Sokakta veya kamusal alanda oturma konusu sadece belirli bir şehir, ülke veya zaman dilimi kapsamında değil, bütün insanlık tarihi süresince incelenebilecek bir konu. Antik Yunan’daki agoralardan eski yerleşim birimlerindeki avlulu mimariye, tarih boyunca insanların sosyalleşmek için “dışarıda” vakit geçirebilecekleri alanların yaratılması hep söz konusu oldu. Sosyalleşme, fikir beyan etme veya çeşitli faaliyetlerin gerçekleştirilmesi gibi ihtiyaçların karşılandığı bu alanlar kamuya, yani devlete ait veya özel mülkün paylaşılması/işgal edilmesi gibi başlıklar altında ele alınabilir. Bu yazıda bugüne ve İstanbul’a gelerek sokakta oturma eyleminin kendisine odaklanmayı tercih ediyorum.
İstanbul’un meydanlarında ve sokaklarında vakit geçirmenin tamamen kültürel bir yanı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Zira Batı ülkelerinde dükkânının önüne sandalye atıp oturan veya kapısının önünde ayakta durup sokağı izleyen dükkân sahibi görmek pek de mümkün değildir. Peki neden sokakta otururuz? Nereye otururuz? Ne zaman veya ne kadar süre, kiminle otururuz? Bu soruların altını uzun bir listeyle doldurmak mümkündür. Herkesin kendi deneyimleri, tercihleri ve anıları bu sorulara verilebilecek tek bir cevabın olamayacağını gösterir. Bu anlamda “herkes için” olan kamusal alanın kişisel algılar dahilinde ne derece değişiklikler gösterebildiğini düşünmek ilginçtir.
Bugün, İstanbul’da sokakta oturmanın nasıl bir şey olduğunu sormak, karışık duygulara neden olacaktır. Beş-on yıl öncesine kadar çok da üzerine düşünmeyeceğimiz bu eylem, şimdi politik bir konu hâline geldi. Sokağın neresinde oturabileceğimizi düşünmekten öte, insanların oturması için tasarlanan toplanma alanları artık öncelik olarak oturmayı dert etmiyor bile. Ticarileşen meydanlar, sokaklara taşan kafeler, kaldırıma oturmaya izin vermeyen dükkânlar kamusal alanın gündelik kullanımını kısıtlıyor. Bu kısıtlama kent sakinini direkt olarak etkilemese de zamanla, yaşadığı alanda söz sahibi olmama duygusunu empoze ederken bu alanı sadece “geçmek” için kullanmak dışında başka bir şekilde değerlendirme fikrini bile imkânsızlaştırıyor. Halbuki İstanbul, 1950’lerden sonra enformel
yollarla artan nüfusuyla birlikte kentli tarafından inşa edilen, bu nedenle de spontane müdahalelerin ve beklenmedik kullanımların görülebildiği bir yerdi. Peki bütün bu “sığışma” durumuna göğüs germiş ve bir şekilde hepimize yer açmış bu şehirde yeni yapılan ve birçok mahalleyi hiç yaşanmamışçasına silen mega projeler, bizim alışkanlıklarımızı nasıl etkiliyor?
İstanbul’un çeperlerinde inşa edilen yeni yaşam alanlarını düşünelim. Bu alanlar İstanbul’un yüzyıllar içerisinde geçirdiği yapılaşmadan bağımsız olarak “gökten inme” bir şekilde tasarlanıyor. Yakınındaki doğadan bağımsız olarak modellenen projeler, kullanılan bilgisayar programı dolayısıyla üst görünümden çizilmiş ortak alanları ve parkları barındırıyor. Bu alanlar yukarıdan “güzel” bir şekle sahip olsa da, kullanımda pek anlam ifade etmeyen, oturmanın asıl amacı olan sosyalliğe açık olmayan yerler oluşturuyor. Kapalı siteye, orada yaşayanların birbirlerini tanıdığı bir mahalle gözüyle bakılmadığı, bu alanların planından açıkça belli oluyor. Parselin spontane hiçbir harekete izin vermeyen fazlaca tasarlanmış her noktası, orada yaşayanların da hiçbir şekilde spontane hareket edemeyeceğine işaret ediyor. Ev (apartman) önüne sandalye-masa atmak, akşam kaldırımda veya ev girişinde komşularla buluşmak böyle bir alanda düşünülebilir mi? Kafeler veya arasında dört metre mesafe olan bankların bulunduğu toplanma alanının dışında, oturup zaman geçirilebilecek bir yer var mı?
