Yedikule’den haber geldiğinde temmuz başıydı, Gezi’de nöbet tutuyorduk. Bostana dozer girmiş, belediye bostanların yerine park yapmak için yıkıma başlamıştı. Apar topar vardık. Surların Yedikule Kapısı’ndan girince hemen solunuzda, eski haritalarda adı İsmail Paşa Bostanı olarak geçen, yeşilin binbir tonunda kırkpare uzanan bostanda bir dozer çalışıyor, mahsulleri köklerinden söktüğü gibi altüst olmuş toprağa karıyordu. Gürültüsünden ve hoyratlığından hayvanların çoktan kaçmış olduğu alanda kepçenin ağzında bostancı Recep Amca ve Ayşe Teyze olmuş turpları kurtarmaya çalışırken, ardında daha nice mahsul güneşe iyice uzanmış toplanmayı bekliyordu. “Olay”ı görüp bostana doluşan mahallenin çocukları dozerin etrafında koşturarak sürücüye zorluk çıkarıyor, bazısı da fırsattan istifade bostanın yemişlerinden koparıyordu. Yedikule’de belediyeyle ilk karşılaşmamız böyle oldu; “sadece işini yapan” bir buldozer sürücüsüyle müzakere ederek, onu durdurmaya ve ne olduğunu anlamaya çalışarak.

Buradan sonrası uzun, dolambaçlı ve parçalı bir hikâye. İçinde bir dolu tanışma, tartışma, hem yan yanalık hem kavga, pek çok da soru var. Gezi’de parkı korumaya çalışırken Yedikule’de bir park projesine karşı çıkmak neyin nesiydi mesela? Yeşildi, yine yeşil olacaktı.1 Zaten şehirde bostan mı olurdu? Gerçekçi değil, “modern” hiç değil. Şehrin ihityaçlarıyla uyumsuz. En yakınlarımızdan dahi duyduğumuz sorular, yorumlar… 20. yüzyılın ortasına kadar şehrin büyük bir kısmını oluşturan bostanların şehre yakışmadıkları, şehirli olmadıkları fikri ne kısa zamanda kemikleşmiş, adeta evrensel bir doğruya dönüşmüştü.

Fatih Belediyesi’nde yaptığımız bir toplantıda, başkan yardımcılarından biri “Toprağın tarihi mi olur!” diye yakınmıştı. Kara Surları’nı iki tarafından saran bu bostanlar 1985 yılında UNESCO Dünya Mirası ilan edilmiş, belgede tampon bölge olarak anılmış ama hukuki anlamda ne idiği belirsiz bir alan olarak bırakılmışlardı. Taşlar tarihti ama yüzyıllardır o taşlarla iç içe, o taşları koruyarak2 ve şehri besleyerek, onlardan çok daha uzun süredir türlü canlının varlığıyla mevcudiyetini sürdüren bostanlar tarih değildi. Tarih taştandı, dikeydi ve şehirliydi; bostanlarsa köye ait, geri kalmış ancak ne kadar ilerlediğimizin hesabını yapabileceğimiz bir ölçü… Şehrin ortasındaki bu belirsizlik onları güçsüzleştiren bir durum gibi görünse de aslında zamanla güçlerini tam da buradan aldıklarını düşünür oldum. Doğru bildiğimiz pek çok şeyi sorgulamak, bu vesileyle mesela neyin tarih olduğunu ve bunun kimin belirlediğini sorgulamak için eşsiz bir fırsat sunuyorlardı. Shopov ve Han’ın Toplumsal Tarih için beraber kaleme aldığı “Osmanlı İstanbul’unda Kent İçi Tarımsal Toprak Kullanımı ve Dönüşümü” makalesinde yazdıkları gibi “İstanbul sur içindeki önemsenmeyen, gözardı edilen tarımsal araziler hiçbir zaman kent tarihinin yapı inşa süreçleriyle ilşkilendirilmemiştir”3. Dolayısıyla, tarihle beraber şehir planlaması, mimari, arkeoloji gibi alanlarda çalışanları da zor sorular bekliyordu.

Bizans İmparatoru Theodosius, surların inşasından birkaç yıl sonra, 422’de iç surların alt katını tohum, gıda ve tarım aletlerini saklamak üzere çiftçilerin kullanımına açmış ve askerler dahil şehirlilerin buraya girmesini yasaklamıştı.4 Osmanlı İmparatorluğu’ysa ardında, bostanların şehirle göbek bağına dikkat çeken pek çok yazılı ve görsel kaynak bırakmıştı. Örneğin, yukarıda zikrettiğim makalede, 1585 tarihli bir belgede Süleymaniye Vakfı’na ait 18 bostana müdahale edilmemesi yönünde bir hükme yer veriliyor. Vakıf kayıtlarında, haritalarda, tahrir ve narh defterlerinde bostan ve vakıf ilişkileri, bostancı sayısı, nereden geldikleri, ürünlerin türleri ve fiyatlarına dair çeşitli bilgilere erişebiliyoruz.

Yine Bizans döneminde yazılmış, 6. yüzyılda başlanıp 10. yüzyılda tamamlanmış Geoponika adlı yazmanın İstanbul bölümünde şehrin tarımsal faaliyeti, hangi ürünün ne zaman ekileceği, sulanacağı, hasat edileceği anlatılıyor. Bu metinde bahsedilen marul, nane, lahana, maydanoz, havuç, soğan, lahana ve daha niceleri bu toprakta hâlâ yetişiyor. Meşhur Yedikule Marulu artık yok belki ya da bu mahalleden sürülmüş gayrimüslimlerin mutfağında yaygın olarak kullanılan kara turp… Ama onlarca çeşit sebze ve meyve kâh ağzımızın tadına göre kâh şehirde yaşanan değişikliklere göre zamana ayak uydurarak burada yetişmekte. Gözümüzün önünde. 

Muhabbete veya haftalık sebze-meyve alışverişine gittiğiniz herhangi bir bostanda bitkilerin nasıl yetiştirildiğini, gübresinin nereden geldiğini, ne kadar ilaç kullanıldığını sorabiliyor, konuşabiliyorsunuz. Bu alanlar, kimsenin sahipliği altında değil; bugünkü adıyla kamu arazisi, yani hepimizin erişimine açık. Bostanlarla ilgili yaygın bir argüman, özellikle sur dışındakilerin, yol kenarında kaldıkları için pis, sağlıksız olduklarıydı. Oysa yapılan toprak ve su analizlerinde hiçbir ağır metale rastlanmamış, olağanın dışında ilaç tespit edilmemişti. Süpermarketten hatta pazardan aldığımız ürünlerin dahi artık nereden geldiğini, hangi koşullarda yetiştiğini bilemiyoruz. Oysa Yedikule’de bizzat bu süreci izleyebiliyor, çoktandır kopmuş olduğumuz hayati bir süreçle ilgili bilgiler öğrenebiliyoruz. Üstelik yeraltından gelen su hâlâ temiz; Osmanlı’dan kalma veya daha yeni pek çok kuyu bugün hâlâ sulamada kullanılıyor. Gittikçe artan susuzluk tehdidiyle karşı karşıya olan İstanbullular için ne bulunmaz bir nimet!5 

