Tam bir başlangıç tarihi vermek kolay değil ama takriben son 250 senede gerçekleşen iki büyük hadise, insanlar ve diğer varlıklar arasındaki ilişkiyi köklü şekilde dönüştürdü: A) Dünyanın merkezi değişti, daha doğrusu kolonyalizm ve kapitalizmin sonucunda mekan başka bir ölçekte yeniden örgütlendi. B) Karbon bazlı enerji rejimine geçildi. Aşağıda önce bu değişimle ne kastettiğimi daha detaylı anlatıp ardından hayvan-insan, kır-kent, üretim-tüketim ilişkilerinin bu çerçevede nasıl değiştiğini ele alacağım. Bilhassa üç grup hayvanla olan ilişkilerimize odaklanacağım: aile ferdi olarak bizimle yaşayan evcil hayvanlar (kedi, köpek vd.), etinden-sütünden faydalanılan canlılar (inek, koyun, tavuk vd.) ve yabani hayvanlar. Diğer bir deyişle, bu canlılarla kurduğumuz ilişkilerin enerji sistemleri ve siyasi süreçlerle bağlantısı üzerine düşüneceğim.

Sömürgeciliğin Yeni Coğrafyası

Kolonyalizmin yahut kapitalizmin tek bir tezahürü yok. Farklı coğrafyaların farklı deneyimleri olmuş. Ancak pratikteki tüm çeşitliliğe rağmen genel bir eğilim tespit etmek yine de mümkün. O da şu: Yerel pek çok üretim (ve tüketim) ağı son 250 senede önce bozuldu, sonra artı değerin Avrupa’da birikeceği şekilde yeniden kurgulandı. Bir örnek vererek anlatayım: 200 sene önce tavuk yetiştiren biri, görece özerk bir üretim birimiydi. Devletten bağımsız değildi muhtemelen, misal Osmanlı’ya vergi yine verilirdi. Ama tavuk ve köylü arasındaki ilişki dolaysızdı. Tavuk kendi kendine çoğalabilir; köylü de yumurtasını ister satar, ister yerdi.

Şu anki üretim bu şekilde yürümüyor. Bir kere üreticiler (bu modelde köylüler yok) tavukları kendileri yetiştirmiyor, dışardan satın alıyor. Büyük şirketlerin kamyonları ile gelen civcivler belirli bir süre (45-50 gün civarında) çiftlikte, çoğunlukla kapalı bir alanda kalıyor. Sonra yine şirket kamyonu gelip hayvanları topluyor. Eğer hayvanların tuttuğu ağırlıktan memnun kalındıysa üreticiye yeni civcivler teslim ediliyor. Buna sözleşmeli, parça başı üretim deniyor. Yemler, ilaçlar ve diğer bütün girdiler dışardan, az sayıdaki şirketten geliyor. Tavuklar çiftleşerek çoğalmıyor; sonraki nesiller şirketlerin ve devletlerin kontrolü altında, suni döllenme yoluyla “imal ediliyor”. “Malı” pazarlamak üzere toptancılar, danışmanlar, reklamcılar, siyasetçiler devreye giriyor. Böylelikle paranın akışı belirli birkaç şirkete, beyaz yakalılara, şehir merkezlerine, Avrupa ve Amerika’daki belli başlı yatırımcılara yönlendirilmiş oluyor. Bugün Türkiye’nin en uzak köşesindeki üretimde dahi (ürün Türkiye’de tüketilse bile) birkaç şirkete mutlak surette pay veriliyor: Bayer, Syngenta, DuPont, BP, HSBC… Bu, vergi vermekten farklı bir düzenleme. Üretim süreçlerinin kendisi, kârın bazı merkezlerde birikmesini sağlayacak şekilde kurgulanmış. Hiçbir aşamada çiftçinin otonomisinden veya tavukla kurulmuş bütüncül ilişkilerden söz etmek mümkün değil. Kolonyalizm, temel olarak bu yeni ağların (bilimden finansa, teknolojiden eğlence sektörüne) eşitsiz bir şekilde Avrupa/Amerika merkezli olarak yeniden tesis edilmesinin hikayesi. Dünyanın merkezi değişti derken bunu kastediyorum. Uzun uzun tartışmak bu yazıda mümkün olmayacak ama hemen her mevzuda bu coğrafyaların merkezde olduğu bir dolaşım ağına rastlamak mümkün. Herhangi bir konuyu çalışan akademisyenin İngilizce bilmek zorunda olması, en iyi futbolcuların Avrupa’daki sayılı üç-beş lige gitmesi yahut kullandığımız dünya haritalarının tam ortasında Avrupa’nın bulunması tesadüf değil. Bu süreç bazen savaşlarla, bazen diğer grupları seçeneksiz bırakarak yahut özendirerek yürütülmüş. Hiç değişmeyecek anlamına gelmiyor. Hatta aksine, kapitalist üretim modelinin iktidar geometrisi sürekli değişiyor. Mesela ileride Çin kalıcı bir hegemonya kurabilir ancak işleyiş sistemi (her faaliyeti bir merkeze para aktaracak biçimde kurgulamak) kapitalist dünyanın sabit unsurudur diyebiliriz.

