Fotoğraf: M. Cevahir Akbaş

Çok değil, bundan sadece birkaç yıl önce 29 Haziran günü Beyoğlu binlerce kişinin sesleri, kahkahaları, şarkıları, dansları ve sloganlarıyla yankılanıyordu. Translar, lubunyalar, kuirler, lezbiyenler, geyler, biseksüeller, aseksüeller, interseksler, ikili cinsiyet ve cinsellik rejimine uymayıp taşanlar ve başkaldıranlar için binlerce insan 2014 yılındaki Onur Yürüyüşü’nde bir araya geldi. Adım adım ilerleyen kalabalık, balkonlarından ve sokağın iki yanından şaşkınlık ve gülümsemeyle bakan insanlara, hep bir ağızdan “aşk” diye bağırıyordu: “Aşk aşk hürriyet, uzak olsun nefret!”, “Ayşe Fatma’yı, Ahmet Mehmet’i; Birbirlerini Sevebilmeli”, “-Nerdesin aşkım? -Buradayım aşkım! -Nerdesin aşkım? -Buradayım aşkım! -Ay ay ay!” Eşcinsel aşk sloganları Beyoğlu’na yayılarak sokakları duygular ve seslerden oluşan bir peyzaja (affective soundscape) dönüştürmüştü. Ertesi gün bazı haber kaynakları yürüyüşe katılım sayısının Gezi zamanındakini geçerek on bine ulaştığından bahsetti.

Bir sonraki sene, yani 2015 yılında her şey tepetaklak olmaya başladı. İstanbul Valiliği resmi bir açıklama yayımlayarak Onur Yürüyüşü’nü yasakladığını açıkladı.1 İlki 2001 yılında gerçekleştirilen Onur Yürüyüşü’nden beri yasak hiç olmamıştı. Onur Haftası’nın Ramazan ayıyla kesişmesini bahane eden Valilik, bunun toplumsal hassasiyetleri inciteceğini ve halkı tahrik edeceğini belirtti. Onur Yürüyüşü bir önceki sene de Ramazan ayına denk gelmişti, ama herhangi bir sorun çıkmamıştı.

2016 yılına geldiğimizde benzer bir durum kendini tekrar etti. Türkiye bu sefer ciddi bir güvenlik sorunu yaşıyordu. Son bir yılda ülkenin farklı yerlerinde çok sayıda bomba patlamış ve bu olaylar halkın sokakla olan ilişkisinde tedirginlik yaratmıştı. İstanbul Onur Yürüyüşü’nden tam on gün önce ABD’nin Orlando şehrinde Pulse adlı bir LGBTİ+ gece kulübünde İŞİD ile bağlantısı olduğu öne sürülen bir güvenlik görevlisi bomba patlatarak 49 kişinin ölümüne neden olmuştu. Aynı dönemde Türkiye’de de kendine gittikçe yer bulan ve gizlice büyüyen İŞİD’in varlığı LGBTİ+ aktivistlerinden çoğunu kaygılandırmaya başladı. İnsanlar İŞİD’in benzer bir saldırıyı İstanbul Onur Yürüyüşü’nde de gerçekleştirecek olmasından endişe ediyorlardı.

Bu esnada aşırı milliyetçi ve radikal İslamcı gruplardan bazı kişiler Onur Haftası organizasyon komitesindeki kişileri ve olası katılımcıları sosyal medya üzerinden tehdit etmeye başladı. Valiliğe bağlı güvenlik güçleri bu tehditlerle ilgili hiçbir şey yapmadığı gibi, yürüyüş sırasında gerçekleşecek olası bir saldırıda kimseyi koruyamayacağını ve toplumsal güvenliği ve düzeni öncelikli kılacağını açıkladı. Belli ki LGBTİ+’ler ve destekçileri bu toplumsallığın içinde yer almıyordu. Sosyal medyadaki tehditleri ve çeşitli şehirlerde yaşanan saldırıları fırsat bilen Valilik, Onur Yürüyüşü’nü bir kez daha yasakladı.

2017 yılında Türkiye artık OHAL’le yönetiliyordu. Temmuz 2016’daki darbe girişiminden sonra AKP hükümetinin ilan ettiği sıkıyönetim sivil topluma ciddi müdahalelerde bulunarak özellikle protesto, fikir özgürlüğü ve hukuk alanındaki haklara ciddi kısıtlamalar getirdi. Sıkıyönetim süreci ve beraberinde getirdiği KHK’lar (Kanun Hükmünde Kararname) çeşitli halkların ve toplumsal grupların içinde bulunduğu siyasi ortamı önemli bir şekilde değiştirdi. Bu gruplardan biri de LGBTİ+’lerdi. Trans, kuir ve ikili cinsiyet normunun dışında yaşayanların sokaktaki görünürlüğü ve hareket kabiliyeti çarpıcı biçimde azaldı. Onur Haftası ile ilgili baskı ve yasakların yanı sıra, LGBTİ+’ler için başka kısıtlamalar da getirildi. Mesela Ankara Valiliği film gösterimi, oyun, sergi, panel gibi tüm LGBTİ+ etkinliklerine süresiz yasak getirdi. Bu yasakların gerekçesini toplumun huzur ve ahlakını, toplumsal hassasiyetleri korumak ve toplum güvenliğini sağlamak olarak açıkladı. Olası bir etkinliğin başkalarının hak ve özgürlüklerine zarar vereceğini ileri sürdü. Zaten 2018 yılından itibaren polis şiddeti artarak sürdü. Son iki yıldır yürüyüş alanına köpekleriyle gelen polis, bir araya gelmeye çalışan grupları şiddet ve biber gazı kullanarak dağıtıyor. 

