Döküldü yaprağım güllerim soldu
Gemi yükün aldı gam ilen doldu
Harekete kimse mani olamaz
Aşık Veysel, “Anlatamam Derdimi Dertsiz İnsana”
Toprak, tohum, gıda ve pazar. Beslenme ve yemeğe ilişkin yüzlerce, hatta binlerce yıllık geçmişin ağırlıklı olarak bu dört olguda özetlenebileceği söylenebilir mi? Şüphesiz her biri tarih boyunca kendi iç dönüşümünü -üstelik birbiriyle etkileşim halinde- yaşamıştır/yaşamaktadır. Ancak, kapitalist pazarın ortaya çıkışı, gelişimi ve farklı biçimler alması temelinde toprağın, tohumun ve nihayetinde gıdanın da kapitalist bir karakter kazanarak günümüzdeki anlamına kavuştuğu görülmektedir. Diğer yandan bireyin, özellikle de ekonomik yönden güçsüz ve zayıf bireyin, bir meta haline gelen gıdaya erişimi konusu da gündemdedir. Bir diğer anlatımla gıda ve gıdanın tüketimi, gıdanın kapitalist karakterinden ibaret, yani meta anlamı ve içeriği ile sınırlı kalmamıştır. Gıdanın meta karakteri, ekonomik bir boyutu ifade etmekle birlikte gıda ve beslenmeye dönük sosyal bir gelişimin de zeminidir. Beslenme hakkı etrafında oluşan bu sosyal gelişimin, belirli yönleriyle sosyal politika kapsamında değerlendirilebileceği de söylenebilir. Bu kısa yazıdaki amacımız da, kapitalist tahakküm altında gıda, beslenme ve yemeğe ilişkin alanlardaki dönüşümü ve bu alanlarda ortaya çıkan sonuçların sosyal haklar bağlamındaki durumunu ve geleceğini irdelemektir.
Sermayenin ilkel birikimi aracılığıyla insanlardan kopartılan sadece geçimlik alanları değildi; toprak da insan emeği ve duygusu ile olan bağını kaybetmeye başladı.
İnsanın Geçimlik Alanından, Duygunun Topraktan Kopuşu
Kapitalizm ve küreselleşme öncesinde küçük toprak parçalarında ata yadigârı tohumlarla hane halkı temelinde üretim yapan köylüler, bu ürünleri pazarda satarak geçimlerini sağlamaktaydı. Hayvancılığın da yaygın olduğu bu üretim sürecinde emek, su, gübre ve diğer her şey toprak ananın merkezde olduğu bir döngüyle şekillenmekteydi. Sanayi Devrimi ve sermayenin yaygınlaşması ise bu döngünün önemli ölçüde kırılmasına neden oldu. Sanayide ihtiyaç duyulan işgücü, ağırlıkla kırsal alanlarda yaşayan nüfus tarafından karşılandı. Kent merkezlerinin giderek genişlediği bu dönemde arkada kalanlar da kentteki yakınlarına eklemlendi ve topraklar giderek büyük şirketlerin tekeline geçti. Sermaye, yaygınlaştıkça mülksüzleştirdi; mülksüzleştirdikçe tekelleşti. Tekelleşmenin iktisadi ve sosyal sonuçlarının ötesinde, sermayenin ilkel birikimi aracılığıyla insanlardan kopartılan sadece geçimlik alanları değildi;1 toprak da insan emeği ve duygusu ile olan bağını kaybetmeye başladı. Köylünün toprak anaya olan sabrı, tutkusu ve aşkı ise sermaye için önemsiz, hatta kârlılığı düşüren bir durum olduğu için görmezden gelindi.
Toprak ve Tohumun İstilası
Ay Takvimi’ne göre ekilen tohumların yerini kârlılık hesaplarına göre atılan tohumlar aldı. Sermaye bu süreçte sayısı binlerle ifade edilen ürün ve tohum çeşitliliğini bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıya indirdi. Bilimin desteğiyle üretilen, dış etkenlere daha dayanıklı hale getirilen ve verimliliği artırılan tohumlar toprağa nüfuz etti. Zarar verebilecek her türlü ot, kuş ve sürüngenlere karşı “çözüm” ise, toprağı tonlarca kimyasal ilaçla sürekli yıkamak oldu.
