Bülent Küçükaslan

İstanbul…

Ben içine düştüğümden beri güneşin etrafında 18 kere döndü dünya… Sana sorarsak, “lafı bile edilemez, mikroskobik bi’ zaman…”; bana sorarsan, on sekiz senesi ömrümün.

Umutlu bi’ çığlığım vardı ben içine düştüğüm sene, bağıra çağıra tükettim. Sana sorarsak, “adam sen de, milyonda bir”; bana sorarsan, yitip giden ömrüm.

Hastanelerin soğuk-beyaz duvarları vardı ilk önce, içinde yaşayan her şeyi kendine benzetmeye çalışan. Bir de camdan gördüğüm ağaçlar. Hastanenin soğuk karanlığı koridora açılan hantal kapıdan odaya girmeye çalışırken açık pencereden gelen yeşilin kokusu nefes almamı sağlardı. Yeşile ilk özlemimdir.

Beyaz çarşaflı hasta karyolası vardı bir de, içine hapsolduğum. Hastane içinde onunla dolanırdım! Demir parmaklıkların ardındaki mahpus misali, sağım duvar, solum duvar, altımda kaba demir yığını. Bir akşamüstü duvarlar üstüme üstüme gelirken yine, nasıl akıl ettiysek, o koca karyolayla hastanenin önüne çıktık. Önümde ağaçlar, toprak, karşı ucundan her an bir sürprizin çıkabileceği kıvrılarak inen bir yokuş; ardımda beton! Yeşille ilk kavuşmamdır.

Oda-karyola, karyola-fizik tedavi, karyola-yürüme bandı, duvarlar, uğultu, huzursuzluk, herkesin herkesten gizlemeye çalıştığı keder, telaş içindeyken sakin görünmeye çalışmalar, düşmeler, kalkamamalar, yürür gibi yapmalar, eksiklikler, bedenin zihinden kopması, el yordamıyla yeniden tanıma çabaları… Betonlar içinde nasıl yaşanabilirse, öyle bir kaos. Sakat bedenimle ilk didişmemdir.

Bir tekerlekli sandalyem oldu sonra. Hasta adamdan sakat adama dönüştüm, özgürlüğüme kavuştum yeniden. İstediğim zaman çekip gidebildim mesela, ne zaman istersem geri gelebildim. Yalnız kalabilmenin de kalabalığa karışabilmenin de kontrolünü bana geri verdi. Tekerlekli sandalyeme ilk minnet duyuşumdur.

Yedi buçuğu doldurup çıktım hastaneden. Bir ömür yatıp tekerlekli sandalyesiyle sokağa adımını atan adamın başına ne gelirse o geldi başıma: Müteahhit Osman! Yokluğumda bizimkilerin taşındığı yeni evin önüne otomobili park edip telaşla arabadan inince, merdivensiz diye gelinen evin girişinde önce kocaman bir kaldırım, sonra Osman karşıladı bizi.  

Kaldırım ortada, aştık. Ama Osman’da bir haller! Biz apartmandan içeri girme, o yanımızdan geçip sıyrılma telaşında:

– Asansör çalışıyor, değil mi Osman abi?

– Tabii, tabii.

O dışarı çıkıyor, biz asansörün kapısına varıyoruz; kapı duvar! Oysa günlerdir benim gelişimde aksaklık olmaması için herkes tembihlemiş Osman’ı. Merdivenlerin dibinde ilk kalakalışımızdır.  

Fotoğraf: Mustafa Cevahir Akbaş

“Kardeş merak etme biz seni taşırız.”

Eyvah, şimdi ne olacak derken Osman’ın pişkin sesi apartmanda yankılanıyor:

– Abi geldik, merak etme. Seni burada bırakacak değiliz ya.

– İyi ama asansör?

demeye kalmadan camiden topladığı 3-5 adamla birlikte beni paketleyip merdivenlere itelemesi bir oluyor. Kimse ne yapacağını, sandalyenin neresinden tutması, neresinden tutmaması gerektiğini bilmiyor. Beş kişi, bir de ben, merdivenlere sığmıyoruz. “Sen aşağıda kal”, “Yusuf dayı sen yukarı çık”, “Şurayı tut Hasan”, “KÜÜÜT!”, “Aman! O kolçak çıkıyor muymuş?!”, “Yakaladım”, “Tamam”, “Dikkat”, “Öbür tarafa geç sen”, “Abi şurayı tutsana”, “Tamam, yanaş abi duvara”, “Kenara çekil İsmail”, “Cevat sen de çekil, çekil abi, çekil”, “Basamağa dikkat et”, “Sen iyi misin abi, merak etme”, “Hah, tamam, ilk kata geldik bile, soluklanalım”.