Hayvan emeği, kömür ve petrolle çalışan makinelerle ikame edildi. Bunun sonucunda hayvanların toplumsal statüsü değişti, yeni ilişki modelleri ortaya çıktı. Aşağıda bu ilişkileri üç ana gruba ayırarak anlatıyorum.

Enerji Yoğun Yaşam Alanları

İnsanın diğer varlıklarla ilişkisini yakın zamanlarda kökünden değiştiren ikinci etken, kullanılan enerji miktarındaki radikal artış oldu. Eskiden dolaşımdaki enerjinin bir sınırı vardı. Büyük miktarda buğday depolanamıyordu yahut hayvan sayısı (bunlar enerji depolama araçlarıydı aynı zamanda) belli bir eşiği geçince civarda ot kalmıyordu. Bu durum, kömürle beraber değişti. Küçük bir alanda muazzam miktarlarda enerji kullanmak mümkün oldu. 1800-2000 yılları arasında nüfus altı kat artarken; dolaşımdaki enerji 40 kat arttı.1 Birkaç tonluk araçları havada uçurmak, on binlerce kilometre öteden anahtarlık, tazesoğan veya sakatat taşımak, aya gitmek yahut 15-20 milyon insanın üst üste yaşadığı şehirler inşa etmek, sisteme büyük miktarda enerji girişiyle sağlandı. Su ve yiyecek kaynaklarına yakın yaşamak bir zorunluluk olmaktan çıktı. Atıkları yaşam alanlarından uzaklaştıran enerji yoğun sistemler kuruldu. Petrol, milyarlarca insanı besleyen büyük ölçekli endüstriyel tarımın (taşıma-sürme-gübre imalatındaki) temel girdisi haline geldi. Eşya, insan ve hayvan daha uzağa ve daha hızlı şekillerde hareket etmeye başladı.

Bugün artık en temel gündelik faaliyetlerde bile büyük miktarda enerji sarf ediliyor. Oysa yakın zamanlara kadar, bu anlattığım faaliyetlerin büyük çoğunluğu (iletişim, ulaşım, tarım, atıkların öğütülmesi, güvenlik…) genel olarak hayvan-insan kolektiflerinden devşirilen kas gücüyle yürütülürdü. Diğer bir deyişle, hayvanlar da emekçiydi. Bu durum (coğrafi farklar olmakla birlikte) On dokuzuncu yüzyılda değişmeye başladı. Hayvan emeği, kömür ve petrolle çalışan makinelerle ikame edildi. Bunun sonucunda hayvanların toplumsal statüsü değişti, yeni ilişki modelleri ortaya çıktı. Aşağıda bu ilişkileri üç ana gruba ayırarak anlatıyorum.

Fotoğraf: Bekir Dindar
Emeğin Yeniden Örgütlenmesi

1. İnekler ve Tavuklar

Bugün Türkiye’de öküzle tarla süren köylü neredeyse kalmadı. Mazot fiyatlarından şikayet edilmesine rağmen bu iş için hemen her yerde traktör kullanılıyor. Traktör, banka borcu demek, petrol şirketlerine para aktarmak demek, yedek parça demek. Arkasında bambaşka bir ticari ağ var. Buna mukabil, günümüzde ineklere ve mandalara tahsis edilen tek işlev, et ve süt üretmek. Yani artık birer işçi değil, “kaynak” olarak muamele görüyorlar. Hayatları boyu kapalı bir mekanda yaşayıp ölmeleri, bu yeni dönemin ortaya çıkardığı bir sonuç. Çünkü onlardan tek beklenen, daha hızlı yağ tutmaları, daha çok süt vermeleri. Yakın zamana kadar haşere ile mücadelede kullanılan tavuklar ise kimya sektörüne mağlup oldu diyebiliriz. Artık tavuklar da çalışmıyor, kapatıldılar. Eşek ise bu dönüşüm sürecinde en çok gözden düşen hayvan oldu. Eti de yenmediği için Türkiye’deki (kayıtlı) eşek sayısı son 30 senede bir milyondan yaklaşık 150 bine düştü.2

Bu süreçte kendine yeterli otonom coğrafyalar/kolektifler tasfiye edildi. Yerine yatırımcıların kârını büyütecek, aşırı birikime, devlet kontrolüne imkan tanıyan ürünlere (cash crop) ve üretme usullerine öncelik verildi. Plantasyonlar kuruldu, pamuk, şeker kamışı, tütün, mısır ve benzeri ürünler bir kıtadan diğerine dolaşmaya başladı. Tavuklar, inekler, hatta arılar bu yeni üretim-tüketim ağlarında herhangi bir meta gibi muamele görür oldular. 