Aradan geçen zaman diliminde ilkel birikim süreklilik kazandı ve bugün artık dünyadaki tohum ticareti beş büyük şirket tarafından kontrol ediliyor. Küresel sermayenin diğer aktörleri ile birlikte bu şirketler, hükümetler ve hükümet dışı kuruluşlar ile kurdukları organik bağlantılarla toprağa ve tohuma ilişkin, küresel sermayenin çıkarına yönelik yasaların ve düzenlemelerin hayata geçirilmesini de sağlıyorlar.2 Bu şirketlerin üretim için gittikleri ülkeler ise bu sürecin sonunda biyoçeşitliliği ve tohum çeşitliliğini de kaybediyor. Örneğin ABD’de 7000 çeşit elmadan geriye 1000 kadar kaldığı, Filipinler’de ise pirinç arazilerinin neredeyse tamamında sadece iki çeşit pirincin yetiştirilebildiği belirtiliyor.3
Toprak ve üretimde yaşanan bu değişim kırdaki demografiyi de değiştiriyor ve kentlere olan göçü her geçen gün artırıyor. Sanayi Devrimi’nin ardından makineli üretim zanaatı nasıl çökerttiyse, endüstriyel tarım da topraksız köylüleri ve küçük toprak sahiplerini öyle yok etti, kentsel işgücü piyasasına sürdü. ABD’de son 30 yılda iki milyondan fazla küçük çiftçi ortadan kalktı. Bu durum, merkez ülkeler dışındaki yerlerde daha dramatik boyutlar aldı. Örneğin Kore, Dünya Ticaret Örgütü kararlarıyla kaldırılan gümrük korumalarının ardından, küresel rekabete dayanamayan binlerce küçük çiftçinin intiharına sahne oldu.4 Çin’de 2025 yılına kadar 250 milyon insanın kırsal alandan kentlere doğru göç edeceği tahmin ediliyor.5
Üretime Müdahaleden Beslenmenin Kontrolüne…
Tohum ve üretim süreçlerinde yaşanan bu değişim, küresel sermaye gruplarının toplumun beslenme alışkanlığına dönük kontrolü ile pekişti. 1950’li yıllardan itibaren hazır ve konserve gıdaların yemek kültürü içerisinde yer almaya başlaması ve teknolojik gelişmelerle birlikte dondurulmuş ve hazır yemeklerdeki artış bu kontrol sürecinin temel araçları oldu. Değişen iş ilişkileri, kentleşme ve hızın gündelik hayatın önemli bir belirleyicisi olduğu bu süreçte yemek kültürü ve beslenme alışkanlıkları da hızla dönüşüme uğradı. Büyük kent yaşamında insanların zamanlarının çoğunu yolda ve işte geçirmeleri yemek yapma pratiğinden kopmalarına neden oldu. Evdeki beslenme ve yemek pratikleri dondurulmuş, hazır gıdalar ile çok kısa sürelere inebildi. Bu hazır gıdaların paketlenmesinde metal, cam, kağıt, karton ve plastiğin kullanılmasının ise gıdada piyasacı tahakkümün doğa tahribatına dönük bir sonucu olduğuna dikkat çekilmeli. Alan Durning’in belirttiği gibi, “bir hafta dayanan domatesler ve yeşil biberler, bir yüzyıl boyunca dayanan polistiren ve plastik kaplarda satılmakta”.6
Dünya çapında açılan Fast Food zincirleri ise ev dışı beslenmenin temel kaynağı haline geldi. Kentte ve mekanda yaşanan dönüşüm ile yerel tatlar ve işletmeler kaybolarak yerini AVM’lerin son katlarındaki kızartma kokularına bıraktı. Beslenme alışkanlıklarında yaşanan bu dönüşümle birlikte sermaye grupları ve kapitalizm, yemeğin ve gıdanın anlamını başkalaştırırken meta karakterini de pekiştirdi. Toprak, gıda ve insan arasında kurulan bağ ve doğal süreç, kapitalist kontrol altına girdi.
