Süleyman Akbulut
İçinde yok olduğunuz bir yerdir kent, engelliyseniz! O kentin sokakları, kaldırımları, okulları, parkları, kafeleri, deniz kenarları, denizin kokusu size yasaktır. Siz ona yabancısınızdır, o size! Kentin yalnızı olarak, Kosinski’nin kitabında bahsettiği boyalı kuşsunuzdur.1 Size bakar insanların çoğu dışarı çıktığınızda. Eksik, hatta belki biraz aşağıda görülen, çokça acınılan, merhamet edilmesi gereken olarak görülürsünüz. O kentten biri olmak istediğinizde “yok sayıldığınız” kentin mimarisi bir engel çıkarır önünüze, takılırsınız, düşersiniz hatta bazen. O zaman bakışlar, koşuşturmaya döner, gelirler; size yardım etmeye, sizin ötekiliğinizi, oraya ait olmadığınızı hatırlatmaya gelirler. Yüzünüzde bir tebessüm belirir. Hüzünlü, kırık bir tebessüm! Yabancılaştırılmanın, herkesten farklı “kılınmanın” sitemkâr tebessümüdür o! Kentin yalnızının tebessümü!
Çünkü “normallere” göre tasarlanan sokakların kaldırımlarında yol almaya çalışmaktasınızdır. Sadece onlar gibi olanlara göre basamak yüksekliği verilmiş otobüse binmek, otobüsle sadece onlar gibi olanlar için tasarlanmış okullarda okumaya gitmek, iş yerlerinde çalışmak, onlar gibi olanlara göre düzenlenen parklarda gezmek, kafelerde oturmak, sinemalara gitmek istemektesinizdir. Özetle “normallerin dünyasına” bir anormal olarak girme kabahatini işlemişsinizdir bir engelli olarak.
Normal olan çok olandır, normal olanın (konu engellilik olunca) fonksiyonları tamdır! Fonksiyonları tam olan hızlı yürüyebilir, yüksek basamaklı merdivenlerden çıkabilir, elindeki yükü taşıyabilir. Normal insan genç, erkek ve fiziksel olarak gücü olandır! Bu akıl yürütmenin tersinden yol alındığında ise insanlığın belki de en kötü dolaylı çıkarımına ulaşılmaktadır. Eğer normal olanların fonksiyonları tam ise, fonksiyonları eksik (ya da bozuk) olan ANORMALDİR!
Sadece bu kadar değil! Normallik, normallerin gözünde mükemmelliktir. Bu haliyle aslında normal narsisisttir.2 Kendine aşıktır ve kendini mükemmel olarak gördüğü (ve çok olan olduğu) için dünyayı ve tabii bunun bir uzantısı olarak içinde bulunduğu binayı, içinde bulunduğu ilçeyi ya da kenti kendine göre tasarlamak (ona göre) doğal bir sonuçtur!
Oysa yanlış tezler üzerine kurulmuş her teori, tezleri gibi yanlış olmaya mahkumdur!
Normal denen kavram, objeleri ölçmek için üretilmiş bir kavramdır ve insanı normale göre tanımlamak insanın bedenine, ruhuna, yarattığı sosyal ilişkiler ağına, daha da ötesinde yarattığı uygarlık denen kavrama aykırıdır.
Çünkü insanı doğada başat kılan, sosyalliğinin ve farklılıklarının beslediği enerjisidir!
Çünkü insanı geliştiren sadece zekâsı değil; eşitlik, adalet ve hukuk gibi farklılıkları zenginliğe dönüştürme, yaşama dahil olma ve kendini gerçekleştirmesine imkân veren kodları üretmiş olmasıdır!
İşte bu yüzden insanı engelliye dönüştüren “normalin narsisizmi” aslında, uygarlık denen kavramın içinde en eğreti duran, en habis sosyolojik icattır!