2. Kediler ve Köpekler

Kedi ve köpeklerin ise görece başka bir hikayesi var. Onlar da diğer türler gibi insan toplumlarında uzun süredir var olagelmiş ve emek gücüne katılmışlar. Örneğin kediler, veba gibi sorunlara set çekmiş, fare nüfusunu kontrol altında tutmuş. Köpekler ise pek çok farklı alanda kullanılmış: avcı olmuş, bekçi olmuş, kılavuz olmuş, plastiğin olmadığı bir dünyada çöpleri öğüterek belediye hizmeti sunmuş. Bugün hâlâ itfaiyede, havaalanlarında, polis teşkilatında çalışan köpekler var. Ancak 150 yıl kadar önce, bu yeni mekan örgütlenmesine geçilirken onların emekleri de giderek gereksiz hale gelmiş. Tıp biliminin gelişmesi, belediye hizmetlerinin genişlemesi ve otonom mahalle güvenliğinin yerine devletin merkezi güvenliğinin geçmesiyle hayvanların emekçi vasıfları değer yitirmiş. Köpeklerin modern bir şehre yakışmadığı, gelen geçenleri korkuttuğu, çöpleri karıştırdığı ileri sürülmüş. “Kaynak” olarak da kullanılamayınca (en azından dünyanın bu bölgesinde etleri yenen, sütleri içilen hayvanlar değiller) itlaf edilmeleri gündeme gelmiş. Ancak Osmanlı’nın bilhassa Müslüman cemaatlerinde (evlere alınmasa da) köpek hâlâ sevilen bir mahalle mensubu sayıldığından, bu plan uzun süre hayata geçirilememiş. Nihayet İttihat ve Terakki döneminde İstanbul’un “köpek sorununa” müdahale edilmiş. Yaklaşık seksen bin köpek sokaklardan toplanıp suyun bile olmadığı Hayırsızada’ya bırakılmış. O dönemki tanıklıklar ve kayıtlar, köpeklerin büyük acılar çekerek ve yamyamlaşarak öldüğünü anlatır.3

İnsan denetimindeki evcil türlerin sayısı artarken dünyanın gen havuzundaki çeşitlilik hızla azalıyor.

Bugün ise kedi ve köpeklere yönelik üç ayrı yaklaşım tespit etmek mümkün. İlki, eskinin devamı. Çok daha az sayıda olsa da köpekler Türkiye’de hâlâ şehirlerde, metropollerde, hatta en lüks semtlerde görece serbest bir biçimde dolaşabiliyor. Bakan, besleyen, onları mahalleli olarak gören insanlar var. İkinci yaklaşım bu köpeklerden rahatsız olan kesimlerle ilişkilendirilebilir. Hayvanlar toplanıp barınaklara kapatılıyor. Kötü muameleye maruz kaldıklarına ve yaşam koşullarının işkence sınırında dolaştığına dair kamuoyuna arada bir bazı görüntüler sızsa da kapalı kapılar ardında bu işi çözüyormuş gibi yapmak, belki de hayvanları topluca itlaf etmek seçeneğine tercih ediliyor. Kuzey Avrupa ülkelerinde hiç sokak köpeğinin olmamasının arkasında da benzer itlaf uygulamaları ve barınaklar var. İşlevini kaybeden bir nüfus, bu usullerle toplumsal hayattan dışlanmış durumda.

Ancak, tümüyle değil. Üçüncü yaklaşım kedi ve köpekleri bir mahalleliden öte, aile ferdi olarak görmeye dayanıyor. Hayvanlar eve alınıyor, bakılıyor, seviliyor. Ancak tamamen tozpembe bir hikaye anlatmak mümkün değil. Bu hayvanların da cinsellikleri (tavuklar-inekler gibi) sıkı kontrol altında. Çoğu kısırlaştırılıyor yahut kiminle ne zaman çiftleşeceğine insanlar karar veriyor. Doğar doğmaz pelte haline getirilmiş erkek civcivler, endüstriyel sakatat ve katkılı gıdalar yem olarak kullanılıyor. Sektörün pet shop ayağına bu kısa yazıda etraflıca değinmenin imkanı yok ama yine de şunun altını çizmek önemli: Diş kaşıma aletlerinden hayvanın gıdasına kadar uzanan bir ürün yelpazesi, yine birkaç şirkete para aktaracak şekilde kurgulanmış. Dolayısıyla (istisnalar olmakla birlikte) kurulan sevgi ilişkisi seçici (civcivi görmeyebiliyor), duruma göre baskıcı ve tüketim odaklı.

3. Yaban Hayatı

Mega kentler inşa etmek, buraları beslemek için yoğun enerji sarf eden soğutucu sistemlerle uzaklardan yiyecek taşımak (misal kış ortasında Kenya’dan İngiltere’ye tazesoğan getirmek), ormanları kesip tarla açmak, piyasa değeri yüksek olduğu için et piyasasını büyütmek, ekili arazilerin yaklaşık üçte birini hayvan yemi yetiştirmeye tahsis etmek; yani özetle yukarda anlattığım iki eksen doğrultusunda enerji yoğun üretim modelleriyle bazı merkezlerde aşırı sermaye birikimine imkan sağlamak, belki de en çok yaban hayatını etkiledi. 1970’ten bu yana omurgalı hayvanların %58’i yok oldu.4 Bugün dünyada 80 bin zürafaya karşılık 1,5 milyar inek yaşıyor.5 Yaban hayatı hızla yok oluyor.