Fotoğraf: Damla Atak

Peki bu kadar kısa sürede kendisine binlerce destekçi bulan bir yürüyüşten bir yasağa dönüşen bir etkinliği nasıl anlayabiliriz? Beyoğlu üzerinden sokağın hem siyasi hem de toplumsal olarak daralmasını nasıl tahlil edebiliriz? Nasıl oldu da bazı bedenler sokaktan koparıldı? Sokağa bakmak, LGBTİ+ yaşamlar, kırılganlık ve siyaset ilişkisine dair bize neler söyler?

Tüm bu dönüşümü açıklamak için öncelikle sokağın, sonra da Beyoğlu sokaklarının Türkiye’nin toplumsal ve siyasi hayatı içindeki önemine değinmek gerekiyor. Sonrasında ise muhafazakâr neoliberal kapitalizmin mekânı yeniden düzenleyip üretirken sokak yaşamını ve siyasetini cinsellik ve cinsiyet üzerinden nasıl kısıtladığına bakmamız lâzım.

Yıllar içerisinde birçok LGBTİ+’yi Beyoğlu’nda bir araya getiren derneğin ve merkezin de kapandığına şahit olduk. Mesela artık ne Lambda’dan ne de İstanbul LGBTT Derneği’nden söz etmek mümkün. Bu mekânlar LGBTİ+ yaşamlar için ikinci bir ev niteliği taşıyordu.

Sokağın kurduğu yakınlıklar

Judith Butler sokak için bedenleri bir araya toplayan “altyapısal madde” (infrastructural good) veya “altyapısal koşul” (infrastructural condition) kavramlarını kullanmayı önerir. Butler, sokağın bize sunduğu görünürlük imkânını kanıksayamayacağımızı, çünkü bu imkânın her daim bir mücadele alanı olduğunu vurgular.2 Sokak bedensel hareketliliğin olmazsa olmazıdır. Bedenin devinimini desteklediği kadar bedeni birçok başkalığa açan koşulların da altyapısını oluşturur. Sokağın bize yasaklanması bedensel kapasitelerimiz üzerinde doğrudan etkiler yaratır. Dolayısıyla Butler’a göre beden kendinden menkul bir şeyden öte bir ilişkiler bütünüdür ve bedenin yaşamasını sağlayan çevresel ve altyapısal şartlardan koparılamaz.3

Fotoğraf: Damla Atak

Bu beden ve sokak ilişkisini Türkiye özelinde düşünecek olursak, sokağın gündelik yaşamı kuran en önemli unsurlardan biri olduğunu hepimiz biliriz. İnsanlar sokakla ve sokakta yaşarlar. Sokaklar avarelik edenlerle, yürüyenlerle, yol kenarlarında toplanıp laflayanlarla, iskemlelerde ve sandalyelerde oturup koyu sohbetlere dalanlarla, içki ve sigara içenlerle ve oyun oynayanlarla doludur. Özellikle şehirlerde sokaklar yiyecek, kitap, takı ya da çeşitli ürünler satan satıcılarla doludur. Sadece kafe, kahvehane ya da restoran sahipleri değil, aynı zamanda esnaf da dükkânının önünü, kaldırımı müessesesinin bir parçası hâline getirebilir. Hatta bazı yerellerde özel ile kamusal arasındaki ayrımı bulanıklaştıran görüntülere rastlamak çok mümkündür. Mesela mahalle sakinlerini evlerinin önünde ya da mahallenin belli noktalarında buluşup saatlerce zaman geçirirken bulabilirsiniz. Sokağa âdeta evlerinin bir uzantısı muamelesi yaparlar. Kısacası Türkiye’de sokağı gündelik toplumsallığın ve yakınlık ilişkilerinin altyapısı ve önemli bir parçası olarak görebiliriz.

Yalnız böyle bir genelleme yaparken toplumsal farklılıkları ve eşitsizlikleri de unutmamak gerekir. Örneğin sınıfsal, cinsel, cinsi ve etnik farklılıklar sokağı şekillendirir, deneyimleri çeşitlendirir, sokakla eşit olmayan ilişkiler üretir ve yaşamları farklı şekillerde düzenler. Sokağın egemen yapısı bu farklılıkları dışlayabilir, farklılıkların sahnelenmesine izin vermeyebilir. Sokak aynı zamanda dindar ve laik yaşamlar arasındaki ayrımların ve gerginliklerin üretildiği ve sahnelendiği bir altyapı da sağlar. Dolayısıyla tüm bu bağlam sokağın siyasi hareketler ve örgütlenmeler için ne kadar mühim bir altyapı olduğuna işaret eder.