– Bülent Abi kaçıncı kattaydınız siz?

– “Yedi!”

Bakışıp gülüşmeler. O arada bir fırsatını bulup “Osman, neden olmadı bu asansör?” diyorum ama Osman ne yapacağını biliyor: “Hadi Bismillah, Hasan sen şu taraftan tut, bu sefer öne ben geçiyorum.” “Osman abi soluklansaydık.” “Üst katta soluklanırsınız, sen gel yanıma”, “Dayı sen şu ucu tut”, “aman bu sefer o kolu düşürmeyin”, “Sen de yana geç Cevat”, “Sen de şuradan destek olursun, tamam mı?”. “Kardeş merak etme, biz seni taşırız.”

“Üst kata çıkmak”tan “yukarı taşınma”ya ilk geçişimdir.

***

Yirmilerinde, iyi ahbap olan Suat ve Kerem İstanbul’un altını üstüne getirme coşkusuyla buluşmaya karar verirler.

Suat o gün de dışarı çıkacağı diğer günlerde olduğu gibi erken kalkar, kıyafetlerini giyer ve hafif bir kahvaltı yapar. Bıraksalar uzun bacaklarını açarak tek adımda Taksim’e gidecek gibi hisseden o bıçkın delikanlı, şüphesiz her seferinde daha bir canı sıkkın olduğu halde, işe yetişmek için koşturarak evden çıkan, dağ gibi, kocaman elli, ama son zamanlarda bel fıtığı da bulunan işçi babasının sırtında sessizce ve gözleri kapalı vaziyette beş kat merdiveni aşağıya iner ve her seferinde daha bir inanmış halde ant içer ki, düz ayak bir eve taşınabilecek parayı bulacaktır bir gün!

Kerem ise daha şanslı, babaannesinin evi asansörlü bir binadadır. Evet, asansör çok küçük; evet, tekerlekli sandalye kolayından sığmıyor; evet, her seferinde sandalyesinin orasını burasını çıkartıp kendisini de iyice küçülterek bir şekilde asansöre girmeye çalışıyor; ve evet, her seferinde asansör bozulmasın diye 9. kata çıkana kadar dualar etmek zorunda kalıyor ama olsun, bu sefer buna değecek! Bugün Taksim’de sabahlama, gece yarısından sonra da babaannesinde kalma planı yapılmıştır çünkü. Öyle ki, “Nereden çıktı şimdi bu babaannede kalmak?” diye soran annesine, hiç duraksamadan, “Kadın kaç zamandır yalnız, onu mutlu etmiş olurum,” diyecek kadar da tetiktedir. Öyle ya, gece Taksim’e gideceğini, ancak gece yarısından sonra döneceğini, hele de Suat’la birlikte gideceğini söylese, “Aman evladım, vay siz tekerlekli sandalye kullanan iki çocuk ne yaparsınız oralarda?” diye diye kapının önüne yatar ki mümkünü yok izin vermez evden çıkmasına. Hem babası da ne der sonra!

Hala söylenmeye devam eden annesini geride bırakıp odasına vardığında dün akşam özenle seçtiği kıyafetlere bir daha bakar, yatağın üzerine serer, beğenir ve giyinmeye başlar: Tişörtünü çıkartır, vücudunun güzel koktuğundan emin olur, eşofmanını bel lastiğinden kavrayıp olabildiğince aşağıya doğru sıyırır, sandalyesinde hafif öne kaykılır, önce sola bükülerek eşofmanı sağ bacağına doğru aşağıya iter, sonra sağa bükülür ve sol bacağı üzerindeki eşofmanı dizine kadar iter, sonra sol eliyle sandalyesinin sırt koluna tutunur, sağ eliyle dizlerindeki eşofmanı ayaklarına kadar indirir, sonra oturuşunu düzeltir, sol ayağını sağ dizinin üstüne yaslar, eşofmanı boşa çıkartır, sağ bacağını sol dizinin üstüne yaslar ve eşofmanı tümden çıkartmış olur.