Yedikule Bostanları’na çok farklı açılardan bakabildiğimiz, bakmak mecburiyetinde olduğumuz için oldukça karmaşık ve zengin bir düşünce ile pratik ağı örülüyordu önümüzde. Kara Surları boyunca uzanan bostanlara bir arkeolog surların korunması önceliğiyle bakarken; komşular çocukların oynayabileceği güvenli, yeşil ve bakımlı mahalle özlemiyle; mimarlar “Alana uygun tasarım nasıl olurdu?” sorusuyla; belediyeciler “En çok faydayı nereden sağlarım” hesabı yaparak; Rum Vakfı kilise ve arazisinin çıkarlarını önceleyerek; şehir plancıları nüfus, ihtiyaç ve iyi mühendislik üzerinden; tarihçiler bu bostanların biricikliği sebebiyle olduğu gibi muhafaza edilmesi arzusuyla; bostancılarsa üretim ve geçim odaklı, kendi bilgilerini koruyarak varlıklarını sürdürebilme gayesi güderek bakıyorlar. Kuşkusuz genelleyerek kaba fırça darbeleriyle çizdiğim bu resme yaklaştığımızda pek çok nüans barındırdığını görebiliriz. Her bostancının talebi ve bostanla ilişkisi aynı olmadığı gibi her plancı da aynı gözle yaklaşmıyor bu alana. Bu genellemeyi yapmamın sebebi şu basit soruyu tekrarlamak aslında: Bu alana dair kararlar alınırken, o sofrada kimler oturacak?6

Demokratik düşünce ve yöntemlerin her alanda ayaklar altına alındığı bir dönemde bu soruya cevabımız ve bunun için neleri göze aldığımız, Yedikule Bostanları olsun olmasın, ileride oluşacak yapıların nasıl kurulacağını belirleyecek. Eğer bu masada tüm paydaşlar oturmuyorsa, belediye bazılarını önemli bazılarını yok sayıyorsa, “İşler böyle yürüyor, masada hiç yerimiz olmamasından iyidir” tavrıyla bu dışlayıcı yaklaşım istemeyerek de olsa karşılık buluyorsa, orada durup bir düşünmemiz gerek. Masada oturanların kim olduğuna ve müzakere gücüne göre öncelikler belirlenecek, birileri birilerini temsil edecek, bir şehir emanetinin hükmü verilecek. Oysa bostancıların ısrarla çağrılmadığı bir sofrayı, muhatap alınmadığı bir dünyayı kabullenerek bostanlarımızdan, gıda güvenliğimizden çok daha fazlasını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyayız.

Yedikule Bostanları pek çok alanın ilgisine giriyor ama şüphesiz, en sık gıda güvenliği hareketi içinde tartışılıyor. Bostanlar sadece bilgi birikimimizin eksiklerini, darkafalılığı ortaya çıkarmakla kalmıyor. Bugünkü şehir anlayışımızın ortasında mütevazı, kendi hâlinde ama derin bir çatlak olarak da durmuyor. Aslında bütün dünya görüşümüzü, etrafımızla nasıl ilişkilendiğimizi sorguya açıyor. Her ne kadar öncelikli olarak gıda hareketiyle bağdaştırılsa da aslında bize, insanlığımıza dair temel birtakım sorular sormamıza imkân tanıyor. 

Şehirle kır arasında yıllar içinde büyüyen kültürel ve politik yarık, ekolojik hareketle gıda hareketi arasında da kendini gösteriyor. Türkiye’de gıda hareketinin daha çok şehirli, ekoloji hareketininse kır merkezli olduğunu söylersek yanılmış olmayız. Gıda hareketi insanlar için sağlıklı ve güvenilir yiyecek talep ederken ve çeşitliliği çoğunlukla sofrasının sınırları içinden hayal ederken, ekoloji hareketi farklı bir yaşam mücadelesi veriyor. “Doğa”yı kendi dışında gören, salt bir kaynağa indirgemiş ve varlığının bütünlüğünü yok saymış insan merkezci bir kafaya başkaldırıyor. Bu mücadelelerin birleşememesinin politik sonuçları bir yanda dursun, gıda hareketinin görmezden geldiği temel ekoloji sorunları kırda mücadele veren varlıkları aslında daha da zora sokabiliyor. Şu anda üstü asfaltla örtülmeye çalışılan Yedikule Bostanları bize tam da bu yarığı işaret ediyor işte.

Geçtiğimiz haziran ayında, Ekoloji Kolektifi’nin Halkın Gıda Politikası7 başlığıyla çevirdiği, İngiltere’deki örneklerden yola çıkarak hazırlanmış gıda sistemini dönüştürmeye yönelik metin, aslında dünyanın pek çok yerindeki sorunlara ışık tutuyor. Toprak mülkiyetini ve üretim gücünü elinde toplayan bir avuç şirket yöneticisinin yuttuğu kırda, güvencesiz iş koşulları ve değersizleştirilen, bağımlı hâle gelen çiftçilik uğraşının sonucu olarak gıda güvenliğimiz yok oluyor. Gıda politikası üretenlerin sofrasında üreticilere, tüketicilere ve sivil topluma yer yok. İşte halkın gıda politikasını oluşturmaktaki amaç bu güç dengesini bozmak, hepimizi ilgilendiren bu meselede sofrada bize de yer açmak. 

Ekoloji Kolektifi’nin çevrimiçi olarak açık erişim verdiği bu çalışma, bugün “ilerleme”den, “kalkınma”dan, “büyüme”den ne anlıyorsak hepsini baş aşağı çeviriyor, sömürüden ve sürülmekten başka türlü bir varoluşun mümkün olduğunu gösteriyor. Ancak metni okurken dikkatimizi vermemiz gereken önemli bir sorun, yukarıda değindiğim esas dertlerimden birini oluşturuyor: Halkın gıda politikasında doğanın insan merkezli, insana kaynak olmak üzere terbiye edilen bir malzemeye dönüştürülmesini −öyle niyet edilmemiş bile olsa− dilimize bu şekilde yansıyor oluşunu nasıl değerlendirmeliyiz? 