Beyoğlu sokakları ve toplumsal farklılıklar 

Sokakla iç içe geçen bu toplumsallıkta Beyoğlu’nun özel bir yeri var. Tarihsel olarak Beyoğlu, toplumun birçok kesiminden gelen insan için eğlence, kültürel yaşam ve farklı olabilme imkânlarına görece olarak daha fazla alan açan bir yer oldu. Özellikle toplumda egemen olan etnik, sınıfsal, dini, cinsel ve cinsiyetçi normların dışında kalan hayatlar için Beyoğlu ve civarı hep özel bir anlam taşıdı.4 Bu bağlamda 2015 yılına kadar Beyoğlu, kuirler, translar, seks işçileri ve cis kadınlar için nispi sokak özgürlüğü demekti. Daha önce tartıştığım gibi,5 Gezi sırasında şahit olduğumuz keskin LGBTİ+ mücadelesi tam da kuir, lubunya ve seks işçilerinin sokağın cinsellik ve cinsiyet imkânlarına sahip çıkma ve bunu diğer eşitsizlik mücadeleleri ile birleştirme meselesiydi. Şehrin sahiplerinden birisinin LGBTİ+’ler ve seks işçileri olduğu gerçeği direniş sayesinde daha çok yankı buldu. Beyoğlu’nda kentsel dönüşüm planları hayata geçirilene kadar Gezi Parkı aslında şehrin yoksul kuir, lubunya ve seks işçilerine ev sahipliği yapan yerlerden biriydi. Yoksul mahallelerin 18 yaş altı erkek çocuklarının kendisinden yaşça büyük adamlara seks sattığı,6 maddi durumu iyi olmayan trans kadın ve gey seks işçilerinin düşük fiyatlarda müşteri bulduğu ve İstanbul’a yeni göç etmiş lubunyaların şehrin diğer lubunyalarıyla tanışıp buluşmak için takıldığı yerlerden biriydi. O yüzden Beyoğlu’nun ve kentsel dönüşüm süreçlerinin egemen olmayan cinsellik ve cinsiyetlerle ilişkisini anlatırken, Gezi’yi bir kez daha anmak gerekiyor.

Türkiye’de kentsel alan, 1980’lerde başlayan ve 2002 yılında AKP’nin iktidara gelmesiyle daha büyük bir ivme kazanan neoliberal kapitalizmin, egemenliğini pekiştiren Sünni İslami değerlerin ve aşırı milliyetçiliğin ışığında radikal bir biçimde değişip dönüşmeye başladı. Kentsel dönüşüm, özelleştirme ve inşaat piyasası bu değişimin en büyük araçları oldu. Önceden kamuya ait olan ya da başka amaçlar için kullanılan bir sürü mekân ve alan özelleştirmeler sayesinde sermaye birikimine ve piyasa ekonomisine katkı sağlayacak şekilde yeniden düzenlendi. Çevre ve ekolojiyle ilgili değerleri gözardı eden inşaat kararları verildi. Kent sakinlerinin ve ziyaretçilerinin Beyoğlu bölgesiyle olan ilişkileri son on yıldır sayısı iyice artan otel, alışveriş merkezi, kafe ve lokanta zincirleriyle ticari bir forma dönüştürülmeye çalışılıyor. Sermaye Beyoğlu’nu ticari olarak yeniden inşa ederken aynı zamanda ırkçılık, kadın düşmanlığı, homofobi ve transfobiyle işbirliği yapıyor. Tek dil, tek bayrak, tek din etrafında bütünleşen bir devlet ve toplum anlayışıyla toplumsal farklılıkları yeniden düzenliyor, hayatımızı yaşama biçimimize ve özgürlüklerimize müdahale ediyor, tecavüzcüleri serbest bırakıyor, katilleri aklıyor ve özgürlük, ekoloji ve şehir hakları için mücadele edenleri hapse atıyor. Bu süreçler sonucu özellikle toplumun etnik, ekonomik ve cinsel kıyılarında olan hayatlar ve bedenler yerinden ediliyor.

Bu bağlamda LGBTİ+’lerin Beyoğlu’nda yaşama hakları ve imkânları, hem polis baskısı hem de kentsel dönüşüm yasa ve projelerine bağlı olarak boşaltılan binalar ve artan kiralar yüzünden çok kısıtlandı. Beyoğlu’nun merkezinde barınamayan LGBTİ+’ler, semtin daha çok kıyı bölge ve mahallelerine yerleşmeye ya da başka semtlere göç etmeye başladılar. Örneğin Kurtuluş, Dolapdere, Pangaltı ve Kadıköy bu yerlerden bazıları. Yıllar içerisinde birçok LGBTİ+’yi Beyoğlu’nda bir araya getiren derneğin ve merkezin de kapandığına şahit olduk. Mesela artık ne Lambda’dan ne de İstanbul LGBTT Derneği’nden söz etmek mümkün. Bu mekânlar LGBTİ+ yaşamlar için ikinci bir ev niteliği taşıyordu. Dışarıdaki baskılara maruz kalmadan insanların bir araya gelebildiği, dayanıştıkları ve her şeyden öte gündelik yaşamda birlikte vakit geçirebildikleri ender toplanma yerleriydi. Böylece mekân üzerinden bir topluluk ve beraberlik hissi de oluşuyordu. Fakat bütün bu kentsel dönüşüm ve şiddet sürecinde LGBTİ+ dernekleri var olma sıkıntısı çekip nihayetinde kendilerini feshettiler.