Yatağın üzerindeki blucini hızlıca üstüne geçirir, gömleğe uzanır, yine beğenerek bakar, kolayca onu da giyer, boy aynasına doğru ilerler, yakışıklı göründüğüne karar verip aynadan kendine bir göz kırpar, çapkınca gülümser ve içeri geçer. Babasına yük olmasın diye sofradan hep aç kalkan Suat’ın aksine Kerem kahvaltıda bir buçuk ekmekle 3 yumurtayı ve üstüne de tereyağla reçeli bir öküz iştahıyla mideye indirip akşam için bol bol enerji depolar. Ama çok sevdiği halde bir bardaktan fazla çay içmez! İstanbul’da istediği zaman tekerlekli sandalyeye uygun tuvalet bulamayacağını bilecek kadar deneyimlidir zira.

Fotoğraf: Mustafa Cevahir Akbaş

***

Kerem giriş katındaki evinden çıkar, yaptırmak için bütün komşularla kavga etmek zorunda kaldıkları rampadan süzülür, arabasının yanına gelir, kapıyı açar, çevik bir sıçrayışla koltuğa transfer olur, tekerlekli sandalyesini ustaca arka koltuğa alır, kendi bacaklarını usulünce yerleştirir, emniyet kemerini takar, kutusundan güneş gözlüğünü çıkartır, takar, dikiz aynasını kendisine çevirir, eliyle yüzüne dokunur, başını çevirir, küpesiyle güneş gözlüğünün uyumunu sever, arabasını çalıştırır, elle kontrol edilen gaz koluna ustaca yüklenir ve Suat’ı almak için yola koyulur.

Yarım saat sonra her zaman buluştukları yere varır ve bir gözü üst geçitteki asansörde olacak şekilde beklemeye başlar; bekler, bekler, bekler ama Suat gelmez. Merak içinde telefona sarılır, “Nerede kaldın?” diye sorar. Suat nefes nefesedir, “On dakikaya oradayım” der, kapatır.  

On beş dakika sonra arabanın camına vurarak “Geldim,” der, küfrün bini bir para! Üst geçidin asansörü kapalıymış, anahtar güvenlik görevlisindeymiş, güvenlik görevlisi aşağıdaymış, çağırmışlarmış, gelecekmiş! Yirmi dakika sonra nihayet gelmiş. Asansöre binmiş, yukarı çıkmış, köprüden karşıya geçmiş ama bir de bakmış ki oradaki asansör bozukmuş! Geçen hafta bozulmuş, haber vermişlermiş merkeze… “Dur bir soluklan,” der Kerem. Suat soluklanır, “Köprünün üstünden seni gördüm aslında,” der. İkisi birlikte küfrederler. “Sonra ne yaptın?” diye sorar Kerem. “Gerisin geri döndüm, sandalyeyi 1 km sürerek ötedeki köprüden buraya geldim. Ter içinde kaldığıma mı yanayım, arkadan dat-dat-dat korna çalıp geçen kamyon şoförüne nefesim yetip taş kavuşturamadığıma mı, yoksa karşı karşıya geldiğimizde “Ne işin var bu halinle yolda?” diye atarlanan otomobil şoförüne doyasıya küfredemediğime mi?”

***

Turgut, çok sevdiği sevgilisi terk ettiği için atmış kendini babadan kalma evin damından aşağıya, on sekizinde. Necla’ysa nişanlısının kullandığı araç aşırı hızdan takla atınca, araçta sıkışıp kalmış. İkisi de omurilik felci olmuş.

Yıllar sonra, on bir gün arayla aynı fizik tedavi hastanesinde kesişmiş yolları. Turgut önce hikayesine vurulmuş Necla’nın, sonra güzelliğine. Necla’ysa önce zarif parmaklarına Turgut’un, sonra adamlığına. İki sene neredeyse hiç ayrılmamışlar birbirlerinden. Sonra, herkesin “Aman şöyle olmaz”, “Aman böyle olmaz”, “Bu aşk yürümez” diye konuşmasından bıkıp, birlikte yaşamaya karar vermişler ve şehir merkezinde uygun bir ev bulamadıkları için Turgut’un damından aşağıya atladığı Sarıyer’deki müstakil eve taşınmışlar. Mahalleden de iki kediyi ikna etmişler kendileriyle yaşamaları için. Bahçede sardunyalar, bir kamelya, iki oya ağacı, iki manolya, bir sürü mevsimlik çiçek ve ortada uzun bir tahta masa.

