Çağrı Doğan
İnsanlık, teknik geliştirmeye, alet yapmaya başladığı zamanlardan bu yana, sahip olduğu, çevresinde gördüğü ya da daha önce icat ettiği araçlara aktardığı yetilerin/işlevlerin katbekat fazlasını, geliştirdiği her yeni araca yüklemeye devam ediyor. Söz, yazı, kalem, daktilo, matbaa, radyo, televizyon, internet, bu tekniklerin iletişim süreçleriyle ilgili olanlardan. Her yeni araç ve teknik, zamansal, mekânsal, sosyal alanı kendi mevcudiyeti için değiştirip dönüştürerek kendine uygun yeni insanı yaratıyor. Önceki insan, yetilerini geliştirdiği tekniğe aktarınca, bu yetiler sonraki insan için gereksiz hale geliyor ve zamanla zayıflıyor. Yazının, matbaanın yarattığı toplumsal süreçlerde hayatın bilgisini, görgüsünü, sevgisini nesilden nesle, mekândan mekâna aktaracak Homeros’lara, hafızlara, aşıklara, dengbejlere gerek ve yer kalmıyor; ortaya, söz biriktirip söylemeyi, şiir dizmeyi, hikaye anlatmayı kağıtlara bırakmış, meydanın mürekkep yalayanlara, eli kalem tutanlara kaldığı, sözlü kültürün “kulaktan dolma” denerek küçümsendiği bir toplumsal yapı çıkıyor. Söz uçuyor, yazı kalıyor ve okullarla daha fazla insanı kapsıyor, lakin insanın söz belleyip uçurma yetisi de azalıyor. Buradan hareketle insanı, geliştirdiği her yeni teknikle birlikte yetilerini yitiren, kapasitesi zayıflayan canlı olarak tanımlamamız mümkün. Günümüz insanını, elinden arabasını, bilgisayarını alıp Demirci Haydar Usta’nın obasına ışınladığımızda, kahramanımızın düşeceği durumu tasavvur etmek zor değil.
“Kent”, “şehir” diye adlandırdığımız, yukarıda anlatmaya çalıştığım icat/yaratım süreçleriyle oluşan, değişen, dönüşen beşeri, ticari, sınai ve nihayet dijital bir mekan. İçinden geçtiğimiz dönemde, insanın kaydetme, kavrama, işleme, yorumlama kapasitesinin çok üstünde bir veriyle iştigal edebilen elektronik bellek, “yapay zeka” ve algoritmaların, insanı ve onun daha önceki yaratımlarından olan kenti değiştirmeye, dönüştürmeye devam ettiğine tanıklık ediyoruz.
Kente ve kent yaşamına dair bilginin dijital belleklerde tutulduğu, dijital ortamlarda işlendiği koşullarda, kentin insanı da, bir yerden başka bir yere nasıl gideceğini, yapması gereken egzersizleri, ne yiyip içeceğini, kiminle ne zaman ne yapacağını ve daha bir sürü şeyi artık kendisinden daha akıllı hale gelmiş olan dijital uzantılarından öğreniyor; birlikte olabileceği kişileri o uzantılarında yüklü algoritmaların yönlendirmeleriyle seçiyor. Hareket etme, özellikle de uçma yetisi olan araçların yaygınlaşmasıyla kent içinde ve kentler arası yer değiştirme olanakları zenginleşirken, yazıyı sese, sesi yazıya, bir dili başka bir dile çevirebilen algoritmalar, mekanlar ya da kişiler arası mesafeyi ortadan kaldıran uygulamalar aracılığıyla, fiziksel olarak yer değiştirmeksizin, atmosferde dolaşan dijital dalgaların üzerinde salınarak, bulunduğu ortamdan kopup başka bir “gerçekliğe” dahil olabiliyor günümüz kentlisi. Mekanlar arası mesafe o denli silikleşiyor ki çevrimiçi olanlar, her an bir arada oldukları hissini yaşıyorlar. Zaten mekân da sabit kalmıyor, yeni inşaat tekniklerinin uygulama alanı olarak sürekli değişim halinde. Dahası, benzer tekniklerle inşa edilip tasarlandıkları için mekanlar da birbirine benziyor, farklı bir mekânda olmanın bir esprisi kalmıyor.
