Eminim bu aralar siz de etrafınızda sık sık duyuyorsunuzdur: “Şu okul/iş/tedavi süreci bir bitse de, biz de gidip yerleşsek bir köye…” Daha önceden sadece emeklilerin olan kendi bahçesinde domates yetiştirmek, taşa, toprağa, ağaca daha yakın bir yerde yaşamak hayali, dünyada iklim, ekonomi ve güvenlik krizlerinin derecesi arttıkça genciyle yaşlısıyla, fakiriyle zenginiyle daha fazla kentlinin hayali olmaya başladı. 

Öte yandan, kentlinin hayallerine konu olan köyler Türkiye mozaiğinden yavaş yavaş silinmeye devam ediyor. Cumhuriyet’in ilk yıllarında yüzde 80’lerde olan kırsal nüfus oranı, günümüzde yüzde 20’lere düşmüş durumda. Bir yandan kentte duyduğumuz köy özlemi gitgide kabarırken öte yandan kentleşmeyle ilgili bu istatistikleri övünülecek bir durum gibi görüyoruz. Birey olarak çoğu zaman sevgi ve özlemle andığımız köyler, makro bakış açısından gelişmemişliğin, sanayileşememenin ve yoksulluğun sembolü olarak görülüyor. 

2012’de çıkan Büyükşehir Yasası ile Türkiye’deki köylerin yarısından çoğu mahalleye çevrildi. Böylece, Türkiye’nin yüzde 22,7 olan kır nüfusu oranı, kağıt üzerinde bir gecede 8,7 oldu ve Türkiye’deki 10 milyon civarı köylü, bir gecede kentli statüsü “kazanıverdi”. Köylerin mahalleye çevrilmesi, bazı kimseler tarafından büyümeye ve gelişmeye doğru büyük bir adım gibi yorumlandı. Bu şekilde belediyenin çöp, ulaşım ve tüm benzer hizmetleri köylere dek ulaşacak; belediyelerin var olan bütçesinden, köyler de yararlanabilecekti. Birçok köylü için ise bu değişiklik, anneannelerinden, dedelerinden kalan toprakların belediyelerin kontrolüne geçmesi, köyde imecenin, özerk yönetimin sona ermesi anlamına geldi. Değişen oranlar ve rakamlar kağıt üzerinde de olsa, hızlı kentleşme arzumuzun da trajikomik bir yansıması gibi değil mi?

Köy okullarına gelince, nüfusu azalan, boşalan köylerin çoğu zaman bir başarı göstergesi gibi görüldüğü bir ortamda, kırsala yönelik en baskın eğitim politikamız da köy okullarının kapatılması, taşımalı sisteme geçmek oluyor. Türkiye’de 1989-1990 eğitim-öğretim yılında 305 öğrenciyle başlayan taşımalı eğitim uygulaması, 2015-2016 yılında toplamda (ortaöğretim hariç) 817.799 öğrenciye ulaştı. Taşımalı eğitim, birçok bürokrat ve köy öğretmenine göre, köy okulları için kesin çözüm. Taşımalı eğitimin şiddetli savunucularına göre, taşımalı eğitim sayesinde, öğrenciler farklı sınıflardaki çocukların tek bir sınıfta eğitim aldığı birleştirilmiş sınıf modelinde okumak zorunda kalmıyorlar. Birleştirilmiş sınıfta eğitim, bu konuya yönelik donanımı çoğu zaman çok kısıtlı olan öğretmenler için büyük bir kabus. Aynı zamanda, yine birçok köy öğretmeninin haklı derdi olan yalnızlık, izole olma hissi, bu büyük okullarda azalıyor; meslektaşları ile kişisel ve mesleki paylaşımda bulunma şansları artıyor. Tüm bunların yanı sıra, yine birçok köy öğretmeninin bir başka önemli derdi olan eğitim-öğretim işlerinin yanında idari işlerle de uğraşma gerekliliği ortadan kalkıyor. Yine bu bakış açısından, çocuklar için de taşımalı eğitim muhteşem bir çözüm, çünkü böylece çocuklar daha iyi altyapıya sahip okul binalarında okuyorlar, branş ve rehber öğretmenleri oluyor, okul sonrası etkinliklere katılabiliyor, kendi köyleri dışında yeni bir çevreyle tanışıp kültürel yönden daha zengin bir ortamda çocukluk dönemlerini geçiriyorlar. Ekonomik olarak da, köylere dağılmış birçok küçük köy okulu yerine köylerde ya da kentlerde merkez okullar kurup çocukları bu okullara taşımak daha tasarruflu bir yöntem olarak kabul görüyor.