Görenlerin, duyanların yaşadığı şaşkın hal uzun süre çiftin gündelik yaşamlarının en önemli parçası olmuş. Bugünlerde “Bir kız evlat edinmeyi kafaya koymuşlar” diye konuşuyormuş mahalleli, ama sakat oldukları için devlet buna izin vermiyormuş! Ne mümkün! Herkes bir çocukları olacağından emin; ya devlet bir yetimi verir bu mahalleye ya da bu deliler kendileri yapar en az bir tane. Hem evlenirler de o zaman.

***

Uzun bekleyişin ardından Odakule’nin arkasındaki otoparkta park edecek bir yer bulur Keremler. Araçtan inmeden önce ikisi de sonda ile mesanelerini boşaltırlar yine. Malum, tekerlekli sandalyeye uygun tuvalet yok buralarda da! Sıkışık otoparkta zorla araçtan inip, eğri büğrü, bol kaldırımlı yolda kâh başkalarından yardım isteyerek kâh birbirlerine yardım ederek Çiçek Pasajı’na varırlar.

İllustrasyon: https://pixabay.com Funemanka

Turgut, Necla ve Nesrin onlardan önce gelip masada yerlerini almışlardır. Kerem’le Suat kapıdan görününce sevinmişler, sarılmışlar, dostlukla el sıkışmışlar. Nesrin Suriye’den göç etmiş Ezidi bir genç kadın. Yanında patlayan bomba bütün ailesini yok etmiş, onun da bir kolunu koparıp almış. Turgut’la Necla, Mülteciyim Hemşerim Dayanışma Ağı vesilesiyle tanımışlar onu. Gel zaman git zaman ısınmışlar birbirlerine, evin üst katındaki bir odayı ona vermişler.

Rakı-balık derken, o akşam herkes anlatmış sakatlık hikayelerini. Hakimler, belediye başkanları, siyasiler, polisler, doktorlar, hemşireler, imamlar, akademisyenler, öğretmenler, patronlar, binalar, kaldırımlar, otobüsler, metrolar, yollar, rampalar, şoförler, pilotlar, analar, babalar, kadınlar, erkekler, çocuklar, iyiler, kötüler, insanlar, hayvanlar hep meze olmuş masada. Kadehler kalkmış yan masalardan, gülmekten ve küfretmekten yoruluncaya kadar içmişler. En sonunda Nesrin anlatmış hüzünlü hikayesinden bir kesit, herkes susmuş. Devam etmiş Nesrin, kocaman gülümseyip kadehini kaldırmış, herkesle tek tek kadeh tokuşturmuş, “Umut hiç bitmez” diyerek şerefe demiş: “Beni duyan ve duymayan, benim yanımda olan ve olmayan herkese sen şefkat göster ve bizi de buna dahil et”. Yarım saat daha oturup arkalarında sandalyesiz kocaman bir masa bırakarak çıkmışlar.

Uzun bir aradan sonra çıktığım Taksim’de rastladım çocuklara. Yalpalaya yalpalaya karşıdan geliyorlardı. Görenler gülüyordu, bizimkiler onlardan çok gülüyordu. Sarıldık, ikna ettim onları da Hüsnü Arkan dinlemek için bara gelmeye. Her kaldırıma ve basamağa küfrederek bara vardık. Aşk şarkıları dinleyip kalabalık içinde kendimizden geçtik. Suat ikinci şarkının en güzel yerinde Nesrin’in eline dokundu, Nesrin Suat’ın sandalyesinin tekerine oturdu, Necla Turgut’a “bebek yapalım” dedi, Turgut Necla’ya “evlenelim”, Kerem’le ben de her zaman olduğu gibi gözümüze kestirdiğimiz meraklı kızlarla flört ettik. Sabaha karşı Gezi Parkı’nda ağaçların altında çimenlere yatar haldeyken uyandık, on kişi. Bizimkiler, bir sarışın, bir esmer, iki de güzel sokak köpeği. Taksim’de Pazar sessizliği, güneş ısıtıyor bedenleri, kuşlar cıvıldıyor.

İstanbul direniyor, hâlâ.