Kültürel İstila, Mülksüzleştirilen Bilgeler ve Unutulan Çocuklar
Dünyanın birçok yerinde benzer şekilde yaşanan bu süreç İstanbul, Ankara ve diğer büyük kentlerde, hatta Anadolu kentlerinde hayatın olağan akışı içerisinde kabullenilmiş durumda. Pazar kalabalığı arasında kaybolmaktan korkarak yürüyen, taze dereotu kokusunu burnunda hisseden çocuklar da yok artık. Günümüz çocukları büyük alışveriş merkezlerinin bol ışıklı vitrinlerinin, dondurulmuş ürün reyonlarının ve alabildiğine plastik kapların arasında deneyimliyorlar yemeği ve gıdayı. Bol floresanlı anılarda mevsimine göre yemenin, farklı gıdaların, yeşilliklerin, taze meyve kokusunun varlığı yok. Fast Food restoranlarının menüsü ezberlerinde. Küçük bir tohumun meyve vermesini gözlemlemek ise bazılarına bahşedilen bir ayrıcalık artık. Yüksek katlı blokların küçük balkonlarında iki-üç ürün yetiştirme mutluluğunu paylaşıyoruz sohbetlerde. Köy ve köylüye ilişkin her şeye yeni bir olguymuş gibi yaklaşıyoruz. Köye ilişkin her şey turizm ve rekreasyon konuları dahilinde.
Toprağı ve tohumu unutalı çok oldu. Çocukluğumuzun kentlerinde, şehir merkezlerinde, mahalle ve sokak aralarında küçük tezgahların yer aldığı pazarların yerini artık manav reyonunda isimliği ile bizlere gülümseyen çalışanlar ve parlaklığı, pürüzsüzlüğü ile övünülen yiyecekler alıyor. Pazar çığırtkanlarının ve arabalarının sesleri ise unutulmuş bir dostun sesi adeta. Gıdanın değişimi ile birlikte satış biçimi ve sunuşu da değişiyor. Piyasa kendi hakimiyetini sadece ürünün başkalaşımı üzerine kurmuyor; tüketicinin ürüne erişim tarzı da piyasa hakimiyetinin kültürel unsurlarını, fiilen istilasını barındırıyor. Kendi bahçelerinde ve tarlalarında mevsimine göre yetiştirdikleri yerel sebze, meyve, yağ, peynir, ekmek ve diğer birçok ürünü satan köylülere ne olduğu ise gündelik dertlerimiz arasında değil. Toprağın gerçek sahipleri olan, tarımsal üretim ve gıdanın bilgeliğine sahip bu insanlar, kent çeperlerinde sağlıklı gıdaya erişimden oldukça uzak bir halde yaşıyorlar. Toprak anadan kopartıldıkları yeni hayatlarında ortak gündemleri ise açlık ve yoksulluk… Özcesi, kapitalizmin, üretimin bütünlüklü bilgisine sahip olanları üretim ve geçim araçlarından ayrıştıran ve piyasa için üretim yapan, piyasadan tüketen mülksüz ücretlilere dönüştüren tarihsel kuralı gıdada da işliyor.
Piyasaya Karşı Beslenme Hakkı
Geçmişin ve içerisinde bulunduğumuz sürecin bu kısa tarihçesi, birçok soruyu da akla getirmekte. Gıda ve yemeğe ilişkin bu dönüşüm sürecinde kamunun ne yaptığı, yurttaş olarak kamuya yönelttiğimiz bir soru. Yaşama hakkı kadar temel bir hakkımız olan beslenme hakkımızdan insanlık olarak nasıl bu kadar kolay vazgeçebildiğimizi ise kendimize soruyoruz.
O halde, başta yaptığımız sosyal politika vurgusuna haklar temelinde yeniden dönebiliriz. Öncelikle gıda alanında bir hak tartışması olarak beslenme hakkı, piyasanın mutlak hakimiyetinin tesisi ile çelişir. Bu, beslenme hakkının içeriğinin ötesinde sosyal hakların niteliğinden kaynaklanır. Sosyal haklar ve sosyal politika dediğimizde ayırt edici unsur, bu hak ve politikalar demetinin sıfatında saklıdır: sosyal olması. Bu sıfat, hakkın ve politikanın yöneldiği nüfusun büyüklüğünün dışında belki de esas olarak sermayenin yaygınlaşması ve piyasa karşısındaki korumaya işaret eder.7 Ancak bu henüz ilk boyuttur. Haklar ve politika sosyal olduğu ölçüde kamu da çeşitli görev ve sorumluluklarla donanır.8 Bir sosyal hak olarak beslenme hakkı da bu çerçevenin dışında değildir.