Sözün özü, dijitalleştikçe becerileri artan araçlar, dokundukları kişisel ve sosyal hayata dair tüm süreçleri dönüştürerek insanın ayağını yerden kesiyor; insan ile insan, insan ile mekân arasına yeni öğeler dahil oluyor. Öğelerinin, baş döndürücü bir hızla eş, iş, işlev, konum, statü, taraf, renk, boyut, versiyon değiştirebildiği dijital dünyada, bir yastıkta kocayacak kişilerin dahil olduğu ilişkilere, bir ömrün adandığı mesleklere, bir hayatın geçeceği konutlara, ölene dek taşınacak unvanlara da yer kalmıyor.
Yeni süreç, önceki insanın kök salabildiği, tutunabildiği, sığınabildiği zeminleri yeni insan için gereksiz kılıyor ve onu, her an değişmekte olan çokluğa dahil olabilmesi için hızla değişmeye, esnemeye zorluyor. Bununla birlikte, önceki dönemlerde dışlanan ya da tecrit edilen insanlar için içerilmeyi ima eden yeni anlamlar taşıyor. Dijital dünyada kör, sağır ya da tekerlekli sandalye kullanıcısı olan biri de, vakit darlığı ya da yorgunluk yaşayan biri de aynı mobil uygulamayı kullanarak alışveriş yapıyor; bankacılık işlemlerini aynı yazılım üzerinden yürütüyor örneğin. Sürücüsüz araba uygulaması hayata geçip yaygınlaştığında, şoför koltuğundakinin kör olup olmadığının bir önemi kalmayacak artık. Web chat uygulaması üzerinden, çalıştığı kuruluşun müşterisiyle sohbet eden çalışanın sakat olup olmadığını, nasıl göründüğünü, cinsiyetini, nerede olduğunu ve hatta karşımızdakinin insan olup olmadığını bilmemiz mümkün değil. Benzer şekilde, tekerlekli sandalye kullanan biri için asansör ne kadar gerekliyse, bir plazada çalışan ya da bir gökdelende oturan ve yürüme yetisine sahip biri için de o kadar gerekli. Günlük yaşamında tekerlekli araç kullanmadan yapamayan onca insanın, tekerlekli sandalye kullananlar için “tekerlekli sandalyeye mahkûm” ifadesini sarf etmesi ironik gelmiyor mu artık size de?
Dijital teknolojilerle, sakatlık deneyiminin değişip dönüştüğüne, değişmeye devam edeceğine dair örnekler hayli zengin. Metni konuşmaya ya da Braille ile yazıya dönüştüren, fotoğrafta ne olduğu bilgisini metinsel olarak aktaran algoritmalar aracılığıyla, bilişim teknolojilerine erişimi olan kör biri, iletişim süreçlerine rahatlıkla dahil olabiliyor artık. Bir kentte taksiye binen ve elinde, gideceği yer için yol tarifi alabileceği bir mobil cihaz olan kör bir kişinin, taksici tarafından gereksiz yere dolaştırılma riski, elinde bu tür bir cihaz olmayan birine kıyasla, daha düşük. Önceden alışverişe annesinin eşliğinde gidebilen bir tekerlekli sandalye kullanıcısı, artık annesinin ihtiyaçlarını mobil uygulama üzerinden tedarik edebiliyor. Başka birinin aracılığı olmaksızın iletişim kuramayacak olan, biri kör, diğeri sağır olan iki kişi, dijital araçlar üzerinden “aracısız” anlaşabiliyor. Önceden babası aracılığıyla gazete okuyabilen kör biri, şimdi kullandığı çeşitli dijital robotlar aracılığıyla, dünyanın haberini babasına verebiliyor. Hasılı, dijitalleştikçe yetenekleri artan araçların önünde ya da arkasında hangi insanların olduğunun, bu insanların sahip olduğu yetilerin önemi azalıyor. Bir anlamda, sıfırlar ve birlerden oluşan algoritmalar dünyasının, kendi başlarına bu ideale ulaşamamış insanlık için eşitlik vadettiğini söylemek mümkün.
Öte yandan, alet yapma, teknik geliştirme serüveni, insanların sahip olmadıklarıyla ya da yapamadıklarıyla değil; kullandıkları teknik ne olursa olsun, yapabildikleriyle varlıklarını sürdürebildiklerini de gösteriyor. Belki anlatılan bizim hikayemiz ama hikâyeyi ayakta kalanlar yazıyor. Kişisel hikayelerimizi de öyle. Güçlü olan, ayakta kalan yanlarımız belirliyor hayatımızı nihayetinde. Kamusal alanda, kimse yapamadıklarından, eksikliklerinden ya da zaaflarından söz etmiyor örneğin. Bir yazar kendini tanıtırken müzikten anlamadığını, bir mühendis kendinden bahsederken şiir yazamadığını söylemiyor. Erkeği “emzirme engelli”, Türk’ü “Kürtçe konuşamayan” olarak tanımlamıyoruz. Tek istisna sakatlar sanırım. Yalnızca onların durumunu kavrayıp tanımlarken yapamadıklarından ya da eksikliklerinden (“özürlü”, “engelli”) söz ediyoruz.