Ne demek istediğimi metinden birkaç örnek vererek açayım. Mesela, Gıda bölümündeki Hayalimiz girişinde şöyle yazıyor: “Çiftlik hayvanlarına daha iyi bakılmakta, dolayısıyla bu hayvanlar doğal davranışlar sergileyebilmekte ve daha kaliteli et vermektedir”.8 Hayvanların iyi bir yaşam sürmesi insanlara sağlayacağı fayda, ağzımızda bırakacağı lezzet üzerinden savunuluyor. Sağlık bölümündeki Hayalimiz kısmındaysa “Gıda politikaları, besin yönünden zengin, çeşitliliği olan gıdalar üreten tarım sistemleri geliştirilmesine odaklanır” yazıyor. Yani toprağın meyvesi salt bir besin öğesine indirgeniyor, barındırdığı mineral ve vitaminler üzerinden yaşam hakkı tesis ediliyor.9 Biyoçeşitlilik kısmındaysa, “Hükümet, ‘insanların tohumlar ve biyolojik çeşitlilikle ilgili hakkını’ uygulamaya koymalıdır. Bu hak, gıda hakkına ek olarak uygulanmalı ve insanların tohumlara, bitkilere ve hayvanlara erişiminin korunması ve genişletilmesine yardımcı olmalıdır,” deniyor.10 

Bu dilin hayal etmemizi istediği dünya kurgusunda bir aradalık yerine özellikle şehirlileri kastettiğini düşündüğüm ve insana dair olanın dışarısında düşünülmüş, pasifleştirilmiş bir doğa algısı söz konusu. Sadece insanların erişimi üzerinden damak tadına, midesine, gözlerine hitap etmek üzere hesaplanmış bir gıda hareketi manifestosu. Kırın ve kamusal kaynakların asli görevinin insan ve özellikle şehir yaşamı için bir depo olarak görülmesi ve bu yaklaşımın pek çok mücadeleci hareket içerisinde, bazen sözlü eleştirilse dahi, usul usul yer etmiş olması ekoloji hareketiyle diğerleri arasındaki en büyük kırılma noktası bana kalırsa. Altını çizmek isterim ki, ekoloji hareketinin gıda hareketinden üstün olduğunu düşünmüyorum. Birbirlerinden ayrı düşünülemeyeceğini, iki hareketin dili ve pratiği arasındaki farkın, doğaya dair algımızla ilgili temel bir yarığa işaret ettiğini göstermek istiyorum. Ve bu yarık, gıda güvenliğinden tutun da kentsel dönüşüm, eğitim, tarih, mimari vb. alanlardaki mücadelelerin kalbine kadar yürüyor.

Fotoğraf: M. Cevahir Akbaş

Kırla kenti rakamların, soyutlamaların, ekonomi ve altyapı faaliyetlerinin ötesinde bir arada hayal edememek, şehirlerin kırı, suyu, ormanları, insanları ve türlü canlıları yutması bizleri bir organizmanın parçaları olduğumuzu tecrübe edemeyecek hâle getiriyor. 2000’lerin sonunda, Yedikule Bostanları’na ilk adım attığımda kendime, şehirliliğime, cehaletime dair hiçbir fikrim yoktu. İçgüdüsel bir şekilde, betonla katlanarak nefes alması zor bir sıcağın içinde hareket ettiğimiz İstanbul’un kalbinde, bir ağacın gölgesinde soluklanmak, önümdeki yemyeşil bostana bakarak daha yeni koparılmış olgun bir kavunu yiyebilmek  −tıpkı dedemin, babaannemin gençliklerinde yaptığı gibi− bana tarif edilmez bir mutluluk vermişti sadece. Hayatımda ilk kez bir bostancıyla konuşuyordum. Nasıl olup da bugünlere geldiklerine, tutunduklarına hayret etmiştim. Gerçekten şehrin göbeğinde ne işleri vardı? Üstelik on sene evvele kadar kendi büyükbaş hayvanları olduğunu, belediye yasaklayana kadar gübrelerini bostandaki hayvanlarından elde ettiklerini, artık İstanbul dışından getirdikleri gübreye mahkûm olduklarını söylüyorlardı. 

Kendi hâlinde, kendini döndürebilen, çevresindeki mahallelere türlü yemiş götüren, kokusuyla, hayvanlarıyla, suyuyla, surlarla olan bağıyla, mahalleye ve hafızasına kattıklarıyla eşsiz bir yere kök salmış bostanları önce moloza gömdüler, bir kısmına havuz yapacağız diye beton döktüler, en son geçtiğimiz eylül ayında hukuksuzca, otopark yapmak üzere asfalt kırıklarıyla kaplamaya çalıştılar.11 Adını Bostan Otoparkı olarak mı düşündüler acaba? Tıpkı Kocamustafapaşa’ya çıkarken rastladığımız Arnavut Kenan’ın12 bostanının üstüne bindirilen bir başka otopark gibi. Şehirli, şehrin ihtiyaçlarıyla uyumlu düz, temiz bir otopark ve tabii belediyenin kolaylıkla yönetebileceği bir dili paylaştığı otoparkçılar… 

Yedikule’de bostan mücadelesinin başladığı ilk sene Yedikule muhtarıyla konuşmaya, destek istemeye gittiğimizde, ağzımızdan bostan lafı çıkar çıkmaz şöyle dedi muhtar: “Ne bostanı? Hangi bostan? Burda bostan mostan yok!” Tarih anlayışımızın farklılığından, şehirde neyi öncelik yapacağımızdan çok daha başka bir taşa vurmuştuk baltayı, daha vahim bir ânın ortasında asılı kalmıştık: Mahallenin yüzyıllardır değişmez ve ayrılmaz parçası olan meyve ağaçlarını, hayvanları, bitkileri, böcekleri, bizi cömertlikleriyle kutsayan yeraltı sularını ve tabii bostancıları hiç yokmuş, hiç komşuluk etmemişiz gibi gerçeklikten, tecrübemizden, bağlarımızdan, dilimizden, bedenimizden silmeye yeltenmişti muhtar. Büyük bir şaşkınlıkla, “Nasıl yok?” dediğimi hatırlıyorum. “Yok işte” gibi bir cevap gelmiş olmalı ki telaşla yol tarif etmeye, bostanlara nasıl çıkıldığını anlatmaya başladık. Surat ifadesinden çabamızın beyhudeliğini anladığımızı, yine de telefonlarımızdaki fotoğrafları muhtara gösterdiğimizi hatırlıyorum. Tahmin edeceğiniz üzere bu konuşma hiçbir yere varmadı, kovulduk!

Makbul vatandaşlar ve makbul olmayanlar, kârlı bağlantılar ve baş belaları olarak ikiye ayrılmış bir dünyada baş belası bile değildi bostancılar. Namakbul bile denemezdi bostanlara çünkü yoklardı. Bostan mostan yoktu! Bu mahallede zaten Ermeniler de hiç olmamıştı, Rumlar da… Bostanlar mahalle planının, şehrin haritalarının, verilerinin, istatistiklerinin, sosyal ağlarının, kaygılarının, neşelerinin, acılarının, şehir hikâyelerinin kenarından düşüvermişlerdi.13 Üzerlerine asfalt dökünce o yokluğun soluk izi dahi kalmayacaktı. Yavaş yavaş, adım adım.