Beslenme hakkının kökünde, açlıktan korunma ve açlıkla mücadele yatar. Haklar açısından baktığımızda ise yaşama hakkını ve sağlık hakkını temel alıp, çevre hakkı, kişilik hakları, beden bütünlüğü ve insan onurunu da içeren bir insan hakları bütününün merkezine yerleştirebiliriz beslenme hakkını. Beslenme hakkı ile sağlık arasındaki ilişkinin, hasta olmadan önce sağlığın korunmasını ve ayrıca sağlık koşullarının korunmasını da içerdiği söylenebilir. Bu arada, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Birleşmiş Milletler Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi, Birlemiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi gibi uluslararası hüküm doğuran düzenlemelerde beslenme hakkı, sadece açlıktan korunma çerçevesinde ele alınmaz. Belgeler birlikte ele alındığında, yeterli bir yaşam standardı ile yeterli beslenme arasında dolaysız bir ilişki olduğu görülür. Yeterli beslenme, karın tokluğundan daha fazlasını içerir. Bu haliyle gıdanın miktarı ve niteliği de önem kazanır.9 Ayrıca yeterli beslenme hakkının sağlanması, gıdanın üretim koşulları, gıdanın kendisi, gıdanın elde ediliş biçimi ve gıdanın tüketim koşullarının niteliğinden bağımsız olarak da değerlendirilemez. Beslenmenin yeterliliğine ilişkin bu ölçütlerin yerine getirilmesi ya da beslenme hakkının tesis edilmesi, sosyal hak olarak kamunun sorumluluğundadır. Kamunun sorumluluğu, açlığın önlenmesinin yanında yeterli beslenme, bozuk ve hastalıklı gıdalara karşı koruma, gıda fiyatlarını düzenleme ve tarımı destekleme başlıkları altında toplanmaktadır.10
Kamunun Beslenme Hakkını İhlali
Beslenme hakkına ilişkin ilk notlar bu şekilde düşülebilir. Sağlıklı, uygun ve yeterli beslenme koşulları gün geçtikçe bozuluyorken beslenme hakkından bizlerden önce kamunun vazgeçtiğini söylemek sanırız yanlış olmayacaktır. Toplumun uygun ve yeterli beslenme hakkını tesis etmeyip tam tersine, uygun olmayan ve yetersiz beslenme koşullarının garantörü olan piyasa hakimiyetinin sağlanması yönünde adım atan kamunun bu davranışı, beslenme hakkının ihlali olarak değerlendirilebilir.11
TEKEL’in özelleştirilmesi, 2006 yılında çıkarılan 5553 sayılı Tohumculuk Yasası ile yerli tohumların yasaklanarak GDO’lu tohumların çiftçiye dayatılması, zeytin alanlarının imara açılması, kamu bünyesinde et ve tarım ürünlerinin ithalatı gibi konular yakın tarihteki en çarpıcı örneklerdir. Pancar ile üretim yapan şeker fabrikalarının özelleştirilmesi ve nişasta bazlı şekerin hayatımızın her alanına sağlıksızca nüfuz edecek olması da gelecek dönemde bizi bekleyen beslenme hakkı ihlalleri arasında. Ayrıca ilk planda göze çarpmayan ancak oldukça geniş bir kesimi ilgilendiren, yerel yönetimlerce dağıtılan gıda yardımlarının nitelikçe zayıflığı kamunun doğurduğu bir diğer beslenme hakkı ihlali olarak değerlendirilebilir.12 Bu belirlemeler ışığında kamu destekli gıdanın piyasacı dönüşümü altında yaşama, sağlıklı olma ve beslenme hakkımızın tehlikede olduğunu söylemek ise malumun ilanı.
