Bir Anadolu Yakası çocuğu olarak Beyoğlu’nu ailemle “karşıya geçerek” gidilen, insanları, kokuları, dokusuyla bambaşka bir dünya olarak tanıdım. Tiyatro çıkışlarında atılan voltalarda tanıdığım arnavut kaldırımlı İstiklâl Caddesi sonraları lise yaşamımla farklı bir anlam kazandı. Beyoğlu ve çevresi ilk gençlik yıllarıma arka plan oldu. O yıllarda rakı masaları Çiçek Pasajı’nda kurulduktan sonra Küçük Beyoğlu, Nevizade, Asmalımescit, ara sokaklarda geçen günler ve gecelerle sarhoş ve heyecanlı yürüdüğüm, artık arnavut kaldırımsız, kendi Beyoğlumu seviyordum.
Ardından bir şeyler hızla değişmeye başladı. Oyunumun dekoru yıkılıyordu. Gezi Parkı’na ilk gittiğim gün yüreğim ağzımda, heyecandan bedava dağıtılan pizzayı gözüm yaşlı yemiştim. İnsanlar hep birlikte aynı amaç için seslerini çıkarıyorlardı. Henüz çadırlar yakılmamıştı. Sonrası malum. O günlerde Taksim / Beyoğlu hepimiz için farklı anlamlar kazandı. Beyoğlu hikâyemin mihenk taşı olan Muammer Karaca Sahnesi kapandığında eski dostları anar oldum. Böylece Taksim ve Beyoğlu’na dair anılacak şeylerin uzun listesinde ilk bale resitallerine çıktığım AKM’nin altına yeni bir madde daha eklendi.
Bir Arap turistin peçesinin altından yediği dondurmayla tanımlanamayacak kadar çokkatmanlı hikâyelerin mekânı ne Eylüller, ne Haziranlar, ne Pazarlar gördü… Ben sadece herhangi bir günde ne gördüysem onu belgeledim.
Fotoğrafları çekerek yeni ve eskinin sadece bizim kafamızda birer konsept olduklarını düşünürken şu anki Beyoğlu’nu olduğu gibi hissetme fırsatım oldu.
Yeni yapılan caminin kestiği günbatımı ışığı artık meydana eskisi gibi vurmasa da tiyatrolarımız, sinemalarımız kapansa da, sevdiğimiz grupları dinleyecek mekânlar gittikçe azalsa da, TOMA’lar, akrepler durduğu yerde dursa da hayat devam ediyor ve Beyoğlu hâlâ nefes alıyor. Biz hâlâ buradayız.