Fakat madalyonun bir de öteki yüzü var. Taşımalı eğitim konusu, geçtiğimiz yıllarda zaman zaman hem Meclis’te hem de gazetelerde gündeme geldi. Bu tartışmalarda çoğu zaman, taşımalı eğitimin taşıma kısmının düzgün yapılamaması ön plana çıktı: Servislerin koltuklarının ve donanımlarının yetersizliği, köylülerin de bu servisleri kullanması, servis şoförlerinin öğretmenler ve aileler üzerinde yarattığı baskı (“benden başka şoförle çalışamazsınız, çalışırsanız…”), servis araçları seçilirken yapılan usulsüzlükler, hâlâ kışın kapanan ya da bozuk köy yollarının olması, okul-ev arasındaki mesafenin çoğu zaman daha kısa olmakla beraber, ilgili yönetmeliğe göre 50 kilometreye kadar çıkabiliyor olması, uzun yol giden çocukların sabahları erken kalkma ya da uzun yolculuk sebebiyle yaşadığı sağlık problemleri… Elbette taşıma ile ilgili bu sorunlar da masaya yatırılmalı ama bundan daha da önemli olan, taşımalı eğitimin çocuklar ve köylüler üzerindeki etkisini biraz daha kapsamlı bir şekilde tekrar değerlendirmek. 

Fotoğraf: Mustafa Cevahir Akbaş

Eğer taşımalı eğitim, geçtiğimiz yıl görüştüğüm bir bürokratın deyimiyle “birleştirilmiş sınıflara karşı açılmış bir savaş” ise öncelikli olarak, “Birleştirilmiş sınıf gerçekten kaliteli eğitimin düşmanı mı?” sorusu üzerine düşünmek lazım. Birleştirilmiş sınıflı okullar, tüm ilkokul kademelerinin (birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü sınıflar) ya da belli kademelerin bir sınıfta tek öğretmen tarafından eğitim aldığı okullar demek. Birleştirilmiş sınıflarla ilgili sıkıntı, bilgi ve beceri düzeyleri çok farklılık gösteren bir öğrenci grubuna eğitim vermekle ilgili. Aslında bir açıdan her kademenin müstakil bir sınıfı olduğu okul modelinde de öğretmenler, sınıflarında öğrenciler arasındaki bilgi ve beceri farklılıkları ile baş ederek (ya da yine madalyonun öbür yüzüne bakınca bu zenginlikten en iyi şekilde faydalanarak) eğitim vermek durumundalar. Sadece bu farklar, özellikle tüm kademelerin beraber bulunduğu birleştirilmiş sınıflarda daha fazla ve çeşitli olduğundan, sınıf yönetimi ve aldıkları eğitimin yetersiz olması, (üniversitede, bir dönemde aldıkları haftada iki saatlik Birleştirilmiş Sınıflarda Öğretim dersi dışında) özel bir donanımı bulunmayan öğretmenleri çok zorlayabiliyor. Şimdiye kadar tanıştığım birçok birleştirilmiş sınıf öğretmeni, öğrencileri yine kademelerine göre gruplayıp onlarla ayrı ayrı çalışıyor; bu nedenle de konuları bir türlü yetiştiremiyor olmaktan yakınıyor. Oysa, sınıfta karışık yaş gruplarından öğrenci bulunması, öğrenci merkezli eğitim için eşi bulunmaz bir fırsat. Dünyanın birçok yerinde, yaş gruplarının karışık olduğu özel, alternatif okullar yaygınlaşıyor. Bu okul modellerinde, farklı yaş, bilgi ve beceri seviyesindeki çocukların birbirlerinden öğrenmelerini sağlayabilmek için sınıflar farklı yaş gruplarındaki çocuklardan oluşturuluyor. Birleştirilmiş sınıf uygulaması, öğretmenler için düşman kılığında bir fırsat olabilir mi?