Bülent Küçükaslan

İstanbul…

Ben içine düştüğümden beri güneşin etrafında 18 kere döndü dünya… Sana sorarsak, “lafı bile edilemez, mikroskobik bi’ zaman…”; bana sorarsan, on sekiz senesi ömrümün.

Umutlu bi’ çığlığım vardı ben içine düştüğüm sene, bağıra çağıra tükettim. Sana sorarsak, “adam sen de, milyonda bir”; bana sorarsan, yitip giden ömrüm.

Hastanelerin soğuk-beyaz duvarları vardı ilk önce, içinde yaşayan her şeyi kendine benzetmeye çalışan. Bir de camdan gördüğüm ağaçlar. Hastanenin soğuk karanlığı koridora açılan hantal kapıdan odaya girmeye çalışırken açık pencereden gelen yeşilin kokusu nefes almamı sağlardı. Yeşile ilk özlemimdir.

Beyaz çarşaflı hasta karyolası vardı bir de, içine hapsolduğum. Hastane içinde onunla dolanırdım! Demir parmaklıkların ardındaki mahpus misali, sağım duvar, solum duvar, altımda kaba demir yığını. Bir akşamüstü duvarlar üstüme üstüme gelirken yine, nasıl akıl ettiysek, o koca karyolayla hastanenin önüne çıktık. Önümde ağaçlar, toprak, karşı ucundan her an bir sürprizin çıkabileceği kıvrılarak inen bir yokuş; ardımda beton! Yeşille ilk kavuşmamdır.

Oda-karyola, karyola-fizik tedavi, karyola-yürüme bandı, duvarlar, uğultu, huzursuzluk, herkesin herkesten gizlemeye çalıştığı keder, telaş içindeyken sakin görünmeye çalışmalar, düşmeler, kalkamamalar, yürür gibi yapmalar, eksiklikler, bedenin zihinden kopması, el yordamıyla yeniden tanıma çabaları… Betonlar içinde nasıl yaşanabilirse, öyle bir kaos. Sakat bedenimle ilk didişmemdir.

Bir tekerlekli sandalyem oldu sonra. Hasta adamdan sakat adama dönüştüm, özgürlüğüme kavuştum yeniden. İstediğim zaman çekip gidebildim mesela, ne zaman istersem geri gelebildim. Yalnız kalabilmenin de kalabalığa karışabilmenin de kontrolünü bana geri verdi. Tekerlekli sandalyeme ilk minnet duyuşumdur.

Yedi buçuğu doldurup çıktım hastaneden. Bir ömür yatıp tekerlekli sandalyesiyle sokağa adımını atan adamın başına ne gelirse o geldi başıma: Müteahhit Osman! Yokluğumda bizimkilerin taşındığı yeni evin önüne otomobili park edip telaşla arabadan inince, merdivensiz diye gelinen evin girişinde önce kocaman bir kaldırım, sonra Osman karşıladı bizi.  

Kaldırım ortada, aştık. Ama Osman’da bir haller! Biz apartmandan içeri girme, o yanımızdan geçip sıyrılma telaşında:

– Asansör çalışıyor, değil mi Osman abi?

– Tabii, tabii.

O dışarı çıkıyor, biz asansörün kapısına varıyoruz; kapı duvar! Oysa günlerdir benim gelişimde aksaklık olmaması için herkes tembihlemiş Osman’ı. Merdivenlerin dibinde ilk kalakalışımızdır.  

Fotoğraf: Mustafa Cevahir Akbaş

“Kardeş merak etme biz seni taşırız.”

Eyvah, şimdi ne olacak derken Osman’ın pişkin sesi apartmanda yankılanıyor:

– Abi geldik, merak etme. Seni burada bırakacak değiliz ya.

– İyi ama asansör?

demeye kalmadan camiden topladığı 3-5 adamla birlikte beni paketleyip merdivenlere itelemesi bir oluyor. Kimse ne yapacağını, sandalyenin neresinden tutması, neresinden tutmaması gerektiğini bilmiyor. Beş kişi, bir de ben, merdivenlere sığmıyoruz. “Sen aşağıda kal”, “Yusuf dayı sen yukarı çık”, “Şurayı tut Hasan”, “KÜÜÜT!”, “Aman! O kolçak çıkıyor muymuş?!”, “Yakaladım”, “Tamam”, “Dikkat”, “Öbür tarafa geç sen”, “Abi şurayı tutsana”, “Tamam, yanaş abi duvara”, “Kenara çekil İsmail”, “Cevat sen de çekil, çekil abi, çekil”, “Basamağa dikkat et”, “Sen iyi misin abi, merak etme”, “Hah, tamam, ilk kata geldik bile, soluklanalım”.