Ve Karşı Hareketler…
Peki ya çözüm? Yazımızın başlığındaki noktalı virgül, gıdanın piyasa temelli dönüşümünün tamamlanmış bir süreç olmadığı gerçeğine dayanmaktadır. Bunun iki anlamı vardır: 1- İlkel birikimin sürekliliği temelinde, gıdayı da içerecek şekilde bütün yaşam alanları sermayenin yaygınlaşmasının tehdidi altındadır. 2- Gıdayı da içeren bu dönüşüm süreci, karşı hareketler hesaba katılmadan açıklanamaz. Sistemsel ve yapısal karşıtlıklar, hak arama mücadeleleri ya da üretim ve tüketim sürecindeki tahakkümlerin değiştirilmesi ise karşımıza çıkan yollardan birkaçıdır. İtalya’da McDonald’s ve Fast Food’a karşı eylemleri ile yeni bir üretim ve tüketim biçimi ortaya koyan Slow Food hareketi, İngiltere’de McDonalds’ın beslenme kültürüne ilişkin gerçekleri “Mcfact” bildirileri ile ortaya koyan McSpotlight hareketi, mülksüzleşme ve küresel sermaye karşısında Jose Bove önderliğinde Fransa’da başlayan köylü hareketi, Brezilya’da Topraksızlar hareketi, Meksika’da köylü topraklarını korumak için başlayan Zapatista hareketi, Latin Amerika’da köylü mücadelelerini birleştiren Campasino a Campasino, Afrika’da çiftçileri toprak kullanımı ve üretim süreçleri ile ilgili bilgilendirmeye çalışan PELUM hareketi, tarımda sendikalaşma hareketleri, kentlerden kaçanların oluşturduğu ekolojik köyler, tüketimin bilinçlendirilmesi, organik pazarlar, köy pazarları… Nicesini sayabileceğimiz hareket ve oluşumlar, piyasanın coğrafyasız ve sınırsız tahakkümü ile mücadelede çözüme ilişkin birer örnek olarak durmaktadır. Kamunun ve piyasanın birlikteliği karşısında beslenme ve gıda hakkını aramanın yolu, insanlık tarafından inşa edilecek. Evet, belki Aşık Veysel’in söylediği gibi piyasa hakimiyeti karşısında yapraklar dökülüp güller solmuş olabilir. Ancak doğanın tahribatının gamıyla yüklü gemi de yola çıkmıştır. Yapılması gereken bizlerin beslenme ve gıda hakkını arama mücadelesinde bilgiyi, birikimi, farkındalıklarımızı ve deneyimlerimizi ortaklaştırmak olacaktır.
1- Kır nüfusunun, geçimlik alanlarından kopartılması için bkz. De Angelis, M. (2001) “Marx and Primitive Accumulation: The Continuous Character of Capital’s‘Enclosures’ ”, www.commoner.org.uk/02deangelis.pdf (Erişim tarihi: 13 Nisan 2018) ve Marx, K. (2011) Kapital 1. Cilt, çev. Mehmet Selik ve Nail Satlıgan, İstanbul: Yordam Kitap, s. 686-730.
2- Konuyla ilgili olarak bkz. Doğan, S. (2006) “Tarım-Gıda Sisteminin Küreselleşmesi ve Çok Uluslu Şirketlerin Artan Önemi”, İktisat Dergisi, 477: 42-55.
3- Shiva, V. (2016) Çalınmış Hasat: Küresel Gıda Soygunu, çev. Ali K. Saysel, İstanbul: BGST.
4- Yeğin, M. (2010) “Neoliberalizmin Koç Başı; Gıda ve Tarım Hegemonyası”, Toplum ve Hekim, 25(3): 163-66.
5- Magdoff, F. (2015) “21. Yüzyılın Toprak İlhakları Zırai Mülksüzleştirme ile Toprak Kazanımı”, der. Tanıttıran, H., Ekolojik Felaket ve Meta Olarak Gıda içinde, İstanbul: Kalkedon, s. 119-45.
6- Durning, A. (1997) Ne Kadarı Yeterli?: Tüketim Toplumu ve Dünyanın Geleceği, çev. Sinem Çağlayan, Ankara/İstanbul: TÜBİTAK-TEMA Vakfı Yayınları.
7- Özuğurlu, M. (2005) “Türkiye’de Sosyal Politikanın Dönüşümü”, Toplum ve Hekim, 20(2): 87-93.
8- Aybay, R. (2015) İnsan Hakları Hukuku, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları.
9- Bu konuda, kişisel ve nesnel/bilimsel yaklaşımların gelişme hedefleri temelinde genel bir tasnifi için bkz. Galtung, J. (2013) İnsan Hakları: Başka Bir Açıdan Bakış, çev. Müge Sözen, İstanbul: Metis, s. 156-7.
10- Bulut, N. (2009) Sanayi Devriminden Küreselleşmeye Sosyal Haklar, İstanbul: On İki Levha.
11- Türkiye’de sağlıklı beslenme politikaları ve uygulamaları konusunda bkz. Meseri, R. (2010) “Türkiye’de Sağlıklı Beslenme Politika ve Uygulamaları”, Toplum ve Hekim, 25(3): 198-206.
12- Bu konuda gözlemler için bkz. Kutlu, D. (2015) Türkiye’de Sosyal Yardım Rejiminin Oluşumu: Birikim, Denetim, Disiplin, Ankara: Nota Bene, s. 275-78.