Yani diyebiliriz ki LGBTİ+, kuir, seks işçisi ve cis kadın olmanın tanımı mekânsal olarak değişen kırılganlık ekonomisi üzerinden bir süredir yeniden şekillenmekte. Günümüz toplumsal ve siyasi bağlamında sokak görünürlüğü LGBTİ+ kişiler için çeşitli anlamlar kazanmaya ve devletin daha fazla denetim, korunmasızlık, incinebilirlik ve gözetimi anlamına gelmeye başladı. Vulnerability in Resistance kitaplarının giriş yazısında Judith Butler, Zeynep Gambetti ve Leticia Sabsay iktidarın mekân tekniklerine dair şunu tartışırlar: Sokağın sıkı kontrol altına alınması ve yeniden düzenlenmesi savunmasızlığın ve kırılganlığın farklı toplumsal gruplara eşitsiz olarak dağıtılmasına ve siyasileşmesine katkıda bulundu.7 Özetle farklı toplumsal gruplar için başkalaşan bir kırılganlık ve savunmasızlık haritasından söz edebiliriz. Kuirler, translar ve cinsiyet ikiliği dışında yaşayanlar için sokağın giderek artan dışlayıcılığına ve şiddetine şahit oluyoruz. Dağılma, parçalanma ve şiddet hikâyelerinin giderek çoğaldığı ve sokağın müşterekliğinin daraldığı bir toplumsallığın içinde deviniyoruz.

Sonuç yerine

Mekân, toplumsal farklılık ve eşitsizlik üzerine yaptığımız eleştirel tartışmalarda çoğu zaman cinsellik ve cinsiyet konusu ıskalanabiliyor ya da gözardı ediliyor. Eğer kentin değişimine, dönüşümüne ve dokusuna dair kapsamlı bir eleştirel bakış ve analiz getirmek istiyorsak, o zaman kendi yazım ve analiz süreçlerimize alttan alta işlemiş olan çeşitli ahlaki ve cinsel kabulleri de masaya her daim yatırmak gerekiyor. Sermayenin hangi cinsiyet kimliği ve cinsel kodlarla pazarlığa girdiğine ve hangilerini mekânın dışına ittiğine dair uyanık olmak ve refleks geliştirmek, kentin neden ve nasıl dönüştüğünü daha iyi kavramamıza ve bu dönüşümlere müdahale etme alanları açmamıza olanak veriyor. Açtığımız bu müdahale alanları sayesinde, şehir hakkının ötekileştirilmiş diğer sahiplerinin sesini dinleme, öğrenme ve anlama imkânı yaratabiliriz. Bu sorumluluk mekân ve adalet üzerine düşünen, yazan ve hareket eden herkesin borcudur.


1- Hürriyet (2015, 29 Haziran). İstanbul Valiliği’nden LGBTİ açıklaması.hurriyet.com.tr/gundem/istanbul-valiliginden-lgbti-aciklamasi-29406990

2- Butler, J. (2016). Rethinking Vulnerability and Resistance. J. Butler, Z. Gambetti ve L. Sabsay (Ed.), Vulnerability in Resistance içinde, (s.12-27). Durham ve Londra: Duke University Press. s.14

3- A.g.y., s.19

4- Başka bir yazımda 1960’lardan başlayarak, trans bireyler ve seks işçilerinin Beyoğlu üzerinden kurulan şehir haklarının yıllar içerisinde hayatlarına, bedenlerine ve cinselliklerine bağlı olarak günümüze kadar nasıl şekillendiğini tartıştım. Bkz. Zengin, A. (2014) Trans-Beyoğlu: Kentsel Dönüşüm, Şehir Hakkı ve Trans Kadınlar. A. Bartu Candan, C. Özbay (Ed.), Yeni İstanbul Çalışmaları: Sınırlar, Mücadeleler, Açılımlar içinde, İstanbul: Metis Yayınları.

5- Zengin, A. (2013, 31 Ekim). What Is Queer about Gezi? Cultural Anthropology. culanth.org/fieldsights/what-is-queer-about-gezi

6- Bu konuyla ilgili yapılmış ender ve başarılı çalışmalardan bir tanesi için bkz. Özbay, C. (2017). Queering Sexualities in Turkey: Gay Men, Male Prostitutes and the City. İstanbul: IB Tauris.

7- Butler, J., Gambetti, Z. ve Sabsay, L. (Ed.). (2016). Vulnerability in Resistance. Durham ve Londra: Duke University Press.