– Bülent Abi kaçıncı kattaydınız siz?

– “Yedi!”

Bakışıp gülüşmeler. O arada bir fırsatını bulup “Osman, neden olmadı bu asansör?” diyorum ama Osman ne yapacağını biliyor: “Hadi Bismillah, Hasan sen şu taraftan tut, bu sefer öne ben geçiyorum.” “Osman abi soluklansaydık.” “Üst katta soluklanırsınız, sen gel yanıma”, “Dayı sen şu ucu tut”, “aman bu sefer o kolu düşürmeyin”, “Sen de yana geç Cevat”, “Sen de şuradan destek olursun, tamam mı?”. “Kardeş merak etme, biz seni taşırız.”

“Üst kata çıkmak”tan “yukarı taşınma”ya ilk geçişimdir.

***

Yirmilerinde, iyi ahbap olan Suat ve Kerem İstanbul’un altını üstüne getirme coşkusuyla buluşmaya karar verirler.

Suat o gün de dışarı çıkacağı diğer günlerde olduğu gibi erken kalkar, kıyafetlerini giyer ve hafif bir kahvaltı yapar. Bıraksalar uzun bacaklarını açarak tek adımda Taksim’e gidecek gibi hisseden o bıçkın delikanlı, şüphesiz her seferinde daha bir canı sıkkın olduğu halde, işe yetişmek için koşturarak evden çıkan, dağ gibi, kocaman elli, ama son zamanlarda bel fıtığı da bulunan işçi babasının sırtında sessizce ve gözleri kapalı vaziyette beş kat merdiveni aşağıya iner ve her seferinde daha bir inanmış halde ant içer ki, düz ayak bir eve taşınabilecek parayı bulacaktır bir gün!

Kerem ise daha şanslı, babaannesinin evi asansörlü bir binadadır. Evet, asansör çok küçük; evet, tekerlekli sandalye kolayından sığmıyor; evet, her seferinde sandalyesinin orasını burasını çıkartıp kendisini de iyice küçülterek bir şekilde asansöre girmeye çalışıyor; ve evet, her seferinde asansör bozulmasın diye 9. kata çıkana kadar dualar etmek zorunda kalıyor ama olsun, bu sefer buna değecek! Bugün Taksim’de sabahlama, gece yarısından sonra da babaannesinde kalma planı yapılmıştır çünkü. Öyle ki, “Nereden çıktı şimdi bu babaannede kalmak?” diye soran annesine, hiç duraksamadan, “Kadın kaç zamandır yalnız, onu mutlu etmiş olurum,” diyecek kadar da tetiktedir. Öyle ya, gece Taksim’e gideceğini, ancak gece yarısından sonra döneceğini, hele de Suat’la birlikte gideceğini söylese, “Aman evladım, vay siz tekerlekli sandalye kullanan iki çocuk ne yaparsınız oralarda?” diye diye kapının önüne yatar ki mümkünü yok izin vermez evden çıkmasına. Hem babası da ne der sonra!

Hala söylenmeye devam eden annesini geride bırakıp odasına vardığında dün akşam özenle seçtiği kıyafetlere bir daha bakar, yatağın üzerine serer, beğenir ve giyinmeye başlar: Tişörtünü çıkartır, vücudunun güzel koktuğundan emin olur, eşofmanını bel lastiğinden kavrayıp olabildiğince aşağıya doğru sıyırır, sandalyesinde hafif öne kaykılır, önce sola bükülerek eşofmanı sağ bacağına doğru aşağıya iter, sonra sağa bükülür ve sol bacağı üzerindeki eşofmanı dizine kadar iter, sonra sol eliyle sandalyesinin sırt koluna tutunur, sağ eliyle dizlerindeki eşofmanı ayaklarına kadar indirir, sonra oturuşunu düzeltir, sol ayağını sağ dizinin üstüne yaslar, eşofmanı boşa çıkartır, sağ bacağını sol dizinin üstüne yaslar ve eşofmanı tümden çıkartmış olur.