Birleştirilmiş sınıflar konusuna nasıl yaklaşıldığı, kırsalda eğitim politikaları için çok kritik. Çünkü eğer birleştirilmiş sınıf yok edilmesi gereken bir düşmansa, köy okullarını da kapatmak (ya da başka köy okullarıyla birleştirerek büyütmek ki bu da bildiğimiz anlamdaki köy okullarını kapatmak demek zaten) dışında bir çözümü düşünmek pek mümkün olmuyor. Yok, eğer birleştirilmiş sınıflı okul, sadece farklı bir donanım ve öğretim programı gerektiren bir okul ise, köy okullarının kapatılmasının artılarını ve eksilerini tekrar değerlendirmek gerçekten anlamlı. İkincisinin doğruluğunu kabul ederek devam ediyorum.

“Taşımalı eğitim olmalı mı, olmamalı mı?” sorusunu, kendi köylerinde okuyan çocukların taşımalı eğitime geçtiklerinde neler kaybettiklerini gözeterek cevaplamak önemli. “Kendi köyünde okuyan çocuk, yürüyerek okuluna gidebiliyor” akla gelen ilk cevap, fakat tek cevap değil. Kendi köyünde, bebekliğinden beri bildiği, muhtemelen yürümeyi öğrendiği zamandan beri bahçesinde top oynadığı, okulunun öğretmeni her yıl değişmiyorsa belki öğretmenini bile okula başlamadan tanıdığı, annesinin babasının sürekli gelip gittiği bir okulda okuma şansını yitiriyor çocuk. Okul-aile ilişkilerinin, özellikle küçük yaştaki çocuklar için sıcak ve güven yaratan okul ikliminin, az sınıf mevcudunun, çocuğun iyi olma hali ve başarısı üzerindeki etkileri üzerine birçok araştırma bulunuyor. İşin asıl garip tarafı, şehirdeki okullarda, bu durumun farkında olarak sınıf mevcutları düşürülmeye, aileler için türlü okul etkinlikleri ve öğretmenler tarafından ev ziyaretleri planlanmaya çalışılıyor. Ne var ki konu köy okulları olunca, köy okulunun tüm bu avantajları sanki görünmez oluyor.

Yine bağlantılı bir başka konu da, taşımalı eğitim yapılan okullardaki kültürel çeşitlilik konusu.

Türkiye’de, okulu çevresinden o kadar bağımsız bir yer olarak görüyoruz, çocuğun eğitim hayatı ile gerçek hayat arasına okul duvarlarını o kadar sıkı örüyoruz ki; çocukların kendi kültürlerini okula ne kadar taşıyabildikleri tartışmalı bir konuya dönüşüyor.

Köylerin başlıca kamusal alanlarından biri olan küçük köy okullarında, bu ayrımı yapmak nispeten zorlaşıyor, aile-köy-okul arasındaki ilişkiler daha geçirgen oluyor. Okulda olan biten köye, köyde olup biten de okula daha kolay tesir ediyor. Daha büyük şehir okullarında ya da taşımalı eğitim yapılan köy okullarında ise, aslında kültürel çeşitlilikten çok, bir kültürsüzleşme ve zamanının çoğunu yerel kültüründen kopuk, çoğu zaman ailesini, köyünü tanımayan arkadaş ve öğretmenlerle geçirerek yerel kültürleri hızla kaybetme hali hakim.

Bir köy okulunun kapatılması, köy için de kültürlerinin yavaş yavaş kaybolmaya yüz tutması demek. Her ne kadar köy okulu merkeziyetçi eğitim yapısının bir kolu gibi olsa da aslında yapı olarak, daha büyük ve farklı yerlerde bulunan okullara oranla, bulunduğu yerin kültürünü sürdürmeye çok daha müsait. Bununla beraber, köy okulları özellikle merkeze uzak köylerde, cami ve varsa sağlık ocağı ile beraber çoğu zaman ülkenin geri kalanıyla köy arasında bağ olan ana kurumlardan biri. Dolayısıyla da köy okullarının bir yandan yereldeki kültürü korumaya olumlu etkisi olabileceğini söylerken öte yandan bu okulları, köyü toplumun geri kalanıyla da bağlayan önemli bir köprü gibi de görebiliriz (Bu köprü işlevinin asimilasyon aracına dönüp dönmemesi bir başka yazının konusu).