Fotoğraf: M. Cevahir Akbaş

Çok değil, bundan sadece birkaç yıl önce 29 Haziran günü Beyoğlu binlerce kişinin sesleri, kahkahaları, şarkıları, dansları ve sloganlarıyla yankılanıyordu. Translar, lubunyalar, kuirler, lezbiyenler, geyler, biseksüeller, aseksüeller, interseksler, ikili cinsiyet ve cinsellik rejimine uymayıp taşanlar ve başkaldıranlar için binlerce insan 2014 yılındaki Onur Yürüyüşü’nde bir araya geldi. Adım adım ilerleyen kalabalık, balkonlarından ve sokağın iki yanından şaşkınlık ve gülümsemeyle bakan insanlara, hep bir ağızdan “aşk” diye bağırıyordu: “Aşk aşk hürriyet, uzak olsun nefret!”, “Ayşe Fatma’yı, Ahmet Mehmet’i; Birbirlerini Sevebilmeli”, “-Nerdesin aşkım? -Buradayım aşkım! -Nerdesin aşkım? -Buradayım aşkım! -Ay ay ay!” Eşcinsel aşk sloganları Beyoğlu’na yayılarak sokakları duygular ve seslerden oluşan bir peyzaja (affective soundscape) dönüştürmüştü. Ertesi gün bazı haber kaynakları yürüyüşe katılım sayısının Gezi zamanındakini geçerek on bine ulaştığından bahsetti.

Bir sonraki sene, yani 2015 yılında her şey tepetaklak olmaya başladı. İstanbul Valiliği resmi bir açıklama yayımlayarak Onur Yürüyüşü’nü yasakladığını açıkladı.1 İlki 2001 yılında gerçekleştirilen Onur Yürüyüşü’nden beri yasak hiç olmamıştı. Onur Haftası’nın Ramazan ayıyla kesişmesini bahane eden Valilik, bunun toplumsal hassasiyetleri inciteceğini ve halkı tahrik edeceğini belirtti. Onur Yürüyüşü bir önceki sene de Ramazan ayına denk gelmişti, ama herhangi bir sorun çıkmamıştı.

2016 yılına geldiğimizde benzer bir durum kendini tekrar etti. Türkiye bu sefer ciddi bir güvenlik sorunu yaşıyordu. Son bir yılda ülkenin farklı yerlerinde çok sayıda bomba patlamış ve bu olaylar halkın sokakla olan ilişkisinde tedirginlik yaratmıştı. İstanbul Onur Yürüyüşü’nden tam on gün önce ABD’nin Orlando şehrinde Pulse adlı bir LGBTİ+ gece kulübünde İŞİD ile bağlantısı olduğu öne sürülen bir güvenlik görevlisi bomba patlatarak 49 kişinin ölümüne neden olmuştu. Aynı dönemde Türkiye’de de kendine gittikçe yer bulan ve gizlice büyüyen İŞİD’in varlığı LGBTİ+ aktivistlerinden çoğunu kaygılandırmaya başladı. İnsanlar İŞİD’in benzer bir saldırıyı İstanbul Onur Yürüyüşü’nde de gerçekleştirecek olmasından endişe ediyorlardı.

Bu esnada aşırı milliyetçi ve radikal İslamcı gruplardan bazı kişiler Onur Haftası organizasyon komitesindeki kişileri ve olası katılımcıları sosyal medya üzerinden tehdit etmeye başladı. Valiliğe bağlı güvenlik güçleri bu tehditlerle ilgili hiçbir şey yapmadığı gibi, yürüyüş sırasında gerçekleşecek olası bir saldırıda kimseyi koruyamayacağını ve toplumsal güvenliği ve düzeni öncelikli kılacağını açıkladı. Belli ki LGBTİ+’ler ve destekçileri bu toplumsallığın içinde yer almıyordu. Sosyal medyadaki tehditleri ve çeşitli şehirlerde yaşanan saldırıları fırsat bilen Valilik, Onur Yürüyüşü’nü bir kez daha yasakladı.

2017 yılında Türkiye artık OHAL’le yönetiliyordu. Temmuz 2016’daki darbe girişiminden sonra AKP hükümetinin ilan ettiği sıkıyönetim sivil topluma ciddi müdahalelerde bulunarak özellikle protesto, fikir özgürlüğü ve hukuk alanındaki haklara ciddi kısıtlamalar getirdi. Sıkıyönetim süreci ve beraberinde getirdiği KHK’lar (Kanun Hükmünde Kararname) çeşitli halkların ve toplumsal grupların içinde bulunduğu siyasi ortamı önemli bir şekilde değiştirdi. Bu gruplardan biri de LGBTİ+’lerdi. Trans, kuir ve ikili cinsiyet normunun dışında yaşayanların sokaktaki görünürlüğü ve hareket kabiliyeti çarpıcı biçimde azaldı. Onur Haftası ile ilgili baskı ve yasakların yanı sıra, LGBTİ+’ler için başka kısıtlamalar da getirildi. Mesela Ankara Valiliği film gösterimi, oyun, sergi, panel gibi tüm LGBTİ+ etkinliklerine süresiz yasak getirdi. Bu yasakların gerekçesini toplumun huzur ve ahlakını, toplumsal hassasiyetleri korumak ve toplum güvenliğini sağlamak olarak açıkladı. Olası bir etkinliğin başkalarının hak ve özgürlüklerine zarar vereceğini ileri sürdü. Zaten 2018 yılından itibaren polis şiddeti artarak sürdü. Son iki yıldır yürüyüş alanına köpekleriyle gelen polis, bir araya gelmeye çalışan grupları şiddet ve biber gazı kullanarak dağıtıyor. 