Günlük yaşamında tekerlekli araç kullanmadan yapamayan onca insanın, tekerlekli sandalye kullananlar için “tekerlekli sandalyeye mahkûm” ifadesini sarf etmesi ironik gelmiyor mu artık size de?
Öte yandan, alet yapma, teknik geliştirme serüveni, insanların sahip olmadıklarıyla ya da yapamadıklarıyla değil; kullandıkları teknik ne olursa olsun, yapabildikleriyle varlıklarını sürdürebildiklerini de gösteriyor. Belki anlatılan bizim hikayemiz ama hikâyeyi ayakta kalanlar yazıyor. Kişisel hikayelerimizi de öyle. Güçlü olan, ayakta kalan yanlarımız belirliyor hayatımızı nihayetinde. Kamusal alanda, kimse yapamadıklarından, eksikliklerinden ya da zaaflarından söz etmiyor örneğin. Bir yazar kendini tanıtırken müzikten anlamadığını, bir mühendis kendinden bahsederken şiir yazamadığını söylemiyor. Erkeği “emzirme engelli”, Türk’ü “Kürtçe konuşamayan” olarak tanımlamıyoruz. Tek istisna sakatlar sanırım. Yalnızca onların durumunu kavrayıp tanımlarken yapamadıklarından ya da eksikliklerinden (“özürlü”, “engelli”) söz ediyoruz.
Kuşkusuz, bunda insanlığın daha önce geçtiği ve henüz sonlanmamış olan, sakatları oyun dışı bırakan, tecrit eden, kendini gerçekleştirme ve kendi geleceğini belirleme haklarını gasp eden sosyal, siyasi, iktisadi süreçlerin payı var en çok. Sanayi toplumunu düşünelim örneğin. Tıkır tıkır işleyen makinelerin inşa ettiği bir toplumsal düzende, bir yerleri aksayan bedenlere biçilen değer de, arızayı ya da defoyu çağrıştıran “özürlü” terimiyle ifade edilecekti elbette. On beş yirmi yıl öncesine kadar “Kör” yerine “görme özürlü” denmesinde olduğu gibi… Ancak, kör atalarımın yaşayan temsilcilerinden biri olarak, dijital teknolojilerden aldığım güçle, bir insanın sahip olmadığı yetilerle tanımlanamayacağını, körlüğün –şayet geçici bir durum değilse– görmemek değil, görme yetisi dışındaki yetilere, geliştirilen alternatif tekniklere ve araçlara dayanarak yaşama hali olduğunu söyleyebiliyorum bugün. “Engelli”, “dezavantajlı” vb. ifadeler de, “özürlü” ile ima edilenden çok farklı bir şey anlatmıyor. Hepsi de, sakatlığı teknik/tıbbi bir müdahale alanına indirgeyerek, eksik, yanlış giden, iyileştirilmesi gereken ya da yardıma ihtiyaç duyulan bir duruma işaret ediyor. Dahası, kamusal alanda karşılaştığımız kör ya da sağır kişileri, kim bilir ne vakit yitirdikleri ya da hiç sahip olmadıkları yetilerle tartacaksak, aynı alanda karşılaştığımız, çevrim dışı kalmamak için dijital uzantısından gözünü ayıramayan ya da fiziksel olarak bulunduğu ortamdaki ses yerine kendi istediği sesi dinlemek için kulaklık takanları nereye koyacağız?