Mevsimden mevsime sürgün sürgün yeşeren, kışın uykuya dalan toprak, özenle saklanan tohumlar, bostanların sakini arılar, böcekler, kediler, pazılar, lahanalar, dutlar, incirler hepsi Yedikuleli. Onların İstanbul sakini olmadıklarını, burada bizimle yaşamadıklarını, dolayısıyla geleceğimizde de yerleri olmadığını söyleme cüretini nereden bulduk? İşte tam da bostanların işaret ettiği, şehirle kır arasındaki o yarıkta bulduk. 

Fotoğraf: Suna Kafadar

Şehirliler olarak, işimiz gücümüz arasında kalkıp Doğu Karadeniz yaylalarını savunmaya gidemeyebiliriz belki, ama yapabileceğimiz başka şeyler var. Bunlardan biri çevremizle kurduğumuz ilişkiyi, bedenimizle, mahallemizle, aldığımız ürünlerle kurduğumuz ilişkiyi değiştirmek. “Bilinçli tüketici” olmaktan, temiz ve adil gıda aramaktan bahsetmiyorum. Çevremizi kendimize salt kaynak olarak görmeyi bırakmaktan bahsediyorum. Gıda hareketini şehirli ve sofra sınırlarından ibaret değil, ekolojik bir krizin parçası olarak görebilmekten bahsediyorum. Bostancıları geçmişten, köyden, modern öncesi bir fantezinin içinden değil de geleceğimize rehber olarak görmekten bahsediyorum. Çünkü onlar bizim parçalaya parçalaya geçtiğimiz yaşamın bütünlüğünü burnumuzun dibinde her gün tecrübe ediyorlar. Ve bunun çok da romantik bir tarafı yok, toprak uğraşı bunu gerektiriyor. Kendimiz toprakla uğraşmasak bile, onunla hemhal olanlara kulak kabartarak, deneyimlerini dinleyerek, uğraşlarına tanıklık ederek kendi şehrimizle, şehirliliğimizle kurduğumuz ilişkiyi dönüştürebiliriz. Bostanlar, içinde yaşadığımız ve şehirliler olarak kendimizi hâlâ rahatça soyutlayabildiğimiz ekolojik felaketi anlayabileceğimiz, kırla yeniden, geleceğe doğru bir ilişki kurabileceğimiz, politika üretebileceğimiz, birlik ve irade oluşturabileceğimiz biricik bir yer.

Eğer Kezban Abla gibi bir bostancıysanız; tapusuz, güvencesiz ve şehirliler tarafından hor görülerek çalışmanıza rağmen, Yedikule Bostanları, bir işyerinden çok daha fazlası demek. Tanımadığımız bir dilin ekilip biçildiği, bir başka dünya kurgusunu gerçekleştiren bir hürriyet alanına, her gün, didinerek yürümek demek. Gözlerinden yaşlar gelerek anlatıyor Kezban Abla: “Bizim başka bir çalışma gücümüz yok. Yani yapamayız zaten. Biz hür yaşamıştık, hürüz bahçemizin içinde!”14 Bugün kaçımız bunu söyleyebilir? Yedikule Bostanları asfalta veya “yeşil temalı” bir projeye gömülürse gıda güvenliğinden, yeşil bir şehirden çok daha fazlasını, arzumuzu, hakikatli bir varoluş biçimine çıkan bir yolu kaybedeceğiz.


1- Elif İnce ve İdris Emen’in ödül aldıkları haberde ortaya çıkardıkları gibi, sonradan buraya sadece park yapılmayacağını, lüks konutların da plana dahil olduğunu ve belediyenin esas planı kamudan sakladığını çok geçmeden öğrendik. Radikal’de yayımlanmış haber “Bostandan 3 Plan Çıktı” çevrimiçi okunabilir: www.radikal.com.tr/turkiye/bostandan-3-plan-cikti-1146869/ (Erişim tarihi: 20 Ocak 2013)

2- Kıvılcım, F., A. Aksoy, A. Ricci (2014), “İstanbul Kara Surları Dünya Miras Alanı Koruma Sorunları İzleme Raporu: Tarihi Yedikule Bostanları Üzerine Özel Bir İnceleme”. 

3- Shopov, A. ve A. Han (2013), “Osmanlı İstanbul’unda Kent İçi Tarımsal Toprak Kullanımı ve Dönüşümleri: Yedikule Bostanları”, Toplumsal Tarih, 236: 34-38. 

4- Ricci, A. (2008), “İstanbul’da Manevi Kültürel Miras: Kara Surlarının Bizans Bahçeleri”, 3. Uluslararası Tarihi Yarımada Sempozyumu, İstanbul, s. 66-67.

5- Bostancılardan ve mahalleliden dinlediğimiz bir başka hikâye 80’lerde yaşanmış on günlük bir su kesintisiyle alakalı. Yazın ortasında susuz kalan mahalleli bu bostanların kuyularından gelen sudan hem içme hem kullanma suyu olarak istifade ederek susuz günleri atlatmış.

6- Masayı devirmekten yana olanlarımız için de bu soru geçerli, devirmekle bitmiyor, yeniden sofra kurmak gerekiyor.

7- Kocagöz, U. ve F. Özlüer (2018), Halkın Gıda Politikası, Ankara: Ekoloji Kolektifi, ekolojikolektifi.org/wp-content/uploads/2018/06/Halk%C4%B1n-G%C4%B1da-Politikas%C4%B1-.pdf (Erişim tarihi: 17 Ocak 2019).

8- A.g.y., s. 33.

9- A.g.y., s. 41.

10- A.g.y., s. 37.

11- Yönetimi İBB’nin yetkisinde olan bu alana izinsiz, plansız ve sur dibinde olmasına rağmen müzeden bir arkeolog eşlik etme kuralını, yine, bu konuda bir dava görülüyor olmasına rağmen, çiğneyerek giren Fatih Belediyesi’nin son marifetini, bostan arazisinde nöbet tutan mahalleliler boşa çıkardı.

12- Daha yıkımlar başlamadan, 2000’lerin sonunda kendisiyle yaptığımız bir görüşmede İstanbul’da en az on çeşit armut yetiştiğini, hepsini teker teker isimleriyle sayarak anlatmıştı Arnavut Kenan. Biz görüştüğümüzde küskündü; bostancılığı bırakmış, arazisini kiralamıştı, İstanbul’u terk edeceğini söylüyordu.

13- Kovulan, sürülen yalnızca insanlar ve hayvanlar değil, topraklar, su kaynakları da kovuluyor. Ayrıntılı tartışma için bkz. Sassen, S. (2014), Expulsions: Brutality and Complexity in the Global Economy, ABD: Belknap Press. Bu çalışmaya dikkatimi çektiği için Cihan Uzunçarşılı Baysal’a teşekkür ederim.