Bu bağlamda kentsel dönüşümü sadece bina bazında düşünmemek gerekiyor. Yenilenen her bina, bulunduğu sokaktaki diğer binaların dönüşümünü de beraberinde getiriyor. Dönüşen sokakta atıl hiçbir alan bırakılmıyor. Örneğin, evlerin göstermelik bir bahçesi —yani peyzaj düzenlemesi— oluyor. Bu bahçeye basmak veya girmek yasak, kendi çiçeğini veya ağacını dikmek yasak, oyun oynamak yasak. Var olan bahçede vakit geçirilemediği gibi binanın girişindeki merdivene veya yükseltiye oturmak da pek tercih edilir bir şey değil. Çünkü artık girişi izleyen bir kamera veya artan daire sayısı nedeniyle apartmana giren-çıkan birçok insan var. Bu apartmanın bir de yaşayan nüfusa yetecek kadar otopark alanı olmalı. Buna eşlik eden dar bir yaya yolu ve bir araba yolu da. Artık sokakta tanımsız bir alan kalmamış oluyor. Her yönü işlevli ve tanımlı böyle bir sokakta bir köşede oturabilmek mümkün müdür? Böyle bir düzenlemede kentin ekolojisi, hatta politik ekolojisi nerede, nasıl bir rol oynamaktadır? Yoksa ekoloji üzerine konuşmak her an değişen bu kentte zaten artık imkânsız mıdır?
Kentin dönüşümünde unutulan bu detayı telafi etmek isteyen belediye, toplanma alanlarını ve parkları da dönüşümden geçiriyor. Ancak burada doğa olarak bize bırakılan her alan, aslında sonradan yapılmış, yani inşa edilmiş yeşilliklerden ibaret. Bu sonradan yapılan doğada kendimizi rahat hissedebileceğimiz, farklı oturma pozisyonlarına elverişli, sosyalleşebileceğimiz bankları tasarlamak ise tasarımcıların en zorlu görevlerinden biri hâline geldi.
Bir toplanma/oturma alanının, parkın, meydanın veya sokağın İstanbul gibi bir şehirde ve bu şehrin kültüründe kullanılmama ihtimali gerçekten çok azdır. Yapılan alanın güzelliği veya çirkinliğinden öte, öncelikle orada yaşayan kişilerin ihtiyacını karşılaması, bölgenin sınıfsal meselelerine, kullanım zamanlarına ve şekillerine doğru cevap verebiliyor olması gerekir. Bu anlamda öncelikle bir oturma alanını veya birimini görüntü olarak yargılamak, sadece anlık ve yüzeysel bir “duyarlılık” olacaktır. İstanbul’un bugüne kadar sürmüş ve sürmekte olan büyümesinde kentlinin büyük rolü olduğundan bahsederken aslında nerede oturulacağına, nerede halı yıkanacağına veya nereye tüp koyup gözleme pişirileceğine de karar vermenin yine kentlinin kararı olduğunu unutmamak gerekir. Sokağında bir yere sandalye atan, merdiveni oyun alanına çeviren veya sokağıyla entegre bir balkonda bütün gününü geçirmeye alışmış insanlar, sokağı ve mahallesi hakkında her zaman daha etkin, faal ve fikir sahibi olacaktır. Bu konuda alanın sahiplenilmesi devreye girer.
Alanın sahiplenilmesi, mahallelinin yaşadığı alana yapabileceği en büyük iyilik olarak görülebilir. Çünkü bu sayede alan gerçek kullanıcısı tarafından işgal edilir, belki evcimenleştirilir ve bu sayede çok daha güvenli bir çevre elde edilir. Komşuların birbirini tanıdığı yerlerde kaldırım ve basamak gibi yükseltilerin sosyal aktiviteler amacıyla kullanıldığı ve eşyaların çalınması veya zarar görmesinden korkmadan dışarıda bırakıldığı sıkça görülebilir. Bu örnekler yalnızca İstanbul’un çeperlerinde değil, kentsel dönüşümün girmediği mahallelerde hâlâ mevcuttur.
Mega kentin dönüşümüne ayak uyduran kent sakinleri bu örnekleri romantize edilmiş durumlar olarak görseler de, sadece yirmi yıl önce bu yaşam biçiminin şimdiki gibi azınlıkta olmadığını unutmamak gerekir. Değişime ne kadar adapte olsak da, her şeyin çok hızlı ve hoyratça değişmesi, bizim, yani kentlinin karakterini de etkilemiştir. Toplum mekanını nasıl şekillendirirse, mekan da kendi insanını öyle şekillendirir. İstanbul’un bu karşılıklı etkileşimi, ne yazık ki kentsel dönüşümle, üst bir el tarafından gönderilen projelerle sona erdi. Artık toplum, mekanının karakterine bürünen ancak mekanını üretemeyen bir misafir hâline geldi.
Sokakta oturma konusunda güvenlik hissinin önemine, alanın sahiplenilmesi üzerinden bakmaya devam edebiliriz. Sokakta oturmak gündüz kadar gece de tercih edilir. Bu durumda sokağın aydınlatılması önem kazanır. Sokakta vakit geçirmek isteyenler için göz önünde olmamak, loş bir alanda vakit geçirmek daha tercih edilebilir gibi düşünülse de, karanlık ve tenha alanlara karşı duyulan çekince buna engel olabilir. Geceleri ıssız ve karanlık olduğu için kullanılmayan alanlar, tekinsiz olarak etiketlendiğinden gündüz de kullanılmaz hâle gelebilir. Zamanla atıllaşan bu mekanlar hiçbir suç geçmişine sahip olmasa da kullanılmaz, kullanılmadıkça kentsel dönüşüme kurban gidecek yeni bir potansiyel alana dönüşür. Bu tip alanları yaratmamak içinse yakın çevrede yaşayan kişilerin inisiyatifi önem taşır.