Fotoğraf: Damla Atak

Peki bu kadar kısa sürede kendisine binlerce destekçi bulan bir yürüyüşten bir yasağa dönüşen bir etkinliği nasıl anlayabiliriz? Beyoğlu üzerinden sokağın hem siyasi hem de toplumsal olarak daralmasını nasıl tahlil edebiliriz? Nasıl oldu da bazı bedenler sokaktan koparıldı? Sokağa bakmak, LGBTİ+ yaşamlar, kırılganlık ve siyaset ilişkisine dair bize neler söyler?

Tüm bu dönüşümü açıklamak için öncelikle sokağın, sonra da Beyoğlu sokaklarının Türkiye’nin toplumsal ve siyasi hayatı içindeki önemine değinmek gerekiyor. Sonrasında ise muhafazakâr neoliberal kapitalizmin mekânı yeniden düzenleyip üretirken sokak yaşamını ve siyasetini cinsellik ve cinsiyet üzerinden nasıl kısıtladığına bakmamız lâzım.

Yıllar içerisinde birçok LGBTİ+’yi Beyoğlu’nda bir araya getiren derneğin ve merkezin de kapandığına şahit olduk. Mesela artık ne Lambda’dan ne de İstanbul LGBTT Derneği’nden söz etmek mümkün. Bu mekânlar LGBTİ+ yaşamlar için ikinci bir ev niteliği taşıyordu.

Sokağın kurduğu yakınlıklar

Judith Butler sokak için bedenleri bir araya toplayan “altyapısal madde” (infrastructural good) veya “altyapısal koşul” (infrastructural condition) kavramlarını kullanmayı önerir. Butler, sokağın bize sunduğu görünürlük imkânını kanıksayamayacağımızı, çünkü bu imkânın her daim bir mücadele alanı olduğunu vurgular.2 Sokak bedensel hareketliliğin olmazsa olmazıdır. Bedenin devinimini desteklediği kadar bedeni birçok başkalığa açan koşulların da altyapısını oluşturur. Sokağın bize yasaklanması bedensel kapasitelerimiz üzerinde doğrudan etkiler yaratır. Dolayısıyla Butler’a göre beden kendinden menkul bir şeyden öte bir ilişkiler bütünüdür ve bedenin yaşamasını sağlayan çevresel ve altyapısal şartlardan koparılamaz.3

Fotoğraf: Damla Atak

Bu beden ve sokak ilişkisini Türkiye özelinde düşünecek olursak, sokağın gündelik yaşamı kuran en önemli unsurlardan biri olduğunu hepimiz biliriz. İnsanlar sokakla ve sokakta yaşarlar. Sokaklar avarelik edenlerle, yürüyenlerle, yol kenarlarında toplanıp laflayanlarla, iskemlelerde ve sandalyelerde oturup koyu sohbetlere dalanlarla, içki ve sigara içenlerle ve oyun oynayanlarla doludur. Özellikle şehirlerde sokaklar yiyecek, kitap, takı ya da çeşitli ürünler satan satıcılarla doludur. Sadece kafe, kahvehane ya da restoran sahipleri değil, aynı zamanda esnaf da dükkânının önünü, kaldırımı müessesesinin bir parçası hâline getirebilir. Hatta bazı yerellerde özel ile kamusal arasındaki ayrımı bulanıklaştıran görüntülere rastlamak çok mümkündür. Mesela mahalle sakinlerini evlerinin önünde ya da mahallenin belli noktalarında buluşup saatlerce zaman geçirirken bulabilirsiniz. Sokağa âdeta evlerinin bir uzantısı muamelesi yaparlar. Kısacası Türkiye’de sokağı gündelik toplumsallığın ve yakınlık ilişkilerinin altyapısı ve önemli bir parçası olarak görebiliriz.

Yalnız böyle bir genelleme yaparken toplumsal farklılıkları ve eşitsizlikleri de unutmamak gerekir. Örneğin sınıfsal, cinsel, cinsi ve etnik farklılıklar sokağı şekillendirir, deneyimleri çeşitlendirir, sokakla eşit olmayan ilişkiler üretir ve yaşamları farklı şekillerde düzenler. Sokağın egemen yapısı bu farklılıkları dışlayabilir, farklılıkların sahnelenmesine izin vermeyebilir. Sokak aynı zamanda dindar ve laik yaşamlar arasındaki ayrımların ve gerginliklerin üretildiği ve sahnelendiği bir altyapı da sağlar. Dolayısıyla tüm bu bağlam sokağın siyasi hareketler ve örgütlenmeler için ne kadar mühim bir altyapı olduğuna işaret eder.