İşte bu yüzden aslında sakat diye tanımlanması gereken bireylere engelli denmektedir. Bu yüzden engelli demek, aslında engellenmekten gelmektedir. Öyle ya! Bacaklarınız fonksiyonlarını kaybetmişse felçlisinizdir. Gözleriniz görme fonksiyonunu kaybetmişse körsünüzdür. Kulaklarınız duymuyorsa sağırsınızdır. Ve mesele bir yerden bir yere gitmekse, yani hareket etmekse, tekerlekli sandalyenizle, koltuk değneğinizle, beyaz bastonunuzla, kılavuz yol uygulamalarıyla, sesli ve ışıklı tabelalar yardımıyla nasıl olsa gidersiniz gitmesine ama yeter ki sakat birey ENGELLENMESİN! Yeter ki sakat bireyin fonksiyon kaybı, “normal insanların dizayn ettiği” dünyadan kaynaklanan engeller yüzünden bir yetenek kaybına dönüşmesin. Herhangi bir medikal malzeme, herhangi bir yazılım, herhangi bir teknolojik cihaz ya da herhangi bir mimari düzenleme sayesinde bir yerden bir yere gidebilme yeteneğinin, bir bilgiyi edinebilme yeteneğinin, eğitim görebilmenin, çalışabilmenin, özetle herhangi bir eylemi gerçekleştirme yeteneğinin kaybedilmesine neden olunmasın!
Kaldı ki, bireyden bireye, bir toplumsal kesimden bir başka toplumsal kesime, hatta devletten yurttaşa sunulmuş bir lütuf değildir erişilebilir bir dünya! “Herkes bir engelli adayı olduğu” için yapılmaz tekerlekli sandalye rampaları, donanımlı toplu taşıma araçları, asansörler! Toplumun diğer kesimlerinin ya da devletin bir sosyal sorumluluk olarak yaptığı çalışmalardan ibaret değildir erişim düzenlemeleri! Tam tersine, katışıksız, net ve sorgulanmayacak bir haktır ve yapılması mühendisinden mimarına, her türlü kamusal hizmeti sağlayan kurum ve kuruluşların teknik görevlilerinden idari yetkililerine kadar herkes bakımından bir sorumluluktur.
Ancak sadece bu kadar değildir. Bütün kamusal hizmetlerden yararlanılmasının ön koşuludur erişim düzenlemeleri. Bu yönüyle engelli bireyin eğitim hizmetlerinden faydalanabilmesinin, iş yaşamına katılabilmesinin, çalışma hakkından yararlanabilmesinin, sosyal ve kültürel hayata katılabilmesinin en önemli şartıdır. Bu yönleriyle yaşamın tüm alanlarına katılabilmek için bir araçtır erişim düzenlemeleri!
Medeniyet, insanı birey olarak her şeyin merkezine koyarak ona dokunulmaz haklar vermiştir. Yaşama, sağlıklı bir çevrede yaşama, eğitim, çalışma, seyahat, bağımsız yaşama, örgütlenme hakkı vb. birçok hak günümüz uygarlığının temel unsurları niteliğindedir. Bu minvalde, engelli bireyin diğer bireyler gibi sahip olduğu ve eşit şekilde yararlanması öngörülen tüm haklardan yararlanma süreçlerinde dezavantajların ortadan kaldırılması için bir ilkedir erişilebilirlik düzenlemeleri.