Öte yandan, köy okullarının köyler için sembolik ve hatta ekonomik değeri de azımsanamayacak kadar büyük. Köy okulları çoğu zaman köylünün başlıca toplanma alanlarından biri, kimi zaman düğün yapmak kimi zaman sadece bahçesinde çekirdek yemek için buluşulan, çoğu zaman bahçesinde koşan çocuğun eksik olmadığı alanlar. Köy okulunun kapanması, köylünün gözlerinin önünde harap hale gelmesi ya da depoya, ahıra çevrilmesinin köylülerin bu konuda konuşurken çoğu zaman ifade ettiği gibi hüzünlü bir yanı var. Hüzün bir yana, okulu kapanan köylerde, meydanları eksilen şehirler gibi, bir araya gelmek, beraber hareket etmek, topluluk bilincine sahip olmak çoğu zaman daha zor. Okulların kapanmasının köyler üzerindeki bir başka etkisi de genç, çocuklu ailelerin şehre göç etmesi, dolayısıyla da kırdan kente göçü hızlandırması. Göçün artması sadece nüfusla ilgili değil, köyün ekonomisi ile de ilgili bir durum. Çünkü okulu olmayan, nüfusu az olan köylerde mevcut bina ve arsaların değerleri de düşüyor. Dolayısıyla köylünün elindeki az miktardaki mal da değerini yitirebiliyor. Köy okullarının kapatılması konusunun kapatılmaların köy üzerindeki sosyolojik, demografik ve ekonomik etkilerini düşünmeden, sadece eğitim açısından değerlendirilmesi tüm bu sebeplerden dolayı son derece yanlış. Mevcut durumda, kimi köylerde okulları kapatılmasın diye okul mevcudunu artırmak için çocuklar 4-5 yaşında ilkokula yazdırılıyor, kimi köyde nüfuzlu kişiler araya sokulup okulun kapatılmaması için uğraşılıyor, kimi köyde ise “zaten kimse kalmayacak yakınlarda” deyip, durum kabullenilerek okullar usulca kapatılıyor.

Tüm bunlar, “taşımalı eğitim kötüdür, birleştirilmiş sınıflı küçük köy okulları en iyisi” anlamına gelmiyor. Yapmaya çalıştığım, zaten pek görünmeyen köy okulları konusunda madalyonun neredeyse hiç görünmeyen öbür yüzünü de bir parça olsun gösterebilmek. Köy okulları tartışması da toplumsal birçok konu gibi mevcut güç dengesi ile doğrudan ilgili. “Normal” kişinin “beyaz, genç, yetişkin, erkek, engelli olmayan” üzerinden tanımlandığı ve tüm dünyanın bu normal kişiye göre kurgulandığı gibi, normal mekanın da “kent” olarak kabul gördüğü bir zamanda yaşıyoruz. O zaman kırsala da bu açıdan çoğu zaman “henüz kentleşememiş”, ölümünü bekleyen bir hasta gibi bakıyoruz. Kırsal kalkınma da kırsalda eğitim de kötünün iyisi olma dışında bir vizyona sahip olamıyor. Sonuç olarak akılda şu sorular beliriyor:

  • Kırda var olmayı ve eğitimi de bir başka farklı varoluş ve eğitim biçimi olarak görmek mümkün mü? 
  • Köyü ve köy okulunu hasta yerine belki şehrin ve şehirdeki okulların hastalıklarına deva ve ilham kaynağı olarak görmek mümkün mü?
  • Köy okullarındaki eksiklikleri farklı yollarla gidermek, fırsatlarını en iyi biçimde kullanmak için çaba sarf etmek mümkün mü?
  • Köy okulunun bir eğitim kurumu olmasının ötesindeki anlamını ve kimliğini fark ederek kırsaldaki eğitim politikalarını belirlemek mümkün mü?

Madalyonun öbür tarafına bakınca mümkün olabilir.