14- Pınar, F. (Yönetmen, 2016), Vandana Shiva’nın Yedikule Bostanları’nı Ziyareti, vimeo.com/152866316 (Erişim tarihi: 17 Ocak 2019)

Yedikule’den haber geldiğinde temmuz başıydı, Gezi’de nöbet tutuyorduk. Bostana dozer girmiş, belediye bostanların yerine park yapmak için yıkıma başlamıştı. Apar topar vardık. Surların Yedikule Kapısı’ndan girince hemen solunuzda, eski haritalarda adı İsmail Paşa Bostanı olarak geçen, yeşilin binbir tonunda kırkpare uzanan bostanda bir dozer çalışıyor, mahsulleri köklerinden söktüğü gibi altüst olmuş toprağa karıyordu. Gürültüsünden ve hoyratlığından hayvanların çoktan kaçmış olduğu alanda kepçenin ağzında bostancı Recep Amca ve Ayşe Teyze olmuş turpları kurtarmaya çalışırken, ardında daha nice mahsul güneşe iyice uzanmış toplanmayı bekliyordu. “Olay”ı görüp bostana doluşan mahallenin çocukları dozerin etrafında koşturarak sürücüye zorluk çıkarıyor, bazısı da fırsattan istifade bostanın yemişlerinden koparıyordu. Yedikule’de belediyeyle ilk karşılaşmamız böyle oldu; “sadece işini yapan” bir buldozer sürücüsüyle müzakere ederek, onu durdurmaya ve ne olduğunu anlamaya çalışarak.

Buradan sonrası uzun, dolambaçlı ve parçalı bir hikâye. İçinde bir dolu tanışma, tartışma, hem yan yanalık hem kavga, pek çok da soru var. Gezi’de parkı korumaya çalışırken Yedikule’de bir park projesine karşı çıkmak neyin nesiydi mesela? Yeşildi, yine yeşil olacaktı.1 Zaten şehirde bostan mı olurdu? Gerçekçi değil, “modern” hiç değil. Şehrin ihityaçlarıyla uyumsuz. En yakınlarımızdan dahi duyduğumuz sorular, yorumlar… 20. yüzyılın ortasına kadar şehrin büyük bir kısmını oluşturan bostanların şehre yakışmadıkları, şehirli olmadıkları fikri ne kısa zamanda kemikleşmiş, adeta evrensel bir doğruya dönüşmüştü.

Fatih Belediyesi’nde yaptığımız bir toplantıda, başkan yardımcılarından biri “Toprağın tarihi mi olur!” diye yakınmıştı. Kara Surları’nı iki tarafından saran bu bostanlar 1985 yılında UNESCO Dünya Mirası ilan edilmiş, belgede tampon bölge olarak anılmış ama hukuki anlamda ne idiği belirsiz bir alan olarak bırakılmışlardı. Taşlar tarihti ama yüzyıllardır o taşlarla iç içe, o taşları koruyarak2 ve şehri besleyerek, onlardan çok daha uzun süredir türlü canlının varlığıyla mevcudiyetini sürdüren bostanlar tarih değildi. Tarih taştandı, dikeydi ve şehirliydi; bostanlarsa köye ait, geri kalmış ancak ne kadar ilerlediğimizin hesabını yapabileceğimiz bir ölçü… Şehrin ortasındaki bu belirsizlik onları güçsüzleştiren bir durum gibi görünse de aslında zamanla güçlerini tam da buradan aldıklarını düşünür oldum. Doğru bildiğimiz pek çok şeyi sorgulamak, bu vesileyle mesela neyin tarih olduğunu ve bunun kimin belirlediğini sorgulamak için eşsiz bir fırsat sunuyorlardı. Shopov ve Han’ın Toplumsal Tarih için beraber kaleme aldığı “Osmanlı İstanbul’unda Kent İçi Tarımsal Toprak Kullanımı ve Dönüşümü” makalesinde yazdıkları gibi “İstanbul sur içindeki önemsenmeyen, gözardı edilen tarımsal araziler hiçbir zaman kent tarihinin yapı inşa süreçleriyle ilşkilendirilmemiştir”3. Dolayısıyla, tarihle beraber şehir planlaması, mimari, arkeoloji gibi alanlarda çalışanları da zor sorular bekliyordu.

Bizans İmparatoru Theodosius, surların inşasından birkaç yıl sonra, 422’de iç surların alt katını tohum, gıda ve tarım aletlerini saklamak üzere çiftçilerin kullanımına açmış ve askerler dahil şehirlilerin buraya girmesini yasaklamıştı.4 Osmanlı İmparatorluğu’ysa ardında, bostanların şehirle göbek bağına dikkat çeken pek çok yazılı ve görsel kaynak bırakmıştı. Örneğin, yukarıda zikrettiğim makalede, 1585 tarihli bir belgede Süleymaniye Vakfı’na ait 18 bostana müdahale edilmemesi yönünde bir hükme yer veriliyor. Vakıf kayıtlarında, haritalarda, tahrir ve narh defterlerinde bostan ve vakıf ilişkileri, bostancı sayısı, nereden geldikleri, ürünlerin türleri ve fiyatlarına dair çeşitli bilgilere erişebiliyoruz.

Yine Bizans döneminde yazılmış, 6. yüzyılda başlanıp 10. yüzyılda tamamlanmış Geoponika adlı yazmanın İstanbul bölümünde şehrin tarımsal faaliyeti, hangi ürünün ne zaman ekileceği, sulanacağı, hasat edileceği anlatılıyor. Bu metinde bahsedilen marul, nane, lahana, maydanoz, havuç, soğan, lahana ve daha niceleri bu toprakta hâlâ yetişiyor. Meşhur Yedikule Marulu artık yok belki ya da bu mahalleden sürülmüş gayrimüslimlerin mutfağında yaygın olarak kullanılan kara turp… Ama onlarca çeşit sebze ve meyve kâh ağzımızın tadına göre kâh şehirde yaşanan değişikliklere göre zamana ayak uydurarak burada yetişmekte. Gözümüzün önünde. 

Muhabbete veya haftalık sebze-meyve alışverişine gittiğiniz herhangi bir bostanda bitkilerin nasıl yetiştirildiğini, gübresinin nereden geldiğini, ne kadar ilaç kullanıldığını sorabiliyor, konuşabiliyorsunuz. Bu alanlar, kimsenin sahipliği altında değil; bugünkü adıyla kamu arazisi, yani hepimizin erişimine açık. Bostanlarla ilgili yaygın bir argüman, özellikle sur dışındakilerin, yol kenarında kaldıkları için pis, sağlıksız olduklarıydı. Oysa yapılan toprak ve su analizlerinde hiçbir ağır metale rastlanmamış, olağanın dışında ilaç tespit edilmemişti. Süpermarketten hatta pazardan aldığımız ürünlerin dahi artık nereden geldiğini, hangi koşullarda yetiştiğini bilemiyoruz. Oysa Yedikule’de bizzat bu süreci izleyebiliyor, çoktandır kopmuş olduğumuz hayati bir süreçle ilgili bilgiler öğrenebiliyoruz. Üstelik yeraltından gelen su hâlâ temiz; Osmanlı’dan kalma veya daha yeni pek çok kuyu bugün hâlâ sulamada kullanılıyor. Gittikçe artan susuzluk tehdidiyle karşı karşıya olan İstanbullular için ne bulunmaz bir nimet!5 