Şunun altını çizmekte fayda var: Eskiden de insanın bir tür olarak diğer canlılarla uyum içinde yaşadığını söylemek kolay değil. Arkeolojik bulgulara göre Avustralya’da yaşayan büyük hayvanların çoğu yaklaşık 45 bin sene önce, tam da insanın adaya çıkmasına denk gelen bir dönemde topluca yok olmuş. 50 kilodan ağır 24 memeli türünün 23’ü dünyadan silinmiş. Keza Kuzey Amerika’da da insanın gelmesinden sonraki 2000 yıl içinde 47 büyük memeli türünün 34’ü, Güney Amerika’da ise 60’ından 50’sinin soyu tükenmiş.6

Ancak yakın zamanlarda gerçekleşen yok oluşun farklı bir yönünden bahsetmek yine de mümkün. Bu defa yalnızca besin zincirinin tepesindeki av hayvanları yahut insanla rekabet halindeki yırtıcılar değil, besin zincirinin en altındaki canlılar da topluca dünyayı terk etmeye başladı. Örneğin Almanya’da 1989-2013 yılları arasında omurgasız hayvan kütlesi (böcekler, solucanlar vb.) %80 azaldı.7 Tarımda kullanılan pestisitlerin, insanların ve evcil hayvanların dar alanlarda üst üste yaşamasını sağlayan antibiyotiklerin uzun vadeli etkileri yeni yeni görünür oluyor. Özetle, insanın denetimindeki evcil türlerin sayısı artarken dünyanın gen havuzundaki çeşitlilik hızla azalıyor.

Yaban hayatının yok oluşu karşısında insanın verdiği cevap ise yine kolonyal dönemin mirasından izler taşıyor. Kalan az sayıdaki türü yaşatmak maksadıyla çitle çevrilmiş koruma alanları (reservations) kuruluyor, yoğun gözlem ve denetim altında yalıtılmış yaşamlar tesis ediliyor. Bugün hem Kuzey Amerika’da yerlilerin yaşadığı sınırlı koruma alanları hem de yaban hayatı koruma parkları turistler, belgeselciler ve biliminsanlarının istilası altında. Örneğin Güney Afrika’daki Kruger Milli Parkı’nda, bir aslanın antilop avı bir sürü arabanın ve onlarca meraklı gözün takibi altında gerçekleşiyor. Yaban hayatı, hem bir kavram olarak hem de fiziksel anlamda medeniyetin bir yan ürünü, daha doğrusu gözlem sahası olarak var olabiliyor.

Sonuç

Bu kısa yazıda iki temel eksen (Sermayenin mekanları yeniden örgütlemesi ve sistemdeki enerji miktarının radikal artışı) etrafında hayvanlarla ilişkimizin nasıl dönüştüğünü mercek altına aldım. İnsanlar ve hayvanların maruz kaldığı biyo-politik süreçler arasında bazı paralellikler kurdum, emekçi rolünü kaybeden canlıların akıbetini anlattım.

Çok bahsi geçmedi ama emek gücüne katılamayan, tüketim ağlarına giremeyen insanların, hayvanlarla benzer bir kaderi paylaşabildikleri bir dünyada yaşıyoruz. Yerlilerin, Üçüncü Dünya yoksullarının veya devletin çeperlerinde yaşayanların tecrit edildikleri, ağır şekilde sömürüldükleri, hayatlarının ve ölümlerinin değersizleştiği bir dünya bu. Yazının satır aralarında işaret etmeye çalıştığım gibi, bir grubun maruz kaldığı derin adaletsizlik, öyle ya da böyle diğerlerine de sirayet ediyor. O yüzden hayvanlara yapılan muameleyi daha geniş bir çerçevede tartışmak; yani adalet dairesini genişletmek, onları da otonom mekanların, dayanışmacı kolektiflerin, anti-kapitalist üretim modellerinin bir mensubu olarak düşünmek önemli. “Kurtuluş yok tek başına” sloganı, benim için bu anlama geliyor.


1- Steffen, W., Grinevald, J., Crutzen, P. ve McNeill, J. (2011) “The Anthropocene: Conceptual and Historical Perspectives”, Philosophical Transactions of the Royal Society of London A: Mathematical, Physical and Engineering Sciences, 369(1938): 842–67.

2- TÜİK (2015) “Hayvan Sayıları”, www.tuik.gov.tr

3- Schick, I. C. (2010) “İstanbul’da 1910’da Gerçekleşen Büyük Köpek İtlâfı: Bir Mekân Üzerinde Çekişme Vakası”, Toplumsal Tarih, 200: 22-33.

4- WWF (2016) “Living Planet Report 2016”, www.worldwildlife.org/pages/living-planet-report-2016 (Erişim tarihi: 12 Nisan 2018).

5- Harari, Y. N. (2015) Sapiens: Hayvanlardan Tanrılara, çev. Ertuğrul Genç, İstanbul: Kolektif Kitap.

6- A.g.y.

7- Warwick, H. (2017) “Where Have All the Insects Gone?”, The Guardian, www.theguardian.com/commentisfree/2017/may/13/where-insects-extinction-world-denuded-life (Erişim tarihi: 12 Nisan 2018).