Eminim bu aralar siz de etrafınızda sık sık duyuyorsunuzdur: “Şu okul/iş/tedavi süreci bir bitse de, biz de gidip yerleşsek bir köye…” Daha önceden sadece emeklilerin olan kendi bahçesinde domates yetiştirmek, taşa, toprağa, ağaca daha yakın bir yerde yaşamak hayali, dünyada iklim, ekonomi ve güvenlik krizlerinin derecesi arttıkça genciyle yaşlısıyla, fakiriyle zenginiyle daha fazla kentlinin hayali olmaya başladı. 

Öte yandan, kentlinin hayallerine konu olan köyler Türkiye mozaiğinden yavaş yavaş silinmeye devam ediyor. Cumhuriyet’in ilk yıllarında yüzde 80’lerde olan kırsal nüfus oranı, günümüzde yüzde 20’lere düşmüş durumda. Bir yandan kentte duyduğumuz köy özlemi gitgide kabarırken öte yandan kentleşmeyle ilgili bu istatistikleri övünülecek bir durum gibi görüyoruz. Birey olarak çoğu zaman sevgi ve özlemle andığımız köyler, makro bakış açısından gelişmemişliğin, sanayileşememenin ve yoksulluğun sembolü olarak görülüyor. 

2012’de çıkan Büyükşehir Yasası ile Türkiye’deki köylerin yarısından çoğu mahalleye çevrildi. Böylece, Türkiye’nin yüzde 22,7 olan kır nüfusu oranı, kağıt üzerinde bir gecede 8,7 oldu ve Türkiye’deki 10 milyon civarı köylü, bir gecede kentli statüsü “kazanıverdi”. Köylerin mahalleye çevrilmesi, bazı kimseler tarafından büyümeye ve gelişmeye doğru büyük bir adım gibi yorumlandı. Bu şekilde belediyenin çöp, ulaşım ve tüm benzer hizmetleri köylere dek ulaşacak; belediyelerin var olan bütçesinden, köyler de yararlanabilecekti. Birçok köylü için ise bu değişiklik, anneannelerinden, dedelerinden kalan toprakların belediyelerin kontrolüne geçmesi, köyde imecenin, özerk yönetimin sona ermesi anlamına geldi. Değişen oranlar ve rakamlar kağıt üzerinde de olsa, hızlı kentleşme arzumuzun da trajikomik bir yansıması gibi değil mi?

Köy okullarına gelince, nüfusu azalan, boşalan köylerin çoğu zaman bir başarı göstergesi gibi görüldüğü bir ortamda, kırsala yönelik en baskın eğitim politikamız da köy okullarının kapatılması, taşımalı sisteme geçmek oluyor. Türkiye’de 1989-1990 eğitim-öğretim yılında 305 öğrenciyle başlayan taşımalı eğitim uygulaması, 2015-2016 yılında toplamda (ortaöğretim hariç) 817.799 öğrenciye ulaştı. Taşımalı eğitim, birçok bürokrat ve köy öğretmenine göre, köy okulları için kesin çözüm. Taşımalı eğitimin şiddetli savunucularına göre, taşımalı eğitim sayesinde, öğrenciler farklı sınıflardaki çocukların tek bir sınıfta eğitim aldığı birleştirilmiş sınıf modelinde okumak zorunda kalmıyorlar. Birleştirilmiş sınıfta eğitim, bu konuya yönelik donanımı çoğu zaman çok kısıtlı olan öğretmenler için büyük bir kabus. Aynı zamanda, yine birçok köy öğretmeninin haklı derdi olan yalnızlık, izole olma hissi, bu büyük okullarda azalıyor; meslektaşları ile kişisel ve mesleki paylaşımda bulunma şansları artıyor. Tüm bunların yanı sıra, yine birçok köy öğretmeninin bir başka önemli derdi olan eğitim-öğretim işlerinin yanında idari işlerle de uğraşma gerekliliği ortadan kalkıyor. Yine bu bakış açısından, çocuklar için de taşımalı eğitim muhteşem bir çözüm, çünkü böylece çocuklar daha iyi altyapıya sahip okul binalarında okuyorlar, branş ve rehber öğretmenleri oluyor, okul sonrası etkinliklere katılabiliyor, kendi köyleri dışında yeni bir çevreyle tanışıp kültürel yönden daha zengin bir ortamda çocukluk dönemlerini geçiriyorlar. Ekonomik olarak da, köylere dağılmış birçok küçük köy okulu yerine köylerde ya da kentlerde merkez okullar kurup çocukları bu okullara taşımak daha tasarruflu bir yöntem olarak kabul görüyor.