Yedikule Bostanları’na çok farklı açılardan bakabildiğimiz, bakmak mecburiyetinde olduğumuz için oldukça karmaşık ve zengin bir düşünce ile pratik ağı örülüyordu önümüzde. Kara Surları boyunca uzanan bostanlara bir arkeolog surların korunması önceliğiyle bakarken; komşular çocukların oynayabileceği güvenli, yeşil ve bakımlı mahalle özlemiyle; mimarlar “Alana uygun tasarım nasıl olurdu?” sorusuyla; belediyeciler “En çok faydayı nereden sağlarım” hesabı yaparak; Rum Vakfı kilise ve arazisinin çıkarlarını önceleyerek; şehir plancıları nüfus, ihtiyaç ve iyi mühendislik üzerinden; tarihçiler bu bostanların biricikliği sebebiyle olduğu gibi muhafaza edilmesi arzusuyla; bostancılarsa üretim ve geçim odaklı, kendi bilgilerini koruyarak varlıklarını sürdürebilme gayesi güderek bakıyorlar. Kuşkusuz genelleyerek kaba fırça darbeleriyle çizdiğim bu resme yaklaştığımızda pek çok nüans barındırdığını görebiliriz. Her bostancının talebi ve bostanla ilişkisi aynı olmadığı gibi her plancı da aynı gözle yaklaşmıyor bu alana. Bu genellemeyi yapmamın sebebi şu basit soruyu tekrarlamak aslında: Bu alana dair kararlar alınırken, o sofrada kimler oturacak?6

Demokratik düşünce ve yöntemlerin her alanda ayaklar altına alındığı bir dönemde bu soruya cevabımız ve bunun için neleri göze aldığımız, Yedikule Bostanları olsun olmasın, ileride oluşacak yapıların nasıl kurulacağını belirleyecek. Eğer bu masada tüm paydaşlar oturmuyorsa, belediye bazılarını önemli bazılarını yok sayıyorsa, “İşler böyle yürüyor, masada hiç yerimiz olmamasından iyidir” tavrıyla bu dışlayıcı yaklaşım istemeyerek de olsa karşılık buluyorsa, orada durup bir düşünmemiz gerek. Masada oturanların kim olduğuna ve müzakere gücüne göre öncelikler belirlenecek, birileri birilerini temsil edecek, bir şehir emanetinin hükmü verilecek. Oysa bostancıların ısrarla çağrılmadığı bir sofrayı, muhatap alınmadığı bir dünyayı kabullenerek bostanlarımızdan, gıda güvenliğimizden çok daha fazlasını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyayız.

Yedikule Bostanları pek çok alanın ilgisine giriyor ama şüphesiz, en sık gıda güvenliği hareketi içinde tartışılıyor. Bostanlar sadece bilgi birikimimizin eksiklerini, darkafalılığı ortaya çıkarmakla kalmıyor. Bugünkü şehir anlayışımızın ortasında mütevazı, kendi hâlinde ama derin bir çatlak olarak da durmuyor. Aslında bütün dünya görüşümüzü, etrafımızla nasıl ilişkilendiğimizi sorguya açıyor. Her ne kadar öncelikli olarak gıda hareketiyle bağdaştırılsa da aslında bize, insanlığımıza dair temel birtakım sorular sormamıza imkân tanıyor. 

Şehirle kır arasında yıllar içinde büyüyen kültürel ve politik yarık, ekolojik hareketle gıda hareketi arasında da kendini gösteriyor. Türkiye’de gıda hareketinin daha çok şehirli, ekoloji hareketininse kır merkezli olduğunu söylersek yanılmış olmayız. Gıda hareketi insanlar için sağlıklı ve güvenilir yiyecek talep ederken ve çeşitliliği çoğunlukla sofrasının sınırları içinden hayal ederken, ekoloji hareketi farklı bir yaşam mücadelesi veriyor. “Doğa”yı kendi dışında gören, salt bir kaynağa indirgemiş ve varlığının bütünlüğünü yok saymış insan merkezci bir kafaya başkaldırıyor. Bu mücadelelerin birleşememesinin politik sonuçları bir yanda dursun, gıda hareketinin görmezden geldiği temel ekoloji sorunları kırda mücadele veren varlıkları aslında daha da zora sokabiliyor. Şu anda üstü asfaltla örtülmeye çalışılan Yedikule Bostanları bize tam da bu yarığı işaret ediyor işte.

Geçtiğimiz haziran ayında, Ekoloji Kolektifi’nin Halkın Gıda Politikası7 başlığıyla çevirdiği, İngiltere’deki örneklerden yola çıkarak hazırlanmış gıda sistemini dönüştürmeye yönelik metin, aslında dünyanın pek çok yerindeki sorunlara ışık tutuyor. Toprak mülkiyetini ve üretim gücünü elinde toplayan bir avuç şirket yöneticisinin yuttuğu kırda, güvencesiz iş koşulları ve değersizleştirilen, bağımlı hâle gelen çiftçilik uğraşının sonucu olarak gıda güvenliğimiz yok oluyor. Gıda politikası üretenlerin sofrasında üreticilere, tüketicilere ve sivil topluma yer yok. İşte halkın gıda politikasını oluşturmaktaki amaç bu güç dengesini bozmak, hepimizi ilgilendiren bu meselede sofrada bize de yer açmak. 

Ekoloji Kolektifi’nin çevrimiçi olarak açık erişim verdiği bu çalışma, bugün “ilerleme”den, “kalkınma”dan, “büyüme”den ne anlıyorsak hepsini baş aşağı çeviriyor, sömürüden ve sürülmekten başka türlü bir varoluşun mümkün olduğunu gösteriyor. Ancak metni okurken dikkatimizi vermemiz gereken önemli bir sorun, yukarıda değindiğim esas dertlerimden birini oluşturuyor: Halkın gıda politikasında doğanın insan merkezli, insana kaynak olmak üzere terbiye edilen bir malzemeye dönüştürülmesini −öyle niyet edilmemiş bile olsa− dilimize bu şekilde yansıyor oluşunu nasıl değerlendirmeliyiz? 