İşte bu yüzden evrensel hukukun ve Türk ulusal mevzuat sisteminin getirdiği erişim hakkının sağlanmasına yönelik uygulamalar yasal bir zorunluluktur. Türkiye’nin de taraf olduğu Birleşmiş Milletler Engelli Kişilerin Haklarına Dair Sözleşme’nin “Erişilebilirlik” başlığını içeren 9. maddesinin 1.fıkrası şöyle demektedir:
Madde 9 Erişilebilirlik (1.) Taraf Devletler engellilerin bağımsız yaşayabilmelerini ve yaşamın tüm alanlarına etkin katılımını sağlamak ve engellilerin diğer bireylerle eşit koşullarda fiziki çevreye, ulaşıma, bilgi ve iletişim teknolojileri ve sistemleri dahil olacak şekilde bilgi ve iletişim olanaklarına hem kırsal hem de kentsel alanlarda halka açık diğer tesislere ve hizmetlere erişimini sağlamak için uygun tedbirleri alacaklardır.3
Peki, Türkiye bu sözleşmeye tarafken ve tam da bu sözleşme ile uyumlu yasal düzenlemeler yaparak erişilebilirlik düzenlemelerinin yapılmasını kamusal hizmetler veren tüm kurumlar için zorunlu kılmışken durumumuz nedir? Normallerin narsisizminin ürünü olan kentsel mekanları dönüştürebildik mi ülke olarak? Yahut eğitimden sağlığa, çalışma hayatından ulaşıma, temel anayasal hakların hizmete dönüştüğü kamusal hizmet veren binaları ya da toplu taşıma araçlarını engelli erişimine uygun hale getirebildik mi?
Bu sorunun cevabını çok net ve en kısa yoldan vermek mümkündür aslında. Zira Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın oluşturduğu Erişilebilirlik İzleme Sistemi veri tabanında bulunan toplam bina sayısı 1.525.178 adet olup bunlardan %75 ve üzerinde erişilebilirlik oranına sahip olan bina sayısı sadece 3.380’dir.4 Alanda yapılan araştırmalara göre Türkiye’de 285.871 adet yaya yolunun (arter, cadde ve sokaklarda bulunan kaldırımlar) %81,4’ünde rampa ve %96,1’inde ise hissedilebilir zemin uygulaması bulunmamaktadır. Kaldı ki, erişilebilirlik düzenlemesi yapılan yolların-yapıların aslında ne kadar erişilebilir olduğu ise gündelik yaşamda karışımıza çıkan aşırı dik-kısa rampalar, asansörler, yollar ve kamu görevlilerinin tutumları yüzünden her zaman tartışmalıdır. Ve bu tablo, sadece kendisiyle sınırlı kalmamaktadır.5 Erişim düzenlemelerinin olmayışı, engellilerin eğitimden istihdama, tüm alanlardaki haklara erişimdeki engel olarak durmaktadır.
Engelli öğrencilerin eğitim hizmetlerinden yararlanma oranları son yıllarda artış gösterse de, engelli öğrencilerin okullaşma oranı hala olması gerekenin çok gerisindedir. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı verilerine göre engellilerin %41’i okuma yazma dahi bilmemektedir. 2014’te ise toplam üniversite öğrencileri içindeki engelli öğrenci sayısı sadece 10.000’de 18’dir. Sonuç olarak bugün üniversitede okuyan her 1000 öğrenciye karşılık, 2’den az engelli öğrenci bulunmaktadır.
İstihdam alanında engellilerin karşılaştığı en büyük sorunlardan biri, engelli istihdam etmenin işyerine sorun yaratacağı düşüncesidir. Engellinin işyerine düzenli gelemeyeceğine, işyerinin fiziki erişim koşullarının işyeri açısından sorun doğuracağına olan inanç, engelli istihdamına mani olmaktadır. 2014 yılı sonu itibariyle 60.731 engelli memur kadroda olması gerekirken, sadece 36.165 engelli memur çalıştırılmaktadır. 2014 yılı Aralık ayı verilerine göre, özel ve kamu sektörlerinde toplamda 110.240 engelli çalıştırılması gerekirken, 95.128 engelli istihdam edilmektedir. Yani çalıştırılması gereken engelli işçi kotasının %13,7’si boştur.
Yukarıda sıralanan rakamlar, sakat bireylerin nasıl engelli bireye dönüştüğünün ve ekonomik-sosyal hayatın dışına itildiğinin göstergesi aslında. Bu tabloda toplumun tüm kesimlerinin, tüm meslek gruplarının, tüm idarecilerinin ve politika yapıcılarının payı vardır.