Fakat madalyonun bir de öteki yüzü var. Taşımalı eğitim konusu, geçtiğimiz yıllarda zaman zaman hem Meclis’te hem de gazetelerde gündeme geldi. Bu tartışmalarda çoğu zaman, taşımalı eğitimin taşıma kısmının düzgün yapılamaması ön plana çıktı: Servislerin koltuklarının ve donanımlarının yetersizliği, köylülerin de bu servisleri kullanması, servis şoförlerinin öğretmenler ve aileler üzerinde yarattığı baskı (“benden başka şoförle çalışamazsınız, çalışırsanız…”), servis araçları seçilirken yapılan usulsüzlükler, hâlâ kışın kapanan ya da bozuk köy yollarının olması, okul-ev arasındaki mesafenin çoğu zaman daha kısa olmakla beraber, ilgili yönetmeliğe göre 50 kilometreye kadar çıkabiliyor olması, uzun yol giden çocukların sabahları erken kalkma ya da uzun yolculuk sebebiyle yaşadığı sağlık problemleri… Elbette taşıma ile ilgili bu sorunlar da masaya yatırılmalı ama bundan daha da önemli olan, taşımalı eğitimin çocuklar ve köylüler üzerindeki etkisini biraz daha kapsamlı bir şekilde tekrar değerlendirmek. 

Fotoğraf: Mustafa Cevahir Akbaş

Eğer taşımalı eğitim, geçtiğimiz yıl görüştüğüm bir bürokratın deyimiyle “birleştirilmiş sınıflara karşı açılmış bir savaş” ise öncelikli olarak, “Birleştirilmiş sınıf gerçekten kaliteli eğitimin düşmanı mı?” sorusu üzerine düşünmek lazım. Birleştirilmiş sınıflı okullar, tüm ilkokul kademelerinin (birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü sınıflar) ya da belli kademelerin bir sınıfta tek öğretmen tarafından eğitim aldığı okullar demek. Birleştirilmiş sınıflarla ilgili sıkıntı, bilgi ve beceri düzeyleri çok farklılık gösteren bir öğrenci grubuna eğitim vermekle ilgili. Aslında bir açıdan her kademenin müstakil bir sınıfı olduğu okul modelinde de öğretmenler, sınıflarında öğrenciler arasındaki bilgi ve beceri farklılıkları ile baş ederek (ya da yine madalyonun öbür yüzüne bakınca bu zenginlikten en iyi şekilde faydalanarak) eğitim vermek durumundalar. Sadece bu farklar, özellikle tüm kademelerin beraber bulunduğu birleştirilmiş sınıflarda daha fazla ve çeşitli olduğundan, sınıf yönetimi ve aldıkları eğitimin yetersiz olması, (üniversitede, bir dönemde aldıkları haftada iki saatlik Birleştirilmiş Sınıflarda Öğretim dersi dışında) özel bir donanımı bulunmayan öğretmenleri çok zorlayabiliyor. Şimdiye kadar tanıştığım birçok birleştirilmiş sınıf öğretmeni, öğrencileri yine kademelerine göre gruplayıp onlarla ayrı ayrı çalışıyor; bu nedenle de konuları bir türlü yetiştiremiyor olmaktan yakınıyor. Oysa, sınıfta karışık yaş gruplarından öğrenci bulunması, öğrenci merkezli eğitim için eşi bulunmaz bir fırsat. Dünyanın birçok yerinde, yaş gruplarının karışık olduğu özel, alternatif okullar yaygınlaşıyor. Bu okul modellerinde, farklı yaş, bilgi ve beceri seviyesindeki çocukların birbirlerinden öğrenmelerini sağlayabilmek için sınıflar farklı yaş gruplarındaki çocuklardan oluşturuluyor. Birleştirilmiş sınıf uygulaması, öğretmenler için düşman kılığında bir fırsat olabilir mi?