Ne demek istediğimi metinden birkaç örnek vererek açayım. Mesela, Gıda bölümündeki Hayalimiz girişinde şöyle yazıyor: “Çiftlik hayvanlarına daha iyi bakılmakta, dolayısıyla bu hayvanlar doğal davranışlar sergileyebilmekte ve daha kaliteli et vermektedir”.8 Hayvanların iyi bir yaşam sürmesi insanlara sağlayacağı fayda, ağzımızda bırakacağı lezzet üzerinden savunuluyor. Sağlık bölümündeki Hayalimiz kısmındaysa “Gıda politikaları, besin yönünden zengin, çeşitliliği olan gıdalar üreten tarım sistemleri geliştirilmesine odaklanır” yazıyor. Yani toprağın meyvesi salt bir besin öğesine indirgeniyor, barındırdığı mineral ve vitaminler üzerinden yaşam hakkı tesis ediliyor.9 Biyoçeşitlilik kısmındaysa, “Hükümet, ‘insanların tohumlar ve biyolojik çeşitlilikle ilgili hakkını’ uygulamaya koymalıdır. Bu hak, gıda hakkına ek olarak uygulanmalı ve insanların tohumlara, bitkilere ve hayvanlara erişiminin korunması ve genişletilmesine yardımcı olmalıdır,” deniyor.10 

Bu dilin hayal etmemizi istediği dünya kurgusunda bir aradalık yerine özellikle şehirlileri kastettiğini düşündüğüm ve insana dair olanın dışarısında düşünülmüş, pasifleştirilmiş bir doğa algısı söz konusu. Sadece insanların erişimi üzerinden damak tadına, midesine, gözlerine hitap etmek üzere hesaplanmış bir gıda hareketi manifestosu. Kırın ve kamusal kaynakların asli görevinin insan ve özellikle şehir yaşamı için bir depo olarak görülmesi ve bu yaklaşımın pek çok mücadeleci hareket içerisinde, bazen sözlü eleştirilse dahi, usul usul yer etmiş olması ekoloji hareketiyle diğerleri arasındaki en büyük kırılma noktası bana kalırsa. Altını çizmek isterim ki, ekoloji hareketinin gıda hareketinden üstün olduğunu düşünmüyorum. Birbirlerinden ayrı düşünülemeyeceğini, iki hareketin dili ve pratiği arasındaki farkın, doğaya dair algımızla ilgili temel bir yarığa işaret ettiğini göstermek istiyorum. Ve bu yarık, gıda güvenliğinden tutun da kentsel dönüşüm, eğitim, tarih, mimari vb. alanlardaki mücadelelerin kalbine kadar yürüyor.

Fotoğraf: M. Cevahir Akbaş

Kırla kenti rakamların, soyutlamaların, ekonomi ve altyapı faaliyetlerinin ötesinde bir arada hayal edememek, şehirlerin kırı, suyu, ormanları, insanları ve türlü canlıları yutması bizleri bir organizmanın parçaları olduğumuzu tecrübe edemeyecek hâle getiriyor. 2000’lerin sonunda, Yedikule Bostanları’na ilk adım attığımda kendime, şehirliliğime, cehaletime dair hiçbir fikrim yoktu. İçgüdüsel bir şekilde, betonla katlanarak nefes alması zor bir sıcağın içinde hareket ettiğimiz İstanbul’un kalbinde, bir ağacın gölgesinde soluklanmak, önümdeki yemyeşil bostana bakarak daha yeni koparılmış olgun bir kavunu yiyebilmek  −tıpkı dedemin, babaannemin gençliklerinde yaptığı gibi− bana tarif edilmez bir mutluluk vermişti sadece. Hayatımda ilk kez bir bostancıyla konuşuyordum. Nasıl olup da bugünlere geldiklerine, tutunduklarına hayret etmiştim. Gerçekten şehrin göbeğinde ne işleri vardı? Üstelik on sene evvele kadar kendi büyükbaş hayvanları olduğunu, belediye yasaklayana kadar gübrelerini bostandaki hayvanlarından elde ettiklerini, artık İstanbul dışından getirdikleri gübreye mahkûm olduklarını söylüyorlardı. 

Kendi hâlinde, kendini döndürebilen, çevresindeki mahallelere türlü yemiş götüren, kokusuyla, hayvanlarıyla, suyuyla, surlarla olan bağıyla, mahalleye ve hafızasına kattıklarıyla eşsiz bir yere kök salmış bostanları önce moloza gömdüler, bir kısmına havuz yapacağız diye beton döktüler, en son geçtiğimiz eylül ayında hukuksuzca, otopark yapmak üzere asfalt kırıklarıyla kaplamaya çalıştılar.11 Adını Bostan Otoparkı olarak mı düşündüler acaba? Tıpkı Kocamustafapaşa’ya çıkarken rastladığımız Arnavut Kenan’ın12 bostanının üstüne bindirilen bir başka otopark gibi. Şehirli, şehrin ihtiyaçlarıyla uyumlu düz, temiz bir otopark ve tabii belediyenin kolaylıkla yönetebileceği bir dili paylaştığı otoparkçılar… 

Yedikule’de bostan mücadelesinin başladığı ilk sene Yedikule muhtarıyla konuşmaya, destek istemeye gittiğimizde, ağzımızdan bostan lafı çıkar çıkmaz şöyle dedi muhtar: “Ne bostanı? Hangi bostan? Burda bostan mostan yok!” Tarih anlayışımızın farklılığından, şehirde neyi öncelik yapacağımızdan çok daha başka bir taşa vurmuştuk baltayı, daha vahim bir ânın ortasında asılı kalmıştık: Mahallenin yüzyıllardır değişmez ve ayrılmaz parçası olan meyve ağaçlarını, hayvanları, bitkileri, böcekleri, bizi cömertlikleriyle kutsayan yeraltı sularını ve tabii bostancıları hiç yokmuş, hiç komşuluk etmemişiz gibi gerçeklikten, tecrübemizden, bağlarımızdan, dilimizden, bedenimizden silmeye yeltenmişti muhtar. Büyük bir şaşkınlıkla, “Nasıl yok?” dediğimi hatırlıyorum. “Yok işte” gibi bir cevap gelmiş olmalı ki telaşla yol tarif etmeye, bostanlara nasıl çıkıldığını anlatmaya başladık. Surat ifadesinden çabamızın beyhudeliğini anladığımızı, yine de telefonlarımızdaki fotoğrafları muhtara gösterdiğimizi hatırlıyorum. Tahmin edeceğiniz üzere bu konuşma hiçbir yere varmadı, kovulduk!

Makbul vatandaşlar ve makbul olmayanlar, kârlı bağlantılar ve baş belaları olarak ikiye ayrılmış bir dünyada baş belası bile değildi bostancılar. Namakbul bile denemezdi bostanlara çünkü yoklardı. Bostan mostan yoktu! Bu mahallede zaten Ermeniler de hiç olmamıştı, Rumlar da… Bostanlar mahalle planının, şehrin haritalarının, verilerinin, istatistiklerinin, sosyal ağlarının, kaygılarının, neşelerinin, acılarının, şehir hikâyelerinin kenarından düşüvermişlerdi.13 Üzerlerine asfalt dökünce o yokluğun soluk izi dahi kalmayacaktı. Yavaş yavaş, adım adım.