Artık toplumun kendisiyle yüzleşmesi gerekiyor. Ve yüzleşmek demek, normalin narsisizmini bir kenara bırakıp, dünyayı herkes için eşit, bağımsız ve özgür yaşanabilir kılmak için harekete geçmek demek. Çoğunluğu oluşturanların, azınlık olanların hakları için mücadele etmesi, herkes için yaşanır bir kent yaratılmadığı müddetçe rahat nefes alamaması, eksik hissetmesi demek.
Siz ne düşünüyorsunuz? Normal denen insan modelinin ve dünyayı normal üzerine kurgulayan anlayışın bir an önce aşılması gerekmiyor mu artık?
1 — Jerzy Kosinski’nin Boyalı Kuş romanı İkinci Dünya Savaşı’nın ilk haftalarında Nazi dehşetinden ve katliamından kurtulması için binlerce benzeri gibi Orta Avrupa’nın büyük bir şehrinde yaşayan annesiyle babası tarafından uzak bir köye gönderilen çocuklardan birinin öyküsüne yer vermektedir. Öyküde, sarışın renkli gözlü köylülerden farklı olarak esmer bir çocuğun aile özlemi, korkular içerisinde şahit olduğu olaylar anlatılır. Romana adını veren “boyalı kuş”, köylüler arasında uygulanan bir geleneğin adıdır. Bu geleneğe göre bir kuş yakalanır, boyanır ve sürüsüne katılması için serbest bırakılır. Ancak boyandıkları ve farklı göründükleri için bu kuşlar, sürüdeki diğer kuşlar tarafından öldürülür.
2 — Narsisizm veya özseverlik, kişinin kendisine tapması, kaba tabirle kişinin kendisine âşık olması olarak tanımlanan bir terimdir. Yunan Mitolojisi’nde Narkissos adıyla sözü edilen, adını narsisizme veren Narsis’in öyküsü kısaca şöyle anlatılır: Narsis, ırmak ilahı Kephissos ile arındırıcı suların bekçi perisi Liriope’nin oğlu olarak doğar. Bir kâhin, ebeveynine Narsis’in dünyada, kendi yüzünü görmediği sürece yaşayacağını bildirir. Narsis bir gün bir su birikintisine dökülen bir kaynağın yanına gelir ve su birikintisine doğru eğilerek oradaki sudan içmeye başlar. Doğal olarak, bu sırada, birikintide yansıyan yüzünü görür. Kendi yüzünü görünce önce şaşkınlığa düşer, sonra kendini hayranlıkla seyre dalar ve kendisine âşık olur. Bu seyirden kendisini bir türlü alamayan Narsis gitgide hissizleşir, dünya yaşamına gözlerini yumar ve bulunduğu yere kök salarak açılmış bir çiçeğe dönüşür. Bkz. https://tr.wikipedia.org/wiki/Narkissos_(mitoloji)
3 — Birleşmiş Milletler Engelli Hakları Sözleşmesi Madde 9, fıkra 1, Kanun No: 5825, Kabul tarihi 03.12.2008, Resmî Gazete yayın tarihi: 8/12/2008 Sayı: 27084, http://eyh.aile.gov.tr/mevzuat/ulusal-mevzuat/kanunlar/engellilerin-haklarina-iliskin-sozlesmenin-onaylanmasinin-uygun-bulunduguna-dair-kanun-ve-engellilerin-haklarina-i%CC%87liskin-sozlesme
4 — Toplumsal Haklar ve Araştırmalar Derneği, (2015). “Erişilebilirlik, eğitim, çalışma hayatı ve sağlık verileri-analizler”. Mevzuattan Uygulamaya Engelli Hakları İzleme Raporu 2014 http://www.engellihaklariizleme.org/tr/files/belgeler/ozet_2014.pdf
5 — A.g.y.