Tekinsiz olarak adlandırılan alanların atıllaşması, potansiyel toplanma alanlarının kullanılamaması demektir. Giderek betonlaşan İstanbul’da dışarıda oturmak için yer kalmazken bu alanların yeniden canlandırılması oldukça önemlidir. Peki sokakta kimlerle oturmak tercih edilir? Sadece tanıdığımız insanlarla toplanmak dışında, bazen sadece dinlenmek veya birini beklemek için banka oturduğumuzda nasıl bir alan tercih ederiz? Birinin yanına oturduğumuzda, o kişiyle aynı alanı paylaşsak da iletişim kurmaktan çekiniriz veya tercih etmeyiz. Kalabalık bir meydanda otururken özellikle kişisel alanımız daha büyük önem taşımaya başlar. Biriyle tanışmak veya sohbet etmek artık günümüz büyük şehrinde çok tehlikelidir; kim olduğunu bilmediğimiz o insandan bize zarar geleceğini düşünmek, oturduğumuz yerde çantamızı yanımıza değil kucağımıza almamıza neden olur. Bu şekilde rahatsız ve gergin hissettiğimiz bir ortamda tabii ki sokakta oturmak, insanları izlemek ve sadece alanın tadını çıkarmak mümkün değildir.
Bu davranışın altında, karakterimizin kentin karakterine göre değişmesi yatar. Daha az sayıda insanın barındığı bir mahallede komşu veya komşu yakınları dahi sokakla iç içe balkonlarda veya kaldırımlarda oturan kişilerce takip edilebilirken yeni düzenlenen konutlarda hem apartman sayısının artışı hem de blokların herhangi bir sosyal alana izin vermiyor oluşu, mahalleliyi tanıma durumunu ortadan kaldırır.
Sokakta yatan veya evi sokak olan insanlarla aynı alanda oturmak ise tercih edilmez. Atıl alanların canlandırılması adına gerçekleştirilen bazı toplanma alanı projelerinde mahalleliden gelen şikâyetlerin madde bağımlısı gençlerin ve evsizlerin alanı kullanmaya başlaması yönünde olduğu görülmüştür. Düşünüldüğünde, alanın değerlendirilmiş olması yanlış mıdır? Alanı evsiz birinin kullanması, orayı tekinsiz mi yapar? Bu soruların cevabı evet veya hayır olamayacak kadar geçirgendir. Evsizlerin veya madde bağımlısı gençlerin nerede yatıp nerede oturacağına tasarımcı veya şehir plancısı karar verebilmeli midir? Böyle bir kısıtlama veya kontrol çabası olmalı mıdır, bunun önü kesilmeli midir?
Sokakta oturmak konusunda sarf edilebilecek çok fazla söz, düşünülecek çok fazla parametre olduğu söylenebilir. Ne kadar garip ki, aslında çok basit olan bu eylem üzerine konuşma, düşünme, bir çıkar yol bulma ihtiyacı giderek artmıştır. Yazıda çokça kullandığım soru işaretleriyse, aslında bir bankın veya toplanma alanını tasarlamanın doğru bir yolu olamayacağını göstermektedir. Çünkü ne kadar çokyönlü ve kullanıcıya açık olursa olsun, bir bank size nereye oturmanız gerektiğini gösterir. Bankın olmadığı geniş parklarda ise (Maçka Parkı, Moda Sahili, Fenerbahçe Parkı gibi) yer herkesindir, kalabalıktır, her yere oturmaya açıktır ve sevilir. Çünkü nereye oturulacağı tamamen kullanıcıya kalmıştır. Bir ağacın dibine mi oturacağına, yoksa yolun ortasına mı oturacağına karar verecek olan kullanıcıdır. Denize mi bakacağına yoksa sırtını mı döneceğine şehir plancısı veya tasarımcı karar vermemiştir. Sadece parkta da değil; sokakta, şehrin içinde, evinin önünde mi yoksa yan sokakta mı oturacağı, kafe ya da bank olsun olmasın, kullanıcıya kalmıştır. En azından kentin ekolojisi dediğimizde, uzun süre dışarıdan müdahaleye maruz kalmamış, kullanıcısının kararları doğrultusunda yönlendirilmiş bir kentten bahsedilmelidir.
Sanırım bu örnekler düşünüldüğünde, insan elinin en az değdiği yerlerin her zaman daha çok kullanılacağı, daha spontane hareketlerin gerçekleşebileceği, bu mekanlarda kişinin kendini daha rahat konumlandırabileceği ve mekanın hiçbir ayrım yapmaksızın herkesi barındırabileceği söylenebilir.