Yatağın üzerindeki blucini hızlıca üstüne geçirir, gömleğe uzanır, yine beğenerek bakar, kolayca onu da giyer, boy aynasına doğru ilerler, yakışıklı göründüğüne karar verip aynadan kendine bir göz kırpar, çapkınca gülümser ve içeri geçer. Babasına yük olmasın diye sofradan hep aç kalkan Suat’ın aksine Kerem kahvaltıda bir buçuk ekmekle 3 yumurtayı ve üstüne de tereyağla reçeli bir öküz iştahıyla mideye indirip akşam için bol bol enerji depolar. Ama çok sevdiği halde bir bardaktan fazla çay içmez! İstanbul’da istediği zaman tekerlekli sandalyeye uygun tuvalet bulamayacağını bilecek kadar deneyimlidir zira.

Fotoğraf: Mustafa Cevahir Akbaş

***

Kerem giriş katındaki evinden çıkar, yaptırmak için bütün komşularla kavga etmek zorunda kaldıkları rampadan süzülür, arabasının yanına gelir, kapıyı açar, çevik bir sıçrayışla koltuğa transfer olur, tekerlekli sandalyesini ustaca arka koltuğa alır, kendi bacaklarını usulünce yerleştirir, emniyet kemerini takar, kutusundan güneş gözlüğünü çıkartır, takar, dikiz aynasını kendisine çevirir, eliyle yüzüne dokunur, başını çevirir, küpesiyle güneş gözlüğünün uyumunu sever, arabasını çalıştırır, elle kontrol edilen gaz koluna ustaca yüklenir ve Suat’ı almak için yola koyulur.

Yarım saat sonra her zaman buluştukları yere varır ve bir gözü üst geçitteki asansörde olacak şekilde beklemeye başlar; bekler, bekler, bekler ama Suat gelmez. Merak içinde telefona sarılır, “Nerede kaldın?” diye sorar. Suat nefes nefesedir, “On dakikaya oradayım” der, kapatır.  

On beş dakika sonra arabanın camına vurarak “Geldim,” der, küfrün bini bir para! Üst geçidin asansörü kapalıymış, anahtar güvenlik görevlisindeymiş, güvenlik görevlisi aşağıdaymış, çağırmışlarmış, gelecekmiş! Yirmi dakika sonra nihayet gelmiş. Asansöre binmiş, yukarı çıkmış, köprüden karşıya geçmiş ama bir de bakmış ki oradaki asansör bozukmuş! Geçen hafta bozulmuş, haber vermişlermiş merkeze… “Dur bir soluklan,” der Kerem. Suat soluklanır, “Köprünün üstünden seni gördüm aslında,” der. İkisi birlikte küfrederler. “Sonra ne yaptın?” diye sorar Kerem. “Gerisin geri döndüm, sandalyeyi 1 km sürerek ötedeki köprüden buraya geldim. Ter içinde kaldığıma mı yanayım, arkadan dat-dat-dat korna çalıp geçen kamyon şoförüne nefesim yetip taş kavuşturamadığıma mı, yoksa karşı karşıya geldiğimizde “Ne işin var bu halinle yolda?” diye atarlanan otomobil şoförüne doyasıya küfredemediğime mi?”

***

Turgut, çok sevdiği sevgilisi terk ettiği için atmış kendini babadan kalma evin damından aşağıya, on sekizinde. Necla’ysa nişanlısının kullandığı araç aşırı hızdan takla atınca, araçta sıkışıp kalmış. İkisi de omurilik felci olmuş.

Yıllar sonra, on bir gün arayla aynı fizik tedavi hastanesinde kesişmiş yolları. Turgut önce hikayesine vurulmuş Necla’nın, sonra güzelliğine. Necla’ysa önce zarif parmaklarına Turgut’un, sonra adamlığına. İki sene neredeyse hiç ayrılmamışlar birbirlerinden. Sonra, herkesin “Aman şöyle olmaz”, “Aman böyle olmaz”, “Bu aşk yürümez” diye konuşmasından bıkıp, birlikte yaşamaya karar vermişler ve şehir merkezinde uygun bir ev bulamadıkları için Turgut’un damından aşağıya atladığı Sarıyer’deki müstakil eve taşınmışlar. Mahalleden de iki kediyi ikna etmişler kendileriyle yaşamaları için. Bahçede sardunyalar, bir kamelya, iki oya ağacı, iki manolya, bir sürü mevsimlik çiçek ve ortada uzun bir tahta masa.