Terminoloji tartışmasını bir yana bırakırsak, dijital dünya, araya koyduğu araçları artırarak bir yandan insan-insan, insan-doğa, insan-mekan ilişkilerini zayıflatırken, diğer yandan araya eklediği ve işleyişe daha geniş kesimleri dahil eden araçlar vesilesiyle, yanlışlığın sakat kişilerde olduğu görüşünü sarsıyor; mekanın ve bilginin farklı özelliklere, yetilere sahip olan, farklı araçlar kullanan kişiler göz önünde bulundurularak tasarlanması, düzenlenmesi, dağıtılması veya sunulmasının olanaklarını zenginleştiriyor, en azından elektrikler kesilene kadar…
Yazının sınırları dahilinde, çok küçük bir kesitine odaklanarak fotoğrafını çekmeye çalıştığım gidişat, burada anlatılanın ötesinde, çok yönlü bir hareket ve potansiyele sahip elbette. Daha şimdiden, günlük hayatta insanın gereğinin azalmasının sonucu olarak, var olmaya devam eden insanlar arasında, gerekli olanın kendisi olduğunu gösterme yarışının kızıştığını ve dolayısıyla sunumun, reklamın, imajın, ambalajın her geçen gün daha fazla önem kazandığını gözlemleyebiliyoruz örneğin. Yarışma gerilimi ve gösteri htoplumu fertlerinin üzerlerindeki imaj/ambalaj soyulduğunda geriye kalanın diğer yarışmacılardan farksız olduğunun kolayca görülmesi, her daim depresyon yüklü, gereksizlik hissinden kurtulamayan bir toplamla karşılaştırıyor bizi. Belki, sakatı “engelli” terimine hapsedip onu kendi yardımına muhtaç olarak kodlayan da, işe yaradığını gösterme yarışı içindeki bu toplam. Belki sakatı, bu terimi sahiplenmeye iten de, söz konusu hapishanenin konforu. Neyse, şimdilik dikkat çekmek istediğim, cinsiyetçi, ırkçı, milliyetçi, sağlamcı kodlarla bezenmiş sınıflı bir toplumsal yapının yaratımı olarak bizi kucaklamakta olan dijital dünyanın, ebeveyni olan dünyanın hiyerarşik maddi ve ideolojik yapısını bozma, önceki dünyayı var eden referansları geçersiz kılma ve dolayısıyla daha kapsayıcı, daha eşitlikçi bir hayatın olabilirliğini düşündürme potansiyeli. Öte yandan, potansiyelin vücut bulması da, birçok farklı olasılığın yanında, bunu düşünüp hayata geçirebilecek bir iradenin doğmasına ve varlığını sürdürmesine bağlı. Her seferinde kapasitesinden çok daha fazlasını geliştirdiği araçlara yüklemeye devam eden ve bunu yaparken kendi kapasitesi zayıflayan insanın böyle bir iradeyi gösterebileceği de kuşkulu.
Bu akış bizi nereye götürür, henüz arkasında ve önünde insanın bulunduğu algoritmalar bir gün gelir onun varlığını tamamen gereksiz kılıp onu ortadan kaldıracak yeni algoritmalar geliştirebilir mi, yoksa yabancılaşmanın sınırlarına ulaşan insan, eşitlikçi, ekolojik bir yaşamın kurulması için bir tavır geliştirebilir mi, bilmek imkânsız. Ancak şimdilik, geliştirilen her yeni teknikle insanlar arasındaki farklılıkların öneminin ve insani olan ya da olmayan gereksinimlerin karşılanması için insana olan ihtiyacın azaldığını söyleyebiliyoruz. Tabii, bu akış düz bir çizgi takip etmiyor. Eskiden gelen alışkanlıklarla, yapılarla, maddi ve ideolojik kurumlarla karşılaşıp yalpalıyor, yön değiştiriyor, itirazları dikkate alarak ya da ortadan kaldırarak ilerlemeye çalışıyor.
Sonuç olarak, dünyanın işini yaparken dünyanın enerjisini tüketen, her daim ışıklı, her yanı sesli kentlerin dünyasından, Arzuhalci Kör Kemal’in Demirci Haydar Usta’sına verecek bir haberim var: Senin o binlerce yıllık geleneği sağarak dövdüğün ve obanın kurtuluşu için ümit bağladığın kılıç, az kaldı, 3 boyutlu yazıcılar tarafından üretilecek pek yakında. Belki aramızdan birileri, enerji, inşaat ya da teknoloji tekellerine sunacak onu, içine doğduğumuz yaşam alanlarına, varlık nedenimize ve yaşama tutkumuza dokunmamaları için. Yine de, önümüzdeki Hıdrellez gecesi, çocuklar kendileri için en son teknolojiyle üretilmiş oyuncaklardan; gençler kendilerini çevrimiçi kılacak son teknolojiyle donatılmış mobil cihazlardan; yaşlılar her bir işlerini görecek robotlarla donanmış konutlardan birine sahip olmayı dileyecek, kuvvetle muhtemel…