Birleştirilmiş sınıflar konusuna nasıl yaklaşıldığı, kırsalda eğitim politikaları için çok kritik. Çünkü eğer birleştirilmiş sınıf yok edilmesi gereken bir düşmansa, köy okullarını da kapatmak (ya da başka köy okullarıyla birleştirerek büyütmek ki bu da bildiğimiz anlamdaki köy okullarını kapatmak demek zaten) dışında bir çözümü düşünmek pek mümkün olmuyor. Yok, eğer birleştirilmiş sınıflı okul, sadece farklı bir donanım ve öğretim programı gerektiren bir okul ise, köy okullarının kapatılmasının artılarını ve eksilerini tekrar değerlendirmek gerçekten anlamlı. İkincisinin doğruluğunu kabul ederek devam ediyorum.

“Taşımalı eğitim olmalı mı, olmamalı mı?” sorusunu, kendi köylerinde okuyan çocukların taşımalı eğitime geçtiklerinde neler kaybettiklerini gözeterek cevaplamak önemli. “Kendi köyünde okuyan çocuk, yürüyerek okuluna gidebiliyor” akla gelen ilk cevap, fakat tek cevap değil. Kendi köyünde, bebekliğinden beri bildiği, muhtemelen yürümeyi öğrendiği zamandan beri bahçesinde top oynadığı, okulunun öğretmeni her yıl değişmiyorsa belki öğretmenini bile okula başlamadan tanıdığı, annesinin babasının sürekli gelip gittiği bir okulda okuma şansını yitiriyor çocuk. Okul-aile ilişkilerinin, özellikle küçük yaştaki çocuklar için sıcak ve güven yaratan okul ikliminin, az sınıf mevcudunun, çocuğun iyi olma hali ve başarısı üzerindeki etkileri üzerine birçok araştırma bulunuyor. İşin asıl garip tarafı, şehirdeki okullarda, bu durumun farkında olarak sınıf mevcutları düşürülmeye, aileler için türlü okul etkinlikleri ve öğretmenler tarafından ev ziyaretleri planlanmaya çalışılıyor. Ne var ki konu köy okulları olunca, köy okulunun tüm bu avantajları sanki görünmez oluyor.

Yine bağlantılı bir başka konu da, taşımalı eğitim yapılan okullardaki kültürel çeşitlilik konusu.

Türkiye’de, okulu çevresinden o kadar bağımsız bir yer olarak görüyoruz, çocuğun eğitim hayatı ile gerçek hayat arasına okul duvarlarını o kadar sıkı örüyoruz ki; çocukların kendi kültürlerini okula ne kadar taşıyabildikleri tartışmalı bir konuya dönüşüyor.

Köylerin başlıca kamusal alanlarından biri olan küçük köy okullarında, bu ayrımı yapmak nispeten zorlaşıyor, aile-köy-okul arasındaki ilişkiler daha geçirgen oluyor. Okulda olan biten köye, köyde olup biten de okula daha kolay tesir ediyor. Daha büyük şehir okullarında ya da taşımalı eğitim yapılan köy okullarında ise, aslında kültürel çeşitlilikten çok, bir kültürsüzleşme ve zamanının çoğunu yerel kültüründen kopuk, çoğu zaman ailesini, köyünü tanımayan arkadaş ve öğretmenlerle geçirerek yerel kültürleri hızla kaybetme hali hakim.

Bir köy okulunun kapatılması, köy için de kültürlerinin yavaş yavaş kaybolmaya yüz tutması demek. Her ne kadar köy okulu merkeziyetçi eğitim yapısının bir kolu gibi olsa da aslında yapı olarak, daha büyük ve farklı yerlerde bulunan okullara oranla, bulunduğu yerin kültürünü sürdürmeye çok daha müsait. Bununla beraber, köy okulları özellikle merkeze uzak köylerde, cami ve varsa sağlık ocağı ile beraber çoğu zaman ülkenin geri kalanıyla köy arasında bağ olan ana kurumlardan biri. Dolayısıyla da köy okullarının bir yandan yereldeki kültürü korumaya olumlu etkisi olabileceğini söylerken öte yandan bu okulları, köyü toplumun geri kalanıyla da bağlayan önemli bir köprü gibi de görebiliriz (Bu köprü işlevinin asimilasyon aracına dönüp dönmemesi bir başka yazının konusu).