Görenlerin, duyanların yaşadığı şaşkın hal uzun süre çiftin gündelik yaşamlarının en önemli parçası olmuş. Bugünlerde “Bir kız evlat edinmeyi kafaya koymuşlar” diye konuşuyormuş mahalleli, ama sakat oldukları için devlet buna izin vermiyormuş! Ne mümkün! Herkes bir çocukları olacağından emin; ya devlet bir yetimi verir bu mahalleye ya da bu deliler kendileri yapar en az bir tane. Hem evlenirler de o zaman.

***

Uzun bekleyişin ardından Odakule’nin arkasındaki otoparkta park edecek bir yer bulur Keremler. Araçtan inmeden önce ikisi de sonda ile mesanelerini boşaltırlar yine. Malum, tekerlekli sandalyeye uygun tuvalet yok buralarda da! Sıkışık otoparkta zorla araçtan inip, eğri büğrü, bol kaldırımlı yolda kâh başkalarından yardım isteyerek kâh birbirlerine yardım ederek Çiçek Pasajı’na varırlar.

İllustrasyon: https://pixabay.com Funemanka

Turgut, Necla ve Nesrin onlardan önce gelip masada yerlerini almışlardır. Kerem’le Suat kapıdan görününce sevinmişler, sarılmışlar, dostlukla el sıkışmışlar. Nesrin Suriye’den göç etmiş Ezidi bir genç kadın. Yanında patlayan bomba bütün ailesini yok etmiş, onun da bir kolunu koparıp almış. Turgut’la Necla, Mülteciyim Hemşerim Dayanışma Ağı vesilesiyle tanımışlar onu. Gel zaman git zaman ısınmışlar birbirlerine, evin üst katındaki bir odayı ona vermişler.

Rakı-balık derken, o akşam herkes anlatmış sakatlık hikayelerini. Hakimler, belediye başkanları, siyasiler, polisler, doktorlar, hemşireler, imamlar, akademisyenler, öğretmenler, patronlar, binalar, kaldırımlar, otobüsler, metrolar, yollar, rampalar, şoförler, pilotlar, analar, babalar, kadınlar, erkekler, çocuklar, iyiler, kötüler, insanlar, hayvanlar hep meze olmuş masada. Kadehler kalkmış yan masalardan, gülmekten ve küfretmekten yoruluncaya kadar içmişler. En sonunda Nesrin anlatmış hüzünlü hikayesinden bir kesit, herkes susmuş. Devam etmiş Nesrin, kocaman gülümseyip kadehini kaldırmış, herkesle tek tek kadeh tokuşturmuş, “Umut hiç bitmez” diyerek şerefe demiş: “Beni duyan ve duymayan, benim yanımda olan ve olmayan herkese sen şefkat göster ve bizi de buna dahil et”. Yarım saat daha oturup arkalarında sandalyesiz kocaman bir masa bırakarak çıkmışlar.

Uzun bir aradan sonra çıktığım Taksim’de rastladım çocuklara. Yalpalaya yalpalaya karşıdan geliyorlardı. Görenler gülüyordu, bizimkiler onlardan çok gülüyordu. Sarıldık, ikna ettim onları da Hüsnü Arkan dinlemek için bara gelmeye. Her kaldırıma ve basamağa küfrederek bara vardık. Aşk şarkıları dinleyip kalabalık içinde kendimizden geçtik. Suat ikinci şarkının en güzel yerinde Nesrin’in eline dokundu, Nesrin Suat’ın sandalyesinin tekerine oturdu, Necla Turgut’a “bebek yapalım” dedi, Turgut Necla’ya “evlenelim”, Kerem’le ben de her zaman olduğu gibi gözümüze kestirdiğimiz meraklı kızlarla flört ettik. Sabaha karşı Gezi Parkı’nda ağaçların altında çimenlere yatar haldeyken uyandık, on kişi. Bizimkiler, bir sarışın, bir esmer, iki de güzel sokak köpeği. Taksim’de Pazar sessizliği, güneş ısıtıyor bedenleri, kuşlar cıvıldıyor.

İstanbul direniyor, hâlâ.

DÖN