortasının hayata geçirilmesi sosyal politik kararlara dayanmaktadır. Bu kararları verecek olan aktörleri bir kere daha bu konuyu düşünmeye davet ediyorum. 

DÖN