Beyoğlu sokakları ve toplumsal farklılıklar 

Sokakla iç içe geçen bu toplumsallıkta Beyoğlu’nun özel bir yeri var. Tarihsel olarak Beyoğlu, toplumun birçok kesiminden gelen insan için eğlence, kültürel yaşam ve farklı olabilme imkânlarına görece olarak daha fazla alan açan bir yer oldu. Özellikle toplumda egemen olan etnik, sınıfsal, dini, cinsel ve cinsiyetçi normların dışında kalan hayatlar için Beyoğlu ve civarı hep özel bir anlam taşıdı.4 Bu bağlamda 2015 yılına kadar Beyoğlu, kuirler, translar, seks işçileri ve cis kadınlar için nispi sokak özgürlüğü demekti. Daha önce tartıştığım gibi,5 Gezi sırasında şahit olduğumuz keskin LGBTİ+ mücadelesi tam da kuir, lubunya ve seks işçilerinin sokağın cinsellik ve cinsiyet imkânlarına sahip çıkma ve bunu diğer eşitsizlik mücadeleleri ile birleştirme meselesiydi. Şehrin sahiplerinden birisinin LGBTİ+’ler ve seks işçileri olduğu gerçeği direniş sayesinde daha çok yankı buldu. Beyoğlu’nda kentsel dönüşüm planları hayata geçirilene kadar Gezi Parkı aslında şehrin yoksul kuir, lubunya ve seks işçilerine ev sahipliği yapan yerlerden biriydi. Yoksul mahallelerin 18 yaş altı erkek çocuklarının kendisinden yaşça büyük adamlara seks sattığı,6 maddi durumu iyi olmayan trans kadın ve gey seks işçilerinin düşük fiyatlarda müşteri bulduğu ve İstanbul’a yeni göç etmiş lubunyaların şehrin diğer lubunyalarıyla tanışıp buluşmak için takıldığı yerlerden biriydi. O yüzden Beyoğlu’nun ve kentsel dönüşüm süreçlerinin egemen olmayan cinsellik ve cinsiyetlerle ilişkisini anlatırken, Gezi’yi bir kez daha anmak gerekiyor.

Türkiye’de kentsel alan, 1980’lerde başlayan ve 2002 yılında AKP’nin iktidara gelmesiyle daha büyük bir ivme kazanan neoliberal kapitalizmin, egemenliğini pekiştiren Sünni İslami değerlerin ve aşırı milliyetçiliğin ışığında radikal bir biçimde değişip dönüşmeye başladı. Kentsel dönüşüm, özelleştirme ve inşaat piyasası bu değişimin en büyük araçları oldu. Önceden kamuya ait olan ya da başka amaçlar için kullanılan bir sürü mekân ve alan özelleştirmeler sayesinde sermaye birikimine ve piyasa ekonomisine katkı sağlayacak şekilde yeniden düzenlendi. Çevre ve ekolojiyle ilgili değerleri gözardı eden inşaat kararları verildi. Kent sakinlerinin ve ziyaretçilerinin Beyoğlu bölgesiyle olan ilişkileri son on yıldır sayısı iyice artan otel, alışveriş merkezi, kafe ve lokanta zincirleriyle ticari bir forma dönüştürülmeye çalışılıyor. Sermaye Beyoğlu’nu ticari olarak yeniden inşa ederken aynı zamanda ırkçılık, kadın düşmanlığı, homofobi ve transfobiyle işbirliği yapıyor. Tek dil, tek bayrak, tek din etrafında bütünleşen bir devlet ve toplum anlayışıyla toplumsal farklılıkları yeniden düzenliyor, hayatımızı yaşama biçimimize ve özgürlüklerimize müdahale ediyor, tecavüzcüleri serbest bırakıyor, katilleri aklıyor ve özgürlük, ekoloji ve şehir hakları için mücadele edenleri hapse atıyor. Bu süreçler sonucu özellikle toplumun etnik, ekonomik ve cinsel kıyılarında olan hayatlar ve bedenler yerinden ediliyor.

Bu bağlamda LGBTİ+’lerin Beyoğlu’nda yaşama hakları ve imkânları, hem polis baskısı hem de kentsel dönüşüm yasa ve projelerine bağlı olarak boşaltılan binalar ve artan kiralar yüzünden çok kısıtlandı. Beyoğlu’nun merkezinde barınamayan LGBTİ+’ler, semtin daha çok kıyı bölge ve mahallelerine yerleşmeye ya da başka semtlere göç etmeye başladılar. Örneğin Kurtuluş, Dolapdere, Pangaltı ve Kadıköy bu yerlerden bazıları. Yıllar içerisinde birçok LGBTİ+’yi Beyoğlu’nda bir araya getiren derneğin ve merkezin de kapandığına şahit olduk. Mesela artık ne Lambda’dan ne de İstanbul LGBTT Derneği’nden söz etmek mümkün. Bu mekânlar LGBTİ+ yaşamlar için ikinci bir ev niteliği taşıyordu. Dışarıdaki baskılara maruz kalmadan insanların bir araya gelebildiği, dayanıştıkları ve her şeyden öte gündelik yaşamda birlikte vakit geçirebildikleri ender toplanma yerleriydi. Böylece mekân üzerinden bir topluluk ve beraberlik hissi de oluşuyordu. Fakat bütün bu kentsel dönüşüm ve şiddet sürecinde LGBTİ+ dernekleri var olma sıkıntısı çekip nihayetinde kendilerini feshettiler.