Öte yandan, köy okullarının köyler için sembolik ve hatta ekonomik değeri de azımsanamayacak kadar büyük. Köy okulları çoğu zaman köylünün başlıca toplanma alanlarından biri, kimi zaman düğün yapmak kimi zaman sadece bahçesinde çekirdek yemek için buluşulan, çoğu zaman bahçesinde koşan çocuğun eksik olmadığı alanlar. Köy okulunun kapanması, köylünün gözlerinin önünde harap hale gelmesi ya da depoya, ahıra çevrilmesinin köylülerin bu konuda konuşurken çoğu zaman ifade ettiği gibi hüzünlü bir yanı var. Hüzün bir yana, okulu kapanan köylerde, meydanları eksilen şehirler gibi, bir araya gelmek, beraber hareket etmek, topluluk bilincine sahip olmak çoğu zaman daha zor. Okulların kapanmasının köyler üzerindeki bir başka etkisi de genç, çocuklu ailelerin şehre göç etmesi, dolayısıyla da kırdan kente göçü hızlandırması. Göçün artması sadece nüfusla ilgili değil, köyün ekonomisi ile de ilgili bir durum. Çünkü okulu olmayan, nüfusu az olan köylerde mevcut bina ve arsaların değerleri de düşüyor. Dolayısıyla köylünün elindeki az miktardaki mal da değerini yitirebiliyor. Köy okullarının kapatılması konusunun kapatılmaların köy üzerindeki sosyolojik, demografik ve ekonomik etkilerini düşünmeden, sadece eğitim açısından değerlendirilmesi tüm bu sebeplerden dolayı son derece yanlış. Mevcut durumda, kimi köylerde okulları kapatılmasın diye okul mevcudunu artırmak için çocuklar 4-5 yaşında ilkokula yazdırılıyor, kimi köyde nüfuzlu kişiler araya sokulup okulun kapatılmaması için uğraşılıyor, kimi köyde ise “zaten kimse kalmayacak yakınlarda” deyip, durum kabullenilerek okullar usulca kapatılıyor.

Tüm bunlar, “taşımalı eğitim kötüdür, birleştirilmiş sınıflı küçük köy okulları en iyisi” anlamına gelmiyor. Yapmaya çalıştığım, zaten pek görünmeyen köy okulları konusunda madalyonun neredeyse hiç görünmeyen öbür yüzünü de bir parça olsun gösterebilmek. Köy okulları tartışması da toplumsal birçok konu gibi mevcut güç dengesi ile doğrudan ilgili. “Normal” kişinin “beyaz, genç, yetişkin, erkek, engelli olmayan” üzerinden tanımlandığı ve tüm dünyanın bu normal kişiye göre kurgulandığı gibi, normal mekanın da “kent” olarak kabul gördüğü bir zamanda yaşıyoruz. O zaman kırsala da bu açıdan çoğu zaman “henüz kentleşememiş”, ölümünü bekleyen bir hasta gibi bakıyoruz. Kırsal kalkınma da kırsalda eğitim de kötünün iyisi olma dışında bir vizyona sahip olamıyor. Sonuç olarak akılda şu sorular beliriyor:

  • Kırda var olmayı ve eğitimi de bir başka farklı varoluş ve eğitim biçimi olarak görmek mümkün mü? 
  • Köyü ve köy okulunu hasta yerine belki şehrin ve şehirdeki okulların hastalıklarına deva ve ilham kaynağı olarak görmek mümkün mü?
  • Köy okullarındaki eksiklikleri farklı yollarla gidermek, fırsatlarını en iyi biçimde kullanmak için çaba sarf etmek mümkün mü?
  • Köy okulunun bir eğitim kurumu olmasının ötesindeki anlamını ve kimliğini fark ederek kırsaldaki eğitim politikalarını belirlemek mümkün mü?

Madalyonun öbür tarafına bakınca mümkün olabilir.

DÖN