Tam bir başlangıç tarihi vermek kolay değil ama takriben son 250 senede gerçekleşen iki büyük hadise, insanlar ve diğer varlıklar arasındaki ilişkiyi köklü şekilde dönüştürdü: A) Dünyanın merkezi değişti, daha doğrusu kolonyalizm ve kapitalizmin sonucunda mekan başka bir ölçekte yeniden örgütlendi. B) Karbon bazlı enerji rejimine geçildi. Aşağıda önce bu değişimle ne kastettiğimi daha detaylı anlatıp ardından hayvan-insan, kır-kent, üretim-tüketim ilişkilerinin bu çerçevede nasıl değiştiğini ele alacağım. Bilhassa üç grup hayvanla olan ilişkilerimize odaklanacağım: aile ferdi olarak bizimle yaşayan evcil hayvanlar (kedi, köpek vd.), etinden-sütünden faydalanılan canlılar (inek, koyun, tavuk vd.) ve yabani hayvanlar. Diğer bir deyişle, bu canlılarla kurduğumuz ilişkilerin enerji sistemleri ve siyasi süreçlerle bağlantısı üzerine düşüneceğim.

Sömürgeciliğin Yeni Coğrafyası

Kolonyalizmin yahut kapitalizmin tek bir tezahürü yok. Farklı coğrafyaların farklı deneyimleri olmuş. Ancak pratikteki tüm çeşitliliğe rağmen genel bir eğilim tespit etmek yine de mümkün. O da şu: Yerel pek çok üretim (ve tüketim) ağı son 250 senede önce bozuldu, sonra artı değerin Avrupa’da birikeceği şekilde yeniden kurgulandı. Bir örnek vererek anlatayım: 200 sene önce tavuk yetiştiren biri, görece özerk bir üretim birimiydi. Devletten bağımsız değildi muhtemelen, misal Osmanlı’ya vergi yine verilirdi. Ama tavuk ve köylü arasındaki ilişki dolaysızdı. Tavuk kendi kendine çoğalabilir; köylü de yumurtasını ister satar, ister yerdi.

Şu anki üretim bu şekilde yürümüyor. Bir kere üreticiler (bu modelde köylüler yok) tavukları kendileri yetiştirmiyor, dışardan satın alıyor. Büyük şirketlerin kamyonları ile gelen civcivler belirli bir süre (45-50 gün civarında) çiftlikte, çoğunlukla kapalı bir alanda kalıyor. Sonra yine şirket kamyonu gelip hayvanları topluyor. Eğer hayvanların tuttuğu ağırlıktan memnun kalındıysa üreticiye yeni civcivler teslim ediliyor. Buna sözleşmeli, parça başı üretim deniyor. Yemler, ilaçlar ve diğer bütün girdiler dışardan, az sayıdaki şirketten geliyor. Tavuklar çiftleşerek çoğalmıyor; sonraki nesiller şirketlerin ve devletlerin kontrolü altında, suni döllenme yoluyla “imal ediliyor”. “Malı” pazarlamak üzere toptancılar, danışmanlar, reklamcılar, siyasetçiler devreye giriyor. Böylelikle paranın akışı belirli birkaç şirkete, beyaz yakalılara, şehir merkezlerine, Avrupa ve Amerika’daki belli başlı yatırımcılara yönlendirilmiş oluyor. Bugün Türkiye’nin en uzak köşesindeki üretimde dahi (ürün Türkiye’de tüketilse bile) birkaç şirkete mutlak surette pay veriliyor: Bayer, Syngenta, DuPont, BP, HSBC… Bu, vergi vermekten farklı bir düzenleme. Üretim süreçlerinin kendisi, kârın bazı merkezlerde birikmesini sağlayacak şekilde kurgulanmış. Hiçbir aşamada çiftçinin otonomisinden veya tavukla kurulmuş bütüncül ilişkilerden söz etmek mümkün değil. Kolonyalizm, temel olarak bu yeni ağların (bilimden finansa, teknolojiden eğlence sektörüne) eşitsiz bir şekilde Avrupa/Amerika merkezli olarak yeniden tesis edilmesinin hikayesi. Dünyanın merkezi değişti derken bunu kastediyorum. Uzun uzun tartışmak bu yazıda mümkün olmayacak ama hemen her mevzuda bu coğrafyaların merkezde olduğu bir dolaşım ağına rastlamak mümkün. Herhangi bir konuyu çalışan akademisyenin İngilizce bilmek zorunda olması, en iyi futbolcuların Avrupa’daki sayılı üç-beş lige gitmesi yahut kullandığımız dünya haritalarının tam ortasında Avrupa’nın bulunması tesadüf değil. Bu süreç bazen savaşlarla, bazen diğer grupları seçeneksiz bırakarak yahut özendirerek yürütülmüş. Hiç değişmeyecek anlamına gelmiyor. Hatta aksine, kapitalist üretim modelinin iktidar geometrisi sürekli değişiyor. Mesela ileride Çin kalıcı bir hegemonya kurabilir ancak işleyiş sistemi (her faaliyeti bir merkeze para aktaracak biçimde kurgulamak) kapitalist dünyanın sabit unsurudur diyebiliriz.