Mevsimden mevsime sürgün sürgün yeşeren, kışın uykuya dalan toprak, özenle saklanan tohumlar, bostanların sakini arılar, böcekler, kediler, pazılar, lahanalar, dutlar, incirler hepsi Yedikuleli. Onların İstanbul sakini olmadıklarını, burada bizimle yaşamadıklarını, dolayısıyla geleceğimizde de yerleri olmadığını söyleme cüretini nereden bulduk? İşte tam da bostanların işaret ettiği, şehirle kır arasındaki o yarıkta bulduk. 

Fotoğraf: Suna Kafadar

Şehirliler olarak, işimiz gücümüz arasında kalkıp Doğu Karadeniz yaylalarını savunmaya gidemeyebiliriz belki, ama yapabileceğimiz başka şeyler var. Bunlardan biri çevremizle kurduğumuz ilişkiyi, bedenimizle, mahallemizle, aldığımız ürünlerle kurduğumuz ilişkiyi değiştirmek. “Bilinçli tüketici” olmaktan, temiz ve adil gıda aramaktan bahsetmiyorum. Çevremizi kendimize salt kaynak olarak görmeyi bırakmaktan bahsediyorum. Gıda hareketini şehirli ve sofra sınırlarından ibaret değil, ekolojik bir krizin parçası olarak görebilmekten bahsediyorum. Bostancıları geçmişten, köyden, modern öncesi bir fantezinin içinden değil de geleceğimize rehber olarak görmekten bahsediyorum. Çünkü onlar bizim parçalaya parçalaya geçtiğimiz yaşamın bütünlüğünü burnumuzun dibinde her gün tecrübe ediyorlar. Ve bunun çok da romantik bir tarafı yok, toprak uğraşı bunu gerektiriyor. Kendimiz toprakla uğraşmasak bile, onunla hemhal olanlara kulak kabartarak, deneyimlerini dinleyerek, uğraşlarına tanıklık ederek kendi şehrimizle, şehirliliğimizle kurduğumuz ilişkiyi dönüştürebiliriz. Bostanlar, içinde yaşadığımız ve şehirliler olarak kendimizi hâlâ rahatça soyutlayabildiğimiz ekolojik felaketi anlayabileceğimiz, kırla yeniden, geleceğe doğru bir ilişki kurabileceğimiz, politika üretebileceğimiz, birlik ve irade oluşturabileceğimiz biricik bir yer.

Eğer Kezban Abla gibi bir bostancıysanız; tapusuz, güvencesiz ve şehirliler tarafından hor görülerek çalışmanıza rağmen, Yedikule Bostanları, bir işyerinden çok daha fazlası demek. Tanımadığımız bir dilin ekilip biçildiği, bir başka dünya kurgusunu gerçekleştiren bir hürriyet alanına, her gün, didinerek yürümek demek. Gözlerinden yaşlar gelerek anlatıyor Kezban Abla: “Bizim başka bir çalışma gücümüz yok. Yani yapamayız zaten. Biz hür yaşamıştık, hürüz bahçemizin içinde!”14 Bugün kaçımız bunu söyleyebilir? Yedikule Bostanları asfalta veya “yeşil temalı” bir projeye gömülürse gıda güvenliğinden, yeşil bir şehirden çok daha fazlasını, arzumuzu, hakikatli bir varoluş biçimine çıkan bir yolu kaybedeceğiz.


1- Elif İnce ve İdris Emen’in ödül aldıkları haberde ortaya çıkardıkları gibi, sonradan buraya sadece park yapılmayacağını, lüks konutların da plana dahil olduğunu ve belediyenin esas planı kamudan sakladığını çok geçmeden öğrendik. Radikal’de yayımlanmış haber “Bostandan 3 Plan Çıktı” çevrimiçi okunabilir: www.radikal.com.tr/turkiye/bostandan-3-plan-cikti-1146869/ (Erişim tarihi: 20 Ocak 2013)

2- Kıvılcım, F., A. Aksoy, A. Ricci (2014), “İstanbul Kara Surları Dünya Miras Alanı Koruma Sorunları İzleme Raporu: Tarihi Yedikule Bostanları Üzerine Özel Bir İnceleme”. 

3- Shopov, A. ve A. Han (2013), “Osmanlı İstanbul’unda Kent İçi Tarımsal Toprak Kullanımı ve Dönüşümleri: Yedikule Bostanları”, Toplumsal Tarih, 236: 34-38. 

4- Ricci, A. (2008), “İstanbul’da Manevi Kültürel Miras: Kara Surlarının Bizans Bahçeleri”, 3. Uluslararası Tarihi Yarımada Sempozyumu, İstanbul, s. 66-67.

5- Bostancılardan ve mahalleliden dinlediğimiz bir başka hikâye 80’lerde yaşanmış on günlük bir su kesintisiyle alakalı. Yazın ortasında susuz kalan mahalleli bu bostanların kuyularından gelen sudan hem içme hem kullanma suyu olarak istifade ederek susuz günleri atlatmış.

6- Masayı devirmekten yana olanlarımız için de bu soru geçerli, devirmekle bitmiyor, yeniden sofra kurmak gerekiyor.

7- Kocagöz, U. ve F. Özlüer (2018), Halkın Gıda Politikası, Ankara: Ekoloji Kolektifi, ekolojikolektifi.org/wp-content/uploads/2018/06/Halk%C4%B1n-G%C4%B1da-Politikas%C4%B1-.pdf (Erişim tarihi: 17 Ocak 2019).

8- A.g.y., s. 33.

9- A.g.y., s. 41.

10- A.g.y., s. 37.

11- Yönetimi İBB’nin yetkisinde olan bu alana izinsiz, plansız ve sur dibinde olmasına rağmen müzeden bir arkeolog eşlik etme kuralını, yine, bu konuda bir dava görülüyor olmasına rağmen, çiğneyerek giren Fatih Belediyesi’nin son marifetini, bostan arazisinde nöbet tutan mahalleliler boşa çıkardı.

12- Daha yıkımlar başlamadan, 2000’lerin sonunda kendisiyle yaptığımız bir görüşmede İstanbul’da en az on çeşit armut yetiştiğini, hepsini teker teker isimleriyle sayarak anlatmıştı Arnavut Kenan. Biz görüştüğümüzde küskündü; bostancılığı bırakmış, arazisini kiralamıştı, İstanbul’u terk edeceğini söylüyordu.

13- Kovulan, sürülen yalnızca insanlar ve hayvanlar değil, topraklar, su kaynakları da kovuluyor. Ayrıntılı tartışma için bkz. Sassen, S. (2014), Expulsions: Brutality and Complexity in the Global Economy, ABD: Belknap Press. Bu çalışmaya dikkatimi çektiği için Cihan Uzunçarşılı Baysal’a teşekkür ederim.

14- Pınar, F. (Yönetmen, 2016), Vandana Shiva’nın Yedikule Bostanları’nı Ziyareti, vimeo.com/152866316 (Erişim tarihi: 17 Ocak 2019)

DÖN