Yani diyebiliriz ki LGBTİ+, kuir, seks işçisi ve cis kadın olmanın tanımı mekânsal olarak değişen kırılganlık ekonomisi üzerinden bir süredir yeniden şekillenmekte. Günümüz toplumsal ve siyasi bağlamında sokak görünürlüğü LGBTİ+ kişiler için çeşitli anlamlar kazanmaya ve devletin daha fazla denetim, korunmasızlık, incinebilirlik ve gözetimi anlamına gelmeye başladı. Vulnerability in Resistance kitaplarının giriş yazısında Judith Butler, Zeynep Gambetti ve Leticia Sabsay iktidarın mekân tekniklerine dair şunu tartışırlar: Sokağın sıkı kontrol altına alınması ve yeniden düzenlenmesi savunmasızlığın ve kırılganlığın farklı toplumsal gruplara eşitsiz olarak dağıtılmasına ve siyasileşmesine katkıda bulundu.7 Özetle farklı toplumsal gruplar için başkalaşan bir kırılganlık ve savunmasızlık haritasından söz edebiliriz. Kuirler, translar ve cinsiyet ikiliği dışında yaşayanlar için sokağın giderek artan dışlayıcılığına ve şiddetine şahit oluyoruz. Dağılma, parçalanma ve şiddet hikâyelerinin giderek çoğaldığı ve sokağın müşterekliğinin daraldığı bir toplumsallığın içinde deviniyoruz.

Sonuç yerine

Mekân, toplumsal farklılık ve eşitsizlik üzerine yaptığımız eleştirel tartışmalarda çoğu zaman cinsellik ve cinsiyet konusu ıskalanabiliyor ya da gözardı ediliyor. Eğer kentin değişimine, dönüşümüne ve dokusuna dair kapsamlı bir eleştirel bakış ve analiz getirmek istiyorsak, o zaman kendi yazım ve analiz süreçlerimize alttan alta işlemiş olan çeşitli ahlaki ve cinsel kabulleri de masaya her daim yatırmak gerekiyor. Sermayenin hangi cinsiyet kimliği ve cinsel kodlarla pazarlığa girdiğine ve hangilerini mekânın dışına ittiğine dair uyanık olmak ve refleks geliştirmek, kentin neden ve nasıl dönüştüğünü daha iyi kavramamıza ve bu dönüşümlere müdahale etme alanları açmamıza olanak veriyor. Açtığımız bu müdahale alanları sayesinde, şehir hakkının ötekileştirilmiş diğer sahiplerinin sesini dinleme, öğrenme ve anlama imkânı yaratabiliriz. Bu sorumluluk mekân ve adalet üzerine düşünen, yazan ve hareket eden herkesin borcudur.


1- Hürriyet (2015, 29 Haziran). İstanbul Valiliği’nden LGBTİ açıklaması.hurriyet.com.tr/gundem/istanbul-valiliginden-lgbti-aciklamasi-29406990

2- Butler, J. (2016). Rethinking Vulnerability and Resistance. J. Butler, Z. Gambetti ve L. Sabsay (Ed.), Vulnerability in Resistance içinde, (s.12-27). Durham ve Londra: Duke University Press. s.14

3- A.g.y., s.19

4- Başka bir yazımda 1960’lardan başlayarak, trans bireyler ve seks işçilerinin Beyoğlu üzerinden kurulan şehir haklarının yıllar içerisinde hayatlarına, bedenlerine ve cinselliklerine bağlı olarak günümüze kadar nasıl şekillendiğini tartıştım. Bkz. Zengin, A. (2014) Trans-Beyoğlu: Kentsel Dönüşüm, Şehir Hakkı ve Trans Kadınlar. A. Bartu Candan, C. Özbay (Ed.), Yeni İstanbul Çalışmaları: Sınırlar, Mücadeleler, Açılımlar içinde, İstanbul: Metis Yayınları.

5- Zengin, A. (2013, 31 Ekim). What Is Queer about Gezi? Cultural Anthropology. culanth.org/fieldsights/what-is-queer-about-gezi

6- Bu konuyla ilgili yapılmış ender ve başarılı çalışmalardan bir tanesi için bkz. Özbay, C. (2017). Queering Sexualities in Turkey: Gay Men, Male Prostitutes and the City. İstanbul: IB Tauris.

7- Butler, J., Gambetti, Z. ve Sabsay, L. (Ed.). (2016). Vulnerability in Resistance. Durham ve Londra: Duke University Press.

DÖN