Hayvan emeği, kömür ve petrolle çalışan makinelerle ikame edildi. Bunun sonucunda hayvanların toplumsal statüsü değişti, yeni ilişki modelleri ortaya çıktı. Aşağıda bu ilişkileri üç ana gruba ayırarak anlatıyorum.

Enerji Yoğun Yaşam Alanları

İnsanın diğer varlıklarla ilişkisini yakın zamanlarda kökünden değiştiren ikinci etken, kullanılan enerji miktarındaki radikal artış oldu. Eskiden dolaşımdaki enerjinin bir sınırı vardı. Büyük miktarda buğday depolanamıyordu yahut hayvan sayısı (bunlar enerji depolama araçlarıydı aynı zamanda) belli bir eşiği geçince civarda ot kalmıyordu. Bu durum, kömürle beraber değişti. Küçük bir alanda muazzam miktarlarda enerji kullanmak mümkün oldu. 1800-2000 yılları arasında nüfus altı kat artarken; dolaşımdaki enerji 40 kat arttı.1 Birkaç tonluk araçları havada uçurmak, on binlerce kilometre öteden anahtarlık, tazesoğan veya sakatat taşımak, aya gitmek yahut 15-20 milyon insanın üst üste yaşadığı şehirler inşa etmek, sisteme büyük miktarda enerji girişiyle sağlandı. Su ve yiyecek kaynaklarına yakın yaşamak bir zorunluluk olmaktan çıktı. Atıkları yaşam alanlarından uzaklaştıran enerji yoğun sistemler kuruldu. Petrol, milyarlarca insanı besleyen büyük ölçekli endüstriyel tarımın (taşıma-sürme-gübre imalatındaki) temel girdisi haline geldi. Eşya, insan ve hayvan daha uzağa ve daha hızlı şekillerde hareket etmeye başladı.

Bugün artık en temel gündelik faaliyetlerde bile büyük miktarda enerji sarf ediliyor. Oysa yakın zamanlara kadar, bu anlattığım faaliyetlerin büyük çoğunluğu (iletişim, ulaşım, tarım, atıkların öğütülmesi, güvenlik…) genel olarak hayvan-insan kolektiflerinden devşirilen kas gücüyle yürütülürdü. Diğer bir deyişle, hayvanlar da emekçiydi. Bu durum (coğrafi farklar olmakla birlikte) On dokuzuncu yüzyılda değişmeye başladı. Hayvan emeği, kömür ve petrolle çalışan makinelerle ikame edildi. Bunun sonucunda hayvanların toplumsal statüsü değişti, yeni ilişki modelleri ortaya çıktı. Aşağıda bu ilişkileri üç ana gruba ayırarak anlatıyorum.

Fotoğraf: Bekir Dindar
Emeğin Yeniden Örgütlenmesi

1. İnekler ve Tavuklar

Bugün Türkiye’de öküzle tarla süren köylü neredeyse kalmadı. Mazot fiyatlarından şikayet edilmesine rağmen bu iş için hemen her yerde traktör kullanılıyor. Traktör, banka borcu demek, petrol şirketlerine para aktarmak demek, yedek parça demek. Arkasında bambaşka bir ticari ağ var. Buna mukabil, günümüzde ineklere ve mandalara tahsis edilen tek işlev, et ve süt üretmek. Yani artık birer işçi değil, “kaynak” olarak muamele görüyorlar. Hayatları boyu kapalı bir mekanda yaşayıp ölmeleri, bu yeni dönemin ortaya çıkardığı bir sonuç. Çünkü onlardan tek beklenen, daha hızlı yağ tutmaları, daha çok süt vermeleri. Yakın zamana kadar haşere ile mücadelede kullanılan tavuklar ise kimya sektörüne mağlup oldu diyebiliriz. Artık tavuklar da çalışmıyor, kapatıldılar. Eşek ise bu dönüşüm sürecinde en çok gözden düşen hayvan oldu. Eti de yenmediği için Türkiye’deki (kayıtlı) eşek sayısı son 30 senede bir milyondan yaklaşık 150 bine düştü.2

Bu süreçte kendine yeterli otonom coğrafyalar/kolektifler tasfiye edildi. Yerine yatırımcıların kârını büyütecek, aşırı birikime, devlet kontrolüne imkan tanıyan ürünlere (cash crop) ve üretme usullerine öncelik verildi. Plantasyonlar kuruldu, pamuk, şeker kamışı, tütün, mısır ve benzeri ürünler bir kıtadan diğerine dolaşmaya başladı. Tavuklar, inekler, hatta arılar bu yeni üretim-tüketim ağlarında herhangi bir meta gibi muamele görür oldular. 

2. Kediler ve Köpekler

Kedi ve köpeklerin ise görece başka bir hikayesi var. Onlar da diğer türler gibi insan toplumlarında uzun süredir var olagelmiş ve emek gücüne katılmışlar. Örneğin kediler, veba gibi sorunlara set çekmiş, fare nüfusunu kontrol altında tutmuş. Köpekler ise pek çok farklı alanda kullanılmış: avcı olmuş, bekçi olmuş, kılavuz olmuş, plastiğin olmadığı bir dünyada çöpleri öğüterek belediye hizmeti sunmuş. Bugün hâlâ itfaiyede, havaalanlarında, polis teşkilatında çalışan köpekler var. Ancak 150 yıl kadar önce, bu yeni mekan örgütlenmesine geçilirken onların emekleri de giderek gereksiz hale gelmiş. Tıp biliminin gelişmesi, belediye hizmetlerinin genişlemesi ve otonom mahalle güvenliğinin yerine devletin merkezi güvenliğinin geçmesiyle hayvanların emekçi vasıfları değer yitirmiş. Köpeklerin modern bir şehre yakışmadığı, gelen geçenleri korkuttuğu, çöpleri karıştırdığı ileri sürülmüş. “Kaynak” olarak da kullanılamayınca (en azından dünyanın bu bölgesinde etleri yenen, sütleri içilen hayvanlar değiller) itlaf edilmeleri gündeme gelmiş. Ancak Osmanlı’nın bilhassa Müslüman cemaatlerinde (evlere alınmasa da) köpek hâlâ sevilen bir mahalle mensubu sayıldığından, bu plan uzun süre hayata geçirilememiş. Nihayet İttihat ve Terakki döneminde İstanbul’un “köpek sorununa” müdahale edilmiş. Yaklaşık seksen bin köpek sokaklardan toplanıp suyun bile olmadığı Hayırsızada’ya bırakılmış. O dönemki tanıklıklar ve kayıtlar, köpeklerin büyük acılar çekerek ve yamyamlaşarak öldüğünü anlatır.3

İnsan denetimindeki evcil türlerin sayısı artarken dünyanın gen havuzundaki çeşitlilik hızla azalıyor.

Bugün ise kedi ve köpeklere yönelik üç ayrı yaklaşım tespit etmek mümkün. İlki, eskinin devamı. Çok daha az sayıda olsa da köpekler Türkiye’de hâlâ şehirlerde, metropollerde, hatta en lüks semtlerde görece serbest bir biçimde dolaşabiliyor. Bakan, besleyen, onları mahalleli olarak gören insanlar var. İkinci yaklaşım bu köpeklerden rahatsız olan kesimlerle ilişkilendirilebilir. Hayvanlar toplanıp barınaklara kapatılıyor. Kötü muameleye maruz kaldıklarına ve yaşam koşullarının işkence sınırında dolaştığına dair kamuoyuna arada bir bazı görüntüler sızsa da kapalı kapılar ardında bu işi çözüyormuş gibi yapmak, belki de hayvanları topluca itlaf etmek seçeneğine tercih ediliyor. Kuzey Avrupa ülkelerinde hiç sokak köpeğinin olmamasının arkasında da benzer itlaf uygulamaları ve barınaklar var. İşlevini kaybeden bir nüfus, bu usullerle toplumsal hayattan dışlanmış durumda.

Ancak, tümüyle değil. Üçüncü yaklaşım kedi ve köpekleri bir mahalleliden öte, aile ferdi olarak görmeye dayanıyor. Hayvanlar eve alınıyor, bakılıyor, seviliyor. Ancak tamamen tozpembe bir hikaye anlatmak mümkün değil. Bu hayvanların da cinsellikleri (tavuklar-inekler gibi) sıkı kontrol altında. Çoğu kısırlaştırılıyor yahut kiminle ne zaman çiftleşeceğine insanlar karar veriyor. Doğar doğmaz pelte haline getirilmiş erkek civcivler, endüstriyel sakatat ve katkılı gıdalar yem olarak kullanılıyor. Sektörün pet shop ayağına bu kısa yazıda etraflıca değinmenin imkanı yok ama yine de şunun altını çizmek önemli: Diş kaşıma aletlerinden hayvanın gıdasına kadar uzanan bir ürün yelpazesi, yine birkaç şirkete para aktaracak şekilde kurgulanmış. Dolayısıyla (istisnalar olmakla birlikte) kurulan sevgi ilişkisi seçici (civcivi görmeyebiliyor), duruma göre baskıcı ve tüketim odaklı.

3. Yaban Hayatı

Mega kentler inşa etmek, buraları beslemek için yoğun enerji sarf eden soğutucu sistemlerle uzaklardan yiyecek taşımak (misal kış ortasında Kenya’dan İngiltere’ye tazesoğan getirmek), ormanları kesip tarla açmak, piyasa değeri yüksek olduğu için et piyasasını büyütmek, ekili arazilerin yaklaşık üçte birini hayvan yemi yetiştirmeye tahsis etmek; yani özetle yukarda anlattığım iki eksen doğrultusunda enerji yoğun üretim modelleriyle bazı merkezlerde aşırı sermaye birikimine imkan sağlamak, belki de en çok yaban hayatını etkiledi. 1970’ten bu yana omurgalı hayvanların %58’i yok oldu.4 Bugün dünyada 80 bin zürafaya karşılık 1,5 milyar inek yaşıyor.5 Yaban hayatı hızla yok oluyor.

Şunun altını çizmekte fayda var: Eskiden de insanın bir tür olarak diğer canlılarla uyum içinde yaşadığını söylemek kolay değil. Arkeolojik bulgulara göre Avustralya’da yaşayan büyük hayvanların çoğu yaklaşık 45 bin sene önce, tam da insanın adaya çıkmasına denk gelen bir dönemde topluca yok olmuş. 50 kilodan ağır 24 memeli türünün 23’ü dünyadan silinmiş. Keza Kuzey Amerika’da da insanın gelmesinden sonraki 2000 yıl içinde 47 büyük memeli türünün 34’ü, Güney Amerika’da ise 60’ından 50’sinin soyu tükenmiş.6

Ancak yakın zamanlarda gerçekleşen yok oluşun farklı bir yönünden bahsetmek yine de mümkün. Bu defa yalnızca besin zincirinin tepesindeki av hayvanları yahut insanla rekabet halindeki yırtıcılar değil, besin zincirinin en altındaki canlılar da topluca dünyayı terk etmeye başladı. Örneğin Almanya’da 1989-2013 yılları arasında omurgasız hayvan kütlesi (böcekler, solucanlar vb.) %80 azaldı.7 Tarımda kullanılan pestisitlerin, insanların ve evcil hayvanların dar alanlarda üst üste yaşamasını sağlayan antibiyotiklerin uzun vadeli etkileri yeni yeni görünür oluyor. Özetle, insanın denetimindeki evcil türlerin sayısı artarken dünyanın gen havuzundaki çeşitlilik hızla azalıyor.

Yaban hayatının yok oluşu karşısında insanın verdiği cevap ise yine kolonyal dönemin mirasından izler taşıyor. Kalan az sayıdaki türü yaşatmak maksadıyla çitle çevrilmiş koruma alanları (reservations) kuruluyor, yoğun gözlem ve denetim altında yalıtılmış yaşamlar tesis ediliyor. Bugün hem Kuzey Amerika’da yerlilerin yaşadığı sınırlı koruma alanları hem de yaban hayatı koruma parkları turistler, belgeselciler ve biliminsanlarının istilası altında. Örneğin Güney Afrika’daki Kruger Milli Parkı’nda, bir aslanın antilop avı bir sürü arabanın ve onlarca meraklı gözün takibi altında gerçekleşiyor. Yaban hayatı, hem bir kavram olarak hem de fiziksel anlamda medeniyetin bir yan ürünü, daha doğrusu gözlem sahası olarak var olabiliyor.

Sonuç

Bu kısa yazıda iki temel eksen (Sermayenin mekanları yeniden örgütlemesi ve sistemdeki enerji miktarının radikal artışı) etrafında hayvanlarla ilişkimizin nasıl dönüştüğünü mercek altına aldım. İnsanlar ve hayvanların maruz kaldığı biyo-politik süreçler arasında bazı paralellikler kurdum, emekçi rolünü kaybeden canlıların akıbetini anlattım.

Çok bahsi geçmedi ama emek gücüne katılamayan, tüketim ağlarına giremeyen insanların, hayvanlarla benzer bir kaderi paylaşabildikleri bir dünyada yaşıyoruz. Yerlilerin, Üçüncü Dünya yoksullarının veya devletin çeperlerinde yaşayanların tecrit edildikleri, ağır şekilde sömürüldükleri, hayatlarının ve ölümlerinin değersizleştiği bir dünya bu. Yazının satır aralarında işaret etmeye çalıştığım gibi, bir grubun maruz kaldığı derin adaletsizlik, öyle ya da böyle diğerlerine de sirayet ediyor. O yüzden hayvanlara yapılan muameleyi daha geniş bir çerçevede tartışmak; yani adalet dairesini genişletmek, onları da otonom mekanların, dayanışmacı kolektiflerin, anti-kapitalist üretim modellerinin bir mensubu olarak düşünmek önemli. “Kurtuluş yok tek başına” sloganı, benim için bu anlama geliyor.


1- Steffen, W., Grinevald, J., Crutzen, P. ve McNeill, J. (2011) “The Anthropocene: Conceptual and Historical Perspectives”, Philosophical Transactions of the Royal Society of London A: Mathematical, Physical and Engineering Sciences, 369(1938): 842–67.

2- TÜİK (2015) “Hayvan Sayıları”, www.tuik.gov.tr

3- Schick, I. C. (2010) “İstanbul’da 1910’da Gerçekleşen Büyük Köpek İtlâfı: Bir Mekân Üzerinde Çekişme Vakası”, Toplumsal Tarih, 200: 22-33.

4- WWF (2016) “Living Planet Report 2016”, www.worldwildlife.org/pages/living-planet-report-2016 (Erişim tarihi: 12 Nisan 2018).

5- Harari, Y. N. (2015) Sapiens: Hayvanlardan Tanrılara, çev. Ertuğrul Genç, İstanbul: Kolektif Kitap.

6- A.g.y.

7- Warwick, H. (2017) “Where Have All the Insects Gone?”, The Guardian, www.theguardian.com/commentisfree/2017/may/13/where-insects-extinction-world-denuded-life (Erişim tarihi: 12 Nisan